TOPLUMSAL AFET SİYASETİ VE İSTANBUL KANALI

Deniz Özgür
28 Mart 2020
SATIRBAŞLARI

Covid-19 salgınına ve karantinaya rağmen İstanbul’da kanal hevesi dinmek bilmiyor. Kanalın iki köprüyü kapsayan ilk ihalesi bu şartlar altında dahi yapılabildi. Ulaştırma ve altyapı bakanının görevden alınması bu ihaleye bağlansa da, bu dehşetengiz senaryonun tekrar tekrar önümüze sürüleceği aşikâr. Ancak salgın günleri de gösteriyor ki, bu projeyi ele alış biçimi, toplumsal ve kentsel muhalefetteki arazlara da dikkat çekiyor.
Maskeli ihale: Gerçekten bu da oldu…

Korona virüsü salgınından hemen önceki haftalarda, temcit pilavı gibi ısıtıla ısıtıla gündemimize getirilen, korona günlerinde de ilk ihalelerinden biri yapılan İstanbul Kanalı projesi [1] her ne kadar Elazığ depremi gibi ağır bir gündemle ve arkasından gelen başka felaketlerle (Van’daki çığ, İdlib ve asker ölümleri, koronavirüs gibi) arka plana düşse de, belli ki ilerleyen günlerde önümüze gelmeye ve hepimizi esir almaya devam edecek. Bu yazı, kanal meselesine bugüne dek yaklaşıldığının aksine, ters bir perspektifle bakmayı deneyecek. Yazıya başladığım sırada derdim esasında afet hazırlıkları ve toplumsal örgütlenme üzerine bir şeyler karalamaktı. Ancak, İstanbul kanalı gündeme geldiğinde muhalefetin sergilediği bazı haller bu konuya girme gerekliliğini doğurdu, tam da afet meselesinin önemine dikkat çekmek için! Yol uzun, henüz sürecin başındayız, dolayısıyla bu kanal daha çok su kaldıracak!

İstanbul Kanalı Projesi bir bölgesel felaket tasarımıdır. Bu nedenle İstanbul genelinden ziyade daha bölgesel bir bakışa ihtiyaç var.

Öncelikle, Tayyip Erdoğan’a hakkını teslim ederek başlayalım. Ülkenin gündemini yine en tepeden belirlemeyi ve bütün toplumu esir almayı başardı. Gündem belirleme yetisi siyasi mücadelede yabana atılmayacak önemli bir nokta. Ancak, bu yeti tek taraflı da işlemiyor hiçbir zaman; karşılıklı bir ilişkisellik içinde ortaya çıkıyor. Yani, karşıdan gelen hamleyi nasıl karşıladığınızdır önemli olan. Muhalefetin bu süreçte başarılı olduğunu söylemek ise çok zor.

Ne gibi bir yöntem izlenebilirdi sorusunun üzerine düşünmek bu yazının esas derdini oluşturuyor. Ve bu derdi ne kadar sarih dile getirebilirsem, önümüzdeki uzun mücadele sürecine o kadar katkı koyabilmeyi umuyorum.

İstanbul Kanalı Projesi

Projenin ortaya koyacağı tahribata, yol açacağı onulmaz sonuçlara değinmeyeceğim. İşin bu boyutuyla ilgili bir sürü rakamı ve bilgiyi zaten birçok yerde görüyor, okuyorsunuz. Ben daha çok projenin bütünlüklü bir değerlendirmesinin gerekliliğine vurgu yapacağım.

Söz konusu proje, İstanbul’un akciğerleri dediğimiz kuzey bölgesinin yapılaşmaya açılmasına ve tamamen yok olmasına neden olacak, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı ile birlikte entegre mega projeler toplamının bir parçası. Bu yönüyle esasen İstanbul’un ekolojisinin çöküşünün sürdürülmesi anlamını taşıyor. Burada bütünlüklü ve “plan”lı bir çöküş söz konusu.[2] Dolayısıyla, salt kanal lafı ederek bile bu çöküşün bütününün algılanmasının önüne geçmiş oluruz.

Sadece buradan yola çıkarak bile, onaylanan İstanbul Kanalı nihai ÇED raporunun, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı projelerinin söz konusu alana, yani İstanbul’un kuzeyine etkisini görmezden gelmesiyle tamamen bilimsellikten uzak olduğunu ve dolayısıyla çöpe atılması gerektiğini söyleyebiliriz. Üçüncü Köprü için ormanın bir bölümünü yok ediyorsun, sonra Üçüncü Havalimanı’nın ÇED raporunda daha önce yok ettiğin orman için “ee burası zaten orman değil ki” diyorsun. Üzerine geniş bir ormanlık alan daha yok ediliyor, sonra da kanal ÇED raporunda bu sefer havalimanı için yok edilen ormanlar görmezden gelinerek yine “buralar orman değil ki” denebiliyor. Aslında bu üç projenin süreçleri birbirinden ayrılarak kuzey ormanlarının yok edilişi gözden kaçırılmak isteniyor. Bütünlüklü bakış tam da bunu ortaya koymak için gerekli.[3]

Bir diğer husus, söz konusu projenin etkisinin İstanbul’dan ibaret olmayıp bütün Marmara, Trakya ve Karadeniz’e kadar uzanıyor olması. Bu da meseleye sadece İstanbul’dan bakmanın eksikliğini ve yanlışlığını ortaya koyuyor. Bir bölgesel felaket tasarımıdır söz konusu olan. Bu nedenle İstanbul genelinden ziyade daha bölgesel bir bakışa ihtiyaç var.

Kanal İstanbul projesini protesto için oluşturulan insan zinciri, Avcılar, Ocak 2020

İBB ve Ekrem İmamoğlu’nun duruşu

İstanbul Kanalı gündeme gelir gelmez, İmamoğlu başkanlığındaki İBB yönetimi net bir tavır alarak başarılı bir adım atmıştır diyebiliriz. Bu konuda eğilip bükülmeden tavır koymak önemlidir. İlk günlerde İmamoğlu’nun ağzından da çıkan referandum önerisi, bir süre ortalıkta dolanmışsa da şimdilik tedavülden kalkmış görünüyor. İlerleyen günlerde İstanbul Gönüllüleri adlı sivil bir topluluk adına dolaşıma sokulan “Karar İstanbul’un Olsun!” başlıklı metnin de genel kamuoyu tarafından  karşılık görmediğini söyleyebiliriz. Bu sevindirici tabii. Çünkü içinde yaşadığımız kentin hayatını bütün yönleriyle etkileme potansiyeli taşıyan bu tür projeler bilimsel, sosyal ve ekolojik ölçütlerle değerlendirilmek zorunda; anlık kararlara ve siyasi angajmanlara bırakılamaz. Elbette referandum gündemden tamamen kalkmış diyemeyiz. Önümüzdeki günlerde siyasi bir kart olarak karşımıza her an çıkabilir.

İstanbul Kanalı konusunda alınan tutumun netliği önemli olmakla birlikte, İmamoğlu’nun süreci yürütme biçiminin bazı hatalar barındırdığını söyleyebiliriz.

Muhalefet olarak, toplumla konuşmayı unutalı çok zaman oldu. Temas kurduğumuzu düşündüğümüz kesimler zaten muhalif olup bunu ifade etme, eyleme şansına sahip olanlar. Toplumun bütününe, farklı katmanlarına, özellikle yoksul ve mütedeyyin kesimlerine seslenecek bir perspektifimiz de, repertuarımız da, yöntemimiz de yok maalesef.

Hepimiz biliyoruz ki, İstanbul Kanalı Erdoğan için çok önemli bir siyasi kart. Ve hatta buna atfedilen önem, projenin hayata geçip geçmemesinden bile daha fazla. Bu kart sayesinde Erdoğan şunu başardı: Gündemi belirleyip siyasi ve olası rakipleri ile bütün muhalefeti kendisine bağlamış oldu. Kendi belirlediği oyun alanında hareket edilmesini sağladı. Ve Erdoğan’a bu katkıyı, başta İmamoğlu olmak üzere, muhalefet olarak biz yaptık. Üstelik bir başka tehlike de şu: Gezi sürecinde olduğu gibi, yarattığı karşıtlık üstünden kendi kitlesini konsolide etmeye çalışabilir.

İmamoğlu’nun bu süreçte yapması gereken, projeyle ilgili bilimsel, ekonomik, sosyal, kültürel ve ekolojik bütün itirazları sıralamaktı –ki Ya Kanal Ya İstanbul başlıklı basın toplantısıyla yaptı bunu–, ardından kendi devasa İstanbul gündemine, başta afet hazırlıklarına geri dönmekti. Erdoğan’ın polemiği kızıştırmak üzere bilinçli sarf ettiği bütün laflara kulaklarını tıkayıp tabiri caizse işine gücüne bakmalıydı. Böyle bir manevra, Erdoğan’ı istediği ve bilerek tırmandırdığı zeminden uzak tutacak ve elini boş bırakacaktı. Ancak İmamoğlu, muhtemeldir ki, kendi siyasi geleceği açısından da belirleyici olduğunu düşündüğü böylesine popüler bir meseleyi es geçmek istemedi ve bu polemiğin siyasi faydalarına odaklandı. Bu tutum ilerisi için olumsuz gelişmelere uç verebilir. Temel ve yaşamsal meselelerimiz, öyle veya böyle, dar siyasi saflaşmalara kurban edilebilir. Buna mim koyarak ilerleyelim.

Kentsel muhalefet ve çıkmazları

Gelelim aşağı katlardaki muhalefetin hallerine… İstanbul kanalının gündeme oturduğu günlerde, başta İBB olmak üzere, TMMOB, siyasi partiler ve diğer örgütlerden gelen çağrılarla yurttaşlar seslerini yükseltti, itiraz dilekçeleri elden ele dolaştı ve muhatap kurum olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı il müdürlüklerinin önünde kuyruklar oluştu. Her yapı kendi meşrebince müdürlük önlerinde basın açıklamaları yaptı. Burada anlamlı ve gerekli bir ses çıktı diyebiliriz. Bu tepkiler art arda sürerken alelacele çağrısı yapılan bir toplantıyla bir platform oluşturuldu. Yazının bu kısmında İstanbul kanalına karşı bir muhalefet örgütlemeye aday olan, başta bahsettiğim platform olmak üzere bütün dinamiklere ve aktörlere dair bazı tespitlerimi paylaşmak ve eleştirel birkaç not düşmek istiyorum.

Önce platformun isminden başlayalım: Ya Kanal Ya İstanbul. Yukarda değindiğimiz gibi, İBB’nin İmamoğlu öncülüğünde yaptığı detaylı basın toplantısıyla gündeme tekrar soktuğu bir slogan bu. Slogan ilk olarak WWF’nin (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) 2015 tarihli raporunun başlığı olarak kullanıldı. Böyle bir evveliyatı olsa da artık İBB ile özdeşleşmiş bir slogan haline gelmiştir. Bu slogan adı altında yapılan her faaliyet, her eylem kaçınılmaz olarak zihinlerde İBB’yle bağlantılandırılacaktır. Bu gerçeklik, bağımsız olmak zorunda olan kent muhalefeti açısından ciddi bir engel oluşturacaktır. Bu iltisaklı olma ya da görülme halinin muhalefete zarar verme ihtimali yüksektir. Bu da, sloganı kullanırken, dahası bu sloganı platform ismi yaparken süreç üzerine düşünülmediğini gösteriyor. Ya da daha vahimi, böyle bir özdeşlikten rahatsızlık duyulmamıştır ki, bu başlı başına politik bir sorunsal ve ayrı bir yazı konusu.

Siyasal ve toplumsal kutuplaşma bu noktaya gelmişken, bunun panzehiri olabilecek bir kent muhalefeti kendini ne zaman var edecek? Ortada bir potansiyel olduğu açık, hele bunca yoksulluk varken, ancak ne yazık ki, örgütlenme biçimi, kullanılan dil ve yöntem buna pek imkân vermiyor.

Ya Kanal Ya İstanbul sloganı, kanalın sadece İstanbul çeperinde etkili olduğu yanılsamasını besliyor maalesef. Bu tercih de kanal mücadelesinin söylem ve hareket tarzının söz konusu projenin bölgesel ve uluslararası etkisini gözden uzak tuttuğunu, içerdeki muhalefetin sınırlı ihtiyaçları ve algısıyla şekillendiğini gösteriyor.

Bir diğer ve bence en önemli mesele, muhalefetin daha yapısal bir problemi olan, iktidara seslenen, iktidarı muhatap alan ve onunla kavga eden siyaset tarzına sahip olması. Bu tarz toplumla konuşmayı, onunla bağ kurmayı öncelemekten ziyade iktidara kafa tutmayı marifet sayan dar bir yaklaşımın tezahürü. Öyle ki, söz konusu slogan her ne kadar topluma sesleniyor izlenimi verse de barındırdığı bu siyaset tarzına uygun olarak tercih edildiği kanısındayım.

Bizler, muhalefet olarak, toplumla konuşmayı unutalı çok zaman oldu. Konuştuğumuzu sandığımız, temas kurduğumuzu düşündüğümüz kesimler aslında zaten muhalif olup bunu ifade etme, eyleme şansına sahip olanlar. Yani toplumun bütününe, farklı katmanlarına, özellikle yoksul ve mütedeyyin kesimlerine seslenecek bir perspektifimiz de, repertuarımız da, yöntemimiz de yok maalesef. Çünkü böylesi daha zahmetsiz; hazır kıtalarla hareket etmek, iktidarla cepheden karşı karşıya gelmek, kavga etmek kolayımıza geliyor. Toplumun diğer kesimleriyle etkin bir bağ kurmak için çalışmaktan, buna kafa yormaktan, emek vermektense en kolayını yapıyoruz. Muhalefet etmeyi iktidara en cüretkâr lafı söylemekten, en gösterişli eylemi yapmaktan ibaret görmekten uzaklaşmanın zamanı geldi de geçiyor.

Peki, bu kitleler kent muhalefetinin kadrajına ne zaman girecek? “Şu iktidarı devirelim de sonrasına bakarız” mı diyoruz yoksa? Ya da siyasal ve toplumsal kutuplaşma bu noktaya gelmişken, bunun panzehiri olabilecek bir kent muhalefeti kendini ne zaman var edecek?[4] Ortada bir potansiyel olduğu açık, hele bunca yoksulluk varken, ancak ne yazık ki, örgütlenme biçimi, kullanılan dil ve yöntem buna pek imkân vermiyor.

AKP’yi devirme siyaset(sizliğ)i

Bahsettiğim açmazın altında yatan esas neden, muhalefet perspektifini AKP’yi, daha doğrusu Erdoğan’ı devirmeye bağlayan, ölçüsü sadece bu olan bir siyaset anlayışına demir atmış olmamız ve buradan kurtulamayışımızdır. Ekoloji ve kent odaklı örgütlenmelerimiz de bu anlayıştan payını alıyor maalesef. Kazdağları olsun, İstanbul Kanalı olsun, nereden neşet ederse etsin, büyüme potansiyeli yüksek bir meselenin odağına yaslanarak siyaset yapmaya ve bunun etkilerinden medet ummaya alışmış bu yaklaşım, bizim gerçek ihtiyacımız olan siyaset anlayışından fersah fersah uzaktır. Üstelik bu dar siyaset anlayışı için, ekolojik çelişkiler ve dinamikler bir araca dönüşüyor ve dönüştürücü potansiyelinden arındırılarak heba ediliyor.

Afete hazırlık meselesi, özellikle İstanbul söz konusu ise, altından kalkması zor, ama imkânsız olmayan devasa bir siyasi-toplumsal örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Hele kentsel muhalefet açısından denebilir ki, birinci gündem maddesidir.

Bugün, toplumsal muhalefet attığı her adımda mevcut iktidar sonrasını düşünmek zorundadır. Yetmez; iktidar değişse de, değişmese de, içinde yaşadığımız toplumsal yarılmayı gözeterek eylemek ve söylem geliştirmek durumundadır. Toplumsal kutuplaşmaya karşı panzehir üreten, günü kurtarma yaklaşımına meydan okuyan, uzun erimli bir perspektife ve yönteme sahip olan, birlikte eşitçe ve özgürce yaşama tahayyülümüzü besleyen bir siyaset anlayışına ihtiyacımız var. Elbette böyle bir siyaseti üretmek, bugünden yarına ve halihazırda varolan kurumsallaşmış anlayışlarla mümkün olmayacak. Bu nedenle, bu koşuşturmaca içerisinde bir yandan da yukarıda tarif edilen nitelikleri içerecek bir dil ve örgütlenme biçimi/biçimleri yaratılmalı.

Afet örgütlenmesi ve kent muhalefeti

Afete hazırlık meselesi, özellikle İstanbul söz konusu ise, altından kalkması zor, ama imkânsız olmayan devasa bir siyasi-toplumsal örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Hele kentsel muhalefet açısından denebilir ki, birinci gündem maddesidir, olmak da zorunda. Çünkü yapay veya yakıcı gündemlerin etkisiyle çok çabuk gözden kaçıveren bir mesele olduğu gibi, örgütsel zorluklar, özellikle muhalefette bu konunun esaslı sorunlarından, başlıklarından kaçma eğilimi yaratıyor.

İktidarın kanal kartıyla elde ettiği avantajlardan birinin de bu olduğunu düşünüyorum: Böylesi bir örgütlenme ve bütçe gerektiren yaşamsal bir konuyu gündemden uzak tutabilme yetisi. Gerçi Türkiye coğrafyası deprem meselesinin gündemden düşmesine izin vermeyen faylar kuşağında yer alıyor. Daha yeni Elazığ depremiyle bir kez daha sarsıldık ülke olarak. Ancak, sürekli sallanıp dursak da, geçici olarak yaşanan uyanış kısa süre sonra herkesin kendi gündelik geçim gailesine yenik düşüyor.

Eylül ayındaki 5.8’lik deprem sonrasını düşünün. Her yerde çeşitli etkinlikler, her siyasi yapıdan, kurumdan gelen açıklamalar, paneller, bilinçlendirme toplantılarıyla hareketli birkaç hafta geçirdik. İBB’nin deprem çalıştayı sonrasında yavaş yavaş uykuya geçtik. Konu yine uzmanlar, bilim insanları ve ilgili-gönüllü birkaç kurum ve kişinin alanına kaydı. Ta ki bir sonraki sarsıntıya kadar…

Bu döngüden çıkmak gerekliliği açıkken, toplumsal muhalefet bütün enerjisini İstanbul Kanalı’na yönelttiğinin işaretini verdi. Bununla ilgili bir anekdot anlatayım: 10 Ocak 2020’de İBB’nin düzenlediği tek günlük kanal çalıştayında, paralel oturumlar arasında mekik dokurken uğradığım kanal ve deprem içerikli oturumun sonunda şöyle bir diyaloğa tanık oldum. Ülkenin birbirinden değerli bilim insanlarının katıldığı oturum bitmiş, uzmanlar salonun dışına doğru yürüyorlardı. Ben de içlerinden biriyle iletişime geçmek için yanlarındaydım. Biri, “Erdoğan bize kıs kıs gülüyordur şu an!” diyerek içinde bulunduğumuz trajik duruma dikkat çekti. Orada olan diğerleri de bu tespiti onayladı. Yani, depremi bütün boyutlarıyla konuşmamız ve ona göre örgütlenmemiz gerekirken bize, hepimize kanalı konuşturarak esastan uzaklaşmamız sağlanıyor ve biz de buna gönüllü oluyoruz maalesef!

İstanbul kanalının ortaya çıkaracağı bölgesel tahribat yabana atılacak gibi değil. Ancak, işin önemli boyutu şu: Başta deprem olmak üzere, birçok önemli ve yakıcı gündemi örtme kapasitesi. Bu kapasitenin farkında olarak bir mücadele örgütlenmeli.

Ezcümle, karşımızdaki tehlike az buz değil. İstanbul kanalının ortaya çıkaracağı bölgesel tahribat yabana atılacak gibi değil. Ancak, işin önemli boyutu şu: Başta deprem olmak üzere, ülkedeki birçok önemli ve yakıcı gündemi örtme kapasitesi. Bu kapasitenin farkında olarak bir mücadele örgütlenmek zorunda. Fakat, muhalefet kendini kanal gündemine kaptırmış durumda.

Afet ve deprem meselesi slogan düzeyinde dile getirilerek kanal mücadelesinin kenar süsü yapılamayacak kadar önemli. “Kanala değil, depreme bütçe” diyerek en fazla slogan atmış olursunuz, ama bütün örgütlenme kapasitenizi kanala odaklanarak oluşturursanız gündeminiz de buna göre şekillenir maalesef.

Etkili, yerel düzeyde güçlü bir seferberlik başlatılması şart afet örgütlenmesi için. Bu elbette işin bir ayağı, ancak diğer ve daha önemli ayakları (kurumlar arası eşgüdüm, bina güçlendirme ve yıkıp-yeniden yapma gibi) hayata geçirmek, hızlandırmak için yaratacağınız seferberlikle ortaya çıkacak toplumsal enerjiye ihtiyacınız olacak.

Bu konuda muhalefetin gerçek ve ciddi bir hazırlığa ihtiyacı var. Bu hazırlık için de kurucu bir muhalefete, “deprem vergileri nereye harcandı”, “toplanma alanlarına ne oldu”nun ötesine geçen bir muhalefete ihtiyaç var. Kısacası, hem iktidara hem de muhalefete şunu diyebiliriz: Kanalı bırak, afete bak!

Sonuç olarak, meşhur slogandan ödünç alarak şöyle bitirelim: Deprem değil, siyasetmiş gibi görünen siyasetsizlik öldürür! Kanal mücadelesi de maalesef bu siyasetsizliğin etkisiyle yürütülüyor. Umarım, kent ve ekoloji muhalefeti olarak kendimizi bir özeleştiri süzgecinden geçiririz ve kutuplaşmayı aşan bir toplumsal dönüşüme, kurucu bir siyasete kendi cephemizden katkımızı layığınca yerine getirir, ekolojist, afet odaklı, iklim duyarlı kent ve toplum tahayyülümüz için çalışır, muktedirlerin belirlediği gündemlerin peşinde koşmayı bırakıp onları sahici gündemlere dair adım atmaya zorlayabiliriz.

[1] Kanal İstanbul, ifade tarzı olarak reklam ve markalaştırma mantığına göre seçilmiş ve dile yerleştirilmeye çalışılan bir başlık. Daha baştan bir imaj yaratarak projeyi zihinlerde meşrulaştırıyor. Bu nedenle, olayın esasına ve projeye odaklanmayı es geçmemek adına İstanbul kanalı ifadesini projeyi tarif ederken kullanmayı daha doğru buluyor ve öneriyorum. Muhalefet olarak gerçi Kanal İstanbul’u çoktan sahiplenip yaygın dolaşıma soktuk, ama belki bundan sonra daha dikkatli davranmamıza vesile olur umuduyla bu notu düşüyorum.
[2] Bu ifadeyi Mücella Yapıcı’dan ödünç aldım. İstanbul Kent Savunması, bu konuda 17 Aralık 2017’de, “İstanbul Ekolojisinin Planlı Çöküşü” başlığıyla, Yapıcı’nın sunumuyla bir etkinlik gerçekleştirmişti.
[3] Bu bilgiler de Mücella Yapıcı’nın Kanal İstanbul Çalıştayı sunumundan alınmıştır.
[4] Bu konuya daha önceki bir yazımın son pasajında değinmiş ve kent örgütlenmeleri olarak bir özeleştiri yapma gerekliliğinden bahsetmiştim.
^