FATİH AKIN İLE İSTANBUL HATIRASI –II

Söyleşi: Yücel Göktürk, Sungu Çapan
5 Temmuz 2024
"İstanbul Hatırası"nda Siya Siyabend
SATIRBAŞLARI

Livepool mu, Milan mı?

Fatih Akın: Liverpool… Alttan gelen takım, işçi takımı. Milan, Gucci takımı. Liverpool’da Keagan vardı, Daglish vardı, onları severim. Liverpool’la Hamburg arasında da bir bağlantı var. İkisi de liman kenti. Beatles Liverpool’dan çıktı, ama Hamburg’da ünlü oldu ilk. Keagan da Liverpool’dan Hamburg’a geldi. Severim Liverpool’u.

Ailen nereli?

Annem İstanbullu, Şileli. Burada okumuş, Ortaköy’de. Babamın memleketi Karadeniz, pek kimse kalmadı oralarda, hepsi İstanbul’a yerleşmiş, 50’lerde. Hep göç etmişiz. Trabzon’dan Zonguldak’a, oradan İstanbul’a, Almanya’ya. Biz ilk nesiliz. Dedem Trabzon’da, babam Zonguldak’ta doğdu, ben Hamburg’da doğdum, çocuklarım Hamburg’da büyüyecek, ilk defa bir süreklilik olacak.

Duvara Karşı’dan sonra senin kimliğin üzerine epey konuşuldu, “burada Almancı, orada yabancı” mevzuları oldu. Bıkmadın mı bu sorulardan?

Hoşlanmadığım bir soru, çünkü soranlarda hep bir beklenti var. Geçen sene Hürriyet gazetesine “ben Almanım” dedim, vay, sen misin bunu diyen! Bir sahiplenme problemi var.

İstanbul’la kendim arasında bir benzerlik gördüm.  Ne Asya ne Avrupa, veya ikisi de. İkisi olması, hatta ikisi olmaması iyi bir şey. Türk-Alman arasındayım ben de.

Senin için Almanlık, Türklük ne ifade ediyor?

Hiçbir şey. Hayat bu kadar kolay değil ki, siyah-beyaz, gece-gündüz, iyi-kötü, Türk-Alman… Bu filmi yaparken İstanbul’la kendim arasında bir benzerlik gördüm. Bu şehirde değişik değişik kültürler, etnik karışımlar var, bunlar insanı çok besliyor. İstanbul ne Asya, ne Avrupa veyahut ikisi de. İkisi olması, hatta ikisi olmaması iyi bir şey. Türk-Alman arasındayım ben de. İnsana kimliğini veren, ülkelerden çok şehirier galiba.

Biz seni Hamburglu telâkki ediyoruz, anadili Türkçe olan bir Hamburglu. Ne dersin?

Hem Hamburglu hem İstanbullu. Bir şizofrenlik de değil bu aslında. Eğer şizofrenlikse, şizofrenlik çok avantajlı bir şey. (gülüyor) Aslında İstanbul’la Hamburg birbirine benziyor. Liman ikisi de. Bir şehirde akıntı olması önemli, bizim orada nehir geçiyor şehirden, burada deniz geçiyor. Başka bir akıntı var burada, çok daha kuvvetli bir akıntı. Bu da her yerde belli oluyor.

Bazen insan kimliğini bir mahalleyle ya da bir mekânla da tanımlayabiliyor. Senin için de var mı öyle bir yer?

Taverna Sotiris diye bir mekân var Hamburg’da, ben oralıyım. (gülüyor) Yunanlı bir arkadaşımın yeri. O da oyuncu, Adam Bousdoukos, Kısa ve Acısız’daki Yunanlı, Duvara Karşı’da da vardı.

Taverna Sotiris nasıl bir yer?

Taverna, lokanta, bir DJ köşesi var, canlı müzik de oluyor, yemekleri güzel, ucuz. Yunanlılar geliyor, Türkler geliyor, Kürtler geliyor, Meksikalılar geliyor, Chiapas kızılderilileri, zenciler geliyor, o türlü bir şey. Her akşam değişik müziği var. Bazı akşamlar sadece soul müzik, bazı akşamlar Mezopotamya müzikleri. Bütün dünyayı bir araya getiren bir yer. Bir akşamda yirmi-otuz ülkenin insanını orada görebilirsin. Rahat, müziği güzel, sohbeti güzel, yemekleri güzel. Sotiris’in karışık sofrası var. Yunan yemekleri daha çok, ama aşçı Iraklı bir Kürt. (gülüyor) Öteki aşçı da Arnavut.

Arnavut ciğeri yapıyor mu?

Yok, bazen pırasa yapıyordu ama. Mutfağa giriyorsun, kokular birbirine karışmış. O Iraklı Kürt, öbürü Arnavut, Kosova Arnavutu hem de, dövmeleri var, çift kartallı Arnavut bayrağı. Yunan yemekleri yapıyor. (gülüyor)

Arnavut bayrağı güzel bayrak. Senin en çok sevdiğin bayrak hangisi, şekil şemal olarak?

Brezilya.

Hangi takımı tutuyorsun?

Fenerbahçe.

Şimdi anlaşıldı, Brezilya sempatin.

Benziyor, değil mi? (gülüyor)

Aşırı milliyetçilik bence bir zehir. Tehlikeli bir zehir. Milliyetçilik 200-300 senelik bir şey. Tabii ki burayı seviyorum, ama bu milliyetçilik mi? Değil. Milliyetçilik sakat bir şey.

İstanbul Hatırası’nda bayrak olayına değiniyorsun, ne diyorsun bu bayrak meselesine?

Türkiye’de son dönemlerde, benim takip edebildiğim kadarıyla milliyetçiliğe doğru bir hareket var. Bu bayrak olayları filan iyi şeyler değil. Aşırı milliyetçilik bence bir zehir. Tehlikeli bir zehir. Milliyetçilik 200-300 senelik bir şey. Tabii ki burayı seviyorum, ama bu milliyetçilik mi? Değil. Milliyetçilik sakat bir şey.

Bir söyleşide vatan sevgisini milliyetçilere, faşistlere bırakmamak lâzım diyorsun.

Bu yurdu sevmek, sahip çıkmak, yani kültürüne sahip çıkmak, öğrenmek, bilmek, yaşatmak… Bu milliyetçilikse, milliyetçiliğin pozitif tarafı.

O milliyetçilik değil tabii, ama kültür milliyetçiliğinden de sakınmak gerekiyor. Aslında bütün kimliklerden sakınmak gerekmiyor mu?

Kısıtlayan bir şey kimlik. Kimlikle övünmek faşizme kadar gider. Benim gördüğüm eğitim, okulda olsun, çevrede olsun, edebiyatta, sinemada, müzikte olsun, siyasette olsun, bu. Almanya’yla Türkiye arasındaki en büyük fark bu. Biz, “ben Türküm” diye gururlanıyoruz. Almanlar II. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman kimliğini öyle bir söndürmüşler ki, altmış sene sonra bile bir Alman “ben Almanım” dese, “ne mutlu Almanım” dese, otomatikman Nazi veya faşist gibi görülür. Ben öyle bir eğitimden geliyorum. Belki o nedenle pat diye “ben Türküm” diyemiyorum. O eğitimden gelirsen, II. Dünya Savaşı tarihini okullarda okuyorsan, belli bir bilincin oluyor, belli bir dünya görüşün, felsefen oluyor. Buraya geldiğinde her yerde milliyetçilik görünce, bayrakları görünce, altmış-yetmiş sene önceki durum geliyor gözünün önüne. Bunu Avrupa’nın göbeğinde, Yugoslavya’da yaşadık. Etnik sentezdi Yugoslavya, Tito gittikten sonra “biz şuyuz, biz buyuz” başladı ve harp çıktı. O harbin galibi yok, herkes kaybetti. Bunun hep gözümüzün önünde olması lâzım. Bunu görmüyoruz, görmek istemiyoruz. Mesela Mein Kampf burada çok okunuyormuş, şaşırdım. Şimdi de bu Ermeni sorunu var.

Sen ne düşünüyorsun?

Açıkçası, pek bir şey bilmiyorum.

Birkaç aydır Ermeni meselesi çok hararetli bir şekilde gündemde. Bu tartışmalar sırasında Türkiye’deydin, nasıl bir resim oluştu sende?

Çok çocukça davranma olayı var. Engellemek, yasaklamak çok yanlış. Orhan Gencebay’ın dediği gibi, “hatasız kul olmaz, hatam ile sev beni”. Türkiye Cumhuriyeti, geçmişinde, kuruluşunda, bugüne kadar birçok hata yaptı. Ama çok hata yaptı diye daha az sevmiyorum ki. Hata yaptın, tamam, ama yaptığın hatayı konuşmazsan, tartışmazsan, tartışmaya müsaade etmezsen, engellersen, yasaklarsan, o zaman geçmişte yaşıyorsun demektir. Ermeni olayını açıkça bir konuşalım diyorum, açıkça konuşalım ama. Şunu bilmiyorum açıkçası, bu soykırım yapılmışsa eğer, büyüklüğü ne? Avrupa medyası bizi resmen Naziler gibi görüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük hatası, bu tür tartışmaları yasaklaması. Korkunç bir şey. Boğaziçi’ndeki toplantıyı niye yasaklıyorsun? Bir suçun mu var?

Fatih Akın (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Filme dönelim: İstanbul Hatırası için Türkiye’nin Buena Vista Social Club’ı diyenler oldu, sen nasıl bir kıyaslama yaparsın?

Wim Wenders, bir Alman olarak Küba’ya gidiyor, turist. O müziği ne kadar severse sevsin, Ry Cooder’la takılsın, bir yabancı olarak gidiyor. Ben bildiğim şeylerden bahsediyorum, birincisi bu. İkincisi, Buena Vista tek bir grup, benim filmde 13 figür var. Buena Vista siyasal bir film değil, tatlı bir film. Benimki siyasi. Wim Wenders sinemasına saygım var, ama etkilendiğim bir sinema değil.

Senin adamın Fassbinder; mecazen söylersek, Wenders’inki rock kafası, Fassbinder’inki punk kafası mı?

Fassbinder’de bir punk’lık var tabii. Anti-Theatre diye bir tiyatrosu vardı. Yılmaz Güney’le de bir benzerliği var Fassbinder’in. İkisi de genellikle underground takılıyorlardı, yani alttaki insanlardan bahsediyorlardı. Wim Wenders öyle değil. Fassbinder karıştırıyordu ortalığı. Belli bir taraftan değildi. Herkes onu seviyordu ve aynı zamanda herkes ondan nefret ediyordu…

Müzikle tarif edersen Wenders ve Fassbinder’i, kimler, hangi şarkılar gelir aklına?

Wenders Bono Vox… Ve U2. Zaten çok çalıştı U2’yla. Million Dollar Hotel’i yazdı, U2’ya klip çekti. Until The End of The World de U2’nun bir parçasından. Far Away, Too Close vardı, o da U2’nun bir parçası, bir benzerlik var U2’yla Wenders arasında.

Fassbinder, Einstürzende Neubaten gibi. Daha eskilere gidiyor aslında, Schumann’a, Brecht’e… Tom Waits mesela, Fassbinder olayı, Wenders olayı değil. Bakma Wenders, Johnny Cash, Clash filan takıldı ama, orada değil tam. Fassbinder, Iggy Pop. Ve Wu Tang Clan. Nick Cave’e de gidiyor, Birthday Party’ye filan, bir romantizm de var çünkü Fassbinder’de. O romantizm Wenders’te de var, ama daha yumuşağı. Fassbinder’e Siya Siyabend diyebiliriz.

Ermeni olayını açıkça konuşalım. Türkiye’nin en büyük hatası bu tür tartışmaları yasaklamak. Boğaziçi’ndeki toplantıyı niye yasaklıyorsun? Bir suçun mu var?

Filmin starı Siya Siyabend bizce, ne dersin?

Filmin tamamen “highlight”ı. Siya Siyabend “outsiders”, o yüzden de Fassbinder’le büyük bir bağlantı var aralarında. Fassbinder gibi poetikler, sözleri şiirsel. Bir erkek grubu aynı zamanda, o da Fassbinder’in hoşuna giderdi. Sokaktan, en alttan geliyorlar, orada bir benzerlik var tabii ki. Bir dahaki filmde onlarla çalışmayı düşünüyorum.

Nasıl bir film var aklında?

Bir kızın hikâyesi, Almanya’dan buraya geliyor, aslında annesinin hikâyesi daha çok. Kızı burada ölüyor, annesi geliyor, kızına ne olduğunu çözmeye çalışıyor. Anneyi Hanna Schygulla oynayacak, Fassbinder’in oyuncusudur o da. Şimdi başka bir güzellik gelmiş. 60 yaşlarında, şarap gibi…

Demin Buena Vista’yı konuşurken, Wenders için “turist” dedin ama, dışarıdan bakanın avantajları da var, “yerli”lerin görmediği bir sürü şeyi “yabancı”lar görebiliyor. Uğur Yücel, senin filmi seyrettikten sonra, “bunlar burnumuzun dibinde, ama biz görmüyoruz, Fatih gördü ve gösterdi” demiş.

Uğur abi Cannes’a geldi, Dennis Hopper’la filan takıldık, sohbet ettik. Doğru, dışardan bakmanın avantajı var. Ayna gibi bir durum, her gün aynaya bakıyorsun, onun için de kendindeki değişiklikleri görmüyorsun. Ya da kilo gibi. Birbirimizi her gün görsek, ne sen bende bir değişiklik görürsün, ne ben sende. Ama altı ayda bir görüşsek, “kilo almışsın, vermişsin” deriz. Burada yaşasam, buradaki değişimi, farkı görmem. Hamburg’da aynaya bakıyormuşum gibi, pek bir değişiklik görmüyorum, ama buradaki değişimi görüyorum, “aa, İstanbul kilo almış, saçları uzamış” filan diyorum.

Siya Siyabend ve Baba Zula üyeleriyle Babylon hatırası

Hopper’la sohbet ettik dedin, neler konuştunuz?

Hopper resim yapıyor ya, ressamlardan bahsettik. Ben Uğur Yücel’i anlattım, Yazı Tura filmini. Merak etti, çünkü Duvara Karşı’yı seyretti, beğendi.

Nasıl buldun Hopper’ı?

Clean ya! Temiz. (gülüyor) Şimdi sağcı olmuş, Easy Rider hareketi bitti diyor.

Star Wars için “oyuncak sineması o lanet filmle başladı” diyor, çok da sağa kaymamış.

Star Wars çok değişik bir şey. (sehpanın üzerindeki kitabı, “New Hollywood”u açıyor) Bence Amerikan sinemasının en önemli akımı New Hollywood. 1960’larda Amerikan stüdyo sistemi krize girmişti, TV geldi ortama çünkü, işte o krizden New Hollywood akımı çıktı. 1967’den 1976’ya kadar sürdü New Hollywood filmleri. Kıyamet, Taksi Şoförü, Hal Ashby, Easy Rider… Zaten olay Easy Rider’la başlar. Bu akımın son dönem filmleri de iyi, Kızgın Boğa mesela. George Lucas da New Hollywood’culardan biriydi, sonra din değiştirdi. THX1138’i o yaptı mesela, yapımcı da Francis Coppola’ydı. Kıyamet’i de aslında George Lucas çekecekti, Coppola “sen çek” demişti, sonra ne olduysa kendisi çekti.

New Hollywood ekibi stüdyo sistemine karşıydı, Amerikan bağımsız sinemasının tohumunu onlar ekti. Star Wars, aslında en pahalı bağımsız filmdi. Maaş almayacaksın, ama yüzde alacaksın gibi prensipleri vardı. Lucas, Star Wars oyuncaklarının ticari haklarını istediğinde “iyi, senin olsun” dediler, çünkü Star Wars’dan evvel Hollywood’da bu yan sanayi durumu bilinmiyordu. Star Wars en başarılı bağımsız film oldu. Ondan sonra “blockbuster” sistemi çıktı. Spielberg de Jazz’la aynı şeyi yapmıştı, o da bu takımdan geliyor aslında. Sonra stüdyo sistemine geri gittiler. Star Wars, stüdyo sisteminin Truva atıydı.

Ne zaman yaparız belli değil ama, Yılmaz Güney hakkında bir film, Türkiye’nin filmi olur. Adnan Menderes’ten gir, gel Kenan Evren’e. Arjantin’de de seyredersin bu filmi.

New Hollywood’dan neoliberalizme…

Evet. Ondan sonra 1980’ler geldi, Wall Street’ler, yuppiler, paralar, blockbuster sistemi geldi ve New Hollywood’u öldürdü. Star Wars sonun başlangıcıydı. (gülüyor) Coppola’ya bak mesela, Rainmaker filan çekiyor. Gerçi bunlar çok da önemli değil, Serdar Akar dizi çekiyor, ama o da aslında bir New Hollywood yönetmeni. Para lâzım, onun için yapıyor, saygım var. Sinema çok pahalı bir sanat. Resim ya da müzik gibi değil, gitarını alıp şarkını yapmak gibi değil. Otuz kişi, yüz kişi, bin kişi geliyor bir araya, milyonlarca para giriyor işin içine. Orada sanatı tutmak zor, bu kadar para girince işin içine. Scorsese’nin durumu tam böyle işte. Tutarlılığını, devamlılığını kaybetti, çünkü diyor ki, “bir film sisteme, bir film bana”. Ama öyle olmuyor, çünkü herif sanatçı, işi karıştırıyor, çorba gibi oluyor. Aslında derin şeyler, güzel işler yapıyor, Gangs of New York mükemmel bir film.

Son projesi, Blues serisi de öyle…

İstanbul Hatırası için ilham o oldu zaten. Çok etkiledi beni. Bir de 1970’lerde Last Waltz’u yapmıştı, The Band’in son konserini çekti. O da çok etkilemişti beni. Stop Making Sense (Jonathan Demme’in Talking Heads üzerine filmi, 1984) de öyle. Ama “bunlar gibi yapayım” demedim, “bunlar nasıl yaptılar, işi nasıl çözdüler” gibi bir durumdu.

Bir Yılmaz Güney filmi projesi geldi kulağımıza…

O gelecekte, ufukta. Onun altyapısı bayağı uzun zaman alacak. Yılmaz Güney’i Yol’la keşfettim, ilk seyrettiğim filmi oydu. Bundan on sene evvel, televizyonda görmüştüm. Çok merak ettim, araştırdım ve baktım ki, adamın hayatı çok ilginç, siyasi geçmişinden haberim yoktu. Sonra bütün filmlerini seyrettim, Sürü’yü, Arkadaş’ı. Okudum da, bir ton kitabım var Yılmaz Güney hakkında. Şu anda bir çeviri ekibi var Almanya’da, tam bir futbol takımı. 11 kişi aynı anda Almancaya çeviriyorlar Yılmaz Güney kitaplarını. Ben Türkçe okumakta zorlanıyorum, ekibim de okusun, onlar da bilsin diye. Mahkeme kayıtları dahil, elde ne varsa çevriliyor. Ne zaman yaparız o filmi, daha belli değil. Yılmaz Güney hakkında bir film yapılırsa, bu aslında Türkiye’nin filmi olur. 50’lerden başla, Adnan Menderes’ten gir, gel Kenan Evren’e. Arjantin’de de seyredersin bu filmi, “bize ne kadar benziyor” derler.

Cannes’daki jüri üyeliği nasıl oldu?

Kasım ayında Duvara Karşı Lyon’da oynadı, özel bir gösterimdi, beni de çağırdılar. Cannes’ın sanat bölümüne bakan Thierry Fremaux, aynı zamanda Lyon’daki Lumiere Enstitüsü’nün de başkanı. Thierry’yle tanışmak iyi olur, İstanbul Hatırası belki Cannes’da oynar diye gittim. Tanıştık, birbirimizi sevdik, saydık, muhabbetimiz güzeldi. Thierry’ye İstanbul Hatırası’ndan bahsettim. Çok ilgilendi, “ama bir yarışma filmi değil” dedim. Açıkçası, istemedim yarışma filmi olmasını. Küçük bir film, özel bir film, onunla yarışmaya girmek istemedim. “Daha özgün bir film yaparım, onunla girerim” dedim. Hoşuna gitti bu. Duvara Karşı da Fransa’da bayağı popüler oldu, Libération filan bayağı övmüştü. Şubat ayında beni aradı, “seni jüri üyeliğine istiyorum” dedi. “Nasıl, nasıl, nasıl” dedim. “Tabii ki, mutlaka, hemen abi, ne yapacağım, ne imzalayacağım!” (gülüyor) “İstanbul Hatırası yarışma dışı oynayabilir mi?” diye sordum. “Tabii tabii” dedi. Ve öyle oldu.

Senin için Cannes’daki en önemli olay neydi?

Cannes’da çok önemli bir senaryo yazarıyla tanıştım. 21 Gram’ı yazan herif, Guillermo Arriaga. Tom Lee Jones’un filmini yazdı (The Three Burials of Melquiades Estrada, 2005), ona ödül verdik, en iyi senaryo diye. Herif senaristlerin allahı gibi. Meksikalı. Çok süper. Çok modern, felsefesi çok derin. İyi herif, bizden biri. Meksika’dan bir ödül kazandım, üç hafta önce, Duvar Karşı’yla. Orası da çok deli bir ülke. Bize çok benziyorlar. En iyi yönetmen ödülünü vermişler bana. O herif de (Guillermo Arriaga) jürideymiş, ben bilmiyordum, çünkü ismini bir türlü aklımda tutamıyorum, zor isim. Duvara Karşı’yı orada seyretmiş, çok beğenmiş. Bu beni çok etkiledi. “Birlikte bir şeyler yapalım” dedim, o da “yapalım” dedi, bakalım. O yüzden Cannes iyi oldu, kapılar açılıyor. Tommy Lee Jones’un filmi gelirse seyredin mutlaka, süper bir şey.

İstanbul Hatırası Konfüçyus’la açılıyor…

Evet, Bizon (Siya Siyabend’den Murat) söylüyor onu: “Bir ülkeyi anlamak istiyorsan, müziğine bak.” İlk defa ondan duydum, daha evvel bilmiyordum. Doğru laf. Müzik, Türkiye’nin siyasi halinin aynası gibi. Aynur’un albümü yasaklanmış, inanamadım.

İngiltere’deki seçimlerden önce Guardian’da “Konfüçyus kime oy verirdi?” diye bir makale çıktı, sen kime oy veriyorsun?

Yeşillere. Bence en düzgünü onlar. Joschka Fischer, tek adam o. Birkaç kere de PDS’ye verdim, komünistlere yani. Bir karşı denge olsun diye verdim, kazanamazlardı zaten. (gülüyor)

Roll’daki söyleşide, “Doğu felsefesi takılıyorum” diyorsun…

Çok moda şimdi. (gülüyor) Madonna, Richard Gere filan. (gülüyor) Ben şahsen Doğu felsefelerine açığım. Mesela Bruce Lee’yi çok severim, benim bir numaram. Muhammed Ali’yle beraber. Muhammed Ali zenciler için neyse, Bruce Lee de sarı insanlar için o. Bir başkaldırı.

Express, sayı 50, Haziran 2005

^