METİN AKDEMİR’LE “HAYALİMDEKİ SAHNELER” ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
4 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Ben Geldim Gidiyorum”, “Küpeli” adlı belgeselleriyle tanıdığımız Metin Akdemir’in yeni filmi “Hayalimdeki Sahneler” 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bugün (4 Ekim) izleyiciyle buluşuyor. Film Atıf Yılmaz’ın “Dul Bir Kadın” ve “Kadının Adı Yok” ile Yavuz Özkan’ın “İki Kadın”daki kadın yakınlaşması ve cinselliğini ima eden sahneleri kuir bir bakışla yeniden çekiyor. “Cinsiyet ve cinsellik yekpare bir şekilde gösterilmiyorsa kuir çatlaklar vardır” diyen Metin Akdemir’le “Hayalimdeki Sahneler”i konuştuk.
Hayalimdeki Sahneler‘de Ece Z. Taşkın (solda) ve Su İnce, Dul Bir Kadın‘ın yenilen çekilen sahnelerinde

Hayalimdeki Sahneler Atıf Yılmaz’ın Dul Bir Kadın (1985), Kadının Adı Yok (1988) ve Yavuz Özkan’ın İki Kadın (1992) filmlerindeki kadın yakınlaşması sahnelerini kuir bir yaklaşımla yeniden çektiğin belgesel-kurgu. Hayalimdeki Sahneler’i çekmeye nasıl karar verdin?

Metin Akdemir: İstanbul Üniversitesi’nde vasat bir sinema eğitimi aldım, kendimi çok cahil hissediyordum, sırtımı yaslayacak bir ideoloji arıyordum. Feminizmin de içinde dolaştığım bir dönemde İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları’nda yüksek lisansa başladım. Kadınlar arası ilişkileri anlatan Türkiye sineması örneklerini çalışmaya niyetlenmiştim, ama baktığım tüm örneklerde bu ilişki bacılık, kızkardeşlik ve arkadaşlık gibi gösteriliyordu. Aralarındaki ilişkinin neden bu kadarı gösteriliyor diye düşünüyordum. Sonra, sinema üzerine yazacağım tezi çalışacak bir hoca bulamadığım için “queer ekoloji ve mahremiyet” üzerine yazdım tezimi. Tabii bu bana dert oldu. Metis’ten çıkan Cinsellik Muamması kitabında akademisyen Özlem Güçlü’nün “Maksadını Aşan Yakınlaşmalar: İki Genç Kız ve Vicdan’da Kadın Homososyalliğinin Sınırı” yazısı o dönemki düşüncelerimi iyice hararetlendirdi. “Kuir imalar ve ihtimaller izleyiciye neden bedensel pratikler ya da seks üzerinden verilmiyor?” diye soruyordu. Ben de film yaparak bu soruyu sormak istedim. Hibrit belgeselleri çok seviyorum. Daha önce yaptığım iki belgeselde de denediğim şeyler; dış ses, arşiv fotoğrafı filan kullanmıyorum. Konuşan kafalar olmasın istiyorum.

Sinemada temsil meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sinema perdesinde lezbiyen bir karakter gördüğümüzde “bu da varmış” diyoruz, ama insanlar varsa bunların cinsellikleri nerede? Yatak yorgan nerede?

Neden bu üç filmi seçtin, bu filmlerde ilgini çeken neydi?

Sinema iki kadın arasındaki ilişkiyi ve bunların protagonist olduğu filmleri nasıl anlatıyor ve bu kadınların hikâyesi nasıl evriliyor sorusuyla meşgulüm. Türk sinemasında kadınlar arasındaki kuir ilişkilenmeleri anlatan filmler var. Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri, Mustafa Altıoklar’ın Denize Hançer Düştü, ‘60’lardan İki Gemi Yan Yana, sonra Gramofon Avrat var. Var da var, ama benim aradığım şey bunu ima eden, buna göz kırpan, bir yandan da niye bunu bu kadar “az” gösteriyor sorusunu sormak. Evet, iki kadının yatağa sokulduğu filmler var. Bu üç filmde de aynı şey oluyor. Filmde bir erkek ve iki de kadın var. İki kadın bir aşamada erkeği olayın dışına itiyor ve yeni bir hikâyenin ihtimalini bize hissettiriyor. Üç filmin de benzerliği buydu. Diğer taraftan bu üç filmin altı başrol kadın oyuncusu da müthiş personalara sahip. İki Kadın’ı ilk kez bir arkadaşımla izleyip çok heyecanlanmıştım. Bir de arkadaşlarımla filmlerden sahneleri canlandırmaya bayılırız, “hadi sen Zuhal ol, ben de Serap olayım” gibi. ‘90’lar sinema oyunculuğunda Brechtyen tavır çok vardır. Abartılı dönüşler, yakın planlar… Bunlar bana çok ikonik geliyor, hepsine çok hayranım. Atıf Yılmaz filmlerinin hepsini izledim. Asiye Nasıl Kurtulur, Bir Yudum Sevgi, derken bir gün sıra Dul Bir Kadın’a geldi. Kadının Adı Yok’u Duygu Asena’nın kitabı olarak okumuştum. Sonradan filmi de izledim. Bu filmleri izlemem 2010 öncesine denk geliyor. Kuir dünyayla tanışmamsa 2010’dan sonra oldu. Fatmagül Berktay derslerinde “feminist gözlükleri takmaya başladığımızda hayata başka bakmaya başlarız” derdi. Bu üç filmde acaba ne oluyor? Kameranın kararmasıyla açılması arasında neler oluyor? O arada olanları niye görmüyoruz? Kadınlar birbirlerine kur yapıyor mu, yapmıyor mu? El ele tutuşuyorlar, ama aralarında cinsel bir tansiyon var mı? Bunun gibi soruları o zamanlar düşünmeye başlamıştım.

Eve Kosofsky Sedgwick’in Queer and Now kitabından bir alıntıyla başlıyor film. Bu alıntının filme katkısı ve anlamı ne senin için?

Metin Akdemir

Eğer cinsiyet ve cinsellik yekpare bir şekilde gösterilmiyorsa o zaman kuir, birbiri içine geçmiş imkânlar, boşluklar, çakışmalar ve uyumsuzluklar anlamına gelir…” Bu alıntıyı ilk kez Özlem Güçlü’nün bir makalesinde okumuştum. Aslında hiç alıntı insanı değilimdir, “insan kalbinin ekmeğini yer” diyen Seda Sayan’la aynı yerdeyim çoğu zaman! (gülüyor) Sedgwick’e bağlayınca komik oluyor. Sinemada temsil meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sinema perdesinde lezbiyen bir karakter gördüğümüzde “bu da varmış” diyoruz, ama insanlar varsa bunların cinsellikleri nerede? Yatak yorgan nerede? Umut Tümay Aslan filmin sonunda çok güzel söylüyor: “Göstereceğim ama nasıl göstereceğim?” Böyle bir tahayyül ve sinema tarihimiz yok ne yazık ki! İki Gemi Yan Yana’da Suzan Avcı merdivenden koşarak Muhterem Nur’un yanına iniyor. Nasıl tutkulu, nasıl seksi! Sonuç, minicik bir öpücük. O koşuşun öpücüğü o mu ayol! Cinsiyet ve cinsellik yekpare bir şekilde gösterilmiyorsa kuir çatlaklar vardır. Türkiye’nin kuir çatlağı çok büyük. Belki de kadınlar, lubunyalar arası seksüel sahneler görmememizdir tam da kuir olan. Butler da şöyle der: “Kuir’i ifade edip tanımlamaya çalıştığımızda kuir ölür.” Bir filmde öpüşen iki kadın göstermek, ama nasıl göstereceğimiz çok önemli. “Kime hizmet ediyor?”, bunu düşünmek gerekiyor. İşte bu yüzden Türkiye’deki kuir çatlağı çok büyük. Kadınların arkadaşlıkları bile çok gergin. Arada erkek olduğu için yakınlaşıyorlar. ‘80’ler ve ‘90’lar Türkiye sinemasından Thelma ve Louise de çıkmıyor. Yani, yekpare bir şekilde gösterilmiyorsa cinsiyet ve cinsellik, Türkiye sinemasında ne oluyor? Nasıl gösteriliyor? İma ediliyor. Göstermeye çalışıyor, gösterdiği zaman da erkek gözüyle gösteriyor.

Dul Bir Kadın, Kadının Adı Yok ve İki Kadın’ın üretildikleri zamanı düşünürsek, öncü filmler oldukları da söylenebilir.

12 Eylül darbesinden sonra halkın boğazına basmışlar. ‘80’lerde feminizmin yükselmesiyle birlikte kadın hikâyeleri daha çok devreye giriyor. Yeşilçam’ın star sistemi, Türkân Şoray, Filiz Akın filmlerinde aşık olan, erkeğin peşinden koşan, aldatılan, hamile kalan, köyden kaçan, evlenen kadın tipleri var. Sonra kentli kadın hikâyeleri devreye giriyor; orta sınıf, evli, hezeyanları, çelişkileri olan, kocasını sorgulayan, cinselliğini yaşamaya çalışan kadınları anlatmaya başlıyor sinema. O anlamda, ‘80’lerle beraber kadın tanımı Türkiye sinemasında değişmeye başlıyor. Nur Sürer’in oynadığı Fidan filmi vardır. Michael Jackson dansı yükselmiş Türkiye’de, Michael Jackson dansı yapmak için evden kaçıyor. Filmin başında tuhafiyede çalışan bir kızken filmin sonunda parlak lame tayt giymiş, saçlar o biçim ve Michael Jackson gibi dans eden birine dönüşüyor. Kadınlar bireyselleşip hayallerinin peşinden koşmaya başlıyor ‘80’lerden sonra.

“İki Gemi Yan Yana”da Suzan Avcı merdivenden koşarak Muhterem Nur’un yanına iniyor. Nasıl tutkulu, nasıl seksi! Sonuç minicik bir öpücük. O koşuşun öpücüğü o mu ayol! Cinsiyet ve cinsellik yekpare bir şekilde gösterilmiyorsa kuir çatlaklar vardır. Türkiye’nin kuir çatlağı çok büyük bir çatlak.

Dul Bir Kadın’ın başrol oyuncusu Nur Sürer filmindeki söyleşide “Atıf abi kadınları seven bir yönetmendi” diyor. Yavuz Özkan sinemasında İki Kadın nasıl bir film? Atıf Yılmaz’la Yavuz Özkan’ı yan yana getiren ne oldu senin için?

İkisinin de kariyeri benzersiz. Atıf Yılmaz daha romantik ve son derece gözlemci. Deniz Türkali de söylüyor: “Atıf kadın cinselliği sahnelerine genelde dikizci, röntgenci gibi bakar ve tam içine giremezdi.” Yavuz Özkan’la ikisini aynı kefeye asla koyamam. Atıf Yılmaz hayranıyım. Bu kadar kadın anlatan başka bir yönetmen yok. Asiye Nasıl Kurtulur muhteşemdir. Yavuz Özkan İki Kadın’ın ardından verdiği söyleşilerde filmin iktidar ilişkilerini anlattığını söylüyor. Politikada güç kazanmış bir erkeğin iktidarını kaybetmemek için neler yapabileceğini anlatan bir hikâye, ama filmin taşıyıcısı iki kadın! Kadın o dönemin önemli bir teması ve Yavuz Özkan da bunu resmetmiş. Kariyerinde bambaşka bir yerde duruyor bu film. Politik, keskin filmler yapıyor, etkileyici işçi filmleri var. Birdenbire iki kadını anlatmaya nasıl karar verdi? Ancak zamanın ruhuyla açıklanabilir. Bu arada Yavuz Özkan’ın filmlerini de çok severim.

Yavuz Özkan’ın İki Kadın (1992) filminin yeniden çekilen sahnelerinde Derin Çankaya (solda) ve Gizem Tileylioğlu

İki Kadın’da Zuhal Olcay’la başrolü paylaşan Serap Aksoy yaptığın söyleşide “Biz bize verilen rolleri oynadık. Lezbiyen bir kadın da oynabilirdim elbette” diyor…

Hayalimdeki Sahneler için ilk söyleşiyi Serap Aksoy’la yaptım. Zuhal Olcay bazı nedenlerden ötürü söyleşi teklifimizi kabul etmedi. Serap Aksoy evinin havuzunda karşıladı beni. Üzerinde de ince desenli tül bir bluz vardı. “Metinciğim, filmdeki gibi giyinmek istedim sana” dedi. Çok lubunya dostu bir kadın. Eski bir balerin. Bence bir oyuncunun geçmişi, aldığı eğitim dilini ve bakışını çok etkiliyor. Bu filmde iki kadın arasındaki ilişki “arkadaşlık” olarak kodlanmış. “Ama oyuncuysan, zekân da varsa anlarsın bu hikâyede başka bir şeyin anlatılmak istendiğini” dedi söyleşide. “Beni yatağa yatırdıysa, önümüzde de şömine yanarsa ve şarap içtiysek oradan zaten sahnenin nereye gideceğini hepimiz sinemada biliriz. Bunu anlamamam saçmalık, ama biz bunu konuşmadık. Ben bir bürokrat eşini oynadım, ismim bile yoktu” diye anlattı Serap Aksoy. Evet, bu arada filmde iki kadının da adı yok. Atıf Bey de Dul Bir Kadın’da aynı yatakta çıplak yatan iki kadın için şöyle diyor: “Kadınlar Bodrum sıcağında yan yana çıplak uyur…” Serap Aksoy “ben her rolü oynarım” diyor. Hale Soygazi Kadının Adı Yok’ta denize çıplak girmiş. Bu kadınlar bedenlerini sergilemek konusunda çekinen oyuncular değil. Nur Sürer ve Yasemin Alkaya Denize Hançer Düştü filminde lezbiyeni oynuyor. Müjde Ar zaten çok cesur bir kadın. Şahika Tekand Sarı Tebessüm’de müthiş oynar. Bu filmlerde kadınlar arasında küçük bir cinsel tansiyon olsa sinemaya zeval gelmezdi diye düşünüyorum. Bodrum’da el ele yürümelerinin hiçbir zararı yok filme. Bence o da bir cinsellik, kadınlar sokakta el ele yürür. Bu kadınların illa sevişmelerine lüzum da yok. Sigara içiş bile bir cinselliktir. Benim çektiğim sahnelerde Şahika’yı oynayan oyuncu sigarayı diğer kadına verdiğinde, belki bitmişti o sahne. Dul Bir Kadın vizyona çıktığında sansürlenmiş bir film. Bu yönetmenler benim hayalime yakın sahneleri çekebilirdi. Düş Gezginleri’nde Lale Mansur ve Meral Oğuz lezbiyen bir çifti oynuyor. Tabii yine heteroseksüel bir rol model var. Doktor bir kadınla seks işçisi kadın arasında geçiyor hikâye, kadınlardan biri diğerini dövüyor. Arada sevişiyorlar. İlişki ilerlemiyor, sonra kıskançlık oluyor. Anlatılan hikâyede heteroseksüel matris bozulmuyor.

‘80’ler ve ‘90’lar Türkiye sinemasından “Thelma ve Louise” de çıkmıyor. Yani, yekpare bir şekilde gösterilemiyorsa cinsiyet ve cinsellik, Türkiye sinemasında ne oluyor? Nasıl gösteriliyor, göstermeye çalışılıyor? Gösterdiği zaman erkek gözüyle gösteriyor.

Bu yönetmenler dönemin koşullarında bu kadarını yapmış. Ellerinden bu kadarı gelmiş ve bu da çok güzel. Bu filmler muhteşem. Ben kuir gözden bu filmlere nasıl bakılabilir diye sorgulayıp hayalimi gerçekleştirdim aslında. Bu filmler dönemlerine göre çok cesur. İki Kadın’da seks işçisi bir kadın şiddete maruz kalıyor. Dava açıyor, davası düşüyor. Taciz ve tecavüz davası anlatan film var mı başka? Babasıyla ilişkisini anlatıyor. Para kazanma pratiği var. Neredeyse kırk yıl önceki bir filmde iki kadının Bodrum sokaklarında ele ele yürüdüğünü, Bodrum’un ne kadar afrodizyak bir yer olduğu sohbetini görüyoruz. Denize çıplak giriyorlar. Günümüz sinemasında iki kadınla bir adamın çıplak denize girdiği bir filmi kolay kolay görmüyoruz. Filmin sonunda da dostluk kazanıyor ve yeni bir aile modeli sunuyor Dul Bir Kadın. “Hadi gel Suna (Müjde Ar), kızın, sen ve ben beraberce mutlu yaşayalım” diyor Ayla. Bu filmler böyle de çok kuir aslında!

Hayalimdeki Sahneler’de söz konusu üç filmden seçtiğin sahnelerin bittiği yerden yeni oyuncular benzer dekorlarda sahneyi senin tahayyül ettiğin gibi sürdürüyorlar. Bu sahnelere nasıl karar verdin?

Aslında, Özlem Güçlü’nün yazısını okuyunca filmi yapmaktan vazgeçmiştim. O yazıda diyor ki “olanı göstermemektir kuirde aslolan”. Gösteriyorsan, nasıl gösterdiğini bilmen lâzım. Bir de, bunu kim izleyecek? İki kadının yatakta oynaşıp gülümsemesinin, Vicdan’daki gibi yatakta ayaklarını birbirine sürtmesinin kuir olduğunu söylüyor ve “güzel olan bu belirsizliktir” diyor. Bense yeni oyuncularla yeni sahneler çekmek istiyordum. Amacım iddialı fiction sahneler çekmek değildi, sadece hayalimi göstermek istiyordum. Kamerada yakın plan meme göstermek gibi bir niyetim hiç olmadı. Laura Mulvey’in teorisinden hareketle, feminist bir kamera yaklaşımıyla, kameranın küçük hareketleriyle bedenin hareketlerinin uyumlu olduğu, kamera sabit dururken bedenin tamamını göstermeye çalıştığım sahneler çekmeye çalıştım. Çok ciddi oyuncu act’leri gibi bir iddiam yoktu. Başlangıçta, tanınmış oyuncu kadınlarla çekmeyi planlamıştık, ama olmadı, sonra da uzaklarda aramamaya, çevremdeki aktivist kuir oyuncularla da yapabileceğime karar verdim. Çektiğim sahneler hayalimdi. Belgeselci olduğum için kurgu dünyasında iddialı değilim, ama yaptığım mizansenler iddialı. Teknolojik biri de değilim. Hikâyeye hizmet eden açıları seviyorum. Chantal Akerman’ın Je tu il elle (1974) filminde iki kadın yatakta sevişiyor. Muhteşem çekilmiş bir sahne, tek plana yakın, kadınlar yatakta yoğruluyor, devriliyor, üst üste, alt alta, birbirlerini ısırıyorlar… Ama filmin o kadar iyi bir tansiyonu var ki. Hayalimdeki Sahneler’i çekerken amacım bu filmlerdeki ihtimaller başka ihtimallere nasıl evrilir diye düşünmekti.

Sinemaya nasıl ilgi duydun?

Liseyi İzmir’de okudum. Yazlık sinemada K9 filmini izleyip çok heyecanlanmıştım. Oturduğumuz yere yakın Sema Şan Sineması vardı. Hafta sonları sinemaya giderdim. Evde kendi kendime oyunculuk yapardım. Kendime giysiler dikiyordum. Star kadınlara hastaydım. Sultan’ı sinemada izleyip çok mutlu olmuştum. İzmir’de Konak Sineması vardı. Erotik filmler gösterdiğini iddia ediyordu, ama Otomatik Portakal’ı da erotik film sanıyorlardı. (gülüyor) Ya da Cinsel Masumiyetin Kayboluşu da erotik sayılıyordu onlar için. Beden, seks, cinselliğe dair tüm filmleri Konak Sineması’nda seyrettim. Demi Moore’un Striptiz filmini de orada izledim.

Sinema nasıl bir anlam taşıyordu hayatında?

Biraz popüler kültürün de etkisiyle sinemayla ilgilendim. 18 yaşımda da İstanbul’a sinema okumaya geldim. Mirkelam’ın çiçekli pantolonu bana yol olmuştur. İzmir’de İstanbul Üniversitesi’nin o meşhur kapısını hayal ediyordum. “Ben de o kapıdan gireceğim” diyen milyonlardan biriydim.

Yolculuğunu belirleyen, sana kılavuz olan filmler, yönetmenler kimler?

Büyük bir Ömer Kavur hayranıyım, her filmini izledim. Çok güzel bir aklı olduğunu düşünüyorum. Daha geçenlerde Müjde Ar’ın oynadığı Göl filmini yeniden seyrettim. Atıf Yılmaz’ı, Metin Erksan’ı çok seviyorum. Geleneksel aklı da seviyorum. Eski yönetmenlerin o koşullarda böyle filmler yapması, Susuz Yaz, Kuyu… Reha Erdem sinemasını çok etkileyici buluyorum. Korkuyorum Anne’nin nerdeyse son yirmi yılın en güzel filmi olduğunu düşünüyorum. Belgeselci olarak Süha Arın, Joris Ivens benim için çok önemli.

Hayalimdeki Sahneler bir kurgu belgesel. Belgesel ile kurgunun ilişkisini nasıl görüyorsun?

Sinemanın temelindeki dert hayatı kaydetmekse eğer, Lumière kardeşler trenin gara gelişini kaydedip insanlara gösterdiğinde insanlar kaçıyorsa, sinemanın böyle bir etkisi varsa, belgesel sinemanın etkisinin daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Kurgu dünya ışıkların aydınlattığı, kalabalık setler, makyajlar, defalarca tekrar çekimler… Bu ortam heyecanlandırmıyor beni. Hayatın gerçeklerini gösteren insanlar daha mühim. Son zamanlarda izlediğim kuir hikâyeler anlatan kurmaca filmlerde insan formunu bozuyorlar. Freddie Mercury ve Elton John biyografilerinde de gördük bunu. Pride filminde erkeklerin hepsi neden yakışıklı ve kaslı? İşin içine Hollywood, klişeler ve oyunculuk girdiği zaman sinema numaraları da dahil oluyor. Kastta güzel bedenler önemli hale geliyor. Belgesel sinema gerçek hikâyeleri anlattığı için kıymetli.

Eğer cinsiyet ve cinsellik performatif bir alansa, trans varoluş tam da ortasında duruyor bunun. Crossdress’ler, nonbinary’ler, poliamori’ler, panseksüel’ler… Bu çeşitlik feminizmin girdiği yolu çok genişletecek.

Çetin Baskın’la birlikte yaptığınız Küpeli belgeselinde Diyarbakır’da kırk yıl boyunca açık kalmış, sadece erkeklerin gidebildiği bir mahalle havuzunda bir günü kayıt altına almıştınız. O fikir nereden çıkmıştı?

2011’de Akbank Kısa Film Festivali’nde En İyi Film ödülü alan Ben Geldim Gidiyorum’u yapmıştım. Çetin Baskın da Gerayîş (Arayış) filmiyle aynı yarışmadaydı. Festivalde tanıştık, dostluğumuz da böylece başladı. Çetin Diyarbakırlı, bu havuzda geçmiş çocukluğu. Hendek meselesi patlak vermişti o günlerde, kentsel dönüşüm Diyarbakır’a zaten gelmişti, bu sebeple havuz da yıkılacaktı. Bazen Cevat Kelle gibi olurum, “kaybolan değerler var, yok olması an meselesi, koşa koşa gidip çekelim” diyerek kameraya sarılırım. Diyarbakır’da bir vaha gibiydi havuz. Daracık sokaklardan geçip varıyorsun. Yüksek duvarların ortasında 10 derece suyu olan, elliden fazla her yaştan erkeğin olduğu bir yerdi. Geceyarısına kadar açık, giriş iki liraydı. Tabii böyle bir yere kamerayla gitmek çok zor, ilk gittiğimizde “Sivil polis misin?” diye sormuşlardı. “Yok, havuza geldim” deyip ben de havuza girdim. Ali Kemal Çınar görüntü yönetmenimizdi.

Bu film erkeklik okuması açısından bize ne söylüyor?

Statlar, berberler, hamamlar erkekliğin öğrenildiği yerler, çok performatif bir alan. Sivas Katliamı’nda erkeklerin kitlesel olarak gidip insanları yakabilmesi; erkeklik de böyle bir şey. Birbirine bakarak, görerek, kitlesel olarak harekete geçilen bir durum erkeklik. On yaşında bir çocuksan yirmi yaşındakinin havuza atlayışını, oturuşunu kalkışını izleyip sen de benzerini kendinde inşa ediyorsun. O havuz kurgulanmış erkekliği görmek adına muhteşemdi. Hatta filmde bir sahne vardı, bir çocuk diğer çocuğun omuzuna elini atar, bir şarkı çalar ve çocuğun yüzündeki hüznü görürsün, “ben de bu erkekliğin içinde çürüyeceğim” bakışıdır. Erkekliğin nasıl performe edildiğine tanık oluyorsun, havuza en iyi kim atlayacak, birbirlerine bedenlerini gösteren çocuklar var, yaşlı amcalar, deneyimli erkekler, onlar çok iyi atlıyor, “siz de bir gün çok iyi atlayacaksınız” diyorlar… 2017’de yıkıldı havuz.

Nur Sürer, Atıf Yılmaz imzalı Dul Bir Kadın‘da (1985) Ayla’yı oynamıştı

İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları, Türkiye’nin önemli feminist araştırmacılarını yetiştirmiş bir kurum. Sinema ve kuir ilişkisi üzerine tez yazmak için bir hoca bulamamanla terf tartışmaları arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor musun?

Bütün hocalarımın hakkını yiyemem, emekleri çok fazla bende. Politik zeminimi oluşturdular. “Hocam, kuir teoriden bahsedecek miyiz?” dediğimde, “Metin, onu siz anlatın bize” demişlerdi. On altı kişilik sınıfta tek erkek öğrenciydim. Son derslerden birinde kuir nedir, kimdir diye anlatmıştık. Ben Foucault’dan, diğer arkadaşım Boys Don’t Cry filminden bahsetmişti. Üniversitelerin artık seminerleri ve sertifika programları var. Geçen gün Bilgi Üniversitesi’ne gidip kuir sanat anlattım. Akademinin bu konuya dair yaklaşımı heyecan verici, ama benim okulumun ismi Kadın Çalışmaları. Beklentimi çok yüksek tutmamalıydım, ama bana feminizm öğrettiler. O yüzden bunu yok sayamam. Türkiye’de trans, kuir akademisyen var mı? İnsanlar yurtdışına gidip eğitim alıyor. Kadın bir arkadaşımız master için Viyana’ya gidiyor şimdi. Translar, kuirler üniversitelerde eğitim alıyor, akademik dünyaya gelecekler. Ama o dünya translara ne kadar izin verecek, bilmiyorum. Boğaziçi’nde okutman bir arkadaşım kuir’le ilgili ödev verdiği zaman öğrencilerin “hocam neden hep böyle konular işliyoruz” diye itiraz geldiğini söylüyor. Böyle de bir yeni kuşak var. Terf tartışmaları karşısında şaşkınım açıkçası. Feminizmin sürekli ileri doğru gittiğini düşünürken, geri adım attığımızda kafam yanıyor. Böyle zamanlarda Fatmagül Berktay’ın süreklilik ve kopuştan bahsedişi aklıma geliyor; ikinci dalga feminizm devam ederken üçüncü dalga da başladı, yani biri bitti, diğeri başladı gibi olmadı hiçbir şey. Hareketler akıp gider, her çıkan akım diğeriyle yolunu bulur. Feminizmde de hareket yukarı doğru giderken, tekno-feminizm, altıncı dalga konuşuluyorken bir grup kadın gelip “trans kadınlar kadın değildir” diyor. Yolunuz açık olsun, biz buralarda mıyız! Bunu söyleyenlerin akademisyen olmasıysa iyice kafamı yakıyor.

Trans feminizm yeni dalga olabilir mi?

Kesinlikle. Kadınlar “özel olan politiktir” diyorsa, trans deneyimi de özel ve politiktir. İkinci dalga feministlerin seks işçiliğine dair tavrı gericiliktir. Trans feministler seks işçiliği de işçiliktir diyor ve bunun bir beden politikası olduğunu söylüyor. Eğer cinsiyet ve cinsellik performatif bir alansa, trans varoluş tam da ortasında duruyor bunun. Crossdress’ler, nonbinary’ler, poliamori’ler, panseksüel’ler, bu çeşitlik feminizmin girdiği yolu çok genişletecek. Kuir feminizmin de bu yüzden hepimize yol olacağını ve 8 Mart’taki tartışmaların hepsini bitireceğini düşünüyorum. Feminizm ortak mücadele kültürüdür. Bizler heteroseksist dünyaya karşı mücadele ediyoruz. Bizim birbirimizin bedenini konuşacak zamanımız yok. Zaman kaybediyoruz. Bütün feministler ve kuirler birleşip heteroseksist dünyaya karşı feminist deneyimi, oyunbazlığımızı, lubunya zekâmızı kullanalım. Şilili kadınların dünyaya yaydığı Las Tesis dansı çok lubunya bir şey. Sivil itaatsizlik eylemlerinin kuir düşünceye çok yakın olduğunu düşünüyorum. Feminizm ve kuir’in birleştiği yerin performans olduğunu düşünürken, bir grup akademisyen kadının “siz kadın değilsiniz, siz doğuramazsınız” cümlesine kulak vermiyorum. Kadınlar öldürülüyorken bunları tartışacak zamanımız yok.

^