BARINMA KRİZİ VE KONUT BALONU

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
24 Temmuz 2022
Yüksel Arslan, Arture 159, Kapital IX (Kolonyalizm)
SATIRBAŞLARI

Türkiye’de konut krizi özellikle geçen yıldan bu yana görünür olmaya ve derinden hissedilmeye başlandı. Sizin bu konu üzerine çalışmaya başlamanızsa daha eskiye dayanıyor. Türkiye’de Konut Balonu: İnşaat / Gayrimenkul Furyası, Kriz ve Türkiye Ekonomisi başlığıyla yayınlanan çalışmanızı (Kor Kitap, 2022) doktora tezinizden hareketle kitaplaştırmışsınız; teze ne zaman, hangi şartlarda başlamıştınız?

Sinan Araman: Finansallaşma ve 2008 Kriz Dinamikleri Açısından Türkiye-ABD Gayrimenkul Piyasasının Karşılaştırmalı Analizi başlıklı tezimi 2020’de savunmuştum, ama çalışmaya2014’te başlamıştım. 2008 krizinin üzerinden henüz beş-altı yıl geçmişti. Türkiye’nin 2002’den bu yana ekonomik faaliyetlerini büyük oranda inşaat, gayrimenkul üzerine yoğunlaştırdığını gören biri olarak, “acaba bu süreç farklı ölçeklerde de olsa Türkiye’de bir konut kriziyle sonuçlanmayacak mı?” sorusunu temel alıp okumalar yaptım. Ortaya attığım tezde Türkiye’de eninde sonunda bir konut balonu oluşacağını, bu balonun patlayarak geride büyük bir enkaz bırakacağını savundum.

Şu anda olmakta olan bu mu?

Evet, ama enkazın can alıcı boyutlarına henüz ulaşılmış değil. Başlangıç evrelerindeyiz.

Sinan Araman

Başlangıç evresinin öncesine dönersek, balon nasıl şişti, bugüne nasıl gelindi? Kitapta, “başta gayrimenkul olmak üzere varlık balonları biçiminde finansal krizlerin yaygınlaşmasını tetikleyen sürecin temelleri aşırı sermaye birikimi ve azalan kâr oranları nedeniyle 1970’lerde yaşanan krizler sonucunda atılmıştır” diyorsunuz.

1970’lerdeki krizin arkasındaki temel eğilim aşırı sermaye ve azalan kâr oranıydı. Dolayısıyla, sermaye kendisini yeniden üretmek zorunda kaldı. Yeniden üretme sürecinde krizler yenilikleri ortaya çıkarır. Bunu liberal iktisat içinden Joseph Schumpeter “yaratıcı yıkım” kavramıyla ifade ediyor. Yani krizler bir taraftan yıkımdır, evet, ama diğer taraftan da sermaye birikimine yeni alanlar açar. 1970’lerdeki krizi aşmak için sermaye ileri teknolojiler, bilgisayar teknolojileri geliştirdi ve bunlar üretim sürecine entegre edildi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde verimlilik artışı yoğunlaştı. Dolayısıyla, emek sömürüsü, artıdeğer üretimi de yoğunlaştı. Burada aşırı sermaye şeklinde biriken fonlar kendine yeniden değerleme alanları bulmaya çalıştı. Neoliberalizm küresel piyasaları sermayenin hizmetine sundu. Finansallaşmanın genel ekonomi içindeki ağırlığı arttı. Finansal serbestleşme süreciyle mal ve sermaye hareketlerini serbestleştirerek bütün dünya sermaye için bir cennet haline dönüştürülmeye çalışıldı. Bu durum geç kapitalistleşen ülkelerde emeğin daha da ucuz işgücü haline getirilmesi, doğal kaynakların daha çok sömürülmesi ve ekolojik yıkım şeklinde tezahür etti.

Krizi aşmak ve yeniden birikim kanallarını açmak için borçla tüketim bir çözüm olarak geliştirildi. 1970’lere kadar hane halkı borçlanmasının kapitalist ülkelerde gayrisafi milli hâsıla (GSMH) içindeki payı düşüktü. Finansallaşma süreciyle birlikte şirketlerin borçlanmasının da çok üzerine çıkan bir hane halkı borçlanmasına tanık olduk. Borçla tüketim sermaye birikimini sürdüren temel bir mekanizmaya dönüştürüldü. Kredilerle otomobil, ev alan, hatta gündelik ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayan bir toplum modeli oluştu. Bu da sermayenin emeği daha fazla boyunduruk altına aldığı bir süreci ortaya çıkardı. Barınma, eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetler özelleştirilerek sermaye birikimine sunuldu. Barınma bunların başında geldi.

Dünyada en çok müteahhidin olduğu birinci ülke Çin, ikincisi Türkiye. Türkiye’de son on yılda 12 bin inşaat şirketi ve müteahhit battı. Bunlar küçük ve orta boy müteahhitler. Büyüklere geliyor sıra. Bir-bir buçuk milyon konut fazlası var. Bunlar eritilmediği takdirde büyük müteahhitlerin batacağı açık.

Neden barınma sermayeye sunulan alanların başında geldi?

Barınma hem yatırım açısından sermaye birikimine muazzam bir alan sunuyor hem de inşaat emekçilerinin sömürüsü üzerinden artıdeğer üreten bir sektör. Ayrıca, inanılmaz spekülasyonun döndüğü, rant olanaklarını artıran bir alan. David Harvey “Sermaye yeni birikim alanlarını kentsel dönüşüm süreçleri üzerinden geliştirir” diyor. 19. yüzyılda Engels de Konut Sorunu adlı kitabında ve İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı hacimli çalışmasında bunu ortaya koymuştu. Kentin sermaye birikimi için nasıl bir metaya dönüştürüldüğünü, barınmanın, konutun, kentsel dönüşüm yatırımlarının sermaye birikimi ihtiyaçları temelinde nasıl kullanıldığını açıklıyor, Paris, Londra, Berlin gibi kentlerde bunun işlevsel kılınma süreçlerini anlatıyordu. Sermaye, birikimi tıkandığında, kenti hızla kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıyor.

Çalışmanızda 2008 krizine bakarak Türkiye emlâk piyasasını mercek altına alıyorsunuz. 2008 krizinin ayırt edici özellikleri nelerdi?

Ekonomist Charles Kindleberger Finansal Krizler Tarihi kitabında en büyük finansal balonların, yani varlık balonlarının iki alanda cereyan ettiğini belirtiyor: hisse senetleri ve gayrimenkuller. Kredi mekanizmalarıyla da körüklenen bu alana yönelimin arttığı tarihsel süreçlerde bunlar aşırı şişmiş, eninde sonunda hep patlamış ve geride bir enkaz bırakmıştır. O enkazda iflas eden şirketler, artan işsizlik ve mülksüzleşme var. Çekilen kredilerin geri dönmemeye başlaması ipotekli konut kredileriyle ev alan emekçileri bankaların hedefi yapmış, süreç evlerine el konmasıyla sonuçlanmıştır. 2008 krizinde bu duruma düşen 10 milyon konut sahibi var. Kriz sonucunda 200 milyar doların buharlaştığını görüyoruz. O denli şişik bir finansal balon.2008 krizi gayrimenkul yatırımlarının yoğun olduğu İngiltere, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde şiddetli bir şekilde hissedildi. ABD krizden çıkmak için batık şirketleri kurtarmaya yönelik paketler açıkladı. Aslında, serbest piyasa koşullarında durumu kötü şirketlerin batması gerekirdi. Ama liberal ideolojinin merkezi ABD büyük inşaat şirketlerini kurtarma programını devreye soktu. Biriken konut stoklarının eritilmesi için para bastı, fon akışları başladı. Kısa ve uzun vadeli fonlar Türkiye gibi faiz oranlarının yüksek olduğu ülkelere aktı. Bunlar hem menkul kıymet yatırımları hem de doğrudan yatırımlardı. 2008 ekonomik krizi böylece AKP için fırsata dönüştü. Erdoğan’ın “kriz bizi teğet geçti” demesinin nedeni buydu.

Doğrudan yatırımlar hangi sektörlere yapıldı?

2010’lu yıllardan itibaren doğrudan yatırımlar da inşaat sektörüne yapıldı. Yurtdışından gelen fonlar konut üretimini artırmak için inşaat yatırımlarını finanse etti. 2000’li yıllarda dünyada en çok müteahhidin olduğu birinci ülke Çin, ikincisi Türkiye. Aynı dönemde Türkiye’de emlâkçı sayısı 20 binlerden 350 bine kadar çıktı. Emlâkçılar fiyat artışını körükleyen önemli bir unsur.

Kitabınızda, ABD örneği üzerinden, 2008 krizine benzer bir sonucun Türkiye açısından kaçınılmaz olduğunu vurguluyorsunuz. Krizin dinamikleri bakımından Türkiye ve ABD arasındaki benzerlikler, farklılıklar neler?

Türkiye ekonomisi dışa bağımlı. Döviz akışının tersine dönmesi, borçların birikmesi, cari açığın artması Türkiye’nin kriz dinamiğini tetikliyor. Konut üretiminin kredilerle finanse edilmesi ise Türkiye ve ABD arasındaki en büyük benzerlik. Türkiye’de hem talep hem de arz yönünden kredi kullanılıyor. Yani halk kredilerle ev sahibi olurken, inşaat şirketleri iç ve dış borçlarla konut üretimini finanse ediyor. Türkiye’nin kendine has taraflarından biri zorunlu kentsel dönüşüm. Zorunlu kentsel dönüşüm hâlâ müteahhitlerin iştahını kabartan büyük bir alan. Bu durum iyimser beklentileri besleyen bir dinamik yaratıyor. İnşaat şirketleri “konut sektörü batmaz, çünkü daha çok konutun üretilmesi gerekiyor” diyebiliyor. Türkiye’nin diğer bir özelliği de konut maliyetlerinin inşaat şirketleri lehine iktidar tarafından yirmi yıl boyunca inanılmaz bir şekilde düşürülmesi. Bu durum 2018 krizine kadar sürdü.

Hükümet konut maliyetlerinin düşürülmesinde nasıl rol oynuyor?

Hazine arazilerini çok ucuza inşaat şirketlerine peşkeş çekerek, vergi afları ve ucuz kamusal krediler sağlayarak maliyetleri düşürdüler. Türkiye’nin menkul kıymetleştirme hacmi ABD’yle kıyaslanamayacak kadar düşüktür. Fakat AKP her ekonomik krizde inşaat sektörünü ayakta tutmak için menkul kıymetleştirme yoluna gitti. İpotek Kredileri Yasal Mevzuatı 2008’de çıkarıldı. Hem kamu bankaları hem de özel bankalar kolayca ipotekli konut kredisi vermeye başladı. Özellikle 2014’ten sonra, menkul kıymetleştirmeyle ilgili gayrimenkul sertifikaları gibi finansal araçlar geliştirildi. Şahıs şirketleri projelerine ortak aramaya başladı. Gayrimenkul sertifikaları satarak projelere kaynak sağladılar. Gayrimenkul sertifikası sahipleri de hisse senedine yatırım yapmış gibi bunları borsada kısa vadede yüksek fiyatlara sattılar, çünkü orta ve uzun vadede fiyatlar düşebilir ve zarar edebilirlerdi. Nasıl ki bir hisse senedinin değeri düştüğü zaman büyük bir şirket bu hisseleri toplayıp tekelleşebiliyorsa, benzer bir süreç inşaat şirketleri için yaratılan mekanizmalarda da işler kılındı. Gayrimenkul sertifikaları, kira sertifikaları, varlığa ve ipoteğe dayalı menkul kıymetler 2010’lu yıllardan itibaren AKP’nin inşaat sektörüne kaynak yaratmak için devreye soktuğu araçlar oldu.

Erdoğan 9 Mayıs’ta açıkladığı konut finansmanı için yeni paketle ilk defa konut sahibi olacaklara alacakları “sıfır” konutlar için kamu bankalarından yüzde 0,99 faizle ve on yıl vadeyle kredi verileceğini “müjdeledi”. Bu koşullara uyan 377 bin konut bulunduğunu ve bugün 2 milyon TL’nin altında yeni konut sayısınınsa 90 bin olduğunu biliyoruz. Yani konut sayısı az, fiyatlar çok yüksek. Kredilerin aylık geri ödemesi de 15-25 bin TL. Bu manzarada, açıklanan paket ne anlama geliyor, temel beklenti ne?

Açıklanan paket, tıpkı öncekiler gibi, halkın konut sorununu çözmeye yönelik değil. Esas maksadın inşaat sektörünü ayakta tutmak, özellikle büyük müteahhitlerin batmasını önlemek olduğu aşikâr. Türkiye’nin içine sürüklendiği yapısal ekonomik kriz sürecinde en çok batan şirket inşaat sektöründe. Son on yılda 12 bin inşaat şirketi ve müteahhit battı. Bunlar küçük ve orta boy üretim yapan müteahhitler. Aşama aşama büyüklere geliyor sıra. Büyükler hem yurt dışında hem yurt içinde en fazla kredi çekenler. Bunların önemli bir kısmı döviz üzerinden çekilen krediler. Dolayısıyla, döviz kurunun artması nedeniyle, enflasyon dolayısıyla maliyetlerin de yükselmesiyle büyük şirketler üretimlerini aksatmaya başladı. Yüzde 50 tamamlanmış inşaat stokları ortada kaldı. 2014’ten bu yana bir-bir buçuk milyon arasında konut arz fazlası var. Bunların eritilmesi gerekiyor. Eritilmediği takdirde büyük müteahhitlerin batacağı açık. 2002’den bu yana temel dayanağı müteahhitler olduğu için kriz inşaata sirayet etmesin diye elindeki tüm araçları kullanıyor AKP. Verilen ucuz krediler kime gidiyor? 4.250 lira asgari ücreti olan biri nasıl konut kredisi alabilecek? Aylık 20-30 bin liralık taksiti kim, nasıl ödeyebilecek? Halkın ödeyemeyeceği çok açık.

Kiracı oranı yüzde 20’lerden yüzde 30’a çıktı. Ev sahibi oranı yüzde 68’den yüzde 58’e düştü. Ev sahipliğinde yoğunlaşma görüyoruz. Ev sahibi olanlar, ucuz kredi çekip evine ev, binasına bina katıyor. Ucuz krediler, kentsel dönüşüm krizi ötelemek için kullanılıyor. Bu birikme daha büyük bir krize neden olacak.

Ucuz krediler inşaat şirketlerine gidiyorsa, evlerin sahibi de bu şirketler oluyor. Bu gayrimenkul mülkiyetinin belli ellerde yoğunlaşması anlamına mı geliyor?

Yirmi yıl boyunca Türkiye’de gayrimenkul zenginleri oluştu. Çarpıcı bir veri aktarayım: Kiracı oranı 2002’de yüzde 20’lerdeyken, 2022’de yüzde 30’a çıktı. Ev sahibi oranı da yüzde 68’den yüzde 58’e düştü. Evet, giderek ev sahipliğinde bir yoğunlaşma eğilimi görüyoruz. Ev sahibi olanlar tekrar ev sahibi oluyor, ucuz kredi çekip evine ev, binasına bina katıyor. Yani kaynak müteahhitlere aktarılıyor.2014’ten beri AKP’nin ötelediği bir kriz var. Bütün çaba bunun konuta yansımamasına yönelik. Merkez Bankası başkanının dört-beş kere değiştirilmesi, yüksek enflasyona rağmen düşük faiz politikası, konut kredilerinin düşük faizle açılması bunu açıkça ortaya koyuyor.

Merkez Bankası burada nasıl bir rol oynuyor?

ABD’deki konut krizinde Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) düşük faiz politikası önemli bir rol oynamıştır. ABD’de sabit ve değişken faizli olmak üzere iki tür kredi var. Menkul kıymetlerin temeli kredi mekanizmasıdır. Alt ve orta gelir grubundakiler için değişken faizli krediler iyi bir seçenek gibi görünür. Zamanla faizler yükselince saadet zinciri koptu. Krediler geri dönmeyince, başta bankalar olmak üzere, sistem çökmeye başladı. Dikkatli incelediğimizde, Türkiye’de konut satışlarının azaldığı dönemlerde AKP’nin Merkez Bankası üzerinde baskı kurduğunu görürüz. Konut satışları düşmeye başladığında MB faizleri aşağı çekmiş, kredi açma koşulları esnekleştirilmiştir. Bu politika MB eliyle özel ve kamu bankalarına dayatılmıştır. MB faiz indirdiğinde konut kredisi ucuzlar. Özellikle yüksek enflasyonun olduğu bir ortamda düşük faizli kredi kullanmak caziptir. Konuta yatırım yaptığınızda paranız değerlenebilir. Pandemi başladığında birçok ülkede hükümetler sosyal yardım paketleri açıklarken Erdoğan “konut kredilerinde faizleri düşürdük, peşin ödeme oranlarını da yüzde 10’un altına çektik” dedi. Böyle bir pandemi programı olabilir mi? Ama oldu. Pandeminin sonunda da inşaat şirketlerini kurtarmak için Konut Finansmanı Paketi açıklandı.Gerçekte inşaat şirketlerine aktarılacak 20 milyar liralık bir kredi programı bu. Türkiye’de menkul kıymetleştirme çok düşük, ama kredi mekanizması çok güçlü. Bu AKP hükümetleri döneminde gerçekleşti.

MB’nin faizleri düşürmesi bir yandan da döviz krizini ve enflasyonu tetikledi. TÜİK’e göre, enflasyon yüzde 60, ENAG’a göre yüzde 140. AKP enflasyonu ve dövizi artıran faiz indirimi kararını neden alıyor? İktidar açısından da riskli değil mi bu?

Çünkü inşaat çarkı düşük faizle dönüyor. Erdoğan “faiz haramdır” diyerek faiz indirimini meşrulaştırmaya çalıştı. Yüksek enflasyona rağmen düşük faiz politikası temel iktisat bilimine aykırı. Erdoğan’ın gerçek dışı ekonomi teorisi inşaat sektörünü ayakta tutmaya çalışmaktan başka bir şey değil.

Kadıköy’deki fahiş kira artışlarından sonra kiracılar Geçinemiyoruz Platformu’nun çağrısıyla Nuh Köklü heykelinin önünde eylemdeydi. Kadıköy, 17 Mayıs 2022. Fotoğraf: Fatoş Erdoğan

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) 2019 verilerinde, konut kredileri genel kredi pastası içinde büyük bir yer kaplıyor. Yeni kredi paketiyle konut kredilerinin payı daha da artacak gibi gözüküyor. Konut balonunun patlama riskini artırmıyor mu bu?

Tabii ki. Balon şiştikçe şişiyor. Ucuz kredi paketleri, kentsel dönüşüm hamleleri krizi ötelemek için kullanılıyor. Ama eninde sonunda bu birikme daha büyük bir krize neden olacak. Balon şiştikçe enkaz da büyük olacak. 2014’ten beri halkın satın alma gücünün düşük olması nedeniyle satılamayan bir-bir buçuk milyon konut arz fazlası var. Peki, kentsel dönüşüm nasıl yapılıyor? Müteahhitler eliyle kat karşılığı olarak. Yani bir müteahhit bir binadaki on daireyi yirmi daireye dönüştürüyor. Bu tam bir çılgınlık, krizi üreten önemli bir faktör. Kentsel dönüşüm bittiğinde inanılmaz bir konut arz fazlası ortaya çıkacak. Ülkenin doğal kaynaklarını, emeğini betona gömmüş olacaksınız.

TOKİ bu tabloda nerede duruyor?

Türkiye’nin özgünlüklerinden biri aslında TOKİ. Türkiye’nin en büyük müteahhidi. TOKİ sosyal konut yapmıyor, bir müteahhit gibi kâr amacıyla, değişim değeri amacıyla piyasaya dönük üretim yapıyor. En dar gelirli kesimlerin TOKİ’den yararlanma oranı yüzde 20. Bununla da kalmıyor. Bir devlet tekeli olarak büyük müteahhitlere kamunun arazilerini ucuza peşkeş çekiyor. Gelir ortaklığı modeliyle büyük müteahhitlerle ortak projeler gerçekleştiriyor. 19. yüzyıldaki altına hücum gibi, Türkiye’de yirmi yıldır muazzam bir gayrimenkule hücum var. Giderek mağduriyetler artmaya başladı. Kirada oturmak zorunda olan alt ve orta gelirli kesimler yüksek kiraların altından kalkamaz oldu. Enflasyonun çok üzerinde, nominal artışın ötesinde ev fiyatlarındaki ve kiralardaki reel artışlar. Reel anlamda en fazla fiyat artışının yaşandığı ülke Türkiye.

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati konut kredisini pazarlarken “liralaşma stratejisi” vurgusu yaptı, döviz ve altınını bozduranlara yüzde 0,89 faizle konut kredisi verileceğini söyledi. Konut kredisi servet transferinin bir unsuru mu? Eğer öyleyse, kimden kime aktarılıyor servet?  

Altan Alaybeyoğlu’nun Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları: Kapitalizm ve Türkiye isimli güzel bir çalışması var. Orada tekelleşme sürecini çok iyi anlatıyor. Türkiye’nin en büyük gayrimenkul yatırım ortaklığı, yüzde 51 hissesine TOKİ’nin sahip olduğu Emlâk Konut. Emlâk Konut’un yüzde 49’u da büyük müteahhitlere, sermaye gruplarına ait. İkinci sırada Torunlar Gayrimenkul Ortaklığı, üçüncü sıradaysa İş Bankası’nın gayrimenkul yatırım ortaklığı geliyor. Bunlar sektörün yüzde 60’ına hâkim, yani arsa, arazi, site, AVM gibi gayrimenkullerin yüzde 60’ı bunların elinde. Bu muazzam bir tekelleşme. Servet transferi nereye akıyor? Bu tekellere akıyor tabii. Ucuz faizle açılan kredilerle elde kalan konutlar buraya kanalize ediliyor. Bu servet transferiyle mülksüzleşme henüz bütünüyle yaşanmış değil, sürecin sonucunda mülksüzleşme daha büyük oranda yaşanacaktır. Mülksüzleşme ve üretimin belirli ellerde birikmesi bir servet transferi, gelir aktarımıdır. Gelirler kentleşme süreci üzerinden ne yazık ki yoksul kesimlerden zenginlere aktarılıyor.

Bir konutun kira maliyeti bir emekçinin aylık gelirinin yüzde 20 ile 30’unu aşmamalı. Bu, insan hakları ya da uluslararası sözleşmelerde de böyle geçer. Asgari ücret 4.250 lira, asgari kiralar 5-6 bin lirayı geçmeye başladı. Bu ödenemez. Halkın ciddi bir barınma sorunu var.

Mülksüzleşme sürecinin bütünüyle yaşanmadığını söylediniz. Nasıl yaşanacak peki?

Hisse senedi üzerinden örnek vereyim, çünkü gayrimenkulün de benzer tarafı var. Diyelim ki, borsada bir hisse senedinin fiyatı sürekli yükseliyor. Küçük ve orta ölçekte tasarrufu olanlar bu hisseden kazanmak için oraya hücum eder. Buna “sürü psikolojisi” denir. Sürü psikolojisiyle herkes oraya hücum ettikçe fiyatlar şiştikçe şişer. Ama sonuçta oraya hâkim olan büyük hissedarlar vardır. Onlar tepe noktasında satışa geçip kazancını maksimize eder. Dolayısıyla, satın alma kervanına yüksek fiyatlarla en son katılan küçük ve orta ölçekteki tasarruf sahipleri büyük zararlarla karşılaşır, ucuza satmak zorunda kalırlar. Mülksüzleşme tam da budur. Konut kredisi çekerek gayrimenkul sahibi olmaya çalışan küçük ve orta ölçekteki tasarruf sahipleri fiyatların tepe yapıp düşüşe başladığı anda, kriz balonunun patladığı noktada ne yapacaklar? Kredilerini ödeyemeyecekler ve bankalar o konutlara el koyacak. Çünkü o konut kredileri ipotekli. El konan konutlar ucuza yine gayrimenkul yatırım ortaklarına satılacak. Mülksüzleşme süreci bu. Daha da büyük tekelleşme sürecinin adımları bu şekilde örülüyor. Avrupa’da, mesela Almanya’da on tane büyük emlâk şirketi var, Berlin gibi büyük metropollerde konutların neredeyse yarısından fazlasına sahipler ve onlar kiralıyor evleri.

Berlin’de kira artışlarından dolayı halk sokağa indi, barınma hakkı için mücadele de sürüyor…

Evet, eylemler yapıldı. Barcelona’da da öyle. Eylemler sonucunda devlet ve yerel yönetimler konutların bir kısmını kamulaştırmak, ucuza kiraya vermek zorunda kaldı. Normalde bir konutun kira maliyeti bir emekçinin aylık gelirinin yüzde 20 ile 30’unu aşmamalı. Bu, insan hakları ya da uluslararası sözleşmelerde de böyle geçer. Bu oranı aştığında krediler de, kiralar da ödenemez. Ama Türkiye’de son açıklanan pakette konut kredisi geri ödemesi 20-30 bin liralık taksite tekabül ediyor. Asgari ücret 4.250 lira, asgari kiralar 5-6 bin lirayı geçmeye başladı. Bu ödenemez. Halkın ciddi bir barınma sorunu var.

Bir de mutenalaştırma ya da soylulaştırma dediğimiz süreç var. Yani kent emekçilerinin, yoksul emekçi halkın kent merkezlerinden çıkarılması. 1960-80 dönemindeki sanayileşmenin yükünü köyden kente göç etmek zorunda kalan emekçiler taşıdı. Emekçilerin yeniden üretim maliyetlerini ucuzlatmak için gecekondu şeklinde evler yapılmasına izin verildi. Şehrin çeperleri gecekondulaştı. Şimdi bu evler emekçilerden tekrar alınarak sermayenin birikim alanına dönüştürülüyor…

Türkiye coğrafyası deprem riski altında, bu bir gerçek. 1999 Marmara depremi ile öncesi ve sonrasında yaşanan depremlerde yıkılan binaların altında binlerce insanı kaybettik. Bu risk büyük bir tehdit olarak hâlâ karşımızda duruyor. Zorunlu kentsel dönüşüm bu açıdan kaçınılmazdı, ama AKP bunu istismar etti, buradan zenginleşen sermaye grupları oluşturdu; hem onlara kaynak transfer etti hem de onlardan beslendi. Dolayısıyla, sorunun önemli bir boyutu da soylulaştırmadır.

Nureddin Nebati’nin “Bu fiyatları indiremeyiz, ancak bu seviyede durdurabiliriz” sözü ne anlama geliyor?

Spekülasyondan medet umuyorlar. Spekülasyon sürdükçe insanlarda fiyat artışı beklentisi oluşuyor. Bu beklenti insanları konut kredisi çekerek konuta yatırım yapmaya yöneltebiliyor. İnsanların kredi kullanması inşaat sektörü için yeni kaynak yaratma anlamına da geliyor. Nureddin Nebati bu yüzden “fiyatlar düşmeyecek” diyor.

Yüksek borçlanmanın ne gibi etkileri olur?

Soma’da hayatını kaybeden madencilerin aileleri “biz çiftçiydik, bankalara olan borçlarımızı ödeyemediğimiz için maden ocağında çalışmaya başladık” diyorlardı. Ötelenen kriz patlak verirse sersefil bir şekilde sokaklarda yaşayan insan manzaralarıyla karşılaşmamız muhtemel. Şimdiden toplumsal şiddetin dozu yükseliyor, hırsızlık ve kadın cinayetleri artıyor.

Barınamıyoruz Hareketi’nden üniversite öğrencilerinin parklarda yattığı dönemde öğrencilerden biri “asla ev sahibi olamayacağımı biliyorum” diyordu. Bu durum kuşaklar arası eşitsizliğe de işaret etmiyor mu? “Z Kuşağı”ndan bir insanın ev sahibi olması artık imkânsız gibi…

Mahkemelerde ev sahibi-kiracı davalarının ve reddi miras davalarının artışı finansallaşma ve konut sorununun sosyal etkilerini net bir şekilde gösteriyor. 350-400 bin civarında reddi miras davası, 300 bin civarında da ev sahibi-kiracı davası var. Hayatını kaybeden insanların varisleri yakınlarından kalan borcu kabul etmiyor. Düşünsenize, eskiden yakınınızdan miras kalırken şimdi borç kalıyor. Neoliberalizmle birlikte işgücünün aşırı şekilde değersizleştirildiği, nitelikli emeğin ucuzladığı bir dönüşüm süreci yaşadık. Ayrıca neoliberalizm muazzam bir gelir adaletsizliği yarattı. Türkiye’de en çok kazanan yüzde 10’un yıllık ortalama geliri en az kazanan yüzde 50’lik kesimin gelirinden 23 kat fazla. Mülksüzleşme ve servet aktarımı sürecinin daha da derinleşmesiyle insanların sosyal güvenlik sisteminden mahrum bırakıldığı, evsizleştiği, asgari ücretin geçinmeye yetmediği bir süreçteyiz. Üstelik, bunları dünyada üretilen muazzam servete rağmen yaşıyoruz. Kapitalizmle hesaplaşmadıkça bu sorunları aşamayacağız. Z Kuşağı bu hesaplaşmayı yapmak zorunda. Aksi takdirde, Rosa Luxemburg’un bahsettiği barbarlıkla karşı karşıyayız.

Barınma güvencesinden yoksun çok büyük bir kesim var. Kiraların artmasıyla konutlar gittikçe kalabalıklaşıyor. Öğrenciler daha kalabalık evlerde, çoğu yetişkin ailesinin yanında yaşamak zorunda kalıyor…

Evet. Bu bir yığılma. Tıpkı Engels’in anlattığı 19. yüzyıl Kansas City’sinin modern bir versiyonunun içindeyiz. Battaniyeye sarınarak sokaklarda yatanları görüyoruz. Bunlar 19. yüzyıl manzaraları değil mi? Sendikal yapıların, sosyalistlerin, anarşistlerin, devrimcilerin tarihsel olarak güçsüz olduğu bir dönemdeyiz, ama sanıyorum bu süreç kapitalizme karşı mücadeleyi dayatacak.

Yoksulların, emekçilerin konut hakkı için nasıl bir model öneriyorsunuz?

Konut sorununun çözümüne dair Engels’in çok yerinde çözümleri var. Engels konut sorununun kapitalizm içinde çözülemeyeceğini söyler, ama sınıf mücadelesine bağlı olarak bazı geçici çözümler üretilebilir. Almanya ve İspanya’da yapıldığı gibi büyük müteahhitlerin elindeki konut stokunun kamulaştırılması bir çözüm olabilir. Kamulaştırılan konutların halka asgari ücretin yüzde 20’sini aşmayacak şekilde kiralanması veya uzun vadeli ödeme planlarıyla satılması gerekir. 1980 öncesinde bu politikaların kısmi örnekleri Türkiye’de vardı. Devlet Emlâk Bank üzerinden çalışanları konut sahibi yapmak için çeşitli uygulamalar geliştirmişti. Erdemir, İsdemir ve Kardemir’de Sovyet modeliyle konutlar yapıldı. Ucuz kredi olanaklarıyla işçilere konutlar verildi. Rant odaklı kentsel dönüşümün bir an önce durdurulması gerekiyor. Bu kentsel dönüşüm hem ekonomik hem sosyal hem de ekolojik bir facia. Kentsel dönüşüm katılımcı bir belediyecilikle, kooperatifçilik temelinde geliştirilebilir ancak.

1+1 Express, sayı 180, Yaz 2022

^