SİYASİ REJİM TARTIŞMALARINA EMEK MERKEZLİ BAKMAK (2)

Ümit Akçay
24 Mart 2018
SATIRBAŞLARI

“Neoliberal Popülizm modeli, örgütlü emeğin karar alma süreçlerinden sistematik olarak dışlanmasına dayanır. İşçi sınıfının örgütlü kesimlerinin dağıtıldığı, geri kalanının da pasifize edildiği Neoliberal Popülizm modelinin hayata geçmesiyle birlikte, siyasi çatışmanın odağı sınıflararası bir düzlemden egemen sınıf içi bir düzleme kaymıştır. Bu ortamda iktidar partisi kimlik siyasetini ve tipik popülist stratejinin biz/onlar ayrımını, çok daha kolay bir şekilde operasyonel hale getirebilmiştir.”

 

Birinci bölümde özetlediğim süreçler sonucunda oluşan yeni emek rejimi, Türkiye’yi çalışanlar için bir cehenneme çevirmiştir. 1990 ile 2012 yılları arasında milli gelir içinde emeğin payı yüzde 15 gerilemiştir.[i]

Reel ücretlerde anlamlı bir artışın olmadığı 2002 ile 2013 yılları arasında hanehalkı borcunun milli gelire oranı yüzde 1,8’den 19,6’ya yükselmiş, yani on yılda on kattan fazla artmıştır.[ii] Bununla birlikte Türkiye OECD ülkeleri içinde en uzun çalışma saatlerine sahip; haftada 50 saatin üzerinde çalışanların oranı yüzde 48.[iii]

Bununla bağlı olarak geliştirilen bir başka gösterge olan “iş-yaşam” dengesinde Türkiye yine OECD ülkeleri arasında sıfır puanla sonuncu sıradadır.[iv] Emeğin örgütsüzleşmesi ise, sendikalaşma oranındaki dramatik düşüşte net bir şekilde görülmektedir. Yine OECD verilerine göre 2001 ile 2015 yılları arasında sendikalaşma düzeyi yüzde 29,1’den, 6,3’e gerilemiştir.[v]

Tüm bu gelişmelerin sonucunda, aşağıdaki grafikte[vi] görülen grev sıklığı ve greve katılan işçilerin sayısı, 1990’ların başında canlanan emek hareketini ve 2000’li yıllarda emeğin mücadele gücünün nasıl erozyona uğradığını açık bir şekilde gösteriyor. Kısacası bu yeni emek rejimi, Neoliberal Popülizm (NP) modelinin oluşmasında kritik işlev görmüştür.

 

Odağında emeğin güçsüzleştirilmesi olan NP modelinin en önemli sonucu, siyasetin zemin değiştirmesi olmuştur. Görünüşte çelişkili gibi duran, neoliberal kemer sıkma politikaları ile telafi mekanizmalarının aynı anda uygulanmasından oluşan NP modeli, örgütlü emeğin karar alma süreçlerinden sistematik olarak dışlanmasına dayanır.

İşçi sınıfının örgütlü kesimlerinin dağıtıldığı, geri kalanının da pasifize edildiği NP modelinin hayata geçmesiyle birlikte, siyasi çatışmanın odağı sınıflararası bir düzlemden egemen sınıf içi bir düzleme kaymıştır. Bu ortamda iktidar partisi kimlik siyasetini ve tipik popülist stratejinin biz/onlar ayrımını, çok daha kolay bir şekilde operasyonel hale getirebilmiştir.

Farklı toplum kesimleri ile koalisyonlar kurmak, alt sınıfları kendi hedefleri uğruna mobilize etmek ya da emekçi sınıflardan gelen talepleri yerine getirmek zorunda kalmak gibi farklı kısıtlarla hareket eden ekonomik ve özellikle de siyasi elitler[vii] NP modeli sayesinde aşağıdan gelen baskılardan büyük ölçüde izole hale gelmiştir. Bu yeni durum, egemen sınıf içindeki gruplar arasında devlet iktidarına sahip olma amaçlı mücadeleleri hızlandırıcı etki yapmıştır.

Neoliberal Popülizm modelinin kurumsallaşması, 2007 ile 2017 arasında gerçekleşen siyasal krizlerin hâkim blok içi mücadeleler olarak yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Amaçları devlet iktidarını ele geçirmek ya da tam hâkimiyet kurmak olan farklı gruplar arası mücadele, emekçi sınıfların siyasal alandan dışlanması sonucunda, siyasetin tayin edici unsuru haline gelmiştir.

Bu argümanı somutlaştırmak için, yakın dönemdeki siyasi gerilimleri kısaca ele alabiliriz. NP modelinin uygulanmaya başlanmasından beş yıl sonra, 2007’de patlak veren ilk ciddi siyasi krizden başlayarak 16 Nisan’a kadar gelen üç referandum (2007, 2010 ve 2017) süreci, aynı zamanda siyasi elitlerin devlet iktidarı için verdikleri mücadelenin daha da yoğunlaştığı dönemler oldu. Yeni bir rejim kurma iddiasında olan siyasal İslâmcı AKP, eski rejimin sahibi Kemalist bürokrasi ve bu kavgada AKP ile dönemsel olarak ittifak yapan, ancak aynı zamanda kendi gündemini de takip eden bir İslâmi yapı olan Gülenciler, son on yılın siyasal gerilimlerindeki temel aktörler oldular.

“Yeni” Türkiye, “eski” Türkiye’ye karşı

Siyasi elitler arası devleti ele geçirme mücadelesi iki aşamada gerçekleşti. İlk aşama, “yeni Türkiye” ile “eski Türkiye” olarak kodlanan, siyasal İslâmcı AKP ile Kemalist bürokratik kadrolar arasında yaşandı. Bu bağlamda 2007 yılı, tartışmasız bir şekilde AKP döneminin en kritik dönüm noktasını oluşturmaktadır. 2007 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolması nedeniyle yapılacak cumhurbaşkanı seçimi, siyasal İslâmcı AKP ile eski rejimin temsilcisi olan Kemalist bürokrasi arasında uzun zamandır beklenen çatışmayı tetikleyen bir vesile oldu.

2007’nin ilk yarısında Türkiye, Hırant Dink’in katledilmesi ve Malatya Zirve Yayınevi katliamı gibi siyasi cinayetlerle sarsıldı. Ancak Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın 27 Nisan e-muhtırası ile Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül’ün adaylığı gerçekleşirse müdahaleden kaçınmayacakları tehdidini savurdu. Son olarak aynı günlerde Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri ile Kemalist kanat, AKP’nin cumhurbaşkanı adayı çıkarmasını engellemeye çalıştı.

AKP’nin bu süreçteki tepkisi erken seçime gitmek oldu. Bu siyasal gerilim içinde girilen genel seçimde oyunu 2002’deki yüzde 34’ten 2007’de yüzde 46’ya çıkaran AKP, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi için gerekli olan çoğunluğa ulaştı.

Her ne kadar 2007 sonrasında başlasa da, devlet içindeki çatışmanın yoğunlaşması, 2013 sonrasına rastlamaktadır. Bu süreç aynı zamanda Türkiye ekonomisinin yavaşlamaya başladığı döneme denk gelmektedir: 2012 ile 2016 arasındaki ortalama büyüme 3,4’e kadar gerilemiştir.

İkinci olarak, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusu referanduma götürüldü ve yüzde 67 oyla kabul edildi. Seçim kampanyası ve referandum sürecinde AKP, Kemalist elitlerin ve bürokratik oligarşinin millet iradesini engellemeye çalıştığı yönündeki popülist propagandayı başarılı bir şekilde sürdürdü. Sonuçta Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı seçildi ve AKP devlet içindeki mücadelenin ilk aşamasını kazanmış oldu.

Eski rejim ile yeni rejim güçlerinin ilk karşılaşması olan 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri ve referandumunun AKP’nin lehine sonuçlanmasının hemen ardından 2008’de başlayan Ergenekon ve Balyoz davaları ile Kemalist eski rejimin geleneksel kurumları ve özellikle TSK hedef alındı. Hatta bu davalar zinciri sonucunda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, hükümeti devirmeye yönelmiş bir terör örgütü liderliği ile suçlanarak tutuklanabildi.

Bu süreç, aynı zamanda AKP ile Gülencilerin ittifakının kurulduğu dönemdi. AKP, Kemalistlere karşı tasfiye operasyonunda, özellikle güvenlik bürokrasisi ve yargı içinde en güçlü gruplardan biri olan Gülencilerle birlikte hareket etti. 2007 krizi sırasında kurulan ittifak 2012 ile bozulacak, 2016’da ise ülkeyi uçurumun eşiğine getirecekti.

2007 krizinin AKP lehine sonuçlanması ve ardından Gülencilerle kurulan ittifak sayesinde eski rejimin güvenlik bürokrasisinden tasfiyesi başlamışken, Kemalist kanattan son atak 2009’da AKP’nin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline gelmesi gerekçesiyle açılan kapatma davası ile geldi. Anayasa Mahkemesi, eski rejimin elinde kalan son kalelerinden biriydi, ancak kapatma davası bir oy farkla AKP lehine sonuçlandı.

Neoliberal Popülizm modelinin uygulanması için olmazsa olmaz koşul, ekonomik büyümenin sürdürülmesidir. Bu alanda yaşanacak herhangi bir sorun, 2019’daki seçim sonuçlarının Cumhurbaşkanı’nın istediği şekilde gerçekleşmemesini beraberinde getirebilir.

“Yeni” Türkiye’nin krizi

AKP açısından eski rejimin tasfiyesi için son adım olan Kemalistlerin yargıda marjinalize edilmesi süreci 2010 referandumu ile gerçekleşti. Referandumda alınan yüzde 58 evet oyuyla Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değişti ve Anayasa Mahkemesi ile yüksek yargı artık eski rejimin ayrıcalıklı merkezleri olmaktan çıktı.

Bu tasfiye sonucu ortaya çıkan boşluk, Gülenciler tarafından ustaca dolduruldu ve 2010 referandumunun esas galibi, sivil ve askeri güvenlik bürokrasisi içindeki tartışmasız üstünlüğü ele geçiren Gülenciler oldu.

15 Temmuz 2016’da Gülencilerin darbe girişimi, “yeni” Türkiye’nin ilk ciddi krizi ve devlet içinde yaşanan kavganın son halkasıydı. Gülenciler, AKP’nin Kemalistlere karşı ittifak kurduğu bir güç olarak özellikle 2010 referandumundan sonra TSK ve yargı içinde en güçlü grup haline geldi ve Gülencilerin bürokrasideki bu hegemonyası bir bumerang gibi dönüp AKP’yi vurdu.

2010’da referandumun hemen sonrasına denk gelen Mavi Marmara ayrışması ile başlayan, 2012’deki MİT krizi ile süren, 2013’te dershanelerin kapatılması ile tırmanan ve 17-25 Aralık 2013’te açık çatışma haline gelen AKP ile Gülencilerin kavgası, 15 Temmuz 2016’da Gülencilerin AKP’yi tasfiyeye yönelerek devlet iktidarını ele geçirmeye yöneldikleri bir süreç olarak yaşanmıştır.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bu hamleye yanıtı 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan etmek ve Gülencileri tasfiye operasyonuna girişmek olmuştur. Ancak bir yılı aşkın süredir devam eden OHAL, sadece Gülencilerin tasfiyesi ile sınırlı kalmamış, başta Türkiye’nin en çok oy almış üçüncü partisi olan HDP olmak üzere, tüm muhalefetin tasfiyesi için kullanılan bir araca dönüşmüştür.

Erdoğan’ın iktidarı kendi etrafında yoğunlaştırma gayretinin sonuç vermesi ise, MHP’nin “fiili” durumu “yasal” hale getirme çağrısı ile gündeme gelen 16 Nisan 2017 referandumu ile sonuçlanmış ve resmi açıklamaya göre yüzde 51.5 Evet oyuyla Türkiye’deki parlamenter sistemin tasfiyesinde kritik bir adım atılmıştır.

Kısacası, Neoliberal Popülizm modelinin kurumsallaşması, 2007 ile 2017 arasında gerçekleşen siyasal krizlerin hâkim blok içi mücadeleler olarak yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Amaçları devlet iktidarını ele geçirmek ya da tam hâkimiyet kurmak olan farklı gruplar arası mücadele, emekçi sınıfların siyasal alandan dışlanması sonucunda, siyasetin tayin edici unsuru haline gelmiştir.

Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğim üç referandumda gerçekleşen ve Kemalistler, AKP ve Gülenciler arasında yaşanan devlet içindeki güç mücadelesi, 15 Temmuz sonrasında Gülencilerin tasfiyesi ile sonuçlansa da, 2019 yılında yapılacağı ilan edilen yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin AKP’nin mutlak zaferiyle sonuçlanması garantilenmiş değildir. Bu nedenle AKP, milliyetçilerle ittifak kurarak, 2019’daki nihai mücadele için kendi stratejisini oluşturmuştur.

Her ne kadar 2007 sonrasında başlasa da, devlet içindeki çatışmanın yoğunlaşması, 2013 sonrasına rastlamaktadır. Bu süreç aynı zamanda Türkiye ekonomisinin yavaşlamaya başladığı döneme denk gelmektedir: 2012 ile 2016 arasındaki ortalama büyüme 3,4’e kadar gerilemiştir.[viii]

Ekonomik yavaşlamanın siyasal krizleri tetiklemede doğrudan bir etkisi olduğunu ileri sürmek abartılı olabilir. Ancak ekonomik büyümenin yavaşlamasının, AKP’nin koalisyon kurma ve sorun çözme kapasitesini daralttığını söyleyebiliriz. Zira NP modelinin uygulanması için olmazsa olmaz koşul, ekonomik büyümenin sürdürülmesidir. Bu alanda yaşanacak herhangi bir sorun, 2019’daki seçim sonuçlarının cumhurbaşkanının istediği şekilde gerçekleşmemesini beraberinde getirebilir.

(Devamı)

 

[i] OECD, The Labour Share in G20 Economies, 2015, erişim 14 Mart 2017
[ii] Bank for International Settlements, “BIS Quarterly Review”, erişim 8 Haziran 2017
[iv] Sallyann Nicholls, “Which European country offers the best work-life balance?”, Euronews, 28 Şubat 2018
[v] OECD, Employment Outlook 2017, erişim 22 Haziran 2017
[vi] Doğruluk Payı, “Grevler ve Grev Yasakları”, 30 Ocak 2018
[vii] Burada fraksiyonlar yerine elitler kavramının kullanılmasını tercih ediyorum. Zira sermaye fraksiyonları, tanım gereği üretim sürecindeki konumları ile tanımlanan sermaye kesimlerini ifade etmek için kullanılıyor (para, ticari, üretken sermaye fraksiyonları). Buna karşın, aşağıda kısaca ele alacağım 2007 sonrasında yoğunlaşan devlet içindeki iktidar mücadelesinde, sermaye fraksiyonlarından çok, siyasi elitlerin güç mücadelesi damgasını vurmuştur. Bu, sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimlerin ortadan kalktığı ya da görünmez olduğu anlamına gelmez. Ekonomi politikalarını nasıl yürüteceği ve ekonomi politikalarının önceliğinin ne olacağı konularında sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimin iktidar partisi ve devlet içinde temsil edildiği, her bir kritik karar ânında görülmektedir. Ancak burada spesifik olarak 15 Temmuz ve sonrasındaki gelişmeleri nasıl açıklayabileceğimiz üzerinden bir tartışmaya odaklandığım için, siyasi elit kavramını kullanmanın daha işlevli olabileceğini düşünüyorum.
[viii] TÜİK verisinden hesaplanmıştır. TÜİK’in 2016 yılında ilan ettiği yeni milli gelir hesabı sonucunda ortaya çıkan yeni seri yerine önceki seriyi kullandım. TÜİK yaptığı güncelleme sonrasında milli gelir verileri üzerinde yapılan tartışma için bkz: Mustafa Sönmez, “How Turkey Used Math to Drastically Boost its Economy”, Al-Monitor, 20 Aralık 2016; Erik Mayersson, “Constructing growth in New Turkey”, 29 Aralık 2016
^