Filmde hikâyesini anlattığınız Kathryn Arjomand’la ve ailesiyle yolunuz nasıl kesişti?
Senem Tüzen: Adam’ın (Isenberg) yönetmenliğini yaptığı, benimse yapımcılığını ve kurgusunu üstlendiğim, Nikaragua’da geçen sağır-dilsiz bir abla-kardeşin hikâyesini anlatan Dilsiz Bir Hayat (Una Vida Sin Palabras) isimli bir belgesel çekmiştik. Filmde hiç dil bilmeyen bu iki kardeşin işaret dili öğretmeniyle tanışmasını ve bu sayede dil kavramını keşfetmesini anlatıyorduk. Filmin New York’taki gösteriminde Kathryn’in oğlu Noah (Amir Arjomand) da izleyiciler arasındaymış ve filmden çok etkilenmiş. Belgeselimiz Margaret Mead Film Festivali’nde en iyi film ödülüne lâyık görülmüştü. Adam’ın katıldığı tören sonrası Noah, gelip Adam’la tanışmış.
Noah sizinle tanışır tanışmaz ALS hastası olan annesi hakkında bir film yapmak istediğini mi söyledi?
Hayır. Noah, daha sonra Türkiye’ye tez araştırması için geldiğinde, Adam’a elindeki pilot çekimleri verdi. Kathryn’in tekerlekli sandalyesi üzerine yerleştirdiği kamerayla yapılmış bu çekimler filmdekinden daha karanlık, daha geniş bir açıyla çekilmiş, daha distorsiyonlu çekimlerdi. Noah, annesinin bakımı üzerine babasıyla sert bir kavgaya girişiyordu. Seçilen anlar hazmedilmesi zor anlardı. Ya da ben hayatımda o güne kadar, ileri seviyede ölümcül hastalığa sahip birinin ve onun bakım emeğini üstlenen ailesinin yaşamına hiç bu kadar yakından bakma durumunda kalmamıştım. Ayrıca, ilk çocuğuma hamileydim. Ana Yurdu’nun kurgusuna yeni başlamıştım. Elimizdeki malzemeden orta metraj bir film kurgulamayı önerdim. Bir de o malzemenin biricikliği etkilemişti beni, öyle bırakılması gerektiğini hissediyordum. Çekimlerin devamı yapılacaksa aynı şekilde aynı kamerayla yapılması gerektiğini düşündüm. Ama Adam aynı fikirde değildi. Uzun metraj bir film yapma arzusu duymuştu.
Bedeninin makineleşmesi Kathryn’de içsel bir gerilim yaratıyor. Zihni keskin ve aktif, ruhu dipdiri iken, solunumu dahil temel yaşam fonksiyonları ve uzuvları destek ünitelerine bölünmüş durumda. Hayatı ve zamanı herkesten farklı bir şekilde deneyimliyor.
Sonuçta, daha iyi bir kamera, biraz daha dar bir lens ve çevresel kayıt yapan bir ses sistemiyle çekimlerin gerçekleştirilmesine karar verildi. Bir ekip işin içine girerse ya da çekimler Kathryn’in bakış açısının dışında, başka bir bakış açısından yapılırsa filmin ruhunun kaybolacağı konusunda hemfikirdik. Adam New York’a gitti, aileyle tanıştı ve Noah’la birlikte teknik altyapıyı kurdular. Sonra Noah çekimlere başladı. Çektikçe bize gönderiyordu. Noah’nın iş güç sebebiyle New York’ta olmadığı zamanlar hariç, bir buçuk yılı aşkın bir süre çekimler yapıldı. Sonuçta elimizde 930 saatlik görüntü birikti. Yorumsuz, kesintisiz, Kathryn’in her ânının koşulsuz ve elenmeden kaydedildiği görüntüler…
Yola çıkarken Adam yönetmen, Noah kameraman, ben danışmandım. Ama hemen hemen sekiz yıl süren bu üretim süreci sonunda, roller ve sorumluluklar çok değişti. Sonuçta hepimizin eşit bir şekilde yönetmen ve yapımcı unvanlarını paylaşmasına karar verdik. Bir tek, Noah dahil, Arjomand ailesinin kurgu sürecine karışmamasında anlaşmıştık, ona uyduk.
Eat Your Catfish merkezine Kathryn’in kızı Minou’nun düğününü yerleştiriyor. Kathryn’in gündelik hayatına düğün telaşı da dahil oluyor. Hollywood sinemasının da sevdiği temalardan düğün, belgeselin seyri açısından nasıl bir işleve sahipti?
Elimizdeki bütün malzeme, hep aynı açıdan, aynı büyüklükte, aynı mekânda kaydedilmiş görüntülerden oluşuyordu. Ana karakterin yüzünü hiçbir zaman görmüyorduk. Bu aynılık içinde, seyircinin kaybolup gitmesi, bir süre sonra görüntüleri takip edemez hale gelmesi ihtimali aklımıza geldi. Bir izlek kurabilmek için düğünü referans aldık.
Kathryn, başlangıçta parmaklarında bir duyarsızlık hissetmiş. Yavaş yavaş önce ellerini, sonra kollarını oynatamaz hale gelmiş. Dilini oynatamadığın noktada konuşma yeteneğini kaybediyorsun… Çekimleri Kathryn hâlâ boynunu ve gözlerini oynatabilirken yaptık. Aşama aşama kendi yaşamından sökülüp atılma duygusunu tamamen anlamamız mümkün değil.
Film Kathryn’in “Kızım bu hafta sonu Catskills’deki evimizde evleniyor, oraya gitmeyeli dört yıl oldu” demesiyle başlıyor. Ardından, uzun süre sonra ilk defa Bronx’taki evlerinden çıkıp New York sokaklarından geçerken bize ALS hastalığını anlatmaya başlıyor. Birlikte Catskills’e varıp gelin ve damatla tanışıyoruz. Sonra birden geri sıçrayıp kasvetli bir kış günü, bir Bronx sabahına uyanıyoruz.
Kurmaca bir film yapsaydık bu yapıyı tercih etmezdim herhalde. Genelde flashback kullanmaktan korkarım. Ama bu kurgu süreci bana hayatın da, sinemanın da bir denge işi olduğunu öğretti. Böylesine sıradışı bir malzemeyi ancak böyle net, klasik bir yapıyla dengeleyebildik. Bu yapı, Kathryn’in karakterini ve dirayetini anlamamıza da yardımcı oldu. Kızının düğününe gidebilmek için acı tatlı nasıl süreçlerden geçti? Hangi noktaya kadar sabretti?
Peki, Kathryn kimdir?
Arjomand ailesi Kathryn, eşi Saïd, kızı Minou ve oğlu Noah’dan oluşan son derece entelektüel bir çekirdek aile. Saïd İranlı, ABD’ye sosyoloji okumak için gelmiş, özellikle dünya devrimler tarihi konusunda tanınmış ünlü bir sosyolog. Kızı üniversitede tiyatro dersleri veriyor, oğlu Noah sosyoloji yüksek lisansı yapıyor. Kathryn ve Saïd için entelektüel sermayeleri, ailenin temeli. Kathryn’in filmde anlattığı gibi zamanında birbirlerine çekici gelmiş olan temel öğe bu. Tabii aralarında güçlü bir cinsel çekim de mevcut. Kathryn Amerikan edebiyatı okumuş, ikinci çocuğuna hamile kalmasıyla birlikte doktorasını yarıda bırakıyor. Bir yandan kocasının akademik çalışmalarına destek olurken bir yandan çocuk büyütüyor. Çocukları için kariyeri sekteye uğrayan, pek yakından tanıdığımız onca kadından biri aslında. İçinde tatmin edilememiş yaratıcı bir enerji kalmış. Hem bu yüzden, hem kendisine bakmak için pek çok fedakârlık yapan oğlu Noah’a olan gönül borcunu ödeme şansı verdiği için, film süreci onu çok heyecanlandırdı. Kathryn çekimler sırasında “Kayda girdin mi?” ya da “Şu sahne nasıl oldu?” diye Noah’la hep alışveriş halindeydi, sürece aktif bir şekilde dahil oldu.
Kathryn ALS için “size bir otobüsün çarptığını ağır çekimde izlemek gibi” diyor. Bu hastalığa nasıl yakalanıyor?
Bildiğim kadarıyla, vakaların küçük bir yüzdesinin kalıtsal olduğu kanıtlanmış. Gen mutasyonu gibi olası sebepler üzerine araştırmalar yapılıyor. Ama tam olarak sebepleri bilinmiyor. Bu hastalığa yakalananların motor nöron sistemindeki sinir hücreleri yavaş yavaş yok oluyor. Kathryn başlangıçta parmaklarında bir duyarsızlık hissetmiş. Yavaş yavaş önce ellerini, sonra kollarını oynatamaz hale gelmiş. Uzuvlardaki duyarsızlaşma zamanla yayılıyor. Dilini oynatamadığın noktada konuşma yeteneğini kaybediyorsun. Ta ki bedenin üzerindeki kontrolünü tamamen kaybedene kadar… Fakat bu süre zarfında bir yandan da bağışıklık mekanizması çöktüğü için çoğu hasta o noktaya gelmeden ya da imkânlarına göre gelmemeyi tercih ederek daha erken göçüyorlar. Filmde görüldüğü üzere, çekimleri Kathryn hâlâ boynunu ve gözlerini oynatabilirken yaptık. Onu, aşama aşama kendi yaşamından sökülüp atılma duygusunu tamamen anlamamız mümkün değil.
Filmin başrolünde bir de Kathryn’in dış dünyayla tüm iletişimini sağlayan bilgisayar monitörü var…
Kathryn’in kullandığı yazılımın ismi Tobii. Bir göz izleme sistemi, Türkçede “konuşma sentezleyici” olarak da geçiyor. İleri seviyedeki ALS hastalarının tek iletişim biçimi bu. Kathryn, önündeki dijital klavyedeki harfleri gözleriyle seçerek istediği metni yazıyor, “Konuş” butonuna bastığında etraftakiler dinliyorlar. Bir sahnede “Nefret ediyorum bu aletten, yine bozuldu” diyor. Ancak, o olmadığında da yine bir bitkiye dönüşmüş olmaktan şikâyet ediyor. Duygu ve düşüncelerini ancak bu yazılar aracılığıyla paylaşabiliyor.
Bu yazılımı kullanarak iletişim kurmak aslında çok zor. Kathryn’in tek bir sayfayı yazması saatlerini alıyor. Mesela Saïd’e kızmış, elbette bu kızgınlığını ifade etmek istiyor. Akşam geçen olay üstüne yazdığı mektup ancak sabah bitiyor. Diğer yandan gündelik hayatta hemşirelerle, bakımını üstlenen insanlarla “beni sağa, sola çevirin, şuram ağrıdı” gibi kısa iletişimler kurmasının da tek yolu bu sistem. Bedeninin makineleşmesi konusu da sanırım onda içsel bir gerilim yaratıyor. Zihni keskin ve aktif, ruhu dipdiri iken, solunumu dahil temel yaşam fonksiyonları ve uzuvları destek ünitelerine bölünmüş durumda. Hayatı ve zamanı herkesten farklı bir şekilde deneyimliyor.
Bence filmin en güçlü yanı, Kathryn’in kendi hikâyesini, bize dış dünyaya açılabildiği tek kanal olan bu mekanik sesle birebir anlatması oldu. Böylece varoluşundaki temel gerilimi arada bir perde olmadan hissedebilme ve mizacının kendine has tonunu yakalayabilme şansımız oldu. Onunla yaptığımız söyleşilerle ve kişisel yazılarını tarayarak bir üst metin oluşturduk. Bunları konuşma sentezleyiciyle kaydedip Kathryn’in bizzat bize hitap ettiği bir ses bandı yarattığımızda, filme can geldi.
Biraz önce, ailenin filmin kurgusuna karışmayacağına dair eşiniz Adam’ın Noah’la çok net bir anlaşma yaptığını söylediniz. Bu anlaşmanın sebebi neydi?
Projeyi sansürden korumak istedik, gördüğümüz ilişkiler yumağına dair kişisel bakışımızı özgürce koymak, serbest karar alabilmek istiyorduk. Noah da zaten dışardan bir gözün bakışını merak ediyordu, o yüzden bu konuda pek gerginlik yaşamadık. Karışmama derken, dramatik ve estetik karar alma sürecine karışmamaktan bahsediyorum tabii. Mesela kredi kartının güvenlik numarası kaydedilmişse ya da bir karakter anadan doğma görüntüye giriyorsa ve yine de o görüntüyü kullanmayı istiyorsak, bu gibi durumlarda Noah’a danışıyorduk. Aletlerin nasıl çalıştığı, bakım rutininin işleyişi, hemşirelerin çalışma sistemi üzerine sürekli geri dönüşler alıyorduk.
Filmin sonlarına doğru bu sınırlar biraz esnemeye başladı. Özellikle, filmimizin müziklerini besteleyen Daniel’le (Withworth) çalışırken Noah’ın daha çok katkıda bulundu. Çok da iyi oldu. Bu arada, filmin ses tasarımını Adrian Lo yaptı, o da çok güzel bir iş çıkardı. Ses miksini Adrian ile birlikte Micheal Kaczmarec, renk düzeltmesini Silvia Pozzi ve post-prodüksiyon işlemlerini CineChromatix ile yaptık. Filmin en çok versiyonunu izleyen kurgu danışmanlarımız Toby Shimin ve Yorgos Mavropsaridis’i de anmak isterim. Türkiye sinema sektöründe farklı alanlarda üreten pek çok arkadaşımızın da göz emeği var. Herkesin ellerine sağlık, herkese çok selam, sevgi.
Sonuçta bir buçuk yıl, 7/24 kaydedilmiş bir yaşam malzemesi var. Kathryn’in yaşamının öz anlamı kelimelerle ifade edilemese de, görsel ve işitsel olarak o malzemede kayıtlıydı. Biz de ona cevap vermeye gayret ettik.
Bu filme dahil olmamak için direndiğinizi söylediniz. Sizin film sürecine dahil olmanız nasıl oldu?
Kurgu ilerlemiyordu. Senaryo hâlâ oluşmamıştı, dramatik yapı bir türlü kurulamıyordu. Malzeme çok zorluydu, seyredenlere ağır geliyor, izlemeye başladıkları anda kapatmak istiyorlardı. Film henüz yeterince olgunlaşmadan bir duraklamaya girmişti. Önerilerde bulunmanın ötesine geçmem gereken bir noktaya gelmiştik. Aynı evde yaşıyoruz, kurgu odasının yeri belli. Çocukları emzirip belli bir yaşa getirmişim. Filmin geri kalanında daha aktif rol alabilirdim. O aşamada bir Adam, bir ben dönüşümlü kurgulamaya başladık. Gittikçe filmin kaderini belirleyen, yaratıcı bir etkim olmaya başladı. Kurgunun son yılında ne zaman uyuyup ne zaman uyandığımı bilmiyorum. Çocukları ara ara görüp kurgu odasına geçiyor, paket paket sigara içip kurgunun içinde kayboluyordum. Bir türlü içime sinmiyordu, tekrar tekrar dağ gibi malzemeye dalıyordum. Filmin yaratıcı sürecini bayrak yarışındaki takım oyuncularının ilişkisine benzetebiliriz. Dönem dönem birimiz ön plana geçiyor, katalizör olup işi yürütüyordu, yorulunca diğeri. Malzemenin bana sonsuz imkânlar sunması da cezbetti beni. Aklına bir şey geliyor, deniyorsun, ama film ona göre çekilmemiş, işe yaramıyor. Ama bir şeyler seni dürtüyor, kendini bir kez daha elenmemiş yüzlerce saatlik görüntünün içinde buluyorsun. Her baktığında yeni bir malzemeyle çıkıyorsun. Kurduğun her yeni yapı yeni ihtiyaçlar ve fazlalıklar doğuruyor. O yüzden kurgu boyunca ilginç bir deney hali yaşadık.
Kadın bir yönetmen olarak konuya bakışınız, eşinizden farklı olarak kurmacadan gelmeniz ve kurgu aşamasındaki müdahaleleriniz sizce filme neler kattı?
Kurmaca reflekslerimin mutlaka önemli bir etkisi olmuştur. Ama tabii ki böyle bir filmde, varolmayan bir dramatik yapıyı icat edemem. O yüzden, kurmacadan farklı olarak, kurguyu devraldığımda, elimdeki malzemeye içkin olan yapının ne olduğunu, daha doğrusu yapılardan hangisinin bizim anlatmak istediğimize denk düştüğünü sorarak, bir heykeltıraş gibi, zaten halihazırda orada olan formu ortaya çıkarmaya gayret ettim. Sonuçta bir buçuk yıl, 7/24 kaydedilmiş bir yaşam malzemesi var. Kathryn’in yaşamının öz anlamı kelimelerle ifade edilemese de görsel ve işitsel olarak o malzemede kayıtlıydı. Biz de ona cevap vermeye gayret ettik.
Eat Your Catfish adına nasıl karar verdiniz? Filmin dramatik istikametine dair Kathryn’in özel bir çabası oldu mu?
Tabii ki. Kathryn’in zihni yaşamının son ânına kadar berrak ve işlekti. Engellilikle ilgili ya da ilerlemiş hastalıkları konu alan belgesellerde rastladığımız, tekrar etmek istemediğimiz bir izlek vardı. Dolu dolu bir duygusallıkla bu masum aileye musallat olan düşman hastalık tanımlanır. Bireyler ihtiyaç duydukları gücü damarlarındaki asil kanda bulup ya hastalığı yenerler ya da hastalığa rağmen başkalarına da yararı dokunacak büyük bir iş yaparlar. Elbette bu tip ilham verici öykülere de ihtiyaç var. Ama ne Kathryn, ne Noah, ne ben ne de Adam bu tip bir şey yapmak istiyorduk. Onun yerine kendi durumuna bile satirik bir mizahla bakan Kathryn’in peşinden gittik. Filmi izleyen bir eleştirmen şöyle demişti: “İlk defa hastalıkla ilgili bir filmde, hastanın bedeninden başka insanların hayatında nelerin azar azar yok olduğunu, nelerin örselendiğini izledik.”
Eat Your Catfish isminin hikâyesi ise şöyle: Kathryn bir sahnede bizde Aile Sırları diye gösterilen August: Osage County (John Wells, 2013) isimli filme atıfta bulunuyor. Julia Roberts kanser hastası annesinin evinde diğer kardeşleriyle birlikte buluşmuş, cenaze yemeği yiyecekler. Aile bireylerinin kirli çamaşırları ortaya saçılıyor. Julia Roberts annesine “Eat your catfish!”, yani “Ye şu yayınbalığını!” diye bağırıyor. Bizim filmimizde çekirdek aile üzerine bir film, ama Aile Sırları’ndan çok farklı. Filmin ismi hem temanın hem farklılığın altını çiziyor sanırım. Bir de Kathryn’in oyunbaz mizah anlayışına gönderme yapıyor. Kathryn sahnenin sonunda “Ah, benim de elime bir fırsat geçse ben de böyle oynayabilirdim, kendimin daha dramatik bir versiyonu olabilirdim” diyor.
Amerika’da kamusal sağlık sistemi epey kötü durumda. Türlü uğraşlardan sonra, özel sağlık sigortasıyla devlet sigortasını birlikte kullanarak bir düzen kuruyorlar. Ama bu sistem hep çöküyor. Düzenli hemşire bulmakta çok zorlanıyorlar. Aile bütçesinden de çok para harcıyorlar.
Kathryn’in bir günü nasıl geçiyordu?
Günleri birbirine benzer geçiyordu. Kendi kendisine hareket edemediği ve gece boyunca aynı pozisyonda kaldığı için, sabahları tarifsiz ağrılar içinde, huysuz bir kadın olarak uyanıyordu. İlk önce acı çekmeyeceği yeni bir pozisyona getiriliyordu. Sonra sabah temizliği yapılıp, üzeri değiştirilip hepimizin yaptığı kendine çekidüzen verme işleri görülüyordu. Sonra yemeği hazırlanıp enjekte ediliyor. Peşinden de günlük egzersizler başlıyordu. Bu işlemler arasında bol bol okuyordu. En çok New York Times. Özellikle Kardashian ailesi olmak üzere, magazin takip etmeyi sevdiğini fark ettim. Eve misafir gelirse onları görüyor, sonra tekrar egzersizler… Biri gececi, diğeri gündüzcü iki hemşire mümkün olduğu ölçüde ona eşlik ediyor.
Filmde intihar meselesine dair bir bahiste Kathryn bir arkadaşından söz ediyor ve “İyi bir sigortası vardı, ama uzun vadeli bir bakım seçeneği yoktu, bunun üzerine intihar etmeye karar verdi” diyor. Bakım emeğinin maliyetini Kathryn ve ailesi nasıl karşılıyordu?
Amerika’da kamusal sağlık sistemi epey kötü durumda. Türlü uğraşlardan sonra, Saïd’in işinden gelen özel sağlık sigortasıyla sadece belirli yaş üstü hastaların tedavisini kapsayan devlet sigortasını birlikte kullanarak bir düzen kuruyorlar. Ama bu sistem hep çöküyor. Gerekli yeterliliğe sahip hemşireleri düzenli olarak bulmakta çok zorlanıyorlar. Kavgaların sebebi de çoğu zaman bu yüzden çıkıyor, gelmeyen veya bakımı doğru şekilde yürütemeyen hemşirelerin iş yükünü Noah ve Saïd üstlenmeye çalışıyor. Aile bütçesinden de çok para harcıyorlar tabii. Ama ekonomik olarak bu da yetmiyor. Bronx’tan önce daha elit bir mahallede yaşıyorlarmış, hastalığı öğrendikten sonra o evi satıp buraya gelmişler. Noah evden ayrıldıktan sonra, Saïd’in daha çok desteğe ve gece-gündüz hemşirelere ihtiyaç duyduğu dönemde, düğünün geçtiği Catskills’deki evi de satmışlar anladığım kadarıyla.
Kathryn’in film seyrettiğini de görüyoruz. Ne tür filmlere meraklıydı?
Saïd’le birlikte siyah-beyaz klasikleri, güncel sinemayı ve dijital platformlarda öne çıkan dizileri takip ettiğini gördüm. Geceleri uyku tutmayan insanlar garip şeyler izler. Onun da ev alma ve o evi baştan tasarlama üzerine kurulu reality şovlara sardığı bir dönem olmuş gibi. Bu merakı bence çok manidar. Entelektüel bir donanıma sahip olup, içeride yaratıcı bir itici güç hissedip fiziksel koşullarından dolayı sahip olduğun melekelerini kullanamadıkça kendini zombileştirmeyi tercih ediyorsun.
Kathryn’in Stephen Hawking’in ALS hastalığına nasıl yakalandığını anlatan Her Şeyin Teorisi filmini de izlediğini görüyoruz. Kurgu masasında buna denk gelince ne düşündünüz?
İlk refleksim kullanmama yönündeydi, zira o tesadüf fazla kurmaca bulunabilir ve bizim manipüle ettiğimiz zannedilebilirdi. Ancak, Adam bastırdı. Sonra o sahnedeki hemşirenin tepkileriyle birlikte düşününce ve sahne sıralaması içinde bir zincirin gerekli halkası konumuna gelince ben de ikna oldum. Variety dergisindeki ilk eleştiri çıktığında onların da değindiği, iki durum ve iki film arasındaki farkın manidarlığı oldu. Sosyal, sınıfsal ve ekonomik olarak kendini kanıtlamış erkek karakterin, eşinin de desteğiyle ALS hastalığına rağmen yükselişi ile ailesi için kariyerini yarıda bırakmış kadın karakterin hastalık sebebiyle kocasıyla arasındaki son köprülerin de yıkılışı arasındaki zıtlık hakikaten ilginç.
Kathryn sadece kurban değil, kocası Saïd de sadece kötü adam değil. Her şey bir denge içinde… Bu dengeyi yansıtabilmek için gündelik akıştaki, sıradanın içindeki mizahı bulup çıkarmaya, bulduğumuzu da Kathryn’in mizahi tonundan süzerek aktarmaya gayret ettik.
Stephen Hawking’in ALS hastaları için ne ifade ettiğini de merak ediyoruz. Sizin bu konuda bir gözleminiz oldu mu?
Açıkçası, bilmiyorum. Ama biz kahraman olmayan çoğunluk adına bir film yapmak istedik. Bizim gibi sıradan insanlar ALS hastası olduğunda gündelik hayatlarında neler yaşıyor? Noah şöyle söylüyordu: “O filmler beni çok yaralıyor. Ailesinde ALS olanlar böyle başarılar elde ediyorsa, biz nasıl bu kadar acınası durumdayız?” Kathryn sadece kurban değil, Saïd sadece kötü adam değil. Her şey bir denge içinde… Biz de bu dengeyi yansıtabilmek için gündelik akıştaki, sıradanın içindeki mizahı bulup çıkarmaya ve bulduğumuzu da Kathryn’in mizahi tonundan süzerek aktarmaya gayret ettik. Said’in zaten oldukça flörtöz, hemen hemen teatral bir espri anlayışı olduğu için onu da her yakaladığımızda tutmaya gayret ettik.
Kathryn daha uzun yaşamak için mekanik solunum cihazına geçmek istiyor. Düğünden iki sene sonra ise, filmde görmesek de, hayat destek ünitesinden koparılmaya karar veriyor. Hem ilk hem de son kararının arkasındaki sebepler neydi?
Filmin başında Kathryn bize çocuklarını yalnız bırakmak istemediği, onların hayata nasıl karışacaklarını merak ettiği, kendisine ihtiyaç duyduklarında yanlarında olmak istediği için ölüme hazır olmadığını söyleyerek mekanik solunum cihazına geçme sebebini açıklıyor. Sonunda ise, Kathryn’in bakıcılığından tamamen mutlu olduğu tek kişi, dayanağı, konfor alanı, oğlu Noah evden ayrılıyor. Durmadan kavga ettiği kocası Saïd ve sürekli değişen, onu tanımayan hemşirelerin elinde kalakalıyor. Bir süre sonra yatılı iki hemşire tutuyorlar, fakat artık yatak yaraları yüzünden acıları dayanılmaz bir raddeye geliyor. Bu sebeple kalıcı olarak hastaneye yatırılması gerekiyor. Vasiyetinde de önceden söylediği gibi, hastaneye yatmak yerine ölmeyi tercih ediyor ve yaşam destek ünitesinden ayrılmayı talep ediyor.
Bu filme dahil olma konusundaki tereddütleri yaşadığınız dönemde, Ana Yurdu’nu bitirmiş ve ailenizle birlikte bir göçmenlik serüvenine başlamıştınız. Nasıl bir dönemdi?
Bu serüvenin bir noktasında kendimi yaşadığı ülkenin dilini bilmeyen, iki çocuk annesi, vasıfsız bir göçmen olarak buluverdim. Kadınların neden entelektüel ve sosyal yaşamın içinde olamadığını, kadın göçmenlerin dili neden daha geç öğrendiğini birebir deneyimledim. Kathryn’in öyküsüne de bu ruh haliyle çekildim. Hem Kathryn’in dönüştüremediği, kendi içine hapsolmuş yaratıcı enerjisinin iç gerilimini hem de çocuklarına karşı hissettiği sevgiyi ve sorumluluk duygusunu çok iyi hissediyordum. Onunla çok derin bir bağ kurdum.
Bugünden bakınca Ana Yurdu’nu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eat Your Catfish Türkiye’de ilk kez İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. İnsanlar yanıma gelip Ana Yurdu hakkında sorular sorunca önce çok şaşırdım. Unutulmuş olabileceğini düşünüyordum, ama hâlâ etkisi sürüyormuş. Çok etkilendiğim anlar yaşadım, bir seyirci gelip LGBTİ+ birey olarak Nesrin’de (Esra Bezen Bilgin) kendini bulduğunu, yaşadığı çatışma ve travmaları onda gördüğünü anlattı, onun için çok önemli bir film olduğunu söyledi. İzlemeyeli çok uzun zaman olmuştu, merak edip geçenlerde tekrar izledim. Elbette bugün olsa farklı yapacağım yerler var, ama yine de sonuna kadar izledim. Dibine kadar feminist ve yerli bir film olduğunu düşündüm. Hakikaten protest bir çığlık var filmde. Belki kendim de feminist bir film yaptığımın farkında değildim, filmin kadın filmi olarak etiketlenmesini istemiyordum. Çünkü bizde feminizmin bir dünya görüşü olduğu unutuluyor ve hemen kadın filmi kategorisine yerleştiriliyorsunuz. Filmi tekrar izlerken, kanlı, canlı, net, ilk filmin getirdiği handikapları içinde barındıran, ama bir o kadar da çıplak bir samimiyeti yansıtan bir film yaptığımı düşündüm.
Bu serüvenin bir noktasında, kendimi iki çocuk annesi, yaşadığı ülkenin dilini bilmeyen, vasıfsız bir göçmen olarak buluverdim. Hem Kathryn’in dönüştüremediği, kendi içine hapsolmuş yaratıcı enerjisinin iç gerilimini hem de çocuklarına karşı hissettiği sevgiyi ve sorumluluk duygusunu çok iyi hissediyordum.
Türkiyeli bir sinemacı olarak Barcelona’daki hayatınız nasıl? Göçmen olmak sinema üretiminize nasıl katkılar sağlıyor?
Almanya’da yeni bir sinemacı diasporası oluştu. Almanya ve Türkiye’nin ekonomik ilişkileri kuvvetli olduğu için Almanya’daki sinemacılarımızın verimli çalışmalar içinde olduğunu düşünüyorum. Bu yeni diasporanın sinemadaki üretimini yakında izleyeceğiz bence. Barcelona’ya gelen pek olmadı, bu açıdan biraz yalnız hissediyorum. Farkında değiliz ama, anadilimiz içinde yaşar, onu her an hem kamusal hem özel alanlarda deneyimlerken, bilincimizin farklı katmanları sürekli bir düşünce hareketliliği içinde birbirleriyle iletişim kuruyor. Anadilinin içinde yaşama hali, gündelik hayatta değerinin tam da farkında olmadığımız o nimet kesilince, memeden kesilmiş çocuk gibi oluyorsun. Beş senenin sonunda bana hâlâ zor geliyor, eksikliğini derinden yaşıyorum.
Göçmenlik, annelik, kültürel ve sınıfsal kimlikler üzerine düşünüp yazdığım bir senaryo var. Bu senaryoyu yazabilmem elbette bakış açımın kişisel deneyimlerimle zenginleşmesinin sonucu. Göçmenlik öncelikle bireyi sosyal anlamda konfor alanından çıkardığı için alçakgönüllü kılıyor, umarım bende de böyle olmuştur ve bu durum yapmak istediğim yeni işlere yansır. Filmi gerçekleştirebilirsek, Katalanca, İspanyolca, Türkçe, Arapça olacak, ilk defa çok-dilli bir film yapmış olacağım. Bunların hepsi heyecan verici.
Barcelona’dan bakınca Türkiye’deki kültürel üretim nasıl görünüyor?
Gidip gelmeler çok iyi oluyor. Her gelişimde, özellikle kitapçı gezmeyi çok seviyorum. Bol bol kitap tavsiyeleri alıyorum. Hepsini toplayıp Barcelona’ya dönüyorum. İspanyol edebiyatından çeviriler okumaya çalışıyorum bu ara. Antonio Orejudo’nun Trenle Seyahatin Avantajları ilginç bir kitaptı. Antoni Casas Ros’un Almodóvar Teoremi kitabı da yakın zamanda beğendiklerim arasında. 2003’ten beri okumaya çalıştığım bir kitap var, Gilles Deleuze’ün Spinoza –Pratik Felsefe’si. Bu yıl ilk defa yarısına kadar gelmeyi başardım, ama yine bitiremedim. Başa dönüp bir daha okumaya çalışacağım. Çok zor, ama hakikaten acayip kapılar açan bir kitap.