2018 DÜNYA KUPASI: KİM KAYBETSİN, NE KAZANSIN –7

Yücel Göktürk
20 Temmuz 2018
SATIRBAŞLARI

Pasolini’nin şiir-nesir ayrımı günümüz futbolunda geçerliliğini koruyor mu? Finalde ne oldu, niye öyle oldu? Kazanan neydi, neyin habercisi oldu? “Futbol Taktikleri Tarihi”nin yazarı Jonathan Wilson neler öngörmüştü, Arjantin’in eski golcüsü altın kalem Jorge Valdano olup biteni nasıl yorumluyor? Kupa bitti, tefrika sürüyor. Yedinci bölüm huzurlarınızda…
Mohamed Mrabet

 

Final öncesinden başlayalım. “Tekrarlayalım: Tefrikanın dördüncü bölümünde şöyle demiştik: Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.”

Ve sözü, “Totemimiz Blondie olsun: One Way or Another (Öyle veya Böyle)…” diye bağlamıştık. Oradan devam edelim. Öyle veya böyle, Fransa şampiyon.

“Skor 3-1” demiştik, 4-2 oldu. Lloris’in Arjantin kalecisi Caballero’yu aratmayacak gafletle –deja vu– Hırvatistan’a bir gol hediye edeceğini nereden bilebilirdik?

Ve Mandžukić’in, Dünya Kupası finallerinde şimdiye kadar hiç görülmeyen bir şey yapacağını, kendi kalesine gol atacağını…

Hırvatistan’ın “kısmet faktörü” kotasını doldurduğunu İngiltere maçından önce söylemiştik, ama bu kadar da aleyhlerine döneceği akla gelir miydi? “Mandžukić kısmetsizliği”nin teri kurumadan “Perisić kısmetsizliği” sahne aldı. 28’de nefis şutuyla beraberliği sağlayan Perisić, on dakika sonra, ayağıyla yaptığını eliyle geri aldı, “tartışmalı” penaltıya sebebiyet verdi.

“Tartışmalı” diyoruz, medyada öyle dendiği için, tartışmalı bir tarafı yok aslında. VAR olmasaydı, hakem çalsaydı, tartışmalı olabilirdi. Hakem çalmadı, uyarıldı, gitti inceledi. O orada, biz burada defalarca izledik. Düşündüğümüz gibi oldu, hakem penaltı noktasını gösterdi. Bir hakem, Dünya Kupası finali emanet edilmiş bir hakem, bir pozisyonu, ekranda dikkatle izleyip bir karar veriyorsa, o karar “tartışmalı” olamaz artık. “Gözünden kaçırması” veya, yeni popüler deyişle, “pozisyonu süzememesi” söz konusu olamayacağına göre, olsa olsa hakem tartışmalı olabilir. Ki, öyle bir durum da yok. Kapa parantez.

Dönelim final öncesine, tefrikanın altıncı bölümünün son satırlarına:  

Şunu da tekrarlayalım: ‘Hepsi ve her şey bir yana, Griezmann’ın güzelliği bir yana. Griezmann kupayı kaldırırsa hepimiz kaldırmış sayılırız.’ Ve şunu da: ‘Kısmet faktörü daha ne kadar Giroud’nun aleyhine çalışacak? Fransa kupayı Giroud ile alırsa şaşırmayalım.’ Öyle veya böyle… Giroud ile ve/veya başka “bleu”lerle. En güzeli hem Giroud hem Griezmann. Ve de belki Mbappé.”

“Skor 3-1” demiştik, 4-2 oldu. Lloris’in Arjantin kalecisi Caballero’yu aratmayacak gafletle –deja vu– Hırvatistan’a bir gol hediye edeceğini nereden bilebilirdik? Ve Mandžukić’in, Dünya Kupası finallerinde hiç görülmeyen bir şey yapacağını, kendi kalesine gol atacağını…

Giroud kısmetsizliği

Griezmann oldu, Mbappé oldu. Giroud olamadı. 18. dakikada, Griezmann’ın kullandığı serbest atışta ceza sahası içine süzülen top bir kafa vuruşuyla Hırvatistan filelerine takıldığında, “Giroud mu?” diye ayağa fırlamıştık. Heyhat. Halbuki ne yakışırdı. Mandžukić’i de kahırdan kurtarırdı.

Giroud kupayı sıfır golle kapattı, ama yedi maçta da dört dörtlük oynadı. Dünyanın dört bir yanındaki skor yazarları –ve tabii TRT yorumcuları– siftahsızlığını vurgulayıp durdu, ama gören gözler gördü, Giroud Fransa’nın şampiyonluğunda hatırı sayılır bir payın sahibiydi.

“Gören gözler” dedik, Hürriyet yazarı Kenan Başaran’ın şu tweet’ini burada kayda geçirelim: “Fransa’nın kilit oyuncusu kim? Sakın Giroud olmasın! 98’de hiç gol atamasa da Guivarch ısrarla oynatıldı ve şampiyon olundu. Giroud da gol atamadı, ama ısrarla oynatıldı ve yine şampiyon olundu. ‘Gizli görevli’ydi zira.”

Guivarch bahsine bir parantez açalım. Guivarch o sezon Fransa’da gol kralıydı ve elde başka santrfor yoktu. Guivarch’ın en parlak sezonu oydu, bir daha o noktaya hiç gelemedi. ‘98’de kendisinden beklenen gol atmasıydı sadece. Giroud’dan beklenen ise bütüncül bir şeydi. Ve onu hakkıyla yerine getirdi. İlaveten gol atması pastanın üstündeki çilek olurdu, olamadı. Belçika maçında Mbappé’nin Socrates’vari mükemmel pasını filelere gönderse çok yakışırdı.  

63. dakikaya gidelim. Ceza sahasının sol köşesinde Giroud’nun nefis “pas rövaşatası”na. Griezmann çok müsait durumda topla buluştu, Brozovic’in son andaki o kritik ayak koyuşu olmasa, Fransa dördüncü golü daha erken bulacaktı.

Kabare’ye gidelim: “If You Could See Her Through My Eyes (Onu Benim Gözümle Görebilseydiniz)”.

Pogba farkı

“Veya başka ‘blue’ler” kategorisinden sürpriz bir isim çıkageldi: Pogba. Fransa’nın 4-2-3-1 dizilişinde, defans dörtlüsünün önünde Kanté’yle birlikte görev alan Pogba, mevki gereği hücum bölgesine uzaktı, ama hazırlanışı ve yapılışı bakımından kupanın en güzel gollerinden birine, finalin en kritik anlarında imza attı. İkinci devrenin ilk çeyreğinde, 2-1 yenik durumdaki Hırvatistan beraberliği yakalamak için tüm hatlarıyla yüklenirken geldi o harikulâde gol.  

Ceza sahası önünde kesilen Hırvat atağında aldığı topu, rakip ceza sahasının sağ çaprazındaki Mbappé’ye –mesafe dikkate alındığında– parmak ısırtan bir isabetle pas olarak gönderdi. Sonraki görüntü Mbappé’nin ceza sahasına girip sağ çizginin iki adım gerisinden içeri kesmesi, Griezmann’ın kaleye sırtı dönük aldığı topu sol ayağıyla kontrol edip ceza sahasının yayına doğru yuvarlamasıydı. O anda görüntüye Pogba girdi. Mbappé’ye attığı pasın peşinden attığı deparla yarı sahayı kat ederek orada bitivermişti. Yayın üstünde sağ ayağıyla kaleye vurdu, top defanstan döndü, önüne düştü. Bu defa ceza sahası çizgisinin üstünden sol ayağının içiyle Subašić’in sağına, köşeye taktı: 3-1.

Fransa’nın kupayı kazanacağı o an belli oldu. Altı dakika sonra, 65’te Mbappé’nin enfes vuruşu galibiyeti perçinledi. 69’da, Lloris’in inanılmaz aymazlığı Hırvatistan’ı oyunda tutsa da, bizi 20 küsur dakika diken üstünde oturtsa da, Fransa şampiyonluğunu ilan etmişti.

Aslında pekâlâ 5 de olabilirdi. 90+3’te Vrsaljko’nun Griezmann’ı çaresizce biçmesiyle kazanılan serbest atışta, penaltı noktası civarında bomboş pozisyonda kalan Pogba, bir kez daha zor olanı, ama bu defa lokum gibi gelen topu ıskalayarak yaptı.

Biraz da kendisini dinleyelim…

Dört husus, iki ironi

Maçın öncesinde, Futbol Taktikleri Tarihi (İthaki, 2017) kitabının yazarı Jonathan Wilson, Finali Kazandıracak Veya Kaybettirecek Dört Husus başlıklı yazısında, şu sıralamayı yapıyordu: 1) Mbappé’yle başa çıkabilmek 2) Kanatlardaki asimetri 3) Orta sahada devlerin savaşı 4) Mandžukić tehdidi.

İlkinde, Hırvat defansının İngiltere maçında Sterling karşısında bocalayışını örnek veriyor ve Mbappé’nin Sterling’den sadece daha hızlı değil, daha güçlü ve gol yollarında daha etkili olduğunu vurguluyordu. Fransa’nın üçüncü ve dördüncü golleri Wilson’ın uyarısını doğruladı, Hırvat defansı Mbappé’yle başa çıkamadı.

İkincisi, iki takımın da ağırlıklı olarak aynı kanattan (Hırvat ataklarının yüzde 45’i sol, Fransız ataklarının yüzde 42’sinin sağ kanattan olduğunu belirterek) hücum geliştirdiğini, Strinic-Perisić ikilisiyle Pavard-Mbappé ile karşı karşıya geleceğini, bu kanattaki mücadelenin ve forvetlerin beklerine vereceği desteğin maçın kaderini etkileyeceğini söylüyordu. İki forvet de bu bakımdan aksadı, Mbappé’nin Pavard’ı, Perisić’in Strinic’i desteksiz bıraktığı anlar oldu, Hırvatistan’ın beraberlik golü, Fransa’nın üçüncü golü böyle anlarda geldi. Fakat ironik bir durum da söz konusu, Fransa’nın kazandığı penaltı, Perisić’in defansa destek verdiği anlardan biriydi!

“En talihsiz” oyuncu ödülü olsa, herhalde tartışmasız Mandžukić’e giderdi. “En artist” tartışmasız Neymar, “en çamur” elbette Ramos, hemen arkasından Pepe. “En klâs” tabii ki Pogba. Ve hemen ardından Griezmann. “En dikkat çekici” Mbappé. “En çalışkan” Kanté.  

Üçüncü hususa, Wilson şöyle diyerek başlıyordu: “Pogba turnuvayı mükemmel götürüyor. Topla gereksiz oynamalara, artistik numaralara kalkışmıyor. Oyun disiplinine riayet eden bir Pogba bu. Kanté’nin olağanüstü enerjisi ve solda Matuidi’nin desteği sayesinde, orta sahanın anahtar oyuncusu. Şimdiye dek Hırvatistan’ın başarılarında merkezi rol oynayan Modrić karşısında en kritik sınavını verecek.”

Devamında, Modrić’in 63 kilometreyle kupanın en çok koşan oyuncusu olduğunu, maç başına ortalama 2.7 anahtar pas yaptığını vurgulayan Wilson, “Modrić’i durdurmak Hırvatistan’ı durdurmak anlamına gelmez, ama onu etkisiz kılmak Hırvat sistemini aksatmak demektir” diyordu. Tam da öyle oldu, Fransa orta sahası Modrić’in ceza sahası civarına sokulmasına, anahtar paslar atmasına müsaade etmedi, Hırvat sistemini aksattı, Modrić maçın büyük bölümünü hazırlık paslarıyla sınırlanmış olarak geçirdi. Ezcümle, “devlerin savaşı”nı Pogba kazandı.  

Dördüncü husus Mandžukić’in hava hâkimiyetiydi. Bir ironi daha: O hava hâkimiyeti Hırvatistan’ın aleyhine oldu!

Sözü DJ Tarkan Teymen’in final gecesindeki tweet’ine bırakalım:

“O halde teselli 90’ların efsane Hırvat grubu Pips, Chips & Videoclips’ten gelsin. ‘Kako si gluuuup, kako si gluuup’…”

Deschamps ve geleceğe bakış

Son düdükten sonraki anlar görülmeye değerdi. Ama tabii çok azına tanık olabildik, TRT adeti olduğu üzere, tabakhaneye reklam yetiştirme telaşındaydı. Sahaya dönüldüğünde ortalık durulmuştu, ödüller konuşuluyordu.

En iyi oyuncu ödülüne hakkıyla Modrić lâyık görülmüştü, en iyi kaleci Belçika’nın file bekçisi –o da hakkıyla– Curtois seçilmişti, gol kralı altı golle Harry Kane’di.

“En talihsiz” oyuncu ödülü olsa, herhalde tartışmasız Mandžukić’e giderdi. “En artist” tartışmasız Neymar, “en çamur” elbette Ramos, hemen arkasından Pepe. “En klâs” tabii ki Pogba. Ve hemen ardından Griezmann. “En dikkat çekici” Mbappé. “En çalışkan” Kanté.  

Pozitif “en”ler arasında bir çırpıda aynı ekipten dört isim sayabildiğimize göre, şampiyonun o ekip olması şaşırtıcı değil. “En iyi hoca” kategorisinde Oscar Tabarez (Uruguay), Gareth Southgate (İngiltere), Roberto Martinez (Belçika) Janne Andersson (İsveç), Zlatko Dalic (Hırvatistan) gibi isimlerin arasından Didier Deschamps’ın ipi göğüslemesi de öyle.

İki sene öncesine, Euro 2016’nın finaline zaplayalım. Portekiz’e uzatmada 1-0 kaybeden Fransa’nın 11’inde, 2018 kadrosundan altı isim vardı: Lloris, Umtiti, Pogba, Matuidi, Griezmann, Giroud… Kanté kulübedeydi. Deschamps o isimlere defansta Pavard, Varane, Hernandez’i, forvette Mbappé’yi ekleyerek dünya şampiyonu kadroyu kurdu.

Şimdi 2022’ye bir projeksiyon yapalım, bu kadronun Lloris (32), Giroud (32), Matuidi (31) dışındaki oyuncularının dört yıl sonraki yaşlarına bakalım.

Pavard: 26, Varane: 29, Umtiti: 28, Hernandez: 26, Pogba: 29, Kante: 31, Griezmann: 31, Mbappe: 23.

Matuidi’yi replase eden Bayernli altın yedek Tolisso: 28, grup maçlarında iki kez ilk 11’de oynayan Barcelonalı Dembélé: 25, Danimarka karşısında ilk 11’de yer alan Monacolu Lemar: 27, hemen her maçta sonradan oyuna giren “joker”, Lyonlu Fekir: 29.

2022’de, Griezmann dışında, hepsi 30 yaşın altında ve çok daha tecrübeli olacak. Bu düzineye yeni yıldız adayları da eklenecek elbette. Hem oyuncu hem hoca olarak Dünya Kupası kazanan Zagalo ve Beckenbauer’in yanına bu kupada adını yazdıran Deschamps’ın, 2022’de Fransa’yı üst üste iki kez şampiyon olan üçüncü takım (1934 ve 1938’de İtalya, 1958 ve 1962’de Brezilya) yapması ve iki dünya şampiyonluğu yaşayan İtalya’nın efsane hocası Vittorio Pozzo’nun rekorunu egale etmesi zayıf ihtimal değil.  

Evet, dört yıl sonrasını konuşmak için çok erken, ama Jorge Valdano’nun altını çizdiği üzere, Fransa’nın her şampiyon gibi yeni bir trend yarattığı ve bunun mimarının Deschamp olduğu da ortada. 98’in şampiyonu Fransa’nın kaptanlığını yapan Deschamp’ın liderlik vasfı, o günlerde takım arkadaşı, bugünlerde yakın aile dostu olan, futbolu bıraktıktan sonra sivil toplum aktivistliği ve futbol yazarlığıyla iştigal eden Marcel Desailly’nin (otobiyografisi Kaptan, Profil Yayıncılık, 2014) vurguladığı bir boyut.  

Futbolcularla kurduğu dostane ve “ağabeyce” ilişki ekranlara ve yazılı medyaya aksetmişti aksetmesine ama, en belirgin tezahürleri final maçı sonrasındaki basın toplantısını “basan” oyuncuların Deschamp’a şampanya banyosu yaptırmaları ve Elyseé sarayının önünde, Pogba’nın baş solistliğinde söylenen “N’Golo Kanté” şarkısının görüntüleriydi.

 

“Tiki-taka”dan “tiki-tiki”ye

Valdano’nun sözünü ettiği trende gelirsek… İspanya ve Almanya’nın şampiyonluklarıyla sonuçlanan son iki Dünya Kupası’na ve son on küsur seneye damgasını vuran “tiki-taka”ydı. “Topa sahip olan maçı da, kupayı da alır” şiarlı bu trend, İspanya ve Almanya’nın erken vedasının imlediği üzere, miyadını doldurmuş görünüyor. Bu trendin eşlikçisi “star merkezlilik” keza. Brezilya’nın, Arjantin’in, Portekiz’in erken elenişleri de bunu imliyor.    

2018’in ideal finalinin Fransa-Belçika olduğunda herkes hemfikirdir herhalde. Kura azizliği olmasa büyük ihtimalle öyle olacaktı zaten. Fransa-Belçika ekolünün önümüzdeki dört yılın trendi olacağı söylenebilir pekâlâ.

Belçika’nın yabana atılmayacak yıldızları vardı, ama oyunları “yıldız merkezli” değildi. Fransa’nın keza. Çok-merkezli oyun içinde, yıldızlar çok-yönlü işlevler ifa ediyordu. İki takım da yıldızların yaratıcılığına bağımlı değildi, yaratıcı takım oyunu onların yaratıcılığına alan açıyordu. Ve de tersi: Yıldızlar yaratıcı takım oyununa alan açıyordu.

Belçika’da Hazard – De Bruyne – Lukaku üçlüsü, Fransa’da Griezmann – Pogba – Mbappé – üçlüsü böyleydi.

Kulüp takımlarında yedek kulübesinin gediklisi durumundaki Fellaini ve Chadli Japonya ve Brezilya maçlarında yıldızlaştı. Fransa’da ise kanat bekleri Pavard’la Hernandez, orta sahada ise Kanté, Matuidi ve –onun yerine oynadığında– Tolisso eleme turlarında öne çıkan isimler oldu.  

“Tiki-taka”ya gelelim. Evet, “topa sahip olmak” önemli, ama sahip olunan topla ne yapıldığı daha önemli. Topu sahada enlemesine gezdirmekle, küçük üçgenler kurmakla –hele elde bitirici al-ver’ler yapacak bir Xavi, driplingle rakip eksiltecek, derinlemesine oynayacak diri bir Iniesta yoksa–, “al gülüm-ver gülüm”le değil kupa, maç kazanmanın mümkün olmadığı görüldü.

Tiki-taka’nın “pası pas için yapmak”, “topa sahip olmayı her şeyin üstünde tutmak”, “top kaybetme riskine girmemek için yaratıcı hamlelerden kaçınmak” gibi defolarla giderek kendi karikatürüne, “tiki-tiki”ye dönüştüğünü söyleyen Valdano’nun ifadesiyle, “dile mükemmel hâkimiyeti olan bir yazarın ne demek istediğini unutması” ya da daha Türkçesi, “edebiyat yapmak”tan, lafı eveleyip gevelemekten bir türlü sadede gelemeyen kalem erbabı misali, İspanya yüzde 71.3, Almanya yüzde 67.3 topa sahip olma oranlarıyla kupaya veda etti. Ama topla “az ve öz” oynayan Fransa topa sahip olma oranı yüzde 60-70’lerde gezinen rakiplerini, Arjantin’i, Belçika’yı, Hırvatistan’ı yenerek şampiyon oldu.

Bu kupada, driplingin önemi bir kez daha ortaya çıktı. Seyir zevkiyle –“hatice”yle– neticenin buluşması olarak dripling.

Epiküryen “hatice” ve netice

Az önce, “dripling”den dem vurduk. Bu kupada, driplingin önemi bir kez daha ortaya çıktı. Seyir zevkiyle –“hatice”yle– neticenin buluşması olarak dripling.

İngiltere’nin tribünlere ve ekran başındakilere gol heyecanı yaşattığı anlar, Sterling’in rakip defansların dengesini bozan driplingleriydi. Belçika’yı yarı finale taşıyan Hazard’ın, De Bruyne’ün, Lukaku’nun pozisyon yaratma odaklı driplingleriydi. Hırvatistan’ı üç 120 dakikalık maçın her birinde oyunda tutan, teslim bayrağını çekmemelerini sağlayan şey Modrić ve Rebić’in ve kısmen Rakitić’in alan kazandıran driplingleriydi.

Ve nihayet, Fransa’ya şampiyonluğu getiren ise Griezmann ve Mbappé’nin gol yollarını açan driplingleri, Pogba’nın rakibi oyundan düşüren ve takıma inisiyatif kazandıran driplingleri, Matuidi, Hernandez ve Pavard’ın atak başlatan driplingleriydi.

Andığımız dripling tarzlarının hepsi birer işlev, her biri ayrı seyir zevki veren işlevler. Ve burada da, pas bahsinde olduğu gibi, aynı Epiküryen kural geçerli: İfrattan ve tefritten kaçınmak. Çok dripling de çok pas gibi, az dripling de az pas gibi, temel işlevleri sekteye uğratıyor. İlk dört sırayı alan takımlar, aşağıdan yukarıya doğru, bu Epiküryen dengeyi en iyi kuranlardı. Çeyrek finallerde elenen takımlara, Rusya’ya, İsveç’e, Uruguay’a, Brezilya’ya baktığımızda, ilk üçünde kıt dripling-fazla pas, Brezilya’da ise fazla pas-fazla dripling kendini gösteriyor –bu bakımdan Brezilya’ya “ifrat kurbanı” denebilir. Neymar her haliyle bu durumun simgesi.

İlk üç sıra bu “akordeon” takımlardan oluştu. Hırvatistan’ı, Belçika’yı (özellikle Brezilya maçında) ve Fransa’yı gözümüzün önüne getirelim. Özellikle finaldeki üçüncü ve dördüncü golleri…

 

Akordeon ile şiir-nesir

Pas, dripling, bunlar topla yapılanlar, bir de topsuz oyun diye bir şey var. Ve tabii top rakipteyken yapılanlar. Her biri ayrı konu, bir dizi başlık. Ayrıntılarına girmeyelim, hepsini bir arada düşündüğümüzde, bu kupada kaybeden kendi suretinin silik kopyasına dönüşen tiki-taka ve yıldız merkezli sistemler, kazanan ise çok-merkezli Epikürcülük oldu. Ya da Valdano’nun güzel deyişiyle, akordeon misali kapanıp açılan takımlar.

İlk üç sıra bu “akordeon” takımlardan oluştu. Hırvatistan’ı, Belçika’yı (özellikle Brezilya maçında) ve Fransa’yı gözümüzün önüne getirelim. Özellikle finaldeki üçüncü ve dördüncü golleri… “Akordeon”un zirvesinin final maçına denk gelmesi bu hakikatin altının çizilmesi bakımından ideal durumdu.

Bu arada, Almanya önündeki Meksika’yı, İngiltere önündeki Kolombiya’yı da hatırlayalım. Ve fakat “akordeon”u kontra-atak futboluyla karıştırmayalım. “Açılma” anları ani karşı ataktan ibaret değil: Rakip ceza sahası önünde set oyunu kurarak ofansif “notalar” arasında dolaşarak bitirici vuruş arayışı.

Buradan Pasolini’ye geçebiliriz. Futbolu “zamanımızın son kutsal ritüeli” olarak tanımlayan Yeni Gerçekçilik akımının ayrıksı yönetmenine. Madem söz sinemaya geldi, araya bir Godard parantezi girelim. 2006 Dünya Kupası’na dair yorumlarından biri: “İsa’nın çarmıha gerilmesinde 17 kişiydiler, Hamlet’in prömiyerinde 150, Dünya Kupası finalinde iki milyar.”

Pasolini’nin Latin Amerika futbolunu şiire, Avrupa futbolunu ise düzyazıya benzettiğini hatırlatan Valdano, küreselleşmeyle birlikte birçok şeyin yer değiştirdiğini şu örnekle özetliyor: “Pep Guardiola’nın takımları şiir, Diego Simeone’in takımı nesir oynuyor.”

1970’lere kadar Pasolini’nin dediği gibiydi, genel kabul bu yöndeydi. Ama bu benzetme, Valdano’nun altını çizdiği üzere, çoktandır geçerliliğini yitirmiş durumda. 1970’lerin başında Cruyff’lu Ajax’ın zuhur etmesiyle ve sonrasında, 1990’larda, küreselleşmeyle birlikte, şiir-nesir ayrımı kıtasal bir sosyo-kültürel farklılığa dair olmaktan çıktı, kulüplere ve –o kulüpler ülke futboluna damgalarını vurduğu ölçüde– ülkelere dair bir farklılık haline geldi. Bkz. Barça, bkz. Arsenal-Wengerball, bkz. ’98 şampiyonu Fransa, 2010 şampiyonu İspanya. Ve bkz. 2018’in üçüncüsü Belçika, ikincisi Hırvatistan ve şampiyonu Fransa. Şiir Avrupa’ya göç etti.

Andığımız kupaları şiir kazandı, ama şiir illa düzyazıya üstün gelecek diye bir şart yok. 2002’yi, 2006’yı, 2014’ü nesir kazanmıştı. Almanya ve İtalya’nın nesirci olduğu malûm. Ama Brezilya da artık o tarafta. Keza Arjantin ve Uruguay.

Elbette, “nesir var, nesir var”. Edebi olan da var, felsefi olan da, bilimsel olan da. Okuması zevkli olan da var, sıkıcı olan da.

Lineker’in ünlü sözündeki Almanya, andığımız üç nesir türünü harmanlayarak “hep kazanan” olageldi. Kâh zevk verdi kâh sıkıcı oldu. İtalya keza. Ve 1970’ler sonrası Brezilya, ’78 sonrası Arjantin…

Ezcümle, mesele şiirin düzyazıya üstünlüğü değil: Düzyazının kendi iç kriterlerinden geçer not alamaması. İtalya’nın kupaya katılamaması, Almanya’nın gruptan çıkamaması, İspanya ve Portekiz’in çeyrek finali, Brezilya’nın yarı finali görememesi ondandı. Her biri nesir türlerinin arasına sıkışıp “ne o ne o” oldu, yeni bir söz üretemedi, eski sözü yeni bağlamda tekrarlamaya başladı.

Pasolini, Latin Amerika futbolunu şiire, Avrupa futbolunu ise düzyazıya benzetmişti. 1970’lere kadar öyleydi, genel kabul bu yöndeydi. Ama artık bu benzetme geçerliliğini yitirmiş durumda epeydir.

“İkinci Yeni” ve hiphop

“Yeni bağlam” tiki-takanın ve yıldız merkezliliğin alternatifinin –anti-tezi de diyebiliriz– sahneye çıkışı. Barcelona, Bayern ve PSG’nin Şampiyonlar Ligi’ndeki durumunu göz önüne getirelim. Bu yeni bağlamda eski nesir başarı kazansaydı, asıl sürpriz olurdu.

Neticede şiir kazandı. Ama bu da “eski şiir” değil. Şarkı sözüne daha yakın.

Sevenlerini kızdırma pahasına “İkinci Yeni” de diyebiliriz. Sevmeyenlerini kızdırma pahasına da “hiphop”. Kimi hiphopçuları kızdırma pahasına da “akordeonlu hiphop”.      

“Kızmak”tan bahis açılmışken… Fransa’nın şampiyonluğuna kızan çok oldu nedense. “Nedense” lafın gelişi ve “neden”ler başka bir yazının konusu. Halbuki ne güzel oldu: Şiir kazandı. Takım ruhu kazandı. Çok-renklilik kazandı. Eşit yurttaşlık fikri kazandı. Kardeşlik fikri kazandı. Sağcılar çatladı. Daha ne olsun…

Akordeonlu bir kutlama yapalım, Fransa’nın sağlam grubuna, “Yeşil Zenciler”e, Les Negresses Vertes’e bağlanalım:

^