EKONOMİK FAŞİZM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

John Berger
2 Ocak 2019
SATIRBAŞLARI
2 Ocak 2017’de, zamanımızın en önemli düşünürlerinden birini, John Berger’ı kaybettik. “Düşünür”, daraltıcı bir ifade aslında. Aşkın bir insandı. Asıl önemi buydu. “Kaybettik” de tam olarak doğru değil. Ardında bıraktıklarıyla ufuk açmayı sürdürüyor. Ölüm yıldönümünde, İstanbul’dan Gelen Telefon başlıklı söyleşi kitabında yer alan Küresel Hapishane / Ekonomik Faşizm Üzerine Düşünceler başlıklı yazısını dikkatlerinize sunuyor, anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.
Bülent Erkmen, “Inside”, Uluslararası Cezaevi Gözlemcileri Derneği’nin “1000 Kopya, 1000 Sergi” projesi için afiş, 70×50 cm., 1995

Adrianne Rich, harikulâde bir Amerikalı şairdir kendisi, geçenlerde yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Adli İstatistik Bürosu’nun yayımladığı rapora göre, ABD’de yaşayan her 136 kişiden biri demir parmaklıkların arkasında. Bunların birçoğu hüküm giymeden hapis yatıyor.” [1]

Aynı konuşmada, Adrianne Rich Yunan şair Yannis Ritsos’u alıntılamıştı:

Tarladaki son kırlangıç geç vakte kadar oyalandı
Havada asılı durdu, sonbaharın yeninde siyah bir
      matem kurdelâsıydı adeta
Geriye kalan hiçbir şey yoktu. Yanmış kül olmuş
      evlerin tüten dumanından başka [2]

Ahizeyi kaldırdığım anda, senin beklenmedik bir şekilde aradığını biliyordum. Via Paola Sarpi’deki evinden konuşuyordun. (Seçimlerden ve Berlusconi’nin iktidara dönüşünden iki gün sonraydı.) Aniden beliren tanıdık bir sesin kimliğini saptama hızımız rahatlatıcı, ama gizemli de. Çünkü bir sesi diğerinden net olarak ayrıştırmamızı sağlayan küçük farkı hesaplarken kullandığımız birimlerin, ölçütlerin ne adları var, ne formülleri. Onların kodları yok. Oysa zamanımızda, her geçen gün daha çok şey kodlanıyor.

Haliyle, verili başka şeyleri hesaplayan kodsuz, fakat keskin, başka ölçütler olup olmadığını merak ediyorum. Mesela, belirli bir durumdaki koşullu özgürlüğün miktarını, çapını ve kesin hatlarla çizilmiş sınırını. Mahkûmlar bunun uzmanı kesiliyor. Özgürlüğe dair özel bir hassasiyet geliştiriyorlar –bir ilke olarak değil, tanecikli bir madde olarak. Özgürlüğün parçacıkları vuku bulduğunda, neredeyse derhal teşhis ediyorlar.

***

Sıradan bir günde, kayda değer bir şey olmazken ve saat başı tebliğ edilen krizler bildik, tanıdık krizler iken –ve siyasetçiler krizler olmadığı takdirde felaket olacağını ilan ederken– insanlar birbirleriyle göz göze gelirken, bazı bakışlar içlerinden geçirdikleri şeyi başkalarının da düşünüp düşünmediğini kolaçan ediyor: Hayat böyle işte!

Genellikle o başkaları da aynı şeyi düşünüyor ve bu asli paylaşımda, bir şey söylemenin veya tartışmanın öncesinde, bir tür dayanışma söz konusu.

İçinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak kelimeler arıyorum. “Emsalsiz” demenin pek bir manası yok, çünkü tarih keşfedildiğinden beri, hiçbir dönemin emsali görülmemiştir.

İçinden geçtiğimiz dönemin Bütünlüklü bir tarifini aramıyorum. Zygmunt Bauman gibi bu hayati görevi üstlenmiş düşünürler var. Ben yalnızca işaret levhası işlevi görecek bir imge arıyorum. İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar. Popüler atasözlerinin içerdiği söze dökülmemiş varsayımlara benzerler. İşaret levhaları olmadığında, daireler çizerek dönüp durmak gibi büyük bir insani risk söz konusudur.

Hapishane ve “biz”

Benim bulduğum işaret levhası hapishane. Biz bu gezegenin dört bir yanında, hapishanelerde yaşıyoruz.

“Biz” kelimesini duyduğumuzda ya da ekranda gördüğümüzde şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştuklarında, bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir “biz”. O halde kendimizden “onlar” diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum?

Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat. Fakat tarif edebilmek için tarihsel bir bakışla düşünmek gerekiyor.

Michel Foucault hapishanenin 18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında icat edildiğini, sanayi devrimiyle, fabrikalarla ve faydacılık felsefesiyle sıkı bağları olduğunu göstermişti. Daha önceki dönemlerde, hapishaneler mağaranın ve zindanın uzantısıydı. Bugünün hapishanesinin onlardan farkı, barındırdığı mahkûm sayısı –ve onları Panopticon modeli sayesinde sürekli gözetim altında tutması. Panopticon modelinin mucidi, etiğe muhasebe kurallarını getiren Jeremy Bentham’dı.

Muhasebecilik her alışverişin kayda geçirilmesini talep eder. Hapishanelerin dairesel duvarları, hücrelerin daire biçiminde dizilmesi ve merkezde gözetleme kulesinin yer alması aynı mantığın ürünüdür. Bentham 19. yüzyılın başlarında John Stuart Mill’in hocası ve sanayi kapitalizminin önde gelen faydacı düşünürlerinden biriydi.

Bugün, küreselleşme çağında, dünya sanayi sermayesinin değil, finans sermayesinin egemenliği altında. Ve suçu tanımlayan dogmalar ile hapsetmenin mantığı radikal biçimde değişmiş durumda. Hapishaneler hâlâ var ve her geçen gün yenileri inşa ediliyor. Fakat hapishane duvarları şimdi başka bir amaca hizmet ediyor. Kapatma, hapsetme maksadıyla kurulmuş olan alan dönüşüme uğradı.

“Zek” olmak

Yirmi yıl önce, Nella Bielski’yle birlikte, Gulag’lar hakkında A Question of Geography (Bir Coğrafya Meselesi) adlı bir oyun yazmıştık. İkinci perdede bir zek (bir siyasi mahkûm) Gulag’a yeni gelen bir delikanlıyla çalışma kampındaki seçenekler ve seçimlerin sınırlılığı hakkında konuşur:

“Akşam olunca, bütün gün taygada çalışıp bitap düşmüş ve karnın zil çalarak hücrene döndüğünde, çorba ve ekmek hakkını kazanırsın. Çorba konusunda bir seçenek yoktur. Sıcakken ya da hiç olmazsa ılıkken yemek zorundasın. Ama 400 gram ekmeğe gelince, seçeneklerin vardır. Mesela, üç parçaya ayırabilirsin. Birini çorbayla yiyebilirsin, birini ranzanda uykuya geçmek üzereyken ağzına koyup emebilirsin, son parçayı da ertesi sabah çalışırken ve karnın guruldamaya başladığında ağzına atarsın.

“Zek’sen ve takım lideri olmuşsan iki seçeneğin vardır. Ya işbirlikçi olacaksın ya da zek olduğunu unutmayacaksın.” [3]

Gulag’lar artık yok. Gelgelelim, milyonlarca insan Gulag’lardakinden pek farkı olmayan koşullarda çalışıyor. Değişen şey, işçilere ve suçlulara uygulanan adli mantık.

Gulag denklemi

Gulag’larda siyasi mahkûmlar suçlu ilan edilir ve köle-işçiliğe indirgenirdi. Bugün vahşice sömürülen milyonlarca işçi, suçlu statüsüne indirgeniyor.

Suçlu = Köle-İşçi şeklindeki Gulag denklemi, neoliberalizm tarafından yeniden yazıldı: İşçi = Gizli Suçlu. Küresel göçün dramı bu yeni formülde yatıyor: Çalışanlar gizli suçlular. İtham edildiklerinde hayatta kalabilmek için ne mümkünse yapmaktan suçlu bulunuyorlar.

ABD’de 15 milyon Meksikalı izinsiz çalışıyor, dolayısıyla yasadışı konumdalar ABD-Meksika sınırında 1200 kilometrelik bir beton duvar var ve 1800 gözetleme kulesinden oluşan bir “sanal” duvarın inşa edilmesi planlanıyor. Elbette, bu duvarlar arasından geçmenin yolları –ne kadar tehlikeli olursa olsun– bulunacaktır.

İmalata ve fabrikalara dayalı sanayi kapitalizminden serbest piyasa spekülasyonuna dayalı finansal kapitalizme geçişle birlikte, hapsedilme alanı değişti. Her gün 1300 milyar dolar tutarında finansal işlem yapılıyor, bu meblağ toplam ticaret hacminin elli katı.

Hapishane artık gezegen çapında. Ve ona tahsis edilmiş çeşit çeşit isimleri olan mıntıkalar var. İşyeri, mülteci kampı, alışveriş merkezi, periferi, getto, plaza, favela, banliyö… Asli olan şu: Bu mıntıkalara kapatılmış olanlar hapishane arkadaşlarımız.

***

Mayısın ilk haftası. Kuzey yarıkürenin tepelerinde, dağlarında, sokaklarında, bahçelerinde birçok ağaç yaprak veriyor. Yeşilin çeşitli türlerinin birbirinden farkı bir yana, insanlar her bir yaprağın diğerlerinden farklı olduğu izlenimi ediniyor. Dolayısıyla, milyarlarca –hayır, milyarlarca değil, o kelimeyi dolarlar iğdiş etti– sonsuz çeşitlilikte yeni yapraklarla karşılaşıyorlar.

Doğanın devamlılığının görünür işaretleri mahkûmlar için hep zımnen yüreklendirici olmuştur ve hâlâ olmaktadır.

“Başka seçenek yok”

Bugün, hapishane duvarlarının (beton, elektronik, devriye gezen veya sorguya çeken) birçoğunun amacı, mahkûmları içeride tutmak ve ıslah etmek değil, hariç tutmak ve dışlamak.

Dışlananların büyük çoğunluğu anonim kişiler. Dolayısıyla bütün güvenlik güçlerinin en büyük takıntısı kimlikler. Bu insanlar sadece anonim değil, aynı zamanda sayısız. İki nedenle: Birincisi, sayıları sürekli değişiyor. Her açlık, doğal afet ve askeri müdahale (şimdi buna “polisiye tedbir” deniyor) dışlananların sayısını azaltıyor ya da artırıyor. İkincisi, onların sayısını hesaplamak hakikatle yüz yüze gelmek demek. Zira yerkürenin nüfusunun çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Bununla yüz yüze gelmek mutlak absürde çakılmak demek.

Küçük ürünleri paketlerinden çıkarmanın giderek zorlaştığını fark ettiniz mi? Ücret mukabilinde istihdam edilen insanların hayatlarına da benzer bir şey oldu. Yasal olarak istihdam edilenler ve yoksul olmayanlar, kendilerine giderek daha az seçenek sunan ­–birbirine bağlı iki seçenek olan itaat ve itaatsizlik haricinde– ziyadesiyle daralmış hayat alanlarında yaşıyorlar. Çalışma saatleri, ikametgâhları, geçmişte edindikleri becerileri ve tecrübeleri, sağlıkları, çocuklarının geleceği, ezcümle işlevlerinin dışındaki her şey, likit kârın devasa ve öngörülemeyen taleplerinin yanında tâli, önemsiz bir yer tutuyor.

Dahası, bu katı kurallara “esneklik” deniyor. Hapishanede kelimelerin anlamları tersyüz edilir.

Çalışma koşullarının tehlike sinyalleri veren baskısı, Japonya mahkemelerini yeni bir adli tıp kategorisini tanımak ve tarif etmek zorunda bıraktı: “Aşırı çalışma nedeniyle ölüm.”

“Başka hiçbir sistemin fizibilitesi yok”. Öyle deniyor ücretli çalışanlara. Başka seçenek yok. Buyrun asansöre. Asansör küçük bir hücre.

Bir yüzme dersi

Hapishanenin bir yerinde, belediyenin kapalı yüzme havuzunda yüzme dersi alan beş yaşındaki bir kız çocuğunu seyrediyorum. Lacivert bir mayosu var. Yüzebiliyor, ama henüz bunu tek başına, yardımsız yapabilecek özgüveni yok. Öğretmeni onu havuzun derin kısmına götürüyor. Öğretmeninin uzattığı uzun çubuğu tutarak suya atlayacak. Bu, korkusunu yenmesinin bir yolu.

Aynı şeyi dün de yapmışlardı.

Küçük kız bugün çubuğa tutunmadan atlamak istiyor suya. Bir, iki, üç! Atlıyor, fakat son anda çubuğa tutunuyor. İkisi de tek kelime etmiyor. Kadınla küçük kız arasında belli belirsiz bir tebessüm cereyan ediyor. Kız tezcanlı, kadın sabırlı.

Kız havuzun merdivenlerini çıkıyor, kenara geliyor.“ Bir daha” diye fısıldıyor. Kollarını yana açarak suya atlıyor, hiçbir şeye tutunmuyor. Yüzeye geldiğinde, çubuğun ucu burnunun dibinde. Çubuğa dokunmadan merdivene doğru iki kulaç atıyor.

Lacivert mayolu kızın ve sandaletli kadının hapishanedeki mahkûmlar olduklarını mı söylüyorum? Kızın çubuğu tutmadan suya atladığı anda, ikisi de kesinlikle hapishanede değildi. Ancak, önümüzdeki yılları düşündüğümde ya da yakın geçmişe baktığımda, korkarım ki, tarif ettiğim sahneye rağmen, ikisi de mahkûm olmanın ya da yeniden mahkûm olmanın riskini taşıyor.

“Ufuk” kelimesinin silinişi

Dünyayı çevreleyen iktidar yapısına ve onun otoritesinin işleyişine alıcı gözle bir bakın. Her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor, doğaçlıyor.

Dünyaya hükmeden piyasa güçleri, bütün ulus-devletlerden daha kuvvetli olduklarını ileri sürüyorlar. Cep telefonumuzdan arayıp özel sağlık sigortasına veya emeklilik sigortasına kaydolmamız için ikna etmeye çalışmalarından Dünya Ticaret Örgütü’nün en son ültimatomlarına kadar bu iddia her dakika yineleniyor.

Sonuç olarak hükümetlerin birçoğu artık yönetmiyor. Hükümetler artık kendi seçtikleri hedeflere yönelemiyor. “Ufuk” kelimesi, geleceğe dair umut vaadiyle birlikte siyasi söylemden silindi –hem sağda hem solda. Mevcut olanı ölçmenin dışında tartışılan bir şey yok.

Kamuoyu yoklamaları istikameti ve arzuyu ikame ediyor.

Gardiyanlar

Hükümetlerin birçoğu yönetmek yerine çobanlık yapıyor. (Amerikan hapishane argosunda, gardiyanlara “çoban” denir.) 18. yüzyılda uzun süreli hapis cezasına “sivil ölüm” deniyordu. Üç yüzyıl sonra hükümetler kanunlarla, zorla, ekonomik tehditlerle ve yaygaralarıyla kitlesel “sivil ölüm” rejimleri empoze ediyorlar.

Geçmişteki despot rejimlerin altında yaşamak da bir mahpusluk türü değil miydi? Hayır, tarif etmeye çalıştığım anlamda bir mahpusluk değildi. Bugün yaşadığımız yeni bir şey, zira mekânla başka bir ilişki söz konusu.

İşte bu noktada Zygmunt Bauman’ın düşünceleri aydınlatıcı. Bauman dünyayı yöneten piyasa güçlerinin mekândan azade olduğuna, yani “alan sınırlamasından, yerel bağlardan” muafiyet kazandığına dikkat çekiyor. Bu güçler uzak ve anonim, dolayısıyla eylemlerinin yerel ve fiziksel etkilerini hesaba katmak zorunda değiller. Bauman, Alman Merkez Bankası başkanı Hans Tietmeyer’i alıntılıyor: “Günümüzdeki mesele, yatırımcıların güvenini sağlayacak koşulları oluşturmak.” Tek ve yüce öncelik bu.

Ve bu öncelikten hareketle, üreticilerden, tüketicilerden ve marjinalize edilmiş yoksullardan oluşan dünya nüfusunun denetlenmesi, itaatkâr ulusal hükümetlere havale edilen bir görev.

Gezegen bir hapishane, hükümetler de, ister sağcı olsun ister solcu, çobanlık yapıyor.

Hapishane sistemi siberuzay sayesinde işliyor. Siberuzay piyasaya alışveriş hızı sağlıyor, işlemler ânında gerçekleşiyor, gece gündüz demeden kesintisiz sürüyor. Piyasa despotizmi mekândan azade olma ehliyetini bu hızdan alıyor. Ne var ki bu hız, onu kullananlar üzerinde patolojik bir etki yapıyor. Onları uyuşturuyor.

Bu hızda acıya yer yok. Acının lafı ediliyor olabilir, ama hissedilmesi, çekilmesi söz konusu değil. Dolayısıyla insani durum sistemi işletenlerin bünyesinden defediliyor, dışlanıyor. Yalnızlar, çünkü tepeden tırnağa taş kalpliler.

Geçmişte despotlar acımasız ve erişilmezdi, ama acıya maruz kalanlarla komşuydular. Artık bu durum söz konusu değil ve sistemin muhtemel zafiyeti tam da burada.

Uzun kapılar çarpıyor
Hapishane avlusundayız
Yeni bir mevsimde [4]

Onlar (biz) hapishane arkadaşları(yız). Bunu söylemek, hangi tonda söylenirse söylensin, bir reddi içeriyor.

Gelecek, hiçbir yerde, hapishanede olduğu kadar tasarlanan, hesaplanan, şimdinin zıddı olarak özlemi duyulan bir şey değildir. Hapse tıkılanlar şimdiyi asla bir son olarak kabullenmezler.

Bu arada, şimdiyi nasıl yaşamalı? Hangi sonuçlara ulaşmalı? Hangi kararları almalı? Nasıl davranmalı?

İstikamet önerileri

İşaret levhalarını oluşturduğumuza göre, birkaç istikamet önerim olacak.

Duvarın bu tarafında tecrübelere kulak verilir, hiçbir tecrübe vadesi dolmuş addedilmez. Ayakta kalmak saygı duyulan bir şeydir ve herkes bilir ki, ayakta kalmak mahkûmlar arasındaki dayanışmaya bağlıdır. Otoriteler de bunu bildikleri için yalnızlaştırma politikası uygular. Bu yalnızlaştırma, fiziksel tecrit veya manipülatif jargonla gerçekleştirilir. Bireyler tarihten, kökenlerinden, yeryüzünden ve en önemlisi, ortak bir gelecekten yalıtılır.

Hapishane yöneticilerinin laflarına kulak asmayın. Elbette kötü yöneticiler ve daha az kötü yöneticiler var. Bazı durumlarda aradaki farkı dikkate almak gerekir. Ama dedikleri –daha az kötülerinki de dahil olmak üzere– boktan şeyler. İlâhilerini, parolalarını, sihirli sözlerini tekrarlayıp duruyorlar: Güvenlik, Demokrasi, Kimlik, Medeniyet, Esneklik, Üretkenlik, İnsan Hakları, Entegrasyon, Terörizm, Özgürlük… Maksatları kafa karıştırmak, bölmek, dikkat dağıtmak ve bütün mahpusları uyuşturmak. Duvarın bu tarafında hapishane yöneticilerinin kelimeleri manasız ve düşünceye faydası olmayan şeyler. Hiçbir karşılıkları yok. Bu lafları kendi kendimize düşünürken bile reddetmeliyiz.

John Berger (1926-2017)

Ortak paydalar

Mahkûmların kendilerine has kelime dağarcıkları var, onlarla düşünüyorlar. Birçok kelime bir sır olarak saklanıyor, birçok kelimenin sayısız yerel varyasyonu mevcut. Kısa kelimeler ve ifadeler, ama koskoca bir dünyayı içeriyorlar.

Mahkûmlar arasında çelişkiler var –bunlar bazen şiddetli de. Bütün mahkûmlar mahrum bırakılmış insanlar, ama mahrum bırakılma derecelerinin farkı haset yaratıyor. Duvarın bu tarafında hayat ucuz. Küresel despotluğun belli bir çehreye sahip olmaması günah keçisi avcılığını, mahkûmlar arasındaki düşmanlıkları körüklüyor. Yoksul yoksula saldırıyor, işgal altındakiler birbirini yağmalıyor. Mahkûmlar idealize edilmemeli.

Mahkûmları idealize etmeden ortak paydalarına –hiç gerekmediği halde çektikleri acı, tahammül güçleri, açıkgözlülükleri– bakalım. Bunlar, onları ayıran şeylerden daha belirleyici, daha açıklayıcı. Yeni dayanışma biçimleri de bu özelliklerinden doğuyor. Yeni dayanışmalar farklılıkların ve çoğullukların karşılıklı olarak tanınmasıyla başlıyor. Hayat böyle işte! Bir dayanışma, ama kitlesel değil, karşılıklı irtibatlanmanın dayanışması. Hapishane koşullarında çok daha münasip olan o.

Otoriteler mahkûmları dünyanın öteki hapishanelerinde olanlar hakkında sistematik bir biçimde yanlış bilgilendiriyor. Onları, kelimenin agresif anlamında, endoktrine etmiyorlar. Endoktrinasyon eğitime tabi tuttukları tacirlerden, işletmecilerden, piyasa uzmanlarından oluşan küçük bir elit tabakaya mahsus. Hapishane nüfusu için uygun gördükleri, onları aktive etmek değil, pasif bir belirsizlik içinde tutmak. Hayatta riskten başka bir şey olmadığını ve yeryüzünün emniyetsiz bir yer olduğunu bıkıp usanmadan onlara hatırlatmak.

Bu, titizlikle seçilen enformasyonla, dezenformasyonla, yorumlarla, rivayetlerle, hayali öykülerle yapılıyor. Operasyon başarılı olduğu müddetçe halüsinatif bir paradoks oluşturulup pekiştiriliyor. Hapishane nüfusuna, her bireyin önceliğinin kendi kişisel emniyeti olduğuna ve hapsedilmişliklerine rağmen, ortak kaderden, ortak akıbetten bireysel kurtuluşun bir yolunun bulunabileceğine inandırma tuzağı kuruluyor.

Mesajlar yayılıyor

Bu dünya görüşünden yansıyan insan imgesinin emsali şimdiye kadar hiç görülmemişti. İnsan korkak bir varlık olarak resmediliyor; sadece kazananlar cesur. Dahası, armağan diye bir şey yok, sadece ödül var.

Mahpuslar birbirleriyle iletişim kurma yolunu her zaman bulmuşlardır. Siberuzay, bugünün global hapishanesinde, onu ilk kuranların çıkarlarına karşı kullanılabilir. Bu sayede mahkûmlar dünyada her gün neler olduğu hakkında birbirlerini bilgilendiriyor ve geçmişin hasıraltı edilmiş öykülerini izliyor, ölülerle omuz omuza duruyorlar.

Bunları yaparken küçük armağanları yeniden keşfediyorlar, cesaret örneklerini, tamtakır mutfaktaki bir demet gülü, silinmez acıları, annelerin yorulmak nedir bilmezliklerini, kahkahayı, karşılıklı yardımı, sükûtu, hep genişleyen direnişi, gönülden fedakârlığı ve daha fazla kahkahayı.

Mesajlar kısa, ama yalnız gecelerine (gecelerimize) yayılıyor.

Umudun adımları

Yol haritasının nihai kılavuzu taktiksel değil, stratejik.

Dünyanın despotlarının mekândan azade olmaları, her şeyi denetleyen, gözetleyen iktidarlarının kapsamını açıkladığı gibi, beliren zaaflarını da imliyor. Siberuzayda faaliyet gösteriyorlar ve korunaklı sitelerinde yaşıyorlar. Onları çevreleyen dünyadan bihaberler. Dahası, o türden bir bilgiyi önemsiz bularak ellerinin tersiyle itiyorlar. Sadece yeraltı kaynaklarının esamesi okunuyor. Dünyaya kulak veremiyorlar. Yeryüzüne ayak bastıklarında körleşiyorlar. Yerelde kayboluyorlar.

Hapistekiler için tam tersi geçerli. Hücrelerin duvarları bütün dünyada birbiriyle temas ediyor.

Süregelen direnişin etkili eylemleri, uzaktaki ve yakındaki yerelde kök salacak. Ücradaki direniş yeryüzünü dinliyor.

Özgürlük yavaş yavaş beliriyor, parmaklıkların dışında değil, hapishanenin derinliklerinde.

***

Via Paola Sarpi’deki evinden aradığında sesini derhal tanımakla kalmadım, sesin sayesinde kendini nasıl hissettiğini de tahmin edebildim. Öfkeyle ya da daha ziyade sabırlı –senin tipik özelliğin bu– bir öfkeyle iç içe geçmiş olan yeni umudumuzun hızlı adımlarını da işittim.

Çeviren: Yücel Göktürk

[1] Adrianne Rich, Poetry and Commitment (Şiir ve Bağlanma), W. W. Norton & Company, 2007.
[2] Yannis Ritsos, “Romiosini”, Selected Poems (Seçilmiş Şiirler) 1938-1988, BOA Editions Ltd, 1989.
[3] John Berger & Nella Bielski, A Question of Geography (Bir Coğrafya Meselesi), Faber & Faber, 1987.
[4] “Prison”: Nine Haiku Poems from Hallby Juvenile Prison (“Hapishane”: Hallby Sübyan Koğuşu’ndan Dokuz Haiku), 1959, Tomas Tranströmer. New Selected Poems (Yeni Seçilmiş Şiirler), Bloodaxe Books Ltd, 1987.
^