İKTİDARIN “GELECEĞE KAÇIŞ” STRATEJİLERİNDE YENİ AŞAMA

Ümit Akçay
22 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

128 milyar dolar nerede? Ya da günlerdir sosyal medyadaki “hit” etiketle, #128MilyarDolarNerede. Durum Edgar Allan Poe’nun “Çalınan Mektup” öyküsündeki gibi aslında. Çalanlar “mektubu” o kadar göz önüne koyuyor ki, gözden kaçabiliyor. İktidarın “geleceğe kaçış” stratejilerine, tabanını ve tavanını bir araya getiren sınıfsal kompozisyona yakın plan.
Paolo Ventura (2019)

Yaklaşık bir yıl önce 1+1 Forum’daki son yazımın başlığı “Geleceğe Kaçış 2.0” idi. 30 Nisan 2020 tarihli yazıda, henüz iktidarın pandemi döneminde uyguladığı iktisat politikasının sonuçları belli değildi. Yazıda, iktidarın kredi genişlemesini kendisini korona sonrası döneme ulaştıracak bir köprü olarak gördüğüne ve risk aldığına işaret etmiştim.

İktidarın aldığı riskler Türkiye ekonomisini pandemi şartlarında büyüyen birkaç ekonomiden biri yapabildi. Ancak, bu büyümenin maliyeti işsizliğin, enflasyonun ve faizlerin Türkiye şartlarında dahi çok yüksek sayılabilecek seviyelere yükselmesi oldu. Üstelik, bu süreçte Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) rezervleri de tüketilerek, ekonomide kalıcı hasarlar bırakıldı. Bu yazıda, geçtiğimiz bir yılda yaşadıklarımızı 2013 sonrası yapısal kriz konjonktürüne yerleştirerek ele alacağım.

2017’deki örtülü para politikası

Türkiye kapitalizminin en büyük krizlerinden birinin içinden geçiyoruz. Daha önceki yazılarımı takip eden okuyucu için tekrar olacak, ama kısaca arka planı belirtmek için 2013 sonrası dönemin devlet krizi ve birikim rejimi krizinin birleşmesiyle oluşan özgün bir yapısal kriz konjonktürü olduğunun altını çizerek başlayayım. Geçtiğimiz sekiz yılın muhasebesini farklı yönleriyle daha önce ele almıştım, ancak bu yazıdaki konumuza uygun olarak 2017 sonrası döneme odaklanacağım.

2017 yılı itibariyle, Türkiye’nin yakın dönem siyasi hayatında var olan hukuki durum – fiili durum gerilimi ekonomiye de yansıdı ve 2017’nin ocak ayında Türkiye’de para politikası örtülü alana geçti. TCMB’nin resmi politika faizine (Bir Haftalık Repo) bakan biri herhangi bir artış göremezken, ancak olağanüstü durumlarda kullanılan Geç Likidite Penceresi (GLP) kanalı fonlamanın temel aracı haline geldi ve fiili politika faizi Ağırlıklı Ortalama Fonlama Maliyeti (AOFM) oldu. Para politikasının örtülü alana geçmesi 2017’deki ilk “geleceğe kaçış” stratejisinin bir parçası olarak gündeme gelmişti ve bu stratejinin menzili 2017’deki referandumdu.

2019’a geldiğimizde, mart ayındaki yerel seçimler öncesinde, para politikası yeniden örtülü alana geçti. Ancak bu seferki araç faizler değil, rezervlerdi. Uzatmalı yerel seçimler sırasında TL’deki değersizleşmenin durdurulması için bir nevi kısa süreli sabit kur sistemi uygulandı. Ancak TL’nin değerinin korunması ya da TL’deki değersizleşmenin yavaşlatılması için rezervlerin kullanılması, 2020’de yoğunlaştı. 

2019’a geldiğimizde, para politikası yeniden örtülü alana geçti. Ancak bu seferki araç faizler değil, rezervlerdi. Uzatmalı yerel seçimler sırasında TL’deki değersizleşmenin durdurulması için bir nevi kısa süreli sabit kur sistemi uygulandı. Ancak TL’nin değerinin korunması ya da TL’deki değersizleşmenin yavaşlatılması için rezervlerin kullanılması, 2020’de yoğunlaştı.

2020’deki büyümenin faturası

2020’deki örtülü para politikası uygulaması, 2017’dekine benzer bir şekilde “Geleceğe Kaçış 2.0” stratejisinin bir parçası olarak hayata geçti ve ancak 2017’den farklı olarak faiz değil, rezervler kullanıldı ve TL’nin dolar karşısındaki değeri uzun bir süre 6.80’e sabitlendi. Bu stratejinin temel amacı, faizlerin enflasyonun altına düşürülerek ekonomik daralmaya karşı tüketimin artmasıyla konjonktür karşıtı bir kredi politikasına girişmekti.

Ekonomi yönetiminden gelen son açıklamalarla ortaya çıkan mekanizmaya göre, TCMB ile Hazine arasında 2017 yılında yapılan bir protokol ile rezervler Hazine üzerinden kamu bankaları aracılığıyla kullanılmış.

Geçtiğimiz yıl nisan-kasım arasında hayata geçen bu stratejinin öngördüğü mekanizmaya göre, uygulamaya konulan kısmi sermaye kontrolleri sayesinde, satılan rezervler bankalar ile TCMB arasında yapılan takas anlaşmaları ile (Swap işlemleriyle) yeniden TCMB’ye dönecek ve böylelikle rezervdeki fiili azalış manşet rakamda görülmeyecekti. Tıpkı 2017’deki örtülü para politikası sırasında fiili faiz ile gerçek faiz arasındaki fark gibi, 2020’de de bu sefer fiili rezerv ile gerçek rezerv arasındaki fark oluştu.

Bu stratejinin işlemesinin tek yolu, TL’deki değersizleşme baskısının kısa süreli olmasıydı. Ancak, TL’deki değersizleşmesi eğiliminin 2013 sonrasındaki yapısal kriz konjonktürünün temel özelliği olduğunu biliyoruz, yani kısa dönemli bir gelişmeden bahsetmiyoruz.

2020’de, nisan-kasım arasındaki stratejinin işleyişini bozan üç gelişme yaşandı.

İlki, şaşırtıcı olmayan bir şekilde (!) rezervlerin tükenmesi, hatta eksiye geçmesiydi. İkincisi, faizlerin düşürülmesi sonucunda dağıtılan ucuz kredilerin dövize ya da altına yatırılması ile dolarizasyonun artmasıydı. Bu ise, sermaye çıkışlarına ek olarak, TL üzerindeki değersizleşme baskısını daha da güçlendirdi. Üçüncüsü, pandeminin kısa sürede sonlanmamasıydı ve iktidarın stratejisinin bozguna uğramasını beraberinde getirdi.

Sonuçta, rezervlerdeki tükenme hızlanınca ekonomi yönetimi TL’yi savunamaz hale geldi ve bu politikayı uygulayan ekip (Berat Albayrak ve Murat Uysal) görevden alındı.

2020’de, nisan-kasım arasındaki stratejinin işleyişini bozan üç gelişme yaşandı. İlki, şaşırtıcı olmayan bir şekilde (!) rezervlerin tükenmesi, hatta eksiye geçmesi. İkincisi, faizlerin düşürülmesi sonucunda dolarizasyonun artması. Üçüncüsü, pandeminin kısa sürede sonlanmaması.

Düşük faiz koalisyonu

TL’nin dolar karşısındaki değeri, ekonomik olduğu kadar siyasi bir barometre olarak işlev gördüğü için, TL’nin hızlı değersizleşmesi işlerin kötü gittiği kanısını güçlendiriyor. AKP’nin ilk dönemlerinde, hatta 2013’e kadar TL’nin değerinin neredeyse sabit kaldığını hatırlarsak, TL’deki hızlı değersizleşmenin kötü günlerin yaklaşmakta olduğunu işaret eden bir simge haline gelmesinin önemini daha iyi anlayabiliriz.

Peki, TL 2013’e kadar neden neredeyse sabit kalmıştı? Bunun temel nedeni, küresel ekonomik konjonktürdür. 2008’e kadar canlı sermaye girişleri 2010-2013 arasında da devam etti ve bu süreçte Türkiye ekonomisinin sermaye girişlerine bağımlılığı arttı. 2013’e kadarki dönemde TL’deki bu istikrar korunurken, üstüne üstlük ekonomi yönetimi faiz indirebildi.

“İyi AKP” döneminin sihirli formülü, faizler düşerken TL’nin değersizleşmemesi, değerini korumasıydı. Ancak sermaye girişleri duraklayınca sihir bozuldu. 2013 sonrasında iktidarın ekonomiyi canlandırmak için yaptığı her faiz indirim girişimi TL’deki hızlı değersizleşme atakları ile sonuçlandı.

2017, 2019 ve 2020’deki kendine özgü şartlar, TL’deki bu değersizleşmenin siyasi maliyetinin yüksek olduğu düşüncesini iktidar çevrelerinde pekiştirmiş olacak ki, bunun için çok büyük riskler alarak rezervleri kullanmayı tercih ettiler. Ancak, bu tercihin temelinde, TL’deki değersizleşmeyi önlemek için faiz artışı aracını kullanmamak yatıyor.

Faiz artışının kullanılmaması, sıklıkla anlaşılamayan ya da genellikle yanlış anlaşılan bir konu. Bunu, cumhurbaşkanının kendi geliştirdiği “faiz sebep, enflasyon netice” (FSEN) teorisine bağlayanlar olduğu gibi, siyasal İslâmcı vurguların ağır basmasıyla ya da faiz karşıtı söylemin yoğunlaşması neticesinde, faiz artırımı silahının kullanılamadığı ileri sürüldü. Oysa bu değindiğim unsurlar faizi düşürme baskısının nedenleri değil, olsa olsa bu politikayı uygulamak için kullanılan meşrulaştırıcı söylemler olabilir.

Faiz artışının kullanılmaması maddi ilişkilerle, iktidarın siyasi tabanı ve sınıfsal bileşimi ile doğrudan bağlantılı. KOBİ’ler için TL faizlerinin düşüklüğü hayati derecede önemli. İnşaat sektörü ya da esnaflar da benzer bir durumda. Bu kesimlere, geçinmek için TL ile borçlanmak zorunda olan kent yoksullarını ve köylüleri de ekleyelim.

Konu maddi ilişkilerle, iktidarın kendi siyasi tabanı ve sınıfsal bileşimi ile doğrudan bağlantılı. Büyük oranda TL ile borçlanabilen, dövizle borçlanma kanallarına erişimi sınırlı olan KOBİ’ler için TL faizlerinin düşüklüğü hayati derecede önemli. İnşaat sektörü ya da esnaflar da benzer bir durumda. İhracatçılar da TL’nin değersizleşmesinden çok büyük rahatsızlık duymuyor. Bu kesimlere, döviz borcu olmayan, ancak geçinmek için TL ile borçlanmak zorunda olan kent yoksullarını ve köylüleri de ekleyelim.

Bu sınıfsal koalisyon, iktidarın ekonomi politikalarını belirleyebiliyor. Özellikle, iktidar siyasi olarak zayıfladığında, oy oranları düştüğünde, bu kesimlerin taleplerine daha açık hale geliyor. Naci Ağbal döneminin kısa sürmesinin temel nedeni de, bu kesimlerin siyasi iktidar üzerinde baskı kurabilme kapasitelerinin yüksek olmasıdır.

Kısacası, iktidarın TCMB rezervlerinin harcanmasını da içeren “Geleceğe Kaçış 2.0” stratejisi, 2020’de ekonomik daralmayı önleyebildi, ancak ekonomide kalıcı ve büyük hasarlar bıraktı. Yakın geleceğe baktığımızda, ekonomi yönetiminin 2021 yazında açılacak turizm sektörü ve artacak ihracat gelirleri sayesinde döviz girişinin hızlanacağı ve TL üzerindeki baskının azalacağı varsayımına göre hareket ettiğini görebiliyoruz.

Bu varsayımın doğal uzantısı ise, TL üzerindeki baskının azalmasıyla yılın ikinci yarısında faiz indirimine başlanabileceği ve böylelikle de yeni bir kredi genişlemesi döngüsünün başlatılması beklentisidir. Bu ikisinin gerçekleşmesi durumunda, 2023 öncesinde yapılma ihtimali giderek artan seçimlere kadar sürecek yeni bir “geleceğe kaçış” girişiminin başlaması gündeme gelebilir.

^