Salâh Birsel deneme türünde olgunluk çağı eserlerinden biri sayılan, dünyanın dört bir köşesinden edebiyatçılar, müzisyenler, sanatçılar ve tarihi karakterlerin hayatlarında gezintiye çıktığı Bir Zavallı Sarı At’ta kırk yıl boyunca her gün içtiği dört paket Birinci sigarasının hesabını yapar ve şu sonuca varır: Bıraktığı güne kadar yaklaşık 120 kilometre sigara içmiştir.
Envai çeşit aplikasyonun sadece ufuktaki denetim toplumunu sağlamlaştırmadığı, aynı zamanda hazzı ve yaratıcılık ruhunu da törpülediği, insanların günde kaç adım attıklarının mobil telefonda muhasebesini tuttuğu günümüzde, Birsel’in muzip yaratıcılığı takdire şayan değil mi? Hemen kopya çekelim ve soralım: 2013’ün 31 Mayıs’ından, Gezi Parkı’nın halk tarafından geri alınmasından 16 Haziran’da polis şiddetiyle boşaltılmasına kadar, her gün Kadıköy’den vapurla Karaköy’e, oradan yürüyerek Taksim’e giden ve aynı güzergâhtan eve dönen bir Kadıköylü toplam kaç devletsiz adım atmıştır?
Yuvarlak hesapla, biraz da Gümüşsuyu’ndaki barikatları kolaçan etmek için sahil yolu tercih edilmişse, günde 10 bin 600 adımdan toplam 180 bin 200 adım. Rotayı Tünel ve İstiklâl Caddesi üzerinden, biraz da Taksim’in bu en özgür, şen şatır halinin tadını çıkararak arşınlarsak 163 bin 200 adım. Elbette tüm isyan sürecini Gezi’de geceleyerek geçiren Kadıköylüleri hesaptan muaf tutmak gerek.
Salâh Birsel 6 Ocak 1980’de Yaşlılık Günlüğü’ne şu notu düşmüş: “Sabah 8:20, cigara özlemi.” Birsel olgunluk devrini Kadıköy’de, ilçenin Maltepe istikametindeki sınır mahallesi Bostancı’ya komşu, Çatalçeşme’de geçirmeyi tercih etmiş. Gündelik hayattan detayları, o an yazdığı şiirleri, Bostancı yürüyüşlerini, deneme hazırlıklarını iç içe geçirdiği günlüğünden bir tespit: “Bana kalırsa okullarda öğrencilere okuma-yazma öğretmeden önce zaman kullanımı üzerine bilgiler verilmelidir.”
Bütün melânetlerin başı diye gördüğü zaman kullanımı bilgisi eksikliği, Kadıköy’ün bu sınır mahallesi söz konusu olduğunda, Birsel’in zihin dünyasında başkalaşmış, yerini bir nebze ferahlık duygusuna bırakmış gibi görünüyor. Havanın bulutsuz olduğu, biraz aylaklık yaptığı günlerde Bostancı Çay Bahçesi’nde eşle dostla buluşur, karşıdaki Keşiş Dağı’nı (Uludağ) seçip seçemediğini tetkik eder.
Birsel’in Yaşlılık Günlüğü’nü kaleme aldığı 1980’lerin ilk yarısında Bağdat Caddesi ve civarı hâlâ iyi planlanmış, kendi sahil, kültür ve meyhane hayatına sahip sayfiye/banliyö özelliğini koruyordu. İlçe bunu büyük ölçüde “Gezi’nin ilk direnişçisi”ne borçluydu.
Aron Angel’in “Gezi direnişi” 1952’ye uzanır. 1936-1950’de İstanbul’un Nazım Planı’nı hazırlayan Angel Gezi Parkı’nı da kapsayan 2 No.lu Park’a Hilton’un kondurulmasına şiddetle karşı çıkar. Taksim’den Maçka Parkı’na uzanan, eğlence ve kültür alanlarıyla bezeli planın delinmesine bir suç duyurusuyla isyan eder, otel planının kabulü üzerine belediyedeki görevini bırakır.
Zamanın ilerisinde bir “Bay Engel”
Türkiye’nin gerçek anlamda ilk şehir plancısı sayılan mimar Aron Angel çoktan hak ettiği saygıyı Gezi isyanıyla beraber halk kitleleri nezdinde de edindi. O tarihten bu yana, çalışmalarına ait bırakın müzeyi, kentte bir heykelinin bile bulunmamasını sorgulamak gerekir.
Angel’in “Gezi direnişi” 1952 yılına uzanır. 1936-1950 yıllarında Fransız kent plancısı Henri Prost’la beraber İstanbul’un Nazım Planı’nı hazırlayan Angel, 1952’de, büyük ölçüde onun çabalarıyla hayata geçirilen Gezi Parkı’nı da kapsayan 2 No.lu Park’a Hilton Oteli’nin kondurulmasına şiddetle karşı çıkar. Angel Taksim’den Maçka Parkı’na uzanan, kentlilerin neredeyse kesintisiz üç kilometre yürüyüş yapabileceği, eğlence ve kültür alanlarıyla bezeli park planının delinmesi karşısında küskünlük sergilemez, aksine bir suç duyurusuyla isyan eder, otel planının kabulü üzerine belediyedeki görevini bırakır.
Aron Angel en çok Gezi Parkı’yla anılsa da, planlama ufku sınıf mücadelesini, feminist yaklaşımları içermekten geri kalmamıştı. Levent’e planladığı yüksek, ancak Tarihi Yarımada’nın siluetini bozmayan apartmanların her birine başta kadınların hayatını kolaylaştıracak kreşler, lokantalar, insanları bir araya getirecek sinemalar, ortak mekânlar ve deniz manzaralı teraslar eklemişti.
Menderes hükümeti II. Dünya Savaşı sırasında biriken Hazine rezervlerini eritecek, Türkiye’yi endüstriyel tarım vasıtasıyla Avrupa’nın tahıl ambarı haline getirecek, dolayısıyla kente göçü tetikleyecek, Marshall Yardımları’nı çarçur ettikten sonra, geleceğe kaçışı 1956’dan itibaren “Menderes Operasyonları” diye anılan, binlerce kişiyi yersiz yurtsuz bırakan kentsel dönüşüm/yıkım hamlelerinde arayacaktı.
Aynı dönemde Aron Angel, göçle beraber hızla artmaya başlayan gecekondulaşmayı yönlendirmeyi de teklif etmişti. Esnek bir planlamayla farklı gecekondulaşma ve mimari yaklaşım önerileri sunan Angel arazilerin göçle gelen yeni kentlilere devrini talep ediyordu. Döneminde Angel’in kamusal yaşam vizyonunun zerresine sahip olmayan rant heveslisi hükümet ve müteahhit şebekesi onu “Bay Engel” diye yaftalamaktan geri kalmadı.
Kadıköy’ün Yeldeğirmeni’nde doğan Angel, mahalleyi erken yaşta terk etse de ilçedeki çocukluk hatıralarını hep korudu, Kadıköy’de yaşayan akrabalarını sık sık ziyaret etti. Bu yüzden Bağdat Caddesi ve çevresini bahçe içinde, makul yükseklikte ferah konutlardan oluşan bir plana göre çizdiğinde büyük bir haz duymuş olmalı.
Bugün ilçedeki ikinci kentsel dönüşüm dalgasının ardından Angel’in Kadıköy’ünden geriye belli belirsiz bir iz kaldı. Kadıköy merkezine komşu, ilçenin genel orta sınıf ve küçük burjuva yapısından ayrıksı, gecekondu mahallesinden yüz bin kişilik bir küçük şehre dönüşen Fikirtepe kentsel dönüşümün felaket sonuçlarının nişanesi olarak duruyor.
2012’de geçen kentsel dönüşüm yasasıyla bir Dubai yaratma hevesiyle çıkılan yolda, işlerin sarpa sarmasıyla 2015’te aba altından gösterilen kamulaştırma tehdidiyle süreç iteklendi, ardından daireleri satıp inşaatları yarım bırakan ya da konkordato ilan eden şirketler geride sadece gayrı kentsel bir distopya değil, on binlerce mağdur insan bıraktı. Böylece hep muhafazâkar partilere daha çok oy çıkan, bıçkınlığıyla meşhur semt artık tarih kitaplarının konusu haline geldi. Sadece Fikirtepe de değil, irili ufaklı müteahhitlerin giriştiği projeyle birlikte, ailelerin, komşuların iki-üç metrekarenin hesabını yaparak şiddetli kavgalara tutuştuğu, yüzlerce binanın yarım kaldığı ilçe geneli, bir Dubai olmasa da eni konu Brezilya’daki büyük kentlerin yüksek binalarla sıkış tıkış doldurulmuş merkezlerine dönüştü.
Gene de bir an için sosyolog John Urry’ye kulak verelim: “Metruk binalar bile izler bırakabilir ve geçmiş dönemlere ilişkin anıları, düşleri ve ümitleri açığa çıkarabilir.”[1] Üstü koyu lekelerle örtülmüş bir kent dokusu da geçmişin anılarını, geleceğin ümitlerini tetikleyebilir, bir mahalle biraz geri çekilip hayal gücünü çalıştırmak için vasıta olabilir.
Kemal Tahir’in muhasebeleri
Kemal Tahir hapisten çıktıktan sonra, 1950’lerden itibaren, Birsel’in müdavimi olduğu çay bahçesinden iki kilometre Kadıköy merkez istikametinde, Kadıköy’ün sahile uzanan semtlerinden Şaşkınbakkal’da yaşamaya başladı. Ehlikeyifliğiyle bilinen yazar mahalle çocuklarının yakalayıp “böcek” diye denize attığı karides, ıstakoz ve yengeçleri alır, çocuklarla beraber yemek yapar, kütüphanesini onlarla paylaşırdı. 1950’lerde sahile doğru yayılan ve giderek orta sınıflaşan Şaşkınbakkal (özgün adıyla Bolderos) ve civarı bir yandan küçük burjuvalaşmaya başlayan kültürü, diğer yandan yeniliklere açıklığı ve dahası, büyük oranda yakın gelecekte ülkeyi terk etmeye zorlanacak mahalleli gayrimüslimlerden öğrendiği dışarlıklı hayatıyla Kemal Tahir’de nasıl bir his uyandırmıştır? Romanlarına yansımasına bakılırsa, Tahir semti kaçıştan ziyade, bir geri çekiliş, bir muhasebe mekânı olarak görüyordu.
Yorgun Savaşçı’nın başkahramanı İttihatçı Cehennem Topçu Yüzbaşı Cemil, işgal İstanbul’unda her an yakalanmak tehlikesiyle yaşamaktansa I. Dünya Savaşı’nın mağlubiyetinin ağır gölgesinde bir iç muhasebeyi de zihninde taşıyarak çamur deryası yollardan geçip Caddebostan’a, Cemiyet’ten erken ayrılmış Doktor Münir’in yalısına sığınır. Halil Paşa ve Patriot Ömer’in de katılımıyla dört dava arkadaşı Kurtuluş Savaşı öncesinde, Ermeni soykırımının dahi masaya yatırılacağı derin bir geçmiş muhasebesine dalar.
1950’lerde sık sık Suadiye ve Caddebostan Plajı’na inen Tahir, sadece Yorgun Savaşçı’ya sahne olacak köşk ve yalılara değil, aynı zamanda yazlık sinemaları, caz konserleri, insan ilişkileri, ithalat rejimiyle filiz veren tüketim toplumuyla, büyük ölçüde Batılılaşmış bir gündelik hayatın hüküm sürdüğü ilçeye de tanıklık eder. Tahir’in maişet motorunu döndürmek için durmadan yazmak zorunda olduğu bilinir. Bir mektubunda son iki yılda 14 roman yazmanın ve üç çeviri yapmış olmanın yorgunluğundan dem vurur.
Yarım düzine müstear isimle farklı türlerden onlarca roman yazan Tahir, Caddebostan ve Suadiye plajındaki gözlemlerini Samim Aşkın ismiyle yayınladığı Halk Plajı romanında ziyadesiyle kullanır. Girift ilişkiler, plaj ve civarında geçen erotik betimlemelerle bezeli, belli ki çok satması beklenen bu “hafif” roman aslında tüm burjuva karakterlerinin birbirlerine şüpheyle yaklaştığı, kimi zaman düşmanca davrandığı, modernleşmenin eşiğindeki bir toplumu anlatır.
Sosyolog John Urry’ye kulak verelim: “Metruk binalar bile izler bırakabilir ve geçmiş dönemlere ilişkin anıları, düşleri ve ümitleri açığa çıkarabilir.” Üstü koyu lekelerle örtülmüş bir kent dokusu da geçmişin anılarını, geleceğin ümitlerini tetikleyebilir, bir mahalle biraz geri çekilip hayal gücünü çalıştırmak için vasıta olabilir.
Kemal Tahir belli ki Kadıköy’ün modernleşmesinde bir eksik görmüş, tüm burjuva karakterlerin arasına elmas gibi parlayan iki şahsiyet koymuştur: Hali vakti yerinde bir muhasebeciyken bir berduş haline gelmiş, plaj artıklarıyla beslenen Davud bey ve karısı hasta olduğu için oğlunu her gün yanında plajda işlettiği büfeye getiren büfeci. Büfeci yüzme bilmeyen sevgili oğlunu uzun bir iple denize ulaşmasını engelleyecek şekilde bağlar. Bu da küçük burjuva plaj sakinleri arasında esefle karşılanır, büfeci aşağılanırken, kimsenin aklından çocuğa yüzme öğretmek geçmez. Tahir geri çekildiği Kadıköy’ün, tüm yenilikçiliğine rağmen, sınıfsal bilinç yoksunluğunun, modernleşmesinin kadüklüğünün altını çizmek ister gibidir.
Caddebostan bulantısı
Şaşkınbakkal’dan merkez istikametinde 1200 adım daha atalım. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı Halk Plajı’ndan dört yıl sonra yayınlandı. Mevsimlere göre tasnif edilmiş kitabın üçüncü, yani yaz bölümünün sahnesi Caddebostan’dır. Dönemin Caddebostan’ı ilkin kitabın kahramanı C.’ye bir imkânlar ufku gibi gözükür. Hatta “birbirine yalnız sevgi ile bağlı iki kişilik bir toplum” arayışını mahallede karşılaştığı eski sevgilisi Ayşe’yle gerçekleştireceğini ümit eden C., normalde karşı çıkacağı davranışlar sergiler. Ev sahibesi Naciye ablanın pansiyonunda kalanlarla beraber yemek yer, sahilde tıpkı diğer “sıradan” çiftler gibi Ayşe’yle aylaklık eder.
Binanın holüne bir sinema perdesi kurulmuş. Önünde iki Napolili mahalle aktivisti birazdan Napoli’de çöp ve atık mafyasına karşı verdikleri mücadeleyi Caferağa sakinleriyle paylaşacak. Yunanistan’da özyönetimle işleyen mahalle kliniklerinden arkadaşlar dinleyiciler arasındaki yerini almış. Elif Çermik kütüphanesinde mahalleli çocuklar ders çalışıyor. Birkaç kişi “Acının İki Yüzü” sergisinin hazırlıklarını yapıyor.
Gene de Caddebostan’ın kısmi modernliği ve dışarlıklı yapısı, sayfiye hali Oedipus kompleksiyle yarılmış, bir yandan kadınları aşağılayarak tasnif eden, diğer yandansa ideal ruh eşini, doppelganger’ini arayan C.’nin marazi tıkanıklığına merhem olmaz. C. Caddebostan bulantısını şöyle tarif eder:
“İşten dönenler, akşam gezintisine –değil, sürtünmesine– çıkanlar, korkunç gömlekli delikanlılar, bisikletlere binmiş şortlu kızlar, çevik bakışlı dedikodu arayıcıları, hepsi de bu otomobil kornalı, bisiklet zilli, ıslıklı gürültüde sanki sevinçliydiler.”
Kentten ümitli bir geri çekilmeyle başlayan Caddebostan yazı, önce ilçenin modernliğinin sınırlarına toslar: C. ve Ayşe evlilik dışı bir ilişki yaşadıkları için pansiyon yemeklerinden dışlanır. C. ardından Ayşe’nin “cinselliğin çatışmalarını yaşamayacağı bir yüz” değil, enikonu bir birey, onu eleştirip terk edebilen bir kadın olduğunu keşfeder.
Ford Mach 1 ve Kadıköy sound
Şimdi Caddebostan’dan Kadıköy merkeze doğru, Bağdat Caddesi üzerinden yaklaşık 2300 adım daha atıp Göztepe parkına ulaşalım. Günlerden 29 Ekim, yıllardan 1973. Parka kurulmuş Medrano sirkinde çalışan Palyaço Ruşen, Bağdat Caddesi’nden geçen Ford Mach 1’e gıptayla bakıyor. 29 Ekim 1973, Birinci Boğaziçi Köprüsü’nün alâyı vâlâ, aynı zamanda bir otomobil yarışıyla açıldığı gün.
Aron Angel’in iki kıtayı birleştirecek olan, bir metro hattı da barındıran tüp geçidi hiç gündeme alınmamış, Anadolu yakasındaki son tramvay hattının sökülüşünden bu yana yedi yıl geçmiştir. Köprünün yapımına başlanan 1970’te, dönemin başbakanı Süleyman Demirel köprünün yakın bir gelecekte, masraflarını çıkarınca, ücretsiz olacağını müjdelemiş, açılışı müteakip on yılda kentte araç trafiği neredeyse dört, Kadıköy’ün nüfusu iki buçuk kat artmıştır.
Sevim Burak 1970’lerde (bitiremediği) Ford Mach 1 romanını yazarken hem Kadıköy’ün baş döndüren küçük burjuvalaşmasına tanıklık etmiş, hem de bir Kuzguncuk-Nakkaştepeli olarak köprü inşaatını ve otomobil kültürünün yıkıcılığını yakından gözlemlemişti. Bu muazzam dönüşüm karşısındaki çelişkili hislerini (Burak’ın da bir Amerikan arabası vardır) romandaki üç karaktere bölüştürmekten geri durmaz.
Köprünün açılış günündeki yarışlara katılan Amerikan arabalarından biri olan Ford Mach 1, hem gün geçtikçe yerleşen Batı kapitalizmine dahil olmaktan hem de ondan nefret etmekten kendini alamaz. Mahallenin havsalayı zorlayan kentsel yıkımına, kişisel tarihinin yok edilmesine öfkelenen yaşlı kadın beyhude yere nostaljinin gölgesine sığınmaya çalışır.
Ford Mach 1’e önleyemediği bir ilgi duyan Palyaço Ruşen, ne kadar çabalarsa çabalasın arabanın sürücüsünün yüzünü göremez. O çabaladıkça Kadıköy’ün imrendiği, bir süreliğine bir emekçi olarak yer aldığı küçük burjuva hayatı ondan uzaklaşır. Nostalji, kemale eren tüketim toplumu ve sınıflar arası bariyerler Kadıköy’ün görece modern, rahat imgesini sakinlerinin zihninde durmaksızın ters yüz eder.
Öte yandan Kadıköy, Fikirtepe gibi azınlıkta kalan mahallelerri hariç, ömrünün büyük kısmını orta sınıf ve orta-üst sınıf bir ilçe olarak geçirdi. Şimdilerde “gerçek fotoşopla düzeltilemeyecek kadar çirkin” olsa da bu sınıfsal yapısının, eksik modernleşmesinin olumsuz olduğu kadar olumlu yanlarını da zulasında taşıyor. Örneğin, Hulki Saner’den Barış Manço’ya, Erdem Buri’den Kesmeşeker’e, Nekropsi’den Büyük Ev Ablukada’ya, Kim ki O’dan Gaye Su Akyol’a, Radical Noise’dan Kadıköy Acil’e farklı akımlarda, saymakla bitmeyecek grup ve müzisyen bu ilçede doğdu. Kadıköy, doğru ya da yanlış, kentte kendi sound’uyla anılan tek ilçeydi. Covid-19 pandemisine kadar, ilçe merkezinde yer alan 14 ayrı müzik sahnesinde envai çeşit İstanbul menşeli müzik dinleyicileriyle buluşmaya devam ediyordu.
“Metruk binalar ümitleri açığa çıkarabilir”
Geleceğin alabildiğine karanlık gözüktüğü, belirsizliğin gündelik hayatın tüm hücrelerine nüfuz ettiği, anlamlı tüm sosyal birlikteliklerin, mekânların tarifsiz bir saldırı altında olduğu dönemlerde nostaljiye sığınmaya çalışmamak neredeyse imkânsız. Taksim’in Dalan’dan itibaren sınıfsal ve mekânsal dokusunun tarumar edilmesiyle başlayan, AKP’nin “ustalık döneminde” geliştirdiği Taksim Projesi ve mal müsaderesiyle kemale eren dönüşümü, Beyoğlu’nu yuva edinen sol örgütler nezdinde bir travmaya yol açtı.
Bu süreçle beraber hızlanan Kadıköy’e “geri çekilme” Taksim’i tutmaya azimli aktivistler tarafından eleştirilirken, Kadıköy merkezi hızla soylulaşmaya başladı, yörede yaşayan kimi sakinler epey sınıfsal kokan eleştirilerinde İstanbul’un dört bir yanından ilçe merkezine eğlenmeye gelen İstanbulluları mahallenin dokusunu bozmakla itham etti. Ama Julian Barnes’ın Hayat Düzeyleri romanının açılış cümlesinde dediği gibi: “(Bazen) daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya (bir ölçüde) değişir.” Parantezler bizden.
Şimdi, isterseniz Palyaço Ruşen’i bıraktığımız Göztepe Parkı önünden 5200, isterseniz Taksim’in polislerce işgal edildiği gün son kez Gezi Parkı’ndan yola çıkıp 6500 adımla Kadıköy merkezde, Caferağa mahallesindeki Hacı Şükrü Sokak’a varalım. Sokağın en heybetli binası 20. yüzyılın başında yapılmış Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi. Bahçesindeki ağaçlarda kuşlar cıvıldıyor, bakımlı bahçenin sükûneti yoğun ilçe merkezine bir nebze ferahlık bahşediyor, kilisenin Bahariye Caddesi tarafındaki sokak müzisyenleri bu sükûnetten ziyadesiyle faydalanıyor.
20. yüzyılın ilk yarısında Rumların ve Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı sokağın asıl ismi neydi acaba? Osman Nuri Ergin’in[2] altı binden fazla sokak ismini bir çırpıda değiştirdiği 1927’de zaten Hacı Şükrü diye anılıyormuş. Geçmişin izi kayıplara karışmış. Hacı Şükrü Sokak ve kesintisiz merkeze doğru devam eden Miralay Nâzım Sokak üzerinde Pervititch Haritaları’ndan kalma (1922-1945) sadece on kadar tarihi bina var.
Kilisenin önünden Miralay Nâzım Sokak’a doğru yürüdüğümüzde kafe, bar ve büfelerin sayısı, dolaysıyla kalabalık artıyor. Ters istikamette Moda’ya doğru konut sayısı artıyor, dolayısıyla bu tarafta bir nebze sessizlik hâkim. Şimdi kilisenin karşı çaprazındaki üç katlı, cumbalı tarihi binaya bakalım. Yanmış (yakılmış) binaya, metruk hale getirilmeden önce, 2014 baharında, bir cuma akşamı, güneş batmadan önce, bir yandan nostaljiden sakınarak, bir yandan da Urry’nin tespiti kulakta küpe, girelim: “Metruk binalar bile izler bırakabilir ve geçmiş dönemlere ilişkin anıları, düşleri ve ümitleri açığa çıkarabilir.”[3]
Gezi’den sonra, daha önce bir araya getirilmemiş iki şey bir araya geldi ve dünya bir ölçüde değişti. Gezi’den Kadıköy’e dönen aktivistler yeni örgütlenme deneyimlerini mikro ölçekte mahalleye taşırken, Kadıköy de onlara el verdi. Ve böylece hadise gerçekleşti: “Hadise yeni bir siyasal alanın yaratılmasıdır. Kelimenin gerçek anlamıyla ‘alan’ın, mekânın siyasallaştırılmasıdır, bir fabrikanın, bir üniversitenin işgali gibi.”
Girişte, soldaki orta salonda mahalle evini kuran aktivistlerle Özgür Kazova İşgal Fabrikası’ndan[4] bir kadın ve bir erkek işçi koyu bir sohbete dalmış. Binanın geniş giriş holüne bir sinema perdesi kurulmuş. Önünde iki Napolili mahalle aktivisti notlarını yazdıkları kâğıtları karıştırıyor. Birazdan Napoli’de çöp ve atık mafyasına karşı verdikleri mücadeleyi Caferağa sakinleriyle paylaşacaklar. Yunanistan’da özyönetimle işleyen mahalle kliniklerinden arkadaşlar dinleyiciler arasındaki yerlerini almış.
Büyük semaverin yanından girilen Elif Çermik[5] kütüphanesinde mahalleli çocuklar ders çalışıyor. Mahalle evinin çenebaz, evsiz müdavimi “Acaba giysi takas odasına şöyle kalın, iyi bir ceket geldi mi?” diye soruyor. Birkaç kişi ertesi gün açılacak olan, ölen gerilla ve askerlerin ailelerinin katkısıyla oluşturulan Acının İki Yüzü sergisinin hazırlıklarını yapmak için tarihi evin mahir bir ekip tarafından onarılmış merdivenlerinden yukarı çıkıyor. Başka bir ekip kapının önünde istiflenmiş Suruç’a gidecek yardım malzemeleriyle ilgileniyor.
Arkadaki geniş bahçeye açılan mutfakta an itibarıyla mahalle evindeki yüzden fazla kişiyi besleyecek kadar bulgur pilavı ve türlü çoktan hazır. Napolili misafirler hikâyelerine başlamadan önce bir sigara tüttürmek için kapı önüne çıkıyoruz. Kadın forumlarından arkadaşlar ertesi gün yapılacak toplantıda yeni ortaya çıkan bir taciz vakasını nasıl ele alacaklarını ölçüp biçiyor.
Esentepe’den, dile kolay, 35 kilometre öteden gelmiş bir genç grubu, mahalle evinin sokaktaki içki ve gürültü sorununa karşı astığı Artık Yeter! pankartının hemen ötesinde, kiliseye nazır içkilerini yudumluyor. Mahalle evi müdavimlerinden birinin uyarısıyla sorun çıkarmadan uzaklaşıyor, arka sokakta biralarını yudumlamaya devam ediyorlar.
Sokakta yaşayan iki orta yaşlı adam, Acının İki Yüzü sergisinin afişine kuşkulu gözlerle bakıyor. Mahalle evinden biri “yarın açılıyor, buyurun bekleriz” diyor. Karşılık vermeden uzaklaşıyorlar. Evsiz müdavim ısrarla sormaya devam ediyor: “Abi, hakkaten, şöyle kalın bir ceket gelmedi mi?” Napolilileri, ardından Yunanlı arkadaşları dinledikten sonra, geç vakit bahçede yemek faslına geçiliyor. Gece yarısı yaklaşırken, bir grup Kadıköy merkeze doğru, takıldıkları “solcu” bara yöneliyor, diğerleri evlere dağlıyor.
“Bizim mekânımız”
Gerçekleşmiş bir distopyada, Nazi toplama kampında öldürülen sosyolog Maurice Halbwachs Kolektif Bellek kitabında şöyle diyor: “Herhangi bir hatıralar kategorisinin yeniden canlanması için, dikkatimizi çevirmememiz gereken şey mekândır, –içinde bulunduğumuz, sık sık geçtiğimiz, daima erişimimizin olduğu ve hayal gücümüz ya da düşüncelerimizin her an yeniden oluşturabildiği– bizim mekânımızdır.”[6]
Gezi’den sonra, daha önce bir araya getirilmemiş iki şey bir araya geldi ve dünya bir ölçüde değişti. Gezi’den Kadıköy’e dönen aktivistler çıkınlarındaki yeni örgütlenme deneyimlerini mikro ölçekte mahalleye taşırken, Kadıköy de tüm olumsuz ve olumlu orta sınıf, modern geçmişiyle onlara el verdi. Ve böylece tam da Alain Badiou’nun Express’teki söyleşide dile getirdiği şekliyle hadise gerçekleşti: “Hadise yeni bir siyasal alanın yaratılmasıdır. Kelimenin gerçek anlamıyla ‘alan’ın, mekânın siyasallaştırılmasıdır, bir fabrikanın, bir üniversitenin işgali gibi.”[7]
Geceyi erken söndürenler vakitlice kalkıp güneşli bir cumartesinin tadını çıkarıyor. İlk istikamet mahalle evinin Yoğurtçu Parkı yönünde, iki paralelinde, Hacı Ahmet Bey Sokak’taki Kadıköy Kooperatifi’nin dükkânı. Haftasonları tıpkı diğer kooperatif ortakları gibi saat ücretiyle çalışan iki üniversiteli hevesle yeni gelmiş zeytinyağlarının hikâyesini anlatıyor. Simide katık etmek üzere domates, Karaburun Kolektifi’nin siyah zeytininden, Koçulu Çiftliği’nin eski kaşarından, Sındı Köyü Kooperatifi’nin badem ezmesinden ve zeytinyağından alıyoruz. Çıkını sırtlayıp Moda muhtarlığına komşu Moda Gezi Bostanı’na yollanıyoruz.
Bostandaki sebzeleri suladıktan sonra, örtüyü serip çıkını açıyoruz. Yanda mahalle evinin örgütlediği yoga etkinliği başlamış. Öğleden sonra bostanda düzenlenecek kent hareketleri forumu için bir grup hazırlık yapıyor. Uzun bir kahvaltıdan sonra birkaçımız aşağıya, Esat Işık Caddesi üzerinden Yoğurtçu kadın forumuna doğru yola çıkıyor, bir kısmımız bostanda kalıyor, birkaçımız da Acının İki Yüzü sergisine gidiyor.
Mahalle evinin girişinde sergiye olası bir polis müdahalesine karşı bir grup bekliyor. İçeride sergiyi hazırlayan Kâmran Erkaçmaz ziyaretçilerle sohbet ediyor. Serginin ağırlığı mahalle evinin ikinci ve üçüncü katlarını derin bir sessizliğe boğmuş. Girişteki salonda ise İngilizce atölyesinden sözcükler havada uçuşuyor.
Akşam yemeği hazırlıklarına el verdikten sonra doğma büyüme Caferağalı bir Ermeni olan Murad Mıhçı’nın mahalleyi gezdirdiği yüzleşme atölyesine katılıyoruz. Akşam için iki seçenek var. Moda İlkokulu’nun önünde, Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’ndaki film gösterimine ya da çarşıya yakın bir sahnedeki dayanışma konserine intikal etmek.
Heterotopya ve iki direnişçi
Michel Foucault “heterotopya”nın genel tanımını şöyle yapıyor: “Muhtemel tüm kültürlerde, tüm medeniyetlerde (…) bir kültür içinde bulunabilecek diğer tüm gerçek yerlerin eş zamanlı tartışmaya açıldığı, temsil ve tersyüz edildiği, etkinlikle hayata geçirilmiş bir tür ütopya, karşı-yerler diye nitelendirilebilecek gerçek mekânlar vardır.” Ve ekliyor: “Bir heterotopya (mekânı) insanlar ancak geleneksel zamanlarıyla tam mânâsında bir kopuş yaşadıklarında tam randımanla işlev görmeye başlar.”[8] Gezi’den sonra iki şey, Gezi aktivistlerinin yeni siyaset çıkını ve Kadıköy’ün ruhu bir araya geldi ve bir değil, birçok heterotopya mekânı ortaya çıktı.
Günlerden pazar, biraz geç kalkıyoruz. Caferağa’dan kalabalığı ekarte etmek için mümkün mertebe ara sokakları kullanarak Yeldeğirmeni’ne doğru yola çıkıyoruz. İstikamet Dua Sokak’taki Don Kişot İşgal Evi. Evden arkadaşlarla çatıdaki fideleri alıyor, mahalledeki Berkin Elvan Bostanı’na götürüyor, ılık bahar güneşinin keyfini sürerken ekim yapıyoruz.
Arkadaşların bir kısmı işgal evine geri dönüp akşamüstü ziyarete gelecek Michael Hardt için geniş salonu hazırlamaya koyuluyor. Bir grup ise “Hardt’ı nasılsa kitaptan okuruz” diyerek Hasanpaşa Gazhanesi’ne doğru yola çıkıyor. Yirmi dakikalık yürüyüşle varılan Gazhane’de festival çoktan başlamış. Festivali mahallelilerden, bağımsız sanatçı kolektiflerinden, dernek temsilcilerinden oluşan Hasanpaşa Gazhanesi Meclisi düzenliyor. Tiyatro oyunlarından, ateş dansçılarının gösterilerinden, konserlerden vakit buldukça çimenlerin keyfini çıkarıyoruz. Güneş yerini morlu eflatunlu bir gökyüzüne bırakırken çekirdeklerimizi alıp Yeldeğirmeni’ne dönüyoruz. İskele Sokak’taki Ali İsmail Korkmaz Parkı’na kurulan yazlık sinemayı sandalyeleri ve şezlonglarıyla mahalleli çoktan doldurmuş. Parkın hemen aşağısında, Aron Angel’in doğduğu ev tüm güzelliğiyle yükseliyor. Gezi’nin iki direnişçisi İskele Sokak’ta birbirlerine selam çakıyor.
1+1 Express, sayı 176, Haziran 2021
[1] John Urry, Mekanları Tüketmek, çev. Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, 2015.
[2] İstanbul Belediyesi’nde çeşitli görevlerde çalışan Osman Nuri Ergin, 1927 nüfus sayımının ardından kendisine verilen görevle 6 binden fazla sokak isimini birkaç ay içinde değiştirdi.
[3] Bundan sonra anlatılacak farklı buluşma ve etkinlikler anakronistik bir şekilde bir hafta sonunda toplandı. Hasanpaşa Gazhanesi Meclisi bir gerçeklikten ziyade bir hedef. Ancak, Gazhane Çevre Gönüllüleri mekânda gerçekten de dokuz festival düzenledi.
[4] Ocak 2013’te Şişli’deki Kazova kazak fabrikasının patronları işçilerin dört aylık alacağını ödemeden kepenk indirdi. Fabrika önünde başlayan direniş Gezi ile birlikte aktivistlerin de yoğun ilgisine mazhar oldu. Ardından bir grup işçi Özgür Kazova ismini alarak üretime Rami’deki yeni atölyelerinde devam etti. Yaklaşık üç yıl yaşayan örgütlenme, Türkiye tarihine en uzun fabrika işgali ve direnişi olarak geçti.
[5] 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’nun ardından gerçekleşen protestolar sırasında biber gazlı müdahale sonrası komaya giren 64 yaşındaki Elif Çermik bir yıl sonra hayatını kaybetti.
[6] Maurice Halbwachs, Kolektif Bellek, çev. Zuhal Karagöz, Pinhan Yayıncılık, 2018.
[7] Alain Badiou, “Arzu, angajman, sadakat”, Express, Yeni Siyaset özel sayısı, sayı 139, Kasım 2013.
[8] Michel Foucault’nun 1967’de yaptığı konuşmanın İngilizce metnine şuradan ulaşabilirsiniz:
https://foucault.info/documents/heterotopia/foucault.heteroTopia.en/