Alevi-Kürt-biseksüel-trans bir kadın. Model, feminist, vegan, aktivist. “Ayrıcalıklı olandan, egemen olandan korkmak, ama öfkeli olmak ne demek” çok iyi biliyor. Terf meselesini, trans feminizmi, LGBTİ+ hareketinin kapsayıcılık zaafını, gizlenmeyi ve ifşayı, anadil sorununu, inanç konusunu, veganlığı ve daha birçok şeyi İris Mozalar’dan dinliyoruz…
Sosyal medyada bir paylaşımında “beş yıllık aktivizm hayatım boyunca tanık olduğum en dev tartışma Terf tartışmaları” diyorsun. Feminist harekette nasıl bir değişim yaratacak bu “trans dışlayıcı radikal feminizm” tartışması ya da yaratacak mı?
İris Mozalar: Feminizmde yeni bir dönem başlıyor bence bu tartışmayla birlikte. Yıllardır Terf ideolojisi yok muydu, vardı. Ana akım feminizm diğer ülkelerin çoğunda olduğu gibi, burada da trans dışlayıcıydı. Yıllardır trans kadınlar 8 Mart ve 25 Kasım yürüyüşlerine alınmak istenmedi, toplantılara gidemedi, 8 Mart komitesinde örgütlenemedi. Terf bir eğilim hep vardı, son iki yıldır adını koyduk, “bu trans dışlayıcı radikal feminizmdir” dedik. Bu tartışma Türkiye’deki feminizmde suların yönünü değiştirdi. İnsanlar şunu gördü: evet translar burada, transfeminizm burada. Ve hiçbir şey eskisi gibi değil.
“Eşitleneceksiniz” sloganı ve hashtag’i de uzunca süre sosyal medyada dolaşımda kaldı…
Eşitlik manifestosuyla “eşitleneceksiniz” sloganı LGBTİ+ hareketinin gündemine girdi. Transların cislerle, natranslarla eşitlenmesine dair bir talep. Eşitlik yoksa özgürlük de olmuyor, adalet de olmuyor, barış da olmuyor. Bu yüzden, sadece transların natranslarla eşitlenmesi değil, her alanda eşitlik. Dezavantajlı tüm grupların ayrıcalıklı gruplarla eşitlenmesine, ayrıcalıklı olanın ayrıcalıklarını bırakmasına dair bir talep.
Eşitlik ve ayrıcalıklar meselesi Terf tartışmasıyla da kesişiyor.
Şöyle bir söz var: Ayrıcalıklı olana eşitlik zulüm gelir. Onların transların bedenleri hakkında, hiç yaşamadıkları deneyimler hakkında bu kadar üstten, bu kadar nefret söylemi üreterek konuşmaları ne kadar ayrıcalıklı olduklarını gösteriyor. Trans kadınlara “erkek ayrıcalığı yaşadılar” diyorlar. Aslında, kimlerin ayrıcalıklı konumda olduğu bu tartışmalarda görüldü. Cislerin translarla eşitleneceğini fark ettiler. Bu sinir bozucu oldu ayrıcalıklı konumdakiler için. Bazı şeylerin ifşası gerekiyor. Hormonlu Domates Ödülü de mesela transfobileri, fobileri ve ayrımcılıkları ifşa etmek üzere ortaya çıkmıştı. Ve bence bu yıl transfobi ödülü olması gerektiği gibi işledi, J.K. Rowling kazandı. (gülüyor) Bu transfobi ödülü aynı zamanda kadın düşmanlığı ödülü.
Eşitlik yoksa özgürlük de olmuyor, adalet de olmuyor, barış da olmuyor. Bu yüzden, sadece transların natranslarla eşitlenmesi değil, her alanda eşitlik. Dezavantajlı tüm grupların ayrıcalıklı gruplarla eşitlenmesine, ayrıcalıklı olanın ayrıcalıklarını bırakmasına dair bir talep…
Tartışma nasıl başlamıştı?
Birkaç akademisyenin trans çocukların hormon terapisi almasına karşı metinleri çevirmesiyle başladı tartışma. Sonrasında trans kadınların, aktivistlerin, feministlerin tepki göstermesiyle genişledi, trans kadınların kadınlığını sorgulamaya, trans kadınların erkek ayrıcalığı yaşadığını iddia etmeye kadar vardı. Feminizmin içinde uzun zamandır gizli bir şekilde varolan transfobi pat diye açığa çıktı.
Tartışmayı trans dışlayıcı feministler ile trans aktivistler arasındaymış gibi görmeyi yanlış buluyorum. Bence bu tartışma trans dışlayıcı feministler ile feministler arasında. Bu tartışmada trans aktivist, trans hakları savunucusu gibi bahsedilmekten rahatsızlık duyuyorum. Ben feministim ve kadınım. Feminist bir kadın olarak Terf ideolojiye karşı duruyorum. Bu tartışma ara ara alevleniyor, ara ara sakinliyor. Ama en önemlisi, çok sayıda feminist bu sürede değişip dönüştü. Feminizm de dönüşmeye başladı, yeni bir akım gibi oldu bu tartışma. Transfeminizmle karşılaşıyor artık ana akım feminizm. Bu anlamda bu tartışma feminist hareket için bir dönüm noktası. “Trans kadınlar kadındır” sloganı yaygınlaşıyor. Trans kapsayıcı sloganlar atılıyor. Bunlar büyük kazanımlar. Kuir olmayan, trans olmayan bir feminizm artık pek mümkün değil.
Transfeminizm nerede duruyor bu tartışmada?
Feminizm ataerki ve ataerkinin getirdiği tüm ayrımcılık ve şiddet biçimleriyle mücadele etmektir. Buna heteroseksizm ve cisseksizm de dahil. Bunlar ataerkiden beslenen, ataerki ile birbirini besleyen ideolojiler. Erkeklerin ve diğer tüm ayrıcalıklı grupların ayrıcalıklarına karşı durmanın feminizmin temel ilkesi olduğunu düşünüyorum. Özellikle toplumsal cinsiyet temelinde ve ataerki altındaki dezavantajlı tüm gruplar feminizmin öznesi. Bu gruplar kim, buna ben karar veremem. Ama, transların, özellikle trans kadınların ve trans non-binarylerin dezavantajlı olduğunu biliyorum.
Mesela bazı trans erkekler kendilerini feminizmin öznesi olarak görmüyor. “Feminist değilim, çünkü trans da olsam sonuçta erkeğim” diyorlar. Bazıları ise “trans deneyimli bir erkeğim, trans deneyimimden dolayı feminizmin öznesiyim” diyor. Kendisini feminizmin öznesi olarak gören, görmek isteyen herkesin feminizmin öznesi olduğunu düşünüyorum. Transfeminizm burada devreye giriyor. Transfeminizm transların ana akım feminizm içinde on yıllardır kapsanmadığını gösteren ve bunu afişe eden bir feminizm anlayışı. Ana akım feminizmin kapsamadığı kişileri, transları kapsayarak ilerlemek isteyen bir feminizm. Feminizmler arasında hiyerarşi kuran bir anlayış var: “Transfeminizm daha yeni, ondan öğreneceğimiz bir şey yok” gibi bir tutum. Zamanında lezbiyen feministlere, siyah feministlere de benzer şeyler söylendi. Tabii transfeminizm feminizm içinde çok daha köklü bir sarsıntı yaşattı.
Feminist hareket ile LGBTİ+ hareketi birlikte ilerlemeye çalışıyor. Türkiye’de LGBTİ+ hakları aktivistlerinin çoğu feminist ya da feminist yöntemleri ve ilkeleri benimsiyor. Ama ABD ve Avrupa’da LGBTİ+ hareketi feminizmle bu kadar iç içe değil. Benim trans feminizmim ve trans aktivizmim tüm cinsiyet rolleriyle mücadele eden bir aktivizm değil. İsteyen istediği rolü benimsesin, yeter ki ataerkiyi beslemesin. Erkeklik bir ayrıcalık, ama kadınlığın yanında, ikili cinsiyetin dışında kimlikler de var. Kadınların ataerki ve erkekler karşısındaki tek dezavantajlı grup gibi görülmesi sorunlu. Non-binary’ler bazen kapsanmıyor ve hatta görünmüyor bile. Terf’ler hâlâ ikili cinsiyet içerisinde bir söylem üretiyor. İkili cinsiyet sistemi dışında kalan translar da transfeminizmin öznesidir. Bu nedenle bence transfeminizme ihtiyaç var, siyah feminizme, lezbiyen feminizme ihtiyacımız olduğu gibi. Tabii ki kuir olmayan bir feminizm mümkün olmadığı gibi. Tabii ki siyah olmayan, trans olmayan, lezbiyen olmayan bir feminizm mümkün değil. Ama bunu daha görünür kılmak için transfeminizm diyoruz ve bunu ana akımlaştırmaya çalışıyoruz.
Bu tartışma trans dışlayıcı feministler ile feministler arasında. Bu tartışmada trans aktivist, trans hakları savunucusu gibi bahsedilmekten rahatsızlık duyuyorum. Ben feministim ve kadınım. Feminist bir kadın olarak Terf ideolojiye karşı duruyorum.
Trans hareketi çok ilerledi, çok kazanımı oldu. Haliyle transfeminizm de bundan geri kalmayacaktı. Transfeminizm trans hareketin ideolojisi. Onur Haftası’nın tema metninde de deniyordu ya, sular ve transfeminizm yükseliyor diye. Gerçekten, Türkiye’de ve tüm dünyada böyle. Mesela, Rowling trans kadınlarla ilgili abuk sabuk şeyler yazmaya başladıktan sonra, Harry Potter filminin oyuncuları “trans kadınlar kadındır” paylaşımları yaptı. Büyük kazanımlar bunlar. Bizim, transların söke söke aldığı şeyler. Bilmiyorum, bu feminizmin dördüncü dalgası olabilir mi? Bunu söyleyebilecek kadar yetkin biri değilim feminizmde, ama başladığını söyleyebilirim. Translar eskisi gibi susturulamıyor, sorunları göz ardı edilemiyor. Biz buradayız ve bizim meselemiz de değerli, bunu da konuşacağız ve eşitleneceğiz.
Aslında bu tartışmayla birlikte biyolojik cinsiyet meselesi de yeniden gündeme geldi. Günlük kullanımda biyolojik cinsiyet Terf argümanlarından biriydi. Bu tartışma bu kullanımı da sorgulattı. Bu kuir’in de güzelliği. Biyolojik cinsiyetin de bir kurgu olduğunu söylemeye başladık. Toplumsal cinsiyetin kurgu olduğunda nettik, ama evet, biyolojik cinsiyet de bir kurgu. Kromozomların, eşey organlarının cinsiyet belirlemesi bir sosyal inşa, dayatma. Bunları da tıbbın, biyolojinin ne kadar cisseksist olduğunu sorgulayarak gösterdik. Tıp ve biyoloji temelindeki argümanları sorgulamamızla birlikte yeni bir akım başlıyor bence.
Biyolojik cinsiyet ve kromozom argümanlarının transfobi ürettiği çok konuşuldu. Trans kadınlar bu tartışmaları şiddet olarak deneyimlediklerine ilişkin beyanlarda bulundu. Neyin şiddet, neyin transfobi olduğunu anlatmaya çalışmanın incitici ve tetikleyici olduğunu da sıkça tekrarladılar.
Biz onları tetikleyemiyorken onların bizi tetikleyebiliyor olmaları da ne kadar ayrıcalıklı olduklarını gösteriyor. Çoğu trans kadın tetiklendiği için tartışmalara katılamıyor. Tetiklenmesine rağmen tartışmalara giren trans kadınlar var. Ve bence bu durum Terf’lere büyük ayrıcalık sağlıyor. Çünkü karşılarında travmatize olmuş ve travmatize edebildikleri bir grup var. Çok manipülatif ilerliyor bu tartışmalar, özellikle yapıyorlar bunu. Bir insanın kimliğine saygı duyulmaması en derin yaralardan biri. Trans kadınların ömürleri boyunca mücadele ettiği bir kimlikleri var. Ve buradan vuruyorlar.
Trans kadınlar toplum içinde cis-heteroseksüel dünyada kadınlıkları sorgulanırken bir de öznesi oldukları bir ideoloji ve hareket olan feminizmde bile ayrımcılığa maruz bırakılmak daha da yıpratıcı. Karşımda sanki erkek failler var da ben onlara kadınların neden dövülmemesi gerektiğini anlatıyorum gibi geliyor bir noktadan sonra. Bu çok acı. Bir noktadan sonra, ben zaten kadınım, şöyle kadınım, böyle kadınım, onlar ne derse desin diyorum. Ama bir yandan da nefret söylemi üretiyorlar, buna karşı bir şey yapmayınca bu söylem, trans kadınların dişi olmadığı argümanı git gide yayılacak.
Şu bir gerçek, ayrıcalıklı olan ayrıcalıklı olduğunu kabul etmiyor çoğu zaman. Biz kadınlığın ayrıcalıklı bir şey olduğunu söylemiyoruz, kadınlık ayrıcalıklı bir şey değil, ama cis kadınlık ayrıcalıklıdır. Benim yaşadıklarımla cis bir kadının yaşadıkları arasında, toplumsal olarak aramızda birtakım farklar varsa, birimiz cis birimiz trans olduğumuz için ben daha dezavantajlıysam, o zaman o kişinin cis kimliği ayrıcalıklıdır. Bunu kabul etmemek artık komik geliyor. Argümanları şuraya kadar geldi: Siz regl olmuyorsunuz, biz oluyoruz…
Bir de sık sık dile getirilen soyunma odası boyutu var…
2018 ya da 2019’da Onur Haftası’nda bir pankart açılmıştı; “Ben sana daha ne diyeyim” yazıyordu. Ben de bunu söylemek istiyorum. Cis ayrıcalığı, cisseksisizm bir gerçeklik. Transfobi bir gerçeklik. Cis-normativite bir gerçeklik. ABD’de bazı pankartlar gördük, “White lives matters” diye. Buraya varıyor durum.
Günlük hayatında ayrıcalıklar, dezavantajlar karşına nasıl çıkıyor?
Ayrıcalıklı olan dezavantajlı olanı fark etmiyor. Ayrıcalıklı olmak ayrıcalığı fark etmeyi zorlaştırıyor. Ben birine “ayrıcalıklı” dediğimde onda devasa bir etki yarattığını görüyorum. “Bana nasıl ayrıcalıklı dersin, bir sürü sorun yaşıyorum” gibi. Ama öyle değil işte. En ayrıcalıklı konumda da sorunlar yaşanabilir, bu birilerinden ayrıcalıklı olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Başımdan geçen bir an var. Eski sevgilimin evinde partideydik. Bir noktada beni evden kovdu. Ben de çıkıp gitmek istedim. Ve oradakilerden beni eve bırakmalarını istedim. Taksiye binmek için de taksiden sonra eve yürürken de epey bir mesafe var. Ama kimse gelmedi. Trans bir kadını gecenin üçünde evinden kovabiliyor. Bunu söylediğimde bana “ben trans bir kadını değil, seni kovuyorum” demişti. İşte bu bir ayrıcalık. Kendisi hiçbir zaman Tarlabaşı’nda gece korkarak yürümemiş. Görüldüğü üzere, dezavantajım anlaşılmıyor. Bu bir ayrıcalık. O ortamdaki kimsenin benimle gelmemesi, bunu ciddiye almaması da öyle. Ben taciz edilmemek için metrodan indikten sonra evimin önüne kadar taksiye biniyorum. Halbuki on dakikalık bir yürüme mesafesi. Bunu yapmak zorunda hissetmemek bir ayrıcalık. Ayrıcalıklar çoğunlukla hep günlük hayatta ortaya çıkıyor. İnsanın ailesiyle görüşebilir olması bile bir ayrıcalık. Psikolojik ya da maddi destek alabileceğin bir kaynağın var demektir. Aile zaten statü yükselten bir şey. Toplumsal açıdan ailenin olmasıyla olmaması arasında çok fark var. Çünkü ailesi olan insana sahip çıkılıyordur. Ev tutarken bile ailesiyle gider insanlar, neden, çünkü bir koruma, bir statü getirir. Ya da evli olan kadın evli olmayana göre toplumsal statüsü yükseldiği için ayrıcalık kazanır. Evlenebilmek evlilik eşitliğinin olmadığı ülkelerde bir heteroseksist ayrıcalık. Mesela ben kadın atandığım yerlerde erkek partnerimle el ele yürüyebiliyor ve öpüşebiliyorken bir gey çift ya da lezbiyen çift o kadar rahat öpüşemez ve yürüyemez. O noktada, benim ilişkim ayrıcalıklıdır, çünkü benim ilişkim kabul görmüştür toplumda. Bazen sadece kişi değil, durum ya da ilişkiler de ayrıcalıklı olabiliyor. Ayrıcalıklar duruma, yere, zamana göre değişebiliyor. Ben mesela, Alevi-Kürt-biseksüel-trans bir kadınım. Bu kimliklerin çoğu Türkiye’de dezavantajlı. Ben de istihdamda ve sosyal hayatta, mesela göremeyen ve duyamayan insanlardan ayrıcalıklıyım. Hepimizin bazı ayrıcalıkları ve dezavantajları var. Bunu kabul etmek gerekiyor. Ayrıcalıklarımızı, toplumsal güç ilişkilerini reddettikçe tam karşısında durduğumuz ideolojilere benziyoruz. Cis-hetero ataerki varken cis kadınların cis deneyimlerinin ayrıcalıklı olmadığını söylüyorsak, bir yanlış yapıyoruzdur. Terf argümanlar gerçekten ataerkiyi tekrar ediyor. Ataerkinin translara yaptığını yapıyor Terf’ler de.
“Trans kadınlar kadındır” sloganı yaygınlaşıyor. Kuir olmayan, trans olmayan bir feminizm artık pek mümkün değil. Ataerki altındaki dezavantajlı tüm gruplar feminizmin öznesi. Bu gruplar kim, buna ben karar veremem. Ama, transların, özellikle trans kadınların ve trans non-binarylerin dezavantajlı olduğunu biliyorum.
Senin trans deneyimin nasıldı?
20 yaşındayım, 20 yıllık bir trans deneyimim var. Trans deneyimi ve kadınlık deneyimi hep aynı şeydi benim için. Trans deneyimim kadınlık, kadınlık deneyimim transtı. Bu yüzden ikisini ayrı ayrı düşünemiyorum. Türkiye’de kadın olmak zor, benim deneyimime sahip bir kadın olmak daha da zor. İki yıldır cinsiyet uyum sürecindeyim. Ailemle aram bozuldu. Okula odaklanamadım. Bir yandan aktivist mücadeleyi sürdürmeye çalışıyorum. Tabii şunu da görmezden gelmemek gerek. Feminizmi eleştiriyoruz, ama LGBTİ+ hareketi içinde de trans kadınlar ve trans erkekler görünür değil. Ya da görünür belki, ama dertleri bilinmiyor. LGBTİ+ hareketi ve feminizm içinde de trans kadınların dertleri, sorunları duyulmuyor. Duyulmuyor, çünkü dinlenmiyor. Aktivizm hayatım boyunca bu benim için büyük üzüntü oldu hep. Neden benim derdim gözükmüyor? Benim dertlerim, benim sorunlarım nerede? Bu hareket içerisinde görülmüyor ve duyulmuyorsa nerede duyulacak? Benim trans deneyimim her yerde dezavantaj olarak çıktı karşıma. Bunu hep görünür kılmaya çalıştım. Aynı zamanda biseksüelim; transfobi bifobiden daha fazla gündemimdeyse, bunu da düşünmemiz gerekiyor trans ve LGBTİ+ hareketi olarak. Bir hiyerarşi kurma niyetim yok, ama bunun üzerine düşünelim diyorum. Biseksüel trans bir kadın olarak trans deneyimim biseksüel kimliğimin toplumsal olarak önüne geçiyorsa, trans deneyimimden dolayı daha çok yaralanıyorsam bir düşünelim.
Biseksüellik trans aktivizminde nasıl görülüyor?
Biseksüellik hep daha arka planda tutulan ve dezavantajlı görünmeyen bir kimlik. Heteroseksüel ilişkileri de içerebildiği için hep dışarıda bırakılıyor. Benim maruz bırakıldığım bifobiler genellikle trans kimliğimle birlikte geliyor. Trans hareketi biraz heteroseksist bir hareket. Kendimi hep biseksüel olarak tanımladım, küçüklüğümden bu yana. Hareket içinde bifobi pek görünmez. Özellikle trans kadınların ve trans erkeklerin biseksüel olma ihtimalleri görmezden geliniyor. Bir kadınla flört etmek istiyorum diyelim, asla böyle bir ihtimal olamaz gibi davranılıyor. Ben hetero değilim, biseksüelim diye söylemek zorunda kalıyorum. Cis bir kadın olsaydım ve aynı durumu yaşasaydım muhtemelen bana lezbiyen ya da biseksüel diyebileceklerdi. Trans binary’lerin heteroseksüel sanılması o nedenle zorlayıcı bir durum. Bifobi, heteroseksizm ve aynı zamanda transfobi.
Feminist hareket ve LGBTİ+ hareket içinde birden fazla kişiye yönelmek, biseksüel olmak, bi+seksüel olmak maalesef genelde göz ardı ediliyor. Trans kadınların lezbiyen ya da biseksüel olabilme ihtimalleri pek düşünülmüyor. Monoseksüellik ve biseksüelliğin farklı dinamikleri elbette var. Ama bazen biseksüel kadınlar heteroseksüel ilişkiler de yaşayabiliyor diye dışlanıyor. Ama yaşamıyor olabilir. Aynı zamanda cis biseksüeller sanki LGBTİ+ değilmiş gibi görülebiliyor. Ya da tam tersi. Cis biseksüel kadınlar kendilerini LGBTİ+ hareketine dahil hissedemiyor. Bence büyük bir kapsayıcılık sorunu var LGBTİ+ hareketinde.
Hep şu deniyor: Heteroseksüel ilişkiler yaşayabildiğin için ayrıcalıklısın. Hayır. Ben heteroseksüel ilişkiler yaşarsam ilişkim ayrıcalıklı olur, evet, ama ben ayrıcalıklı olmam. Çünkü biseksüelim. Yönelimim ayrıcalıklı değil. Bu hem de transfobi bence. Daha çok transfobi gibi geliyor ama. Mesela bazı trans binary’ler hemcinsleriyle ilişki yaşamaktan çok çekinebiliyor. Çünkü hemcinsleriyle ilgili derin sorunlar yaşayabiliyorlar. Direkt cinsel rol atamalar olabiliyor. Ve bu cinsel rol atamaları genital organ üzerinden de olabiliyor. Bunlar mesela büyük sorunlar trans binary’lerin hemcinsleriyle ilişkilenememesiyle ilgili.
Trans aktivistler arasında yönelimler konusunda tartışmalar var mı?
Maalesef konuşulmuyor. Biseksüellik, eşcinsellik konuşulmuyor. Ya da çok az konuşuluyor. 2019’da biseksüellikle ilgili bir foruma gitmiştim. Oradaki tek açık kimlikli trans binary bendim. Trans binary’lerin heteroseksüellik dışında bir yönelime sahip olması toplum tarafından asla görülmüyor; “zaten olamaz” bir şey gibi.
Çocukluk zamanların, aile içindeki yaşamın nasıldı?
Mersin’de doğup büyüdüm. 17 yaşıma kadar oradaydım ve hep annemle yaşadım. Babamla hayatımda 3-4 kez görüştüm. Beş yaşına kadar annem, dedem, anneannem, dayım ve ben aynı evde yaşıyorduk. Sonra anneannem öldü, herkes çalışmak için falan dağıldı. Ondan sonra, 12 yıl annemle yaşadım. Annemle ilişkim benim için zorluydu. “Kocasından ayrılıp baba evine dönen çocuklu bir kadın!” Ne kadar Alevi bir aile de olsa patriyarkadan âzade olmadığı için bunları hep yaşadı annem. Ailem tarafından çok şiddete maruz bırakıldım. “Bu çocuk neden böyle kız gibi?” diyorlardı sürekli. “Şöyle yürü, böyle yürü, şöyle konuş, böyle yapma…” Bunlar beni çok yıprattı. O yüzden çabucak üniversiteyi kazanıp bu olayın bitmesini istedim. Mersin’de etrafı gelişmiş, ama kendisi geri kalmış bir mahallede yaşıyorduk. Mahalle kültürü; herkes birbirini tanırdı. Tüm çocukluğum boyunca, sokakta oynadığım çocuklar tarafından hep zorbalığa maruz kaldım. Zor bir çocukluğum oldu. İnsanlar hep “ne kadar akıllı çocuk, ne kadar uslu” derdi. Ama dönüp baktığımda, uslu bir çocuk değilmişim, mutsuz bir çocukmuşum. O yüzden sesim çıkmıyormuş. Uslu olmamın, sessiz olmamın sebebi oydu. Travmalarla dolu bir çocukluk geçirdim. Ailemin baskıları… Hep mutsuzdum çocukluğumda.
Benim trans feminizmim ve trans aktivizmim tüm cinsiyet rolleriyle mücadele eden bir aktivizm değil. İsteyen istediği rolü benimsesin, yeter ki ataerkiyi beslemesin. Erkeklik bir ayrıcalık, ama kadınlığın yanında, ikili cinsiyetin dışında kimlikler de var. Kadınların ataerki ve erkekler karşısındaki tek dezavantajlı grup gibi görülmesi sorunlu.
Çocukken sana iyi gelen, sevdiğin, ilham veren sanatçılar, yazarlar var mıydı?
Lady Gaga. Çocukluğumda çok önemli bir figürdü. Bana kesinlikle çok ilham verdi. Şarkılarıyla, müziğiyle beni çok güçlendirdi. Glee diye bir lise dizisi var, o da bana çok güç vermiştir. Zorbalıkları anlatan ve LGBTİ+’ları içeren bir diziydi. Şimdiki yaşlarımda en çok ilham aldığım kişiler arasında şairler var. Nilgün Marmara, Lale Müldür, Didem Madak ve şarkıcı Bergen. Ve Hypathia. İskenderiye’de yaşayan bir kadın filozof. Cadı iftirası atılarak taşlanarak öldürülüyor. Duvarımda Bergen ve Hypathia’nın resimleri yan yana asılı. Bergen’in hikâyesi de bana çok güç veriyor. Bergen benim için hep çok farklı bir konumda. Güçlü ve bir yandan da arabesk de bir kadın. Bana ilham ve güç veren insanlar hepsi.
Annenle aranız şimdi nasıl?
2018 yazında beni reddetti ve bir yıl konuşmadık. Sonra tekrar konuşmaya başladık. Kabul etmiyor. Bazen arayıp kötü şeyler söylüyor. Fotoğraflarımı gönderiyorum ona, artık anlasın ve değişmeyeceğimi bilsin diye. Kabul etmiyor, reddediyor. Sürekli beni kırıyor. Bunu daha fazla kaldıramayacağımı hissedince, mesafe koydum. Annemle ilişkim artık düzelmez diye tahmin ediyorum. Ailemdeki hiç kimseyle ilişkim düzelmez. Ailesine açılan LGBTİ+’lara düzelir filan diyor. Bence bu toksik bir olumlama. Bazen de asla düzelmez, ailen seni reddeder ve ömür boyu göremezsin. Bu ihtimal hep var. Aileme dair beklentimi hep en düşükte tutuyorum, ki hayal kırıklığına uğramayayım. 17 yaşımdan beri ailesiz yaşamayı öğrendim. Tabii ki isterdim annemle bir şeyler yapalım, gelsin, beraber vakit geçirelim… Aslında, geldi bir kez. Bana çiçekli şortlar, üstler aldı. Ama ona rağmen kabul etmiyor. Böyle de garip. Bu da onun süreci. Ama artık ben kimseyi dönüştürmek ve değiştirmek için çabalamayacağım. Bu benim sorumluluğum değil. Bunu yaptıkça yıpranıyorum. Zaten zor bir hayat yaşıyorum. Hem çalışıp hem de okumaya çalışıyorum. Günlük hayatta ve sosyal ilişkilerimde sorunlar yaşıyorum… Bu durumdayken ailem yanımda değil. Bir gün hayatımı düzelttikten sonra yanımda olmak isterlerse bu kez ben onları istemeyeceğim. Zor günümde yanımda olmayan insanları iyi günümde yanımda istemiyorum. 20 yıllık hayatımda bunu öğrendim. (gülüyor)
Alevilik, Alevi kültürü, ritüelleri hayatında ne kadar yer tuttu, tutuyor?
Bu ritüellerle büyüyen son nesil oldum ailede. Anne tarafım Alevi. Hep annemle yaşadığım için Alevilik inancının baskın olduğu bir evde büyüdüm. Son nesilim derken, Aleviliği bizim ailede tam anlamıyla yaşayan kişi anneannem ve dedemdi. Aynı köyden ikisi de, kuzenler aynı zamanda. Bu anlamda kapalı bir kültür. Zamanında ailemizden Kürt-Alevi pek çok kişi Dersim’den Elazığ’a göç etti. Orada Alevi olarak çok zorlanmışlar. Elazığ çok kapalı, çok muhafazakâr, hatta radikal İslâmcı eğilimlerin olduğu bir yer. Benim gözlemim orada asimile olmaya başlıyorlar. Belki kendi istekleriyle, belki zaman içinde fark etmeden günlük hayatlarında Alevilik ritüellerinden uzaklaşıyorlar. Ama ben yine de şanslıyım, son anda yakaladım o kuşağı. Annem Elazığ’da doğup büyümüş olmasına rağmen, oradaki asimilasyona rağmen Aleviliği yaşamaya çalışırdı. Alevilik, Kürt kimliğine göre daha baskındı ailede. Hayatımda anneannemin ya da anneminki kadar Alevilik pratiğim yok. Alevilik kültüründeki etik değerleri aldım daha çok. Kullandığım dile hâlâ yansır bazı inanç kodları. Mesela biri öldüğünde “yolu ışık devri daim olsun” diyorum. Çocukluğumda yer eden şeyler… Aşure kültürü örneğin. Mersin’de yaşadığımız apartmandaki herkes Alevi ve Dersimliydi. Aşure zamanı geldiğinde tüm komşular birleşir, bahçede kocaman bir kazan aşure yapılır, bütün mahalleye dağıtılırdı. Bazı insanlar almazdı, yemezlerdi bizden herhangi bir şeyi. Çocukken bana çok garip gelirdi, 12 İmamlar’ın ismi geçtiğinde sağ işaret parmağı öpülüp alına konurdu. Kerbelâ oruçları döneminde üst komşumuz renki kıyafetler asla giymezdi, simsiyah giyinirdi. Et pişmezdi, soğan, yumurta yenmezdi. Yas hali. Küçükken de bu duyguyu algılayabiliyordum. Evimizin odalarında Hz. Ali resimleri asılıydı. Her yerde Zülfikâr sembolleri vardı. Aleviliğe ilişkin semboller, ritüeller, evimizde hepsi olurdu. Hacı Bektaş’a gidişimizi hatırlıyorum, beş yaşındaydım. Bir de, paylaşmak çok önemliydi. Yemek paylaşmak mesela, iyi bir yemek yapıldığında mutlaka komşuya da giderdi. Yoksul bir aileydik, lüks, pahalı yiyecekler olmazdı evde. O nedenle belki de, güzel bir yemek yapıldığında paylaşmak isterdik mutlaka. “Bana çocukluğumdan kalan ne?” diye düşününce, sanırım en önemlisi yaşama dair bir etik sunması. İnsanlar öyle değil belki, ama inançta, kültürde en temelinde hoşgörü var. Duygulara önem vermek, hakka hukuka değer vermek Alevilikten bana kalan değerler. Aleviliği de kapsayan bir inanca sahibim. Panteist bir inancım var. Alevi kültüründeki bazı pratikler şamanik inanışlara benziyor. Önemli kişiler ve düşünürler inanışta çok yer ediyor. Şems-i Tebrizi ve Rumi’yi çok severim. Sözler hep hayatımızda aslında. Ailem de belli şeyi yaparken, bir olay sonrasında, sofraya otururken, kalkarken hep Hz. Ali’nin sözlerini anardı. Bu nedenle belki de dil hep önemli hayatımda. Dilin ne kadar yaralayıcı ya da iyileştirici olabileceğini Aleviler bence çok iyi biliyor. Sanırım Alevi bir kültürde büyümek bana her şeyden önemlisi bir perspektif, bir etik sundu. Sevgi, bağlılık, dayanışma, eşitlik ve adalet duygusu…
Transfeminizme ihtiyaç var, siyah feminizme, lezbiyen feminizme ihtiyacımız olduğu gibi. Tabii ki kuir olmayan bir feminizm mümkün değil. Tabii ki siyah olmayan, trans olmayan, lezbiyen olmayan bir feminizm mümkün değil. Bunu daha görünür kılmak için transfeminizm diyoruz ve bunu ana akımlaştırmaya çalışıyoruz.
Ailende Aleviliğin Kürt kimliğine göre daha baskın olduğunu söyledin. Evde Kürtçe konuşulur muydu?
Anneannemle dedem Kürtçe konuşurdu. Annem ve kardeşleri de Kürtçe biliyor. Genellikle duygusal anlarda ya da çocukların duymaması gereken şeyler konuşulduğunda Kürtçe konuşulurdu. Ne yazık ki anadilimi bilmiyorum. Sanırım beni korumaya çalışıyorlardı. Dersim’deki Kürt-Alevilerin Dersim katliamı hafızası çok canlı. Katliamla, ayrımcılıklarla örülü bir hafıza bu. Kendi kimliklerini kaybetme pahasına bizi yaşatabilmek için belki de öğretmediler. Zazaca konuşunca hem Kürt hem Alevi kimliğin anlaşılıyor, bundan çekiniyorlardı. Sünni Kürtler daha ayrı. Onlar bizden farklı olarak Kürtçeyi öğretiyorlar çocuklarına. Aramızda inanış farklılığından gelen devasa bir kültürel fark var. Belki de çekiniyordu benim ailem. Bizim ailemizde Alevilik Kürt kimliğimizin hep önünde geliyordu. Belki de iç içeydi.
Sen de benzer mi hissediyorsun?
Evet, bende de Alevilik daha önde. Ama onlar gibi gizleme çabam yok. Ben toplumsal olarak çoğu dezavantajlı kimlikleri deneyimlemiş oluyorum: biseksüelim, trans bir kadınım, Aleviyim, Kürdüm ve yoksul bir aileden geliyorum. Aslında, ailemi anlıyorum, çekinmek, endişelenmek nedir biliyorum. Senden ayrıcalıklı olandan, egemen olandan korkmak, ama öfkeli olmak ne demek çok iyi biliyorum, hissediyorum. Ya da gizlenmek. Gizlemek bazen kültürü koruyan da bir şey. Alevilikle ilgili şehir efsanelerinin yayıldığı zamanlar, Alevilerin kültürlerini korumak için gizlendikleri anlar. Gizli ve kapalı yaşamayı, kendi varoluşuna sahip çıkma halini kendi yaşamımda da hissediyorum. Benim katliam hafızam yok, hiç tanıklık etmedim. Ama annem, anneannem tanıklık etti. Anneannem ben beş yaşındayken vefat etmişti. Beş yaşıma, okula başlayana kadar, yazları Dersim’de köyde yaşamıştım. Orada insanlar konuşurdu. Annem ve anneannem arasında kalan kuşak, çocukluğunda köyde etrafta oynarken insan kemikleri gördüklerini anlatırlardı. Annem, ben çocukken katliamlar, ayrımcılık ve şiddet hafızasından dolayı, “okulda sakın kimseye Alevi olduğunu, nereli olduğunu söyleme” diye tembihlerdi. Sanırım benim böyle bir hafızam olmadığı için kendimi gizleme refleksim pek yok. Aksine, Alevi ve Kürt kimliğime sahip çıkıyorum. Gizlememeye de söz verdim.
Dersim’e gidip geliyor musun, bir bağın, bağlantın kaldı mı?
Gitmeyi çok isterim. 2016’dan beri gidemedim. Dersim’e gidebilmem için önce Elazığ’a gitmem, oradan Dersim’e geçmemiz gerekir. Ama Elazığ’a da gidemem, çünkü çok fazla akraba var, cinsiyet uyum sürecine başladım. Görmemeleri, bilmemeleri lâzım! Aslında her ne kadar Alevilik farklı olsa da bazı şeyler kalıyor yerli yerinde.
Her şeye rağmen, Alevi bir ailede büyümüş olman hayatını göreli olarak kolaylaştırmış olabilir mi?
Alevi olmamın getirisi şöyle oldu: Trans kadın olmamı ailemden hiç kimse “günah” üzerinden tanımlamadı. Sünni muhafazakâr bir ailem olsaydı, muhtemelen dini referanslarla da karşı geleceklerdi. Benim ailem dini değerlerle yaklaşmadı, bu süreçte ailede bana karşı olan kimseden günah kelimesini duymadım. Kabul etmemekle kalmayıp bana zarar vermek isteyebilirlerdi. Sünni aileden gelen bazı LGBTİ+’ların yaşadıklarını görüyorum. Şiddetli bir karşı çıkış oluyor bazen bu tarz ailelerde. Ben bu şekilde yaşamadım. Değiştirme çabası benim ailemde de oldu. Daha çok toplumsal normlar üzerinden şekilleniyor sanırım reddediş.
İstanbul’a taşınman nasıl oldu?
İstanbul’a 2017’de, üniversiteyi kazanınca geldim, 17 yaşındaydım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Şehir ve Bölge Planlama bölümünde okuyorum. Çıktım geldim bir gecede. Önceden bir yurt ayarlamıştık annemle. Erkek yurduydu. Tophane’deydi üstelik. Orada kaldım dokuz ay kadar. O süreç zorluydu. Çünkü erkek yurdunda da kalsam, civardakiler beni bir cis-hetero, bir erkek olarak görmedikleri için taciz ediyorlar, laf atıyorlardı. Dikkat çekiyordum. Saçım uzun, boy uzun. Sonra Kadıköy’e taşındım. Ve o yıl, 2018 yazında aileme açıldım trans kadın olarak. Ailem bu nedenle bana maddi yardımı kesti. O yaz evsiz, parasız kaldım. Arkadaşlarımın evlerinde kalıyordum. Zor bir dönemdi. Bir arkadaş grubum tarafından şiddete maruz bırakılmıştım. Sonra terapiye başladım. Bir yandan terapi, bir yandan param yok, bir şeyim yok… O aralar, 2018 Eylül’ünde hormona başladım. Ailem de sorumluluklarını hatırlayıp, kabul etmeseler de maddi yardım yapmaya onay verdi. Kiramı karşıladılar. Yine Kadıköy’de, Acıbadem’de ev tuttum. Hormon sürecim devam ediyordu. Ancak, doktor kontrolünde başlamadığım için sorunlar çıktı. Dahiliyeye gidip rica ediyorum “tahlil yapar mısınız” diye. Bir süre sonra, östrojenim düşmeye başladı nedensizce. Cerrahpaşa’ya gittim. “Hormon kullanıyorum, ama sürece başlamadım” dedim. Doktorlar yardımcı oldu, bir yandan da psikiyatri sürecine başladım. O dönemde, 2019 başında, travmatik bir ilişki yaşadım. İki ay kadar arkadaşlarımda kaldım. Ardından Asmalımescit’e taşındım. Başka biriyle travmatik bir ilişki deneyimim oldu. Yeni bitti sayılır. Sosyal medyaya da yansıdı.
Biyolojik cinsiyetin de bir kurgu olduğunu söylemeye başladık. Kromozomların, eşey organların cinsiyet belirlemesi bir sosyal inşa, dayatma. Bunları da tıbbın, biyolojinin ne kadar cisseksist olduğunu sorgulayarak gösterdik. Tıp ve biyoloji temelindeki argümanları sorgulamamızla birlikte yeni bir akım başlıyor.
Psikiyatri süreci nasıl geçti?
Kadıköy’deki bir Sosyal Hizmet Merkezi’nde terapi alıyordum. Bir süre sonra durumum ağırlaştı. Anksiyete bozukluğu yaşıyordum. Durumum ağırlaşınca psikiyatriye gitmemi ve ilaç tedavisine başlamamı önerdi doktor. İntihar düşüncelerim de artmaya başlamıştı. Psikiyatriste gittim, ilaca başladım. O dönem taşındığım için başka bir psikiyatristle devam ettim. Her gidişimde tedaviye yeni ilaçlar ekledi, bir ara dört ilaç kullanmaya başladım. Sonra zaman içinde ilaç kullanmayı bıraktım. Geçen aylarda SPoD’dan (Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) destek istedim. İlaca devam ettim. Sonra beşinci intihar girişimim olmasın diye, sağlıklı düşünebildiğim bir anda, Çapa Psikiyatri Acil Servis’e gittim. Cuma günüydü, hiç unutmuyorum. Pandeminin hemen öncesiydi. Bir arkadaşımla gitmiştik. “Benim intihar düşüncem var, yatmam gerekiyor” demiştim sanırım. Yatıracaklarından emindim. Yatırdılar. Kapalı servis. Bakırköy, Erenköy gibi basketbol sahaları, voleybol sahaları, bahçesi olan bir yer değil. Her yer kapalı. Üç gün kaldım. Doktorları iyiyim diyerek kandırdım, çıktım. Çünkü servis daha kötü gelmeye başladı. Çapa’ya kimliğimden dolayı sorun yaşamayacağımı düşünerek gitmiştim, ama öyle olmadı. Çıkar çıkmaz da karantina başladı. Altı-yedi aydır sürekli evdeyim.
Nasıl hissediyorsun şimdi?
Hastaneden çıktıktan bir süre sonra ilacı bıraktım. SPoD’un yönlendirmesiyle, terapi almaya başladım yine. Özel bir psikiyatriste gidiyorum. Psikiyatristlerin ücreti inanılmaz pahalı. Sağolsun psikiyatristim çok yardımcı oldu. Bir şekilde hallolacağını düşünüyorum. Şimdi daha iyiyim. Yaşadığım son ilişkiden dolayı travma sonrası stres bozukluğu yaşıyorum.
Bahsetmek ister misin bu ilişkinden?
Çok yoğun bir şekilde manipülasyon, psikolojik şiddet vardı. Aslında, tüm şiddet türleriyle karşı karşıya kaldım ilişki boyunca. Tabii ben de uyguladım ne yazık ki. İlişkide şiddet faillerinden biriyim. Fakat sosyal medyada ilişkimden bahsetme sebebim, ben son altı ayda yaptıklarıma dair özeleştiri verip yaptığım hataları tekrarlamamaya, onu iyileştirmeye çalışırken onun aynı şeyleri tekrar tekrar yapmasıydı. Arkadaş çevremizde çok fazla dedikodu dönüyordu, bazen yaşadığım travmaların eğlencesinin yapıldığını duydum. Sonra, durum bir tür sosyal şiddete ve zorbalığa dönmeye başladı. Arkadaşlarımız, LGBTİ+ aktivistleri beni dışlamaya çalıştılar. Kimse beni dinlemedi. Ben 20 yaşında trans bir kadınım. Karşımda ise benden sosyal açıdan daha ayrıcalıklı biri vardı. Beni hâlâ pek ciddiye almıyorlar. Bunun 20 yaşında trans bir kadın olmamla ilgisinin olmadığını söyleyemem. Bağlı olduğum sosyal çevrem önce yavaş yavaş, sonra da pat diye yok oldu. Şiddet beyanlarım dahi iftira olarak anlatıldı herkese. Ama bunu hayata dair yenilgi olarak değil, bir deneyim olarak alıyorum. Hiçbir şey gözyaşından daha hızlı kurumaz. Latince bir atasözü. (gülüyor) Gözyaşım kuruduktan sonra tekrar ayağa kalkacağımı biliyorum.
Sosyal medyada epey uzun süren bir ifşa, anlatma süreciydi…
Benim patladığım nokta, şiddetin dozunun artmasıydı ve sosyal olarak suçlayıcılığa maruz bırakılmamdı. Ardından sosyal medyada karşılıklı cevap verme yaşandı. Bunun üzerine ifşa sürecine girmiş bulundum.Yaptığım şeyi hâlâ tam olarak “ifşa” diye tanımlayamıyorum galiba. Tabii hiç kimse destek göstermedi. Bu da ikiyüzlülüğü, fail arkadaşımız olunca onu nasıl koruduğumuzu gösteriyor. Bir kadının sözüne neredeyse erkeğin sözünün yarısı kadar itibar ediliyor. Patriyarka böyle bir şey işte. Kadının beyanını esas almıyor, inanmıyorlar söylediklerine. Bu noktada suskunluk çok korkunç geliyor. Kadınlar şiddeti ifşa ettikten sonra dayanışma göremedikleri için geri çekiliyor. O zaman o kadınlara “iftiracı”, “histerik”, “deli”, “yarım akıllı” gibi sıfatlar kolayca yapıştırılabiliyor. İfşa kamusal bir mesele ve kamusal olarak da tavır belli etmek gerekiyor bir şiddet vakasında. Özelden gelen geçmiş olsun mesajları çok değerli, ama kamusal alanda benimle dayanışan kadınların asıl feminist yöntemi benimsediğini düşünüyorum.
Kimliklerimin çoğu Türkiye’de dezavantajlı. Ben de istihdamda ve sosyal hayatta, mesela göremeyen ve duyamayan insanlardan ayrıcalıklıyım. Hepimizin bazı ayrıcalıkları ve dezavantajları var. Ayrıcalıklarımızı, toplumsal güç ilişkilerini reddettikçe tam karşısında durduğumuz ideolojilere benziyoruz.
Söz şiddet biçimlerinden açılmışken… Aynı zamanda vegan aktivistsin. Veganlığı benimsemen nasıl oldu, bu senin için ne anlam ifade ediyor?
Hayvan haklarına abolisyonist yaklaşımı benimsiyorum. Veganlık benim için insan harici hayvanların insanlar tarafından mal ve kaynak olarak kullanılmama hakkının tanınması. Bu tanınma nasıl gerçekleşir? Kişinin vegan olmasıyla gerçekleşir. Benim için hayvan hakları eşittir veganlık. Veganlık bir yükümlülük bana göre. Herkesin olması gereken bir şey. O yüzden bunu bir kimlik haline getirmek temel amaç. Yani, bu benim bir özelliğim değil. Niyetim ve aktivizmden muradım vegan kelimesinin kullanılmasına gerek olmayan bir dünya var etmek. Hayvan hakları hareketinin, vegan hareketinin öznesi insanlar değil, konuşamayan, sesini çıkaramayan hayvanlar. Bu noktada sesini çıkarması gereken bizleriz. Bana genellikle “veganlık ve feminizmi nasıl kesiştiriyorsun?” diye soruyorlar. Ben “vegan feministim” demiyorum hiç. Dediğim gibi, veganlık bence bir yükümlülük ve benim veganlığım sadece hayvanlar için, çevre için değil, kadınlar için, feminizmin özneleri için değil, sağlık için değil. Benim veganlığım tamamen hayvanlar ve hakları için. “Hayvan endüstrisi çevreye zarar veriyor” deniyor. Bir toplama kampında yakılan insanlardan havaya karışan gazı düşünmüyoruz değil mi? Özür dilerim, pornografikleşiyor şiddet şu an… Ama, çevreye zararı öne sürdüğümüzde, konu hayvanlardan sapıp yine insan faydasına dönüyor. Veganlığı çevrecilikle, feminizmle ya da başka ideolojilerle birleştirme yaklaşımı bana uzak. Öncelik hayvanların mal ve kaynak olarak kullanılmama hakkının tanınması. Şunu da unutmamak gerek; ben kesişimselliği savunan bir insanım, tabii ki türcülük ve ataerkinin kesişmediğini söyleyemem. Ama daha temel hakları tanınmayan bir grup hayvanlar. Onların temel haklarını tanıyalım, sonra kesişimselliği de konuşalım. Benim vegan aktivizmim bu yönde.
Modellik ve satış danışmanlığı yapıyorsun, bir yandan da öğrencisin ve birçok alanda aktivistsin… Bunların hepsini bir arada yürütmeye çalışmak yorucu değil mi?
Oğlak burcu olmasaydım hepsini birlikte yürütmeyi başaramazdım herhalde. (gülüyor). 20 yaşındaki biri için çok fazla bunlar. Bazen bu sorumlulukların, bu deneyimlerin altında ezildiğim oluyor. Biseksüel trans bir kadın olarak ünlü bir markada part-time da olsa satış danışmanı olmak, aynı zamanda modellik yapmak, aktivizmi sürdürmek, Mimar Sinan’da okumaya çalışmak bazen çok sevdiğim, gurur duyduğum bir şey, bazen de bu sorumlulukların hepsiyle nasıl baş edeceğim kaygısı stres yaşatıyor. Zaten anksiyete bozukluğu hastasıyım ve bence bunun kaynaklarından biri çok fazla şeyi aynı anda yürütme durumu. Hiçbirinden vazgeçemiyorum. Ve galiba böyle mutluyum. Çok yönlü olmak bana iyi geliyor.
Okula devam edebiliyor musun? Seviyor musun bölümünü?
Cinsiyet uyum sürecime Mimar Sinan’da okurken başladım. İkinci sınıfa geçtiğim dönemdi. Diğer üniversitelere kıyasla daha güvenli olduğunu hissediyorum. Öğretim üyeleri, asistanlar oldukça anlayışlı yaklaşıyorlar. Özellikle de daha genç akademisyenler. Uyum süreci hiç kolay değil, okulumu çok etkiledi, hâlâ da etkiliyor. Okula bir yıl ara vermek durumunda kaldım. Yorgun hissediyordum, mental sorunlarım başlamıştı, depresyon, anksiyete ve şimdi de travma sonrası stres bozukluğu. O yüzden okula devam edemedim, baş edemedim. Finallere giremedim ve iki dönemde de kaldım. Hocalarımın çoğu anlayışlı, teşvik edici bir yönde yaklaştılar. Birinci yıl 3.86 ortalamam vardı. İkinci yıl düşüş başladı. Bir yıl ara vermiş oldum, bu yıl devam edeceğim.
LGBTİ+ hareketi ve feminizm içinde de trans kadınların dertleri, sorunları duyulmuyor. Aktivizm hayatım boyunca bu benim için büyük üzüntü oldu. Neden benim derdim gözükmüyor? Bu hareket içinde görülmüyor ve duyulmuyorsa nerede duyulacak?
Modelliğe başlaman nasıl oldu?
Kamera önü deneyimim ilk İstikrarlı Hayal Hakikattir klibiyle, Gaye Su Akyol’la, başladı. O benim için ilk domino taşını deviren kişi gibi. Sonra +90 Youtube kanalının reklam yüzü oldum. Ardından, tekrar Gaye Su Akyol’un bir klibinde oynadım. Bir okul projesinde seramik sanatçısının modeli oldum. Ardından Elle Türkiye dergisinde çıktım. Bağımsız çekimlerde yer aldım. Modellik kimliğimle genelde öne çıkıyorum ama, beni diğer trans modellerden ayıran özelliğim aktivist kimliğimle de var olmaya çalışmam. Pandemi olmasaydı ünlü bir markanın çekimleri için Paris’e gidecektim. En son Bennu Gerede’yle bir çekim yaptık. İlk nude çekimimdi. Aşırı heyecanlandırdı beni.
Son zamanlarda moda dünyasında kuir, trans modeller öne çıkıyor. Ne düşünüyorsun buna dair?
Görünürlük açısından iyi gidiyor şu an. Ama bence politik olarak doğru bir görünürlük olması gerekiyor. Maalesef trans kadın modelleri androjen giydirip cis kadın modelleri feminen giydirmek çok yaygın. Trans kadınların androjen değil, kadın olduğu fikrinin moda alanında kabul görüp görmediğinden pek emin değilim.
Androjen giydirilmeye itiraz etmek mümkün mü, nasıl işliyor modellikte süreçler?
Trans kadınlığı artık kadın modeller arasında görüyorlar. Ama androjen giydirme ısrarını tanımlamakta güçlük çekiyorum. Genellikle kadın serilerinde mutlaka trans bir kadına yer veriliyor. Yaşı gençse özellikle androjen giydiriyorlar. Çalıştığım markalara “androjen model değilim, kadın modelim” diye sürekli belirtiyorum. Eğer cis kadınları da androjen giydireceklerse, o zaman kabul edebilirim. Ama bu ayrımın özel olarak yapıldığını hissettiğimde kabul etmiyorum. Hatta bunu söylediğim için ünlü bir derginin çekimlerinde yer alamamıştım. Bir yandan da iş etiği gereği tasarımcıya gidip “ben bunu giymek istemiyorum” denmiyor. Çok acemi olduğum, modelliğe yeni başladığım bir dönemdi.
Cisseksist ya da normatif bir güzellik anlayışıyla mı ilgili bu sence? Kuir ya da norm dışı tarzlara mesafeli olmakla düşünülebilir mi?
Olabilir. Bir de sanırım bedeni görme biçimiyle ilişkili. Androjen bir beden olarak mı görüyorlar benim bedenimi diye çok düşünüyorum. Ama hayır değil. Çok bilinçli olmayan bir ayrımcılık hali bu giydirme meselesi. Trans kadınları sadece androjen giydiriyoruz diye bir şey elbette söz konusu değil. Ama bir taraftan da çarpıcı bir şekilde buna yatkınlık var. Sonuç olarak ben bir modelim ve bana giydirilen kıyafetleri işim gereği her türlü taşımak zorundayım. Bundan zevk de alıyorum.
Lady Gaga bana çok ilham verdi. Şarkılarıyla, müziğiyle beni çok güçlendirdi. Ama sanırım en çok ilham aldığım kişiler arasında şairler var. Nilgün Marmara, Lale Müldür, Didem Madak ve şarkıcı Bergen. Ve Hypathia –İskenderiye’de yaşayan bir kadın filozof.
Çekimler, kamera önü ve performans deneyimleri senin yaşamını, bedeninle ilişkini nasıl etkiliyor?
Hayatımı modellik öncesi ve sonrası diye ayırabilirim sanırım. Modellik yapmaya başlamadan önce boy disforim vardı. Boyumu çok uzun buluyordum. Boyum 1.90 ve kadın ortalamasının çok üzerinde. Hatta boyum yüzünden intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Ne yaparsam yapayım değişmeyecek, kısalmayacak gibi düşünceler… Modellikle beraber bedenimi sevmeye başladım. 1.90 boyunda kadın olmak hâlâ dezavantajlı. Kadın model olarak çok uzun boyluyum. Genellikle boyumla da öne çıkabileceğim çekimlerde bulunuyorum. Ya da boyumun çok fazla gözükmeyeceği çekimlerde. Set, ışıklar, kameralar, makyaj, kurgu, giyinmek bunların hepsi bedenin önde olduğu ve zaman içinde bedenle olan kavgayı iyileştiren de şeyler. Modelin kendini en iyi gösterebileceği yer ve en kendi olabildiği an poz verdiği anlar. O yüzden modelliği performans sanatı olarak da görüyorum bir yanıyla. Çok kabul edilen bir şey değil performans sanatı-modellik ilişkisi. Ama çekim anına kadar olan bütün süreç; makyaj, giyinme, hazırlanma çok dev bir kurgu ve performansa dahil gibi hissediyorum. Yeni kuşak tasarımcıların defilelerinde bu özgürlük var. Podyumda yürürken dilediğin gibi kendi havanı da katabiliyorsun. Duruşunla, bakışınla, havanla, tarzınla, adım boyunla, en sona geldiğinde verdiğin pozla ve dönüşünle kendini katıyorsun. Bu senin performansın, tarzın oluyor.
Yeni kuşak tasarımcılarda, defilelerde ve modellerde temel farklılıklar neler?
Daha kapsayıcılar. Her bedene hitap eden tasarımları var, hızlı moda anlayışı baskın. Deniz Berdan defilesinde bunu çok hissetmiştim. Her bedenden, her cinsiyet ifadesinden modeller vardı. Tasarımları, defilenin tarzı daha kuir bir moda anlayışıydı. Kısa boylu modeller de vardı. Ya da Oysho’nun fotoğraf çekimlerindeki modellerin çoğunda ciltlerinde çatlak var, popo kısmındaki çatlakları ya da basen bölgesindeki selülitleri gizlemeyen, olumlayan bir tarz var. En son Calvin Klein’ın afişlerinde siyahi, lezbiyen, trans ve şişman bir kadın model yer aldı. Bunların hepsi bizlerin kazanımı. Bu bizim yarattığımız bir alan. Kuir, trans, siyah, kadın, şişman modellerin yarattığı, aldığı bir hak bu. Yeterli değil elbette. Defilelerde daha çok çatlaklı, selülitli, birbirinden farklı bedenlere sahip modelleri görmeyi çok istiyorum. Trans erkek modellerin örneğin sayısı çok az.
Bu meslek bedeninle ilişkinde üzerinde bir baskı yaratmıyor mu aynı zamanda?
İlk çatlaklarım olduğunda ve ilk selülitlerimi gördüğümde çok korkunç bir yıkım yaşamıştım. Bedenime bazen takıyorum. Unutmadığım bir an var. Alışverişteydim. Etek denemiştim ve birden göbeğimi fark ettim. O anda kabinde ağlamaya başladım. (gülüyor) Henüz modelliğe başlamadığım zamanlardı. Tam o aralarda çatlaklarım da çıkmaya başlamıştı. Hormona başlamıştım ve onun etkisi ortaya çıkıyordu, vücudum değişiyor ve hızla değiştiği için çatlaklar da o hızla çıkıyordu. Çok normal. Ama o zamanlar “yandım, ben nasıl model olacağım” diye paniğe kapılmıştım. O gün elimdeki son parayla gidip çatlak kremi almıştım. Modelliğe başlarken hatta, “benim çatlaklarım var, nasıl olacak” diye de sormuştum. (gülüyor) Elle dergisinin çekiminde de aynı şeyi söylemiştim ve çatlakları, selülitleri o kadar da umursamadıklarını fark edip rahatlamıştım. Ama o kadar çabuk geçen bir kaygı değil elbette. Bu arada hâlâ kendimi zayıf görmeyi seviyorum. Kendime de kurduğum bir baskı belki, aynaya baktığımda kendimi nasıl mutlu hissedebileceğimi düşündüğümde “biraz göğüslerim büyüse, popom küçülse, belim ince olsa” daha hoş olacak diyorum.
Drag performans deneyimin de var, değil mi?
İki kez drag yaptım. Kendime performans sanatçısı diyebilecek kadar bir üretimim olmadı, ama performans sanatıyla uğraşıyorum. Bu alanda olmaya çalışıyorum. Kliplerde oynamak, poz vermek tüm bunlar benim için bir performans. Kendimi var edebildiğim bir alan.
Alevilik kültüründeki etik değerleri aldım daha çok. Duygulara önem vermek, hakka hukuka değer vermek Aleviliği de kapsayan bir inanca sahibim. Panteist bir inancım var. Alevi bir kültürde büyümek bana her şeyden önemlisi bir perspektif, bir etik sundu. Sevgi, bağlılık, dayanışma, eşitlik ve adalet duygusu…
Bir de yönetmenliğini Volkan Güleryüz’ün yaptığı biyografik belgesel İris var. 9. Pembe Hayat Kuir Fest kapsamında, İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde ilk olarak gösterildi. 27. Adana Altın Koza Film Festivali’nde de öğrenci filmleri dalında finalist oldu. Belgesel fikri kimden, nasıl çıktı? Film nasıl karşılandı?
2019’da İzmir’deydim. Ceren diye yakın bir arkadaşım var, Mimar Sinan’dan. Volkan onun partneri. Bitirme projesi için belgesel çekmek istiyor Volkan, Ceren de beni öneriyor. “Keşke belgeselim çekilse” diye hayal kurardım. Volkanla tanıştık, çok heyecanlıydım. Birlikte üzerine düşündük. Kurgu üzerine konuştuk. “Evde, sette, dışarıda çekimler olsun. İnsanlarla konuşmalar olsun…” Fikirler havada uçuşuyor. Kasım 2019’da çekimler başladı. Gaye Su Akyol’a yazmıştım, onun konuşmasını çok istiyordum. Kırmadı, çekime geldi. Hem yakın arkadaşım hem menajerim Cengiz (Yıldırım), sevdiğim bir model Salih Topçuoğlu da aynı şekilde. Aşırı heyecanlandım ve iki kelimeyi bir araya getiremiyordum (gülüyor). Volkan aralık ayında belgeseli teslim etti. Sonrasında ‘neden festivallere göndermiyoruz’ dedik ve güzel geri dönüşler almaya başladık. Festivallerin neredeyse hemen hepsi başvuruları kabul etti. Cambridge Üniversitesi’nin bir festivali, kuir belgesel festivaller, kadın festivalleri ve en sonunda da Adana’daki festivalde finalistlerden biri oldu. Hoş, güzel hissettiren bir belgesel oldu sanırım. Çok yaşamımın içinden. Evimde çekimler oldu örneğin, makyaj yaparken, gündelik anlardan parçalar var. Arkadaşlarım konuştular, anlattılar. O anları insanların görmesi hem beni çok utandırıyor hem de bu belgeselle izleyenlerin yaşamıma tanıklık ettiği fikri iyi geliyor, iyi hissettiriyor. Ama bu belgesel şimdi çekilse muhtemelen daha farklı şeyler söylerdim. Belki daha çok politik kimliğimden, çocukluğumdan ve aile yaşamımdan bahsetmek isterdim.
İris ve Mozalar isimlerinin nasıl bir hikâyesi var?
İsmimi ve soy ismimi kendim seçtim. İsmimi kendim seçmiş olmam gerçek ismim olmadığını göstermiyor tabii ki. İris benim gerçek adım. İris Yunanca gökkuşağı demek. Cennetin gözü, mesajcı anlamı da var. Öztürkçede de bir anlamı varmış. Bunu sonradan öğrendim. Özgürlük, kurtuluş gibi anlamlara geliyormuş. Benim için anlamı derin, çünkü kendimi anlamıyla bağdaştırdığım bir isim. İsmimi ben seçtim diyorum ama, aslında ismim beni seçti. Kendime isim aradığım dönemde sürekli karşıma çıkıyordu İris. Mozalar ise mitolojiden. Zaten mitoloji temelli bir inanca sahibim. Mozalar ilham perileri demek. Dokuz ilham perisinden geliyor. Sanatla uğraşıyorum, sanatla uğraşabileceğim alanlarda olmak istiyorum. Bu dokuz ilham perisi yanımda olsun, benimle olsunlar, bana, yaşamıma eşlik etsinler…