BULUŞTUĞUMUZ YER: JOHN BERGER

2 Ocak 2023
SATIRBAŞLARI

1

Soran oluyor: Hâlâ Marksist misin? Kapitalizmin tarif ettiği biçimde kâr peşinde koşmak hiç bu kadar yıkıcı, hiç bu kadar kapsayıcı olmamıştı. Hemen herkes biliyor bunu. O halde, bu yıkımı öngören ve tahlil eden Marx’a kulak vermemek mümkün mü? Cevap, belki de şu: İnsanlar, çok sayıda insan, siyasal kerterizlerini tümden kaybetti. Haritaları yok, nereye gittiklerinin farkında değiller.

2

İnsanlar, her gün, belli bir yere işaret eden, istikamet bildiren levhaları takip ediyor. Söz konusu yerler, evleri değil, seçtikleri hedefler. Yol levhaları, hava alanı ya da garlardaki panolar. Bazıları zevk için seyahat ediyor, bazıları iş için, büyük çoğunluksa boşluk duygusundan, çaresizlikten. Hedeflerine ulaştıklarında, bulundukları yerin takip ettikleri işaretlerin gösterdiği yer olmadığını farkediyorlar. Vardıkları yerin enlemi, boylamı, yerel saati, para birimi, hepsi doğru. Ama orası, hedefledikleri yerin yerçekimine sahip değil.

Seçtikleri hedefin kıyısındalar. Onları oradan ayıran mesafe, hesaba kitaba gelir gibi değil. Bu mesafe, bir caddenin genişliği kadar da olabilir, bir dünya kadar da. Varılan yer, onu hedef kılan vasıflarını yitirmiş durumda. Bazen, bazıları şahsi bir yolculuğa çıkıyor ve varmak istedikleri yere varıyorlar, yaşadıkları tecrübe çoğu zaman tahayyül ettiklerinden çok daha zorlu olsa da, vardıkları yeri büyük bir ferahlamayla keşfediyorlar. Çoğu asla ulaşamıyor oraya. Takip ettikleri işaret levhalarını kanıksıyorlar ve sanki hiç seyahat etmiyorlarmış, hep oldukları yerde kalıyorlarmış gibiler.

3

Bu sayfadaki fotoğraf, Calai yakınlarındaki Sangatte’de ve Manş tünelinde, mülteciler ve göçmenler için kurulan Kızılhaç kampında, Anabell Guerrero tarafından çekildi. Söz konusu kamp, geçenlerde Britanya ve Fransa hükümetlerinin emriyle kapatıldı. Yüzlerce insan o kampta yaşıyordu, birçoğunun umudu Britanya’ya geçmekti. Fotoğraftaki adam –Guerrero adını vermemeyi tercih ediyor– bir Zaireli.

Bundan önceki dönemlerden yağmalanan Özgürlük ve Demokrasi kavramlarını işaret eden levhalar kafa karıştırmak için kullanılıyor. Mevcut kaostan kâr elde edenlerin dillerine doladıkları yağmalanmış terimleri asla muhatap almamalıyız.

Ay be ay, milyonlarca insan yerlerini yurtlarını terkediyor. Terkediyorlar, çünkü orada hiçbir şey yok, sahip oldukları her şey haricinde, bu da çocuklarını doyurmaya yetmiyor. Vaktiyle oysa. Bu, yeni kapitalizmin yarattığı yoksulluk.

Uzun ve berbat yolculukların sonunda, insanoğlunun muktedir olduğu aşağılıkları yaşayıp gördükten sonra, sadece ve sadece mukayese kabul etmez ve inatçı cesaretlerinden başka güvenecek bir şeyleri olmadığına kanaat getirdikten sonra, bu göçmenler kendilerini yabancı bir transit noktasında beklerken buluyorlar. Ve yurtları olan kıtadan geriye kalan tek şey kendileri: Elleri, gözleri, ayakları, omuzları, vücutları, üstlerindeki giysiler ve geceleyin uyumak için yüzlerine örttükleri çul; başlarını sokacakları bir dam yok ki.

Anabell Guerrero’nun görüntüleri, bir adamın parmaklarının sürülmüş tarlasından artakalan küçücük bir toprak parçası, avuçlarının bir nehir yatağının kalıntısı, gözlerininse katılamayacağı bir aile toplantısı olabileceğini anlamamızı sağlıyor. Bu, göçmen bir kıtanın portresi.

Fotoğraf: Anabell Guerrero

4

“Şu anda metronun merdivenlerinden iniyorum, B hattına bineceğim. Burası çok kalabalık, sen neredesin? Hakikaten mi! Hava nasıl orada? Şimdi trene biniyorum, seni sonra ararım…”

Dünyanın bütün şehirlerinde günün her saatinde milyonlarca cep telefonu konuşması, ister iş görüşmesi olsun, ister özel sohbet, arayanın bulunduğu yeri bildirmesiyle başlıyor genellikle. İnsanlar bulundukları yeri kesin olarak belirtme ihtiyacı duyuyor. Sanki belki de hiçbir yerde olmadıklarına dair bir şüphe kemiriyor içlerini. Birçok soyutlamayla kuşatılmış bir halde, gündelik referans noktalarını icat etmek ve bunları paylaşmak zorundalar. Otuz küsur yıl önce, Guy Debord, adeta müneccim gibi, şöyle yazmıştı: “Piyasanın soyut mekânı için kitlesel olarak üretilen metaların birikimi, sadece bütün coğrafi ve hukuki engelleri, zanaat üretiminin kalitesinin teminatı olan Ortaçağ’dan kalma bütün ticari kısıtlamaları yıkmakla kalmadı, aynı zamanda farklı yerlerin özerkliğini ve ayırt edici niteliğini de yok etti.”

Geçmişte, yol levhalarının yönünü değiştirme taktiğine işgalcilere karşı yurtlarını savunanlar başvuruyordu. Bugün istilacılar yerli halkların kafalarını karıştırmak için yol işaretlerini değiştiriyor.

Günümüzün global kaosunun anahtar kavramı, “yer değiştirme” ya da “yeniden biçimlendirme”dir. Bu sadece üretimin, emeğin en ucuz, yasal sınırlamaların en az olduğu yerlere yönelen hareketine atıfta bulunmuyor. Aynı zamanda, yeni iktidarın beslediği çılgınca denizaşırı hayalini de içeriyor: Bugüne kadar sabit olan bütün yerlerin statüsünü ve güvenini yerle bir etme, böylece bütün dünyayı akışkan, devasa tek bir piyasa haline getirme hayali bu.

Tüketici, tüketmediği sürece kendisini yitik hisseden ya da yitik hissettirilen kişidir esas olarak. Markalar ve logolar, “Hiçbir Yer”in mekân isimleridir.

Bundan önceki tarihsel dönemlerden yağmalanan Özgürlük ve Demokrasi kavramlarını işaret eden diğer levhalar da kafa karıştırmak için kullanılıyor. Geçmişte, yol levhalarının yönünü değiştirme taktiğine, işgalcilere karşı yurtlarını savunanlar sık sık başvuruyordu; Zaragosa yönünü gösteren levha, ters istikamete, Burgos’a yöneltiliyordu. Bugün yurtlarını savunanlar değil, yabancı istilacılar yerli halkların kafalarını karıştırmak için yol işaretlerini değiştiriyor: Kimin kimi yönettiği, mutluluğun doğası, acının sınırı ve ebediyetin nerede bulunacağı bilinemesin diye. Bütün bu yanlış yönlendirmelerin amacı, insanları şuna ikna etmek: Müşteri olmak nihai kurtuluştur. Ama müşterilik, nerede yaşanıp nerede ölündüğüyle değil, kasanın nerede olduğu ve ödemenin nereye yapıldığıyla tanımlanıyor.

5

Bir zamanların kırsal arazileri olan geniş alanlar, “bölge”lere dönüştürüldü. Bu sürecin ayrıntıları kıtadan kıtaya –Afrika, Orta Amerika ya da Güneydoğu Asya’da– değişiyor. Ancak, bu parçalanma ilkin daima dışardan ve şirketlerin doymak bilmez sermaye birikimi iştahından kaynaklanıyor. Bu da, doğal zenginliklerin (Victoria gölündeki balıkların, Amazon ormanlarındaki kerestenin, bulunabildiği her yerde petrolün, Gabon’da uranyumun vs.), toprağın ya da suyun kime ait olduğunu hiç kaale almadan ele geçirilmesi anlamına geliyor. Ele geçirilen zenginliği korumak ve sömürüyü sürdürebilmek için derhal havaalanları, askeri ve paramiliter üsler ve yerel mafyayla işbirliği ihtiyacı doğuyor. Ardından da kabile savaşları, açlık ve soykırım geliyor çoğu zaman.

Bu “bölge”lerin sakinleri, bir yerde ikâmet etme hissini tamamen yitiriyor: Çocuklar yetim kalıyor (ebeveynlerini yitirmeseler de), kadınlar köle, erkeklerse biçare oluyor. Bir kere bu aşamaya gelindikten sonra, herhangi bir yuva duygusunun yeniden oluşması kuşaklar alabiliyor. Her yılın birikimi “Hiçbir Yer”i zamanda ve uzamda ileriye atıyor.

6

Bu arada –çoğunlukla siyasal direnişler “bu arada” başlar– kavranması ve unutulmaması gereken en önemli şey, mevcut kaostan kâr elde edenlerin ve onların medyadaki iliştirilmiş yorumcularının mütemadiyen yanlış yönlendirme ve yanlış bilgilendirme yaptıkları. Açıklamalarını ve dillerine doladıkları yağmalanmış terimleri asla muhatap almamalıyız. Bunları reddetmeli ve terketmeliyiz. Bunlar hiç kimseyi bir yere götürmez. Büyük şirketlerin ve onların ordularının “Hiçbir Yer”i bir an önce egemenlikleri altına almak için geliştirdikleri enformasyon teknolojisi, başkaları tarafından ulaşmaya çabaladıkları “Her Yer”de iletişim aracı olarak kullanılıyor.

Onların “Hiçbir Yer”i tuhaf, zira daha önce görülmemiş bir zaman bilinci yaratıyor. Dijital zaman. Asla kesintiye uğramadan, gece gündüz, yaz kış, doğumdan ölüme ebediyen sürüp gidiyor. Para gibi kayıtsız. Bununla birlikte, sürekli olsa da yalıtılmış. Geçmişten ve gelecekten koparılmış bir “şimdiki” zaman bu.

Karayipli yazar Edouard Glissant bunu çok güzel ifade ediyor: “Küreselleşmeye direnmenin yolu, küreselliği reddetmek değil, mümkün olan bütün tekilliklerin toplamını tahayyül etmek ve tek bir tekillik bile yitirildiğinde, küreselleşmenin bizim için olması gerektiği gibi olmayacağı fikrini benimsemektir.”

Kendi kilometre taşlarımızı kendimiz oluşturuyor, yerlerin adını koyuyor, şiiri buluyoruz. Evet, bu arada şiir de bulunuyor. Gareth Evans diyor ki:

“Nasıl ki ikindinin tuğlaları günün gül pembesi sıcağını saklarsa / Nasıl ki gül yeşil bir içli ezgi açarsa / Ve rüzgârda serpilirse / Nasıl ki ince huş ağaçları umutsuzlara rüzgâr hikâyelerini fısıldarsa / Ambarlarda / Nasıl ki çitin yaprakları günün yitirdiğini sandığı ışığı saklarsa / Nasıl ki bileğinin kuş yuvası havada dönenen serçenin yüreği gibi atarsa / Nasıl ki yeryüzünün şarkı söyleyen sesleri gözlerini gökyüzünde bulursa / Ve derin karanlıkta birbirlerini ortaya çıkarırsa / Sevgilin gibi sarıl bütün bunlara”

7

Onların “Hiçbir Yer”i tuhaf, zira daha önce görülmemiş bir zaman bilinci yaratıyor. Dijital zaman. Asla kesintiye uğramadan, gece gündüz, yaz kış, doğumdan ölüme ebediyen sürüp gidiyor. Para gibi kayıtsız. Bununla birlikte, sürekli olsa da yalıtılmış. Geçmişten ve gelecekten koparılmış bir “şimdiki” zaman bu. Bu zamanda, geçmişin ve geleceğin yerçekimi yok, sadece “şimdi”nin ağırlığı var. Zaman artık bir sütunlar dizisi değil, bir ve sıfırlardan oluşan tek bir sütun. Hiçbir şeyin çevrelemediği, yokluk içinde dikey bir zaman.

Emily Dickinson’dan birkaç sayfa okuyun, sonra gidip Lars Von Trier’nin Dogville’ini seyredin. Dickinson’ın şiirinde, ebediyetin varlığı her suskunluğa eşlik ediyor. Filmse, aksine, gündelik hayattan ebediyetin bütün izleri silindiğinde ne olduğunu acımasızca gösteriyor. Olan şu: Bütün kelimeler ve ait oldukları dilin tamamı anlamlarını kaybediyor, içleri boşalıyor.

Tekil, yalıtılmış bir şimdiki zamanda, dijital zamanda, bulunduğun yeri saptayamazsın.

8

Kerteriz noktalarımızı başka bir zaman ölçeğinde almalıyız. Spinoza’ya (Marx’ın en gözde filozofuna) göre, ebediyet “şimdi”dir. Bizi bekleyen bir şey değildir bu, her şeyin yanında yer aldığı ve hiçbir karşılıklı ilişkinin kusursuz olmadığı o kısa, ama zamandan bağımsız anlarda rastladığımız bir şeydir.

Rebecca Sonit, yakıcı güncellikteki kitabı Hope in the Dark’ta (Karanlıktaki Umut), Sandinist şair Gioconda Belli’nin Nikaragua’da Somoza diktatörlüğüne son verdikleri ânı tasvir edişini alıntılıyor: “O iki gün, sanki sihirli, insanlık kadar eski bir büyü bizi sarıp sarmalamış, yaratılışa, dünyanın oluştuğu yere götürmüştü.”

Daha sonra ABD’nin ve paralı askerlerinin Sandinistaları imha etmeleri, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte varolan o ânı hiçbir şekilde yok edemeyecektir.

Franz Marc, 1911

9

Bu yazıyı yazdığım yerin bir kilometre ötesinde, yolun aşağısında dört merkebin otlamakta olduğu bir mera var, iki dişi eşek ve iki sıpa. Eşekler bilhassa küçük bir tür. Dişi eşekler, siyah çizgili kulaklarını diktiklerinde, çeneme geliyorlar. Henüz iki haftalık sıpalarsa ancak terrier köpekleri kadar; tek farkları, başlarının neredeyse gövdeleri kadar olması.

Çitin üstünden meraya geçiyorum, sırtımı bir elma ağacına dayayıp çayıra oturuyorum. Ayak izleri seçilebiliyor, yollarını çizmişler, bazıları benim iki büklüm olmak zorunda kalacağım alçak dalların altından geçiyorlar. Beni seyrediyorlar. Meranın iki yerinde, hiç ot yok, kızıl toprak sadece. Ve bu çıplak toprağa her gün birkaç kere gelip sırtüstü yuvarlanıyorlar. Önce dişi eşekler, peşlerinden de sıpalar. Sıpaların şimdiden omuzlarında siyah bir çizgi var.

Bana yaklaşıyorlar. Merkep ve yulaf kokuyorlar –atlarınkinden daha farklı, biraz daha belli belirsiz bir koku bu. Dişi eşekler alt çeneleriyle başımın üstüne dokunuyorlar. Burunları beyaz. Gözlerinin etrafındaki sinekler, onların sorgulayan bakışlarından çok daha hareketli.

Ormanın kıyısına, gölgeye çekildiklerinde sinekler çekip gidiyor, orada yarım saat hiç kımıldamadan durabiliyorlar. Gün ortasında, gölgede, zaman yavaşlıyor. Sıpalardan biri meme emdiğinde (eşek sütü insan sütüne en yakın olanı) annesinin kulakları geriye yatıyor, kuyruğunu işaret ediyor. Güneşin altında dördü birden etrafımı sarıyor, ilgim bacaklarına yöneliyor, 16 bacak. Sırım gibi olmalarına, inceliklerine, yoğunluklarına, sundukları güvenceye (eşeklerinkine kıyasla, atların bacakları çırpı gibidir). Eşeklerin bacakları, atların asla başa çıkamayacakları dağlara tırmanmak içindir. Taşıdıkları ağırlık inanılmazdır, hele dizlerini, baldırlarını, topuklarını, iç dizlerini, incik kemiklerini, bukağılık eklemlerini, toynaklarını hesaba kattığımızda. Eşeklerin bacakları…

Uzaklaşıyorlar, başları önlerinde otlarken kulakları hiçbir şeyi ıskalamıyor. Gözlerimi açıp onları seyrediyorum. Onlarla karşılıklı ilişkimizde, bir öğlen vakti muhabbetimizde, geçmişten gelen öyle bir miras var ki, onu ifade etmek için “şükran”dan başka bir kelime bulamıyorum.

Bir tarlada dört eşek, aylardan haziran, yıllardan 2005.

10

Evet, başka birçok şeyin yanısıra, hâlâ Marksistim.

Çeviren: Siren İdemen
Express, sayı 52, Ağustos 2005

^