KIZILDERE KATLİAMININ 50. YILI: TEORİDE VE PRATİKTE THKP-C –III

Söyleşi: Yücel Göktürk
30 Mart 2022
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin doğusundaki yoksul halk kitleleriyle, batısındaki yoksul halk kitlelerini buluşturabilecek, aralarında köprü kurabilecek bir örgütlenme, bu yönde birtakım adımların atılması mümkün değil mi? 

Ertuğrul Kürkçü: Bence şart. Dün Ahmet Türk’ü dinledim TV’de, bence çok akıllıca bir şey söyledi. Çok takdir ediyorum onu zaten, meseleleri ele alışını ve Türkiye’ye anlatışını da çok değerli buluyorum. Şöyle dedi: “Önceki dönemde, Kürtler bir silahlı çatışma sürecine doğru giderken, Kürtlük bilinci yeniden uyanırken, ayrı örgütlenmek şarttı belki. Ayrı örgütlenme fikrine Türkiyeli arkadaşlar karşı çıkardı. Biz de savunurduk, böyle olması lâzım diye. Şimdiyse birlikte örgütlenmek zamanı geldi, birlikte örgütlenmeyi savunuyoruz ama, bu sefer de herkes ayrı örgütlenmeyi savunuyor.” 

Bu saptaması doğru. Yakınması haklı. Ben de emekçi Türklerin ve Kürtlerin, bu kimlik bilgisine de sahip olarak, yani Kürt ve Türk işçiler olarak aynı politik yapıların içerisinde, sosyal ve politik kurtuluş talepleri dolayısıyla bir araya gelerek örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten sendikal alanda bu kısmen yürüyor. Fakat, politik alanda böyle değil. Böyle bir ortak parti girişiminin, ama emek programı üzerinde yükselen bir parti girişiminin şart olduğunu düşünüyorum. Bu bir anlam, bir heyecan katabilir şimdiki çoraklaşmış hayatımıza. 

Ancak, burada kocaman bir “ancak” var, temel mesele, benim açımdan program meselesidir. Biz daha önce DEHAP’a destek verdik, seçimlerde gücümüz kadar, çapımız kadar çaba gösterdik. Fakat, bizim için hep şöyle bir problem oldu: DEHAP’ın seçim bildirgesi neoliberal politikalara, küreselleşmeye ve küreselleşmenin kurucu yapılarına, örgütlerine karşı bir dil kurmakta çok zorlandı, hatta kimi zaman bunları kâğıt üzerinde yazdıysa da, asla açıktan propaganda etmedi. 

THKP-C’nin, TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasi faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz.

Oysa, emek dünyasına baktığında işçinin ve çiftçinin bütün derdi, meselesi burada. Denklemi burada kurabilir, sözü buradan söyleyebilirse, ama bunların yanısıra Kürt meselesinin çözümü için gerekenleri dillendirmeyi asla ihmal etmez ve bütün bunları birbirinin içine sokabilen bir politika kurabilirse, böyle bir iç içe geçişe dayanan bileşik bir politik güç Türkiye’de çok esaslı bir emekçi yükselişine yol açabilir, buna imkân var. Zaten demin “çoraklık” lafını kasten ettim, çünkü Türkiye sosyalist solu eskiden sahip olduğu üç kültürel dinamikten ikisini son yirmi yıldır kaybetmiş durumda. Aleviler ve Kürtlerin asıl gövdesi sosyalist harekette değiller artık. Ama onlar, Türkiye’nin, sadece iktisadî olmayan sebeplerle de, en çok ezilen kesimleriydi ve 1960’ların, ‘70’lerin sol hareketinin en önemli insan kaynağıydılar. 

Ertuğrul Kürkçü (fotoğraf: Ayşe Nilüfer Zengin)

O hareketlerin çok enerjik, çok atak olabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, sadece ekonomik olmayan dışlanma, zor, baskı öğelerini de ortadan kaldıracak bir kurtuluş hareketine bu insanların aktardığı enerji, verdikleri destekti. Baktığınız zaman tabloya, şunu görürsünüz: Aleviler ve Kürtler hayatlarını verenler arasında nüfuslarına oranla hep sayıca daha çokturlar devrimci tarihimizde. O nedenle, bu militanlıktan, bu yaygınlıktan ve çeşitlilikten yoksun kalışın, Türkiye solunun giderek daha fazla milliyetçi nüfuz altına girişinin gerisinde, bu birbiri içine girmişlik halinin epeydir son bulmasının da önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, şimdi herkesin bir şeyleri feda ederek bir araya gelmenin yolunu araması lâzım. Alevi yeniden dönmelidir bu ırmağa, ama artık dinsel, kültürel taleplerinin en önemli talepler olduğuna ilişkin iddiasını gözden geçirmelidir. Kürt de öyle, Türk de öyle. Türkiye’nin bütün yoksullarının duygudaşlık içine girdiğini ve anti-kapitalist bir program etrafında hareket ettiğini düşünün, bence düzenin kâbusu işte bu olur.

Peki, bu çoraklıkta dönüp bakacağımız, esinleneceğimiz bir miras var mı?

Dönüyorum, dolaşıyorum, hep şuraya geliyorum: Ne kadar maddeci rasyonellerle açıklamaya çalışsak da bunlar kesmiyor, irade yokluğu meselesinin çok önemli olduğunu kaç zamandır düşünüyorum. Miras dediğin şey bununla ilgili çünkü. 1980 öncesine, 1971 öncesine dönüp baktığımızda, göreceğimiz en önemli şey, bu dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair inancın taşıyıcılarının mevcudiyetiydi. DİSK nasıl varoldu? Hiçlikten varoldu. Kapitalist sınıfın bütün kalelerini ele geçirerek kendisini var etti. Sabancı’nın, Koç’un bütün işletmelerinde örgütlenmeyi kendi karşısına hedef diye koydu. Her fabrikanın sendikal örgütlenmesi bir savaşa benzedi. Bu inanca sahip bir “sendikacı sınıfı” hakikaten varmış o zaman. 

Tez 1: Silahlı mücadele yanlıştır, silahları gömelim ve başka bir pozisyona geçelim. Tez 2: Doğru ya da yanlış, şu aşamada, silahlı mücadeleyi gündemden kaldıramayız, direniş hattında durmamız gerekiyor. Tartışma böyle şekillendi. Genel komitemiz 11 kişiydi, Cevahir öldüğü için on kişi kalmıştık. İki tez, 5-5 berabereydi.

Şimdi bu iradenin yok olduğunu gözlüyorum. Bu irade yeniden ortaya çıkabilir, kendini yeniden üretebilir. O zaman vardı da şimdi niye yok? Kısmen emek sürecindeki değişiklikler bunu etkiliyor. Kısmen büyük sınai işletmeler yüksek ücret politikasıyla işçilerini sessizleştirebiliyorlar, ama Türkiye’de işçilerin sayısı artmaya devam ediyor. Yirmi milyona yakın ücretli emekçi var, bunların sadece bir milyon kadarı sendikalarda örgütlü. 

Onun da ötesinde, gecekondu halkı arasındaki örgütlenme, öğrenciler arasındaki örgütlenme, bunlar hep sonsuz sabırla, iğneyle kuyu kazarak yapılan işler. Geçtiğimiz yılları bu açıdan çok iyi değerlendiremediğimizi düşünüyorum. Tabii, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve bununla bağlantılı olarak hedef kaybı önemli bir meseleydi. Türkiye solunun önemli bir bölümü, işin aslı, Sovyetler Birliği’ni ideal sosyalist düzen olarak görmezdi. Fakat, çok tuhaf bir biçimde, Sovyetler’in çöküşüyle birlikte, sosyalizmin gerçekleştirilebilir olduğu inancı da bu ülkede çöktü. Bu kriz ânında şimdi, iradeye özel bir önem veren, iradenin rolünü tanıyan, bunun etrafında kendi faaliyetini yeniden kuran bir geleneği hatırlamak lâzım diye düşünüyorum. Örneğin, Dev-Genç kitlesel bir öğrenci hareketi haline geldi, ama onun kitlesel bir öğrenci hareketi haline gelmesi, dışardan bakanlara “çılgın” olduklarını düşündürebilecek hareketlerde bulunan, orada burada ses çıkartmaya, her fırsatta ajitasyon yapmaya çalışan, bunların sonuçlarını ilk elde alamayan, karşılarındakilerden “ahmak” muamelesi görmeye gücenmeyen insanların birkaç yıl boyunca sabırla, inançla süren çabalarının sonucunda oldu. 

Ertuğrul Kürkçü (solda) ve Koray Doğan bir arkadaşlarıyla ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin bahçesinde

Politik önermeler ilk söylendiklerinde, hiçbir zaman “aa, ne kadar düzgün bir gerçek, biz bunu benimseyelim” denmedi. Bunları ileri sürdükçe itilmeye, kakılmaya, horlanmaya, küçük görülmeye, ya da ürkütücü bulunmaya, mesafe alınmaya razı olan ve böyle çalışarak adım adım ilerleyen bir yığın insanın faaliyetinin sonucuydu. Ama zamanın ruhu da yardımcıydı tabii. O zaman dünyanın değişebileceği inancı genel olarak daha yüksekti. Askeri darbeler, dünya çapında yaşanan problemler, siyasi İslâm’ın yükselişi, bütün bunları etkileyen bir sürü faktör bir araya geldi ve kafalar karıştı. O nedenle, küreselleşmenin de bir sonucu olarak kapitalizmin genel kriziyle solun krizinin üst üste düşmesiyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum meselenin. Solcunun kafasının artık karışmaması gerekiyor. Çıkışın, iradenin bu rolünü tanıyan ve müdahaleleri burada örgütlemeye yönelişte bulunabileceğini, solun demin sözünü ettiğimiz, çeşitli zeminlere doğru kaymış olan dinamiklerini yeniden bir araya getirmeyi öngören bir çaba içerisinde bir yol alınabileceğini düşünüyorum. 

Latin Amerika’daki bütün devrimci partilerin Che Guevara’nın mirasına sahip çıkması, ama hiçbirinin gerillacılık yapmaması gibi bir şey THKP-C mirası. Devrimci davaya kurban verilmiş olanlara saygı, o davranışa politik ve ahlâki değer biçme, ama pratikte uygulanacak politikalarla onun arasında bir doğrusal bağıntı da aramama gibi bir durum.

Mesela bugün gelişmeye devam eden çiftçi sendikaları sabırlı, çalışkan ve bu meseleyi kafaya takmış insanların eseri. Teoriye kabaca bakıldığında, “köylüler istikrarsız bir zümredir, kaypak bir sosyal güçtür.” Ama birkaç yıldır neoliberal ekonomi politikalarına karşı muhalefette anlamlı sonuçlar hep oradan geldi. Büyük mitingler yaptılar, sendikalaşma hareketinin içine girdiler, deneyimlerini muhafaza ediyorlar, Ziraat Odaları’nın ötesine giden bir yapı oluşturmaya başladılar. 

Üstelik, sadece tarımsal üretim süreçlerine değil, kırsal yaşantının bütün veçhelerine bakan, ekolojik kaygıların gözetildiği, sınai işletmelerin tarımsal alanlara verdiği zararları ortadan kaldırmayı, iklim değişimini, GDO konusunu da önüne alan bir çaba. Ne kadar çok el verilse bu çabaya, o kadar çok sonuç alınabilir. Uzaktan kitabi bir tarzda bakıldığında, “Türkiye’de artık tarım-sanayi dengesi değişti, tersine döndü, zaten nüfusun yüzde 20’si tarımla ilgili” falan denebilir ve uğraşmaya değmez olarak görülebilirdi. Ama işte, gördüğünüz gibi bir şey çıkıyor, çünkü tarım dediğiniz zaman, sadece buğday üretiminden söz etmiyorsunuz, toprakla ilgili her şey ve bunların endüstriyle bağlandığı noktalar sizi ilgilendiriyor. Dolayısıyla, temel güçlere, yani işçi hareketine, köylülere, yoksul halka, gecekonduda yaşayanlara, gündelik üretim yapanlara, evde çalışan kadınlara, temel olarak Türkiye’deki üretim sürecinin baş oyuncularına yönelen, onları yeniden oyuna davet eden bir hattın icap ettiğini düşünüyorum.

15-16 Haziran 1970

İrade ve miras dendiğinde, ilk akla gelen örneklerden biri Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C). 1971’e dönüp baktığımızda şöyle bir tablo görüyoruz: 12 Mart’ta askeri darbe oluyor, 16 Mart’ta Deniz’ler yakalanıyor. Nisan sonuna doğru Erim hükümeti “balyoz harekâtı”nı ilan ediyor. THKP-C silahlı eylemlere girişiyor ve 30 Mart 1972’de Kızıldere’de biten süreç başlıyor. 12 Mart’a dek THKP- C, demin sözünü ettiğiniz “temel güçler’’e, işçi komiteleri gibi örgütlenmelere yönelmişken, 12 Mart’tan kısa bir süre sonra silahlı mücadeleye atılıyor. 1971 Nisan’ındaki o dönüm noktası, bir bölünme de getiriyor. O dönüm noktasından bakıldığında THKP-C’nin mirası nasıl yorumlanmalı?

THKP-C’nin o zaman çözmüş olmadığı, daha sonra THKP-C devamlılarının da bunu çözmeye her kalkıştıklarında bölündükleri nokta burası. Bence geçmişteki Dev-Yol/Kurtuluş ayrılığının gerisinde de ya da MLSPB ile diğerleri arasındaki gerilimde de kısmen bu çelişkiye yol açan yapısal bir mesele var. O da şu: THKP-C’nin Marksist düşünce geleneğini sürdürdüğünü düşünsem de, kimi tezlerini bugün dahi çok önemsesem de, örgütlenme ve stratejisinde “korporatist” diyebileceğimiz bir kurgusu olduğunu söylemem gerek. THKP-C’nin alan faaliyetinde işçiler, öğrenciler, askerler, köylüler, aydınlar, beyaz yakalılar ayrı ayrı duran, kendi kendilerine hareket eden yapılar oldular. Her kesimden temsilcilerin genel komitede olması, bu sektörleri organik bir parti yapısı içinde çalışır hale getirmedi. O nedenle, 15-16 Haziran’dan sonra, “işçi komiteleri”nin gereği öne çıkmasına rağmen, Deniz’lerin, THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) başlattığı silahlı hareketin oluşturduğu yeni politik iklime dahil olma kaygısı bir anda her şeyin önüne geçti. Çatışmanın şiddetine bağlı olarak da, süreç çatışma tarafından belirlenir oldu. Yoksa, işin başlangıcına, özgün tasarıma döndüğümüzde, “silahlı propaganda” dediğimiz şeyin kitle hareketinin yolunu açacak bir kaldıraç olmak üzere tasarlandığını anlarız. 

THKP-C geleneğine yaslanarak bir mühendis odasında da çalışabilirsin, sendikada da çalışabilirsin, köyde de, öğrenci derneğinde de. Çünkü sosyal mücadelenin tamamına bakarak konuşan bir gelenek bu. Sosyal mücadele neredeyse, orada mutlaka bir enerji var, bunu dönüştürmek de devrimcinin görevi.

Ama icraata baktığımızda, çatışma çok ciddi bir şey olduğu için, yapı o çatışmaya göre yeterince organize olmamışsa, bütün sektörlerin çatışmaya hizmet eder hale geldiğini, sonunda askerlerin ve işçilerin oradan buradan kaçanları korumakla, köylülerin işin uzağında kalmakla, öğrencilerinse ne yapacağını bilememekle malûl hale geldiklerini görebiliriz. THKP-C’nin, TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasi faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz. THKP-C, bütün politik hayatını şehre ve şehrin yoksul sınıflarına göre tasavvur etmiştir. Ancak, icraata gelince, işçi hareketinin kabarışı ve konvansiyonel yapılardan taşması, THKP-C’nin zihninde, “şimdi gündemimizde kocaman bir mesele var, işçi hareketinin sendikal örgütlerini, politik örgütlerini, yeraltı örgütlerini oluşturmalıyız” sonucunu doğurmadı. Onun yerine, “işçi hareketinin bu kabarışı rejimde esaslı bir krizi işaret ediyor, bu krizi derinleştirmek üzere hareket etmeliyiz” diye düşündü. Bu saptamanın doğruluğundan, yanlışlığından bağımsız olarak kopukluk bununla ilgili: “Kriz derinleştirme”ye karar veriyorsan, çatışmanın yönünü tayin etmeye girişiyorsun, zaten siyasi ra¬kiplerin de var, onların da önüne geçmek için adımlar atıyorsun. Ama çatışmaya yeterince hazır olmadığın için, çatışma senin sürecini belirlemeye başlıyor. Bütün öteki sektörlere profesyonel devrimciler örgütü değil, sektörler profesyonel devrimciler örgütüne hizmet etmeye başlıyor. Ve sonuçta, o dönem boyunca pratikte köklü bir toplumsal karşılık bulamadan gidiyorsun. 

Mahir Çayan

Fakat, meselenin öbür yüzü de var: Büyük kitle, çatışmada seni haklı görüyor. Çatışma bittikten ve sen askeri düzeyde kaybettikten sonra, işçi hareketinin bağrından sana yönelik yeni bir sempati dalgası doğuyor. Bence, 1974 sonrasında soldaki tartışma bu sempatinin nasıl örgütleneceği üzerine sürdü. En azından “Cephe solu”ndaki tartışma buydu ve bu da az şey değildi, Türkiye solunun yarısından fazlasıydı. Başlangıçtaki korporatist kurgu da bu yapısal mirasın her bir sektörüne kendince göreceli daha fazla önem yükleyenin daha haklı olduğunu iddia etmesine yol açabildi. MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) açısından mirasın tutulacak halkası gerilla faaliyeti ve öncü savaştı, Kurtuluş için işçi hareketi içinde temel oluşturmaktı, Dev-Yol açısından “bütün sektörler eşit önemdeydi, bunların tamamına bakmak lâzım”dı vs… 

Herkes kendi açısından, yorumlarında kendisinin haklı olduğunu iddia edebilirdi. Ama, özgün kurgunun kendisi problematikti. Buradan da zaten karmaşık bir sonuç doğdu. Ama, deneyimi ilk kuranlar bir arada kalabilselerdi, yaratıcı bir tarzda deneyimlerini değerlendirebilselerdi, belki çok daha başka bir şey olabilirdi. Kızıldere’deki büyük kayıp ve ondan önceki bölünme, bunun sağlıklı bir biçimde yapılmasını önledi. O zaman hepimiz ayrıştıklarımız hakkında abur cubur, bol kepçeden konuştuk ama, Yusuf’ların (Küpeli) yanında kalan ekipte de son derece saygıdeğer arkadaşlar vardı ve işçi hareketi içinde bir zemin oluşturanlar da büyük ölçüde onlardı.

Bölünmeye, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga’nın ihracına yol açan görüş ayrılığının temelinde ne yatıyordu?

Onların dediği şuydu: “Silahlı bir başkaldırı yolunu açmakla kendimize ve başkalarına kötülük yaptık. Bunu bir an önce durduralım ve yeniden Lenin’in dediği gibi örgütlenelim.” Mahir’in yakalanmasından sonraki dönemde, zaman zaman bizim de katıldığımız, kısmen paylaştığımız, kısmen paylaşmadığımız, fakat sonuca bağlanmamış bir tartışmaydı bu. Mahir’lerin hapisten kaçışlarıyla birlikte alevlendi. Çünkü Mahir’e eleştiriler, suçlamalar, Mahir’in de eleştirileri, suçlamaları vardı. Bize yön veren üç kişiydi: Mahir, Yusuf, Münir. O tartışmalar, onlar arasındaki ilişkileri onarılamaz ölçüde tahrip etti. Kendi adıma, Yusuf’un bu süreci iyi yönetemediğini düşünüyorum. Sağlıklı bir tartışma olamadı. Bizler daha uzaktan tartışmaya katıldık; bizim pozisyonumuz tez kurmaktan ziyade, tezleri benimsemek, benimsememek, şurasını burasını eleştirmek yönündeydi. Bütün bu tartışmalarda bir an Yusuf’la Münir’e hak vererek, bir an Mahir’e hak vererek yer aldık. Fakat, Ankara’daki Dev-Genç’liler, yani ben, Sinan (Kâzım Özüdoğru), Hüdai (Arıkan), Oğuzhan (Müftüoğlu), Sabahattin (Kurt), Zafer (Kutlu), Saffet Alp, Orhan Savaşçı ve diğerleri şu sonuca vardık: “Eleştirilerin tamamı da haklı olabilir, fakat biz bir ayaklanma, bir isyan başlattık. THKP-C’nin 1 no’lu bildirisinde ‘artık silahlı devrim mücadelesi başlamıştır’ diye ilan ettik. Bu başlangıcı mantıki sonuçlarına vardırmak için gerekenleri yapmadığımız sürece, yapılabilecek bir otokritiğin de herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü bu bir ayaklanma, başladığın zaman gideceksin. Sen silahlarını gömsen bile, karşıdakiler gömdüğünü kabul etmeyecek. O yüzden bir direniş hattında durmamız lâzım.” 

Kızıl Tugaylar’la THKP-C’nin farkı, bir yerden bakınca yok, bir yerden bakınca var. O da şu: THKP-C’nin Dev-Genç’e, işçi komitelerine, köylü komitelerine sahip olarak çalışması, etrafında aydınlardan, sanatçılardan bir destek hattı oluşturması, bütün beyaz yakalılarla arasında bir rezonans olması ve onların örgütlenmelerine kısmen yardımcı olması…

Bu, bize akla yakın geldi. Taktik doğruluktan, stratejik tutarlılıktan ziyade, etik olarak ve geleneğin gereği olarak öbür yolu tutamayacağımız kanaatine vardık. Yoksa, mantıken Yusuf’la Münir’in itirazlarının içinde pek çok doğru öge de vardı. O yüzden de aramızda, başka ayrılıklarda olduğu gibi, şiddetli kavga çıkmadı. Çünkü herkes karşısındakinin kısmen haklı olduğunu düşünüyordu aslında. Genel komitemiz 11 kişiydi, Hüseyin Cevahir öldüğü için on kişi kalmıştık. İki tez, 5-5 berabereydi, yani kimse ötekini ihraç edecek durumda değildi. Ama biz Yusuf’ları bilfiil ihraç etmiş olduk. Onlar da zaten tartışmayı kazanmak için fazla gayret göstermedi, yani neticeye razı oldu. Bu çerçevede, askerler, öğrencilerin önemli bir bölümü ve kısmen de Karadeniz kırsalında olanlar bizim tarafımızda kaldı. İstanbul ve İzmit’teki işçiler, İzmir, Ege bölgesindeki köylüler, Güney’dekilerin önemli bir bölümü de Yusuf’la Münir’den yana çıktılar. Bu tartışmanın, yaygın, anlamlı ve tutarlı bir biçimde yapılamadığı kanaatindeyim, ama şu herkes tarafından anlaşılmıştı. Tez 1: Silahlı mücadele yanlıştır, silahları gömelim ve başka bir pozisyona geçelim. Tez 2: Doğru ya da yanlış, şu aşamada, silahlı mücadeleyi gündemden kaldıramayız, direniş hattında durmamız gerekiyor. Tartışma böyle şekillendi. Sonra da THKP-C’nin silahlı mücadelesinin bastırılarak ortadan kaldırılması sonucunda, onun kurucuları kapsamında son buldu. Ama ondan sonra da sürdü gitti. 

Ulaş Bardakçı ve Mahir Çayan

THKP-C, sol kamuoyunun imgeleminde “tez 2” ile yer etti. Halbuki asıl miras, 12 Mart’ın çok özgül koşullarının dayattığı “iki tez”in öncesindeki pozisyon galiba.

Doğru. Latin Amerika’daki bütün devrimci partilerin Che Guevara’nın mirasına sahip çıkması, ama hiçbirinin gerillacılık yapmaması gibi bir şey THKP-C mirası. Devrimci davaya kurban verilmiş olanlara saygı, o davranışa politik ve ahlâki değer biçme, ama pratikte uygulanacak politikalarla onun arasında bir doğrusal bağıntı da aramama gibi bir durum. 

THKP-C mirası özetle böyle mi? 

Evet, böyle. Başkalarının nasıl yaklaştığını tartmak istemem, fakat, zamanında kendime, kendi arkadaşlarıma, harekete yöneltmiş olabileceğim bütün eleştirilere, isyanlara, hayal kırıklıklarına rağmen, benim açımdan mutlak ve değişmez olan şudur: THKP-C’yi 1970, 71, 72 yıllarında, devrimci mücadeleyle Marksizmi bir arada tutmaya çaba göstermiş olan biricik hareket olarak görüyorum. O yüzden, benim açımdan çok önemli bir başlangıç. Çünkü Türkiye’de o zamanlar adeta yazılı olmayan bir kural vardı: Marksist olan devrimci olmayacak, devrimci olan da Marksist olmayacaktı sanki. THKP-C sadece bireysel düzeyde değil, organize ettiği bütün insan topluluğu düzleminde bu bağı kurmayı başardı. Daha sonrasına baktığınızda, hiç umulmayan kitlesel bir patlamayla birlikte “Cephecilik” diye bir şeyin Türkiye’de varolması kısmen bununla ilgili, çünkü THKP-C geleneğine yaslanarak bir mühendis odasında da çalışabilirsin, sendikada da çalışabilirsin, köyde de, öğrenci derneğinde de faaliyet sürdürebilirsin, faşistle de çatışabilirsin. Çünkü sosyal mücadelenin tamamına bakarak konuşan bir gelenek bu. Demiyor ki “dağa çıkacağım, ondan gayrısı karşı devrim”. Demiyor ki “köylüden başka devrimci kuvvet yoktur” ya da “işçi sınıfından başkası hiçbir işe yaramaz”… Sosyal mücadele neredeyse, orada mutlaka bir enerji var, bunu dönüştürmek de devrimcinin görevi. Bunu da kendine göre maddeci tarih görüşüne bakarak söylüyor, Marksist geleneğe yaslanıyor. Kendisini uluslararası planda ilişkilendirmeye çalıştığı da, Küba’nın etrafında oluşmuş olan bir hale, fakat ona da o kadar sıkı sıkıya bağlanmıyor… Bunun çok değerli olduğunu, 1970’ler dünyasında en anlamlı şeyin bu varolma tarzı olduğunu düşünüyorum. 

Asla, kitle örgütlerinde başkalarının varolma hakkına karşı bir yasak getirmedik, çoğulculuğu gözetmeye çalıştık. Molière’in “Kibarlık Budalası” edebiyat öğretmenine “vay be, bugüne kadar nesir konuşuyormuşum, haberim yokmuş” der ya, biz de sosyalist demokrasi yapıyormuşuz da, adının ne olduğunu bilmiyormuşuz.

İkincisi –bu da çok önemli– devlet içindeki ya da sermaye sınıfı içindeki çatışmalardan değil, kendi programından ve kendi dayandığı güçlerden kuvvet alarak adım atma tavrı. Geçmişte Türkiye sosyalist hareketinde çokça görülen, burjuvazinin iki kanadı arasında ve devletin içinde bugün de süregiden laikler – anti-laikler, Amerikacılar – Avrupacılar, liberaller – muhafazakârlar türünden gerilimlerin ötesinde kendi hareket hattını oluşturması, kimseden icazet istememesi çok mühim bir gelenek. Benim davranışımı nasıl görürsünüz diye yukarılara değil, aşağıya bakması… Nihayet, kitle hareketini çok önemsemesi. 

Bana sorarsanız, Kızıl Tugaylar’la THKP-C’nin farkı, bir yerden bakınca yok, bir yerden bakınca da çok önemli bir fark var. O da şu: THKP-C’nin Dev-Genç’e, işçi komitelerine, köylü komitelerine sahip olarak çalışması, etrafında aydınlardan, sanatçılardan bir destek hattı oluşturmuş olması, öğretmenlerden mühendislere, bütün beyaz yakalı çalışanlarla arasında bir rezonans olması ve onların örgütlenmelerine kısmen yardımcı olmuş olması… 

Bunlar bir arada bir anlam taşıdı. Dolayısıyla, bir: devrimcilikle Marksizm arasında mütekabiliyet araması. İki: egemen sınıf arasındaki çatlaklardan değil, egemen sınıfla ezilenler arasındaki çatışmadan hareketle yola koyulması. Üç: kitle hareketinin en önemli kaynak olduğuna dair inancı. Zaman zaman bundan sapılmasına, bireysel kahramanlıkların çok önemsenir olmasına rağmen, bu kaynağa geri dönebilecek kanalları hep muhafaza edebilmiş olması. Bu üç nokta bence bugün de yeniden üretilebilecek bir gelenek sağlıyor. 

Sosyalist demokrasi açısından THKP-C’nin mirası ne?

Asla, kitle örgütlerinde başkalarının varolma hakkına karşı bir yasak getirmedik, bir zorlamada bulunmadık. “Dev-Genç’te şucu bucu olamaz” diye bir şey asla olmadı. Öğrenci hareketinin ve genel olarak kitle hareketinin içinde çoğulculuğu gözetmeye çalıştık. Bunun çok önemli bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Hoşgörü, kardeşlik, tahammül, çoğulculuk… Bu daha sonra aşındı, yıprandı, ama hapse girişimizi defteri kapattığımız dönem olarak kabul edersek, o döneme kadar, kendi iç gerilimlerimizde, THKP-C içi gerilimlerde de, laftaki sertliğe dışlama ya da varolma hakkını hiçe sayma eşlik etmedi. Bu da iç yaşam geleneği olarak önemli, muhafaza edilmesi, çoğaltılması gereken bir şey. 

Mahir Çayan’ın “emperyalizm Türkiye’de bir içsel olgudur” saptamasını çok önemli buluyorum, eskimeyen bir tez olduğunu düşünüyorum. Bir cümleyle özetlenmesi gerekseydi Mahir’in tezi, böyle özetlemek isterdim.

Molière’in “Kibarlık Budalası” edebiyat öğretmenine “vay be, bugüne kadar nesir konuşuyormuşum, haberim yokmuş” der ya, biz de sosyalist demokrasi yapıyormuşuz da, adının ne olduğunu bilmiyormuşuz. (gülüyor) Öyle bir adlandırmaya bile gerek duymamıştık. “Zaten böyle olur, başka nasıl olur ki” diye düşünüyorduk. Kısmen bundan sapmalar oldu, onlardan ötürü de herkesten özür dileriz ama, esasen bu fikir hâkimdi. Sonuç: Bu dört nokta bir arada olursa, hep bir başlangıç noktası oluşturur.

THKP-C’nin hâlâ önemsediğiniz tezleri neler?

Kapitalizm-emperyalizm bağıntısı meselesinde THKP-C’nin modern ve çok yüksek bir analiz yaptığını düşünüyorum. Türkiye kapitalizmini, uluslararası kapitalizmin bir halkası olarak gördük. Yani eski, THKP-C öncesi analizde olduğu gibi, “dünyada kapitalizm var, fakat burası feodal bir ülke, bir komprador sınıf dünya kapitalizmine hizmet etmek için kendi halkına ihanet etmiş de kapitalizm ortaya çıkmış” yaklaşımını aşmıştık. Türkiye kapitalizmini dünya kapitalist sisteminin bir parçası olarak mütalaa ettik. Bunda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sosyo-ekonomik analizlerinin de çok büyük katkısı oldu tabii. 

İkincisi, emperyalizmle mücadeleyi de bu çerçevede kendi kapitalizmiyle mücadele olarak gördü THKP-C. Yani bir “yabancı güç”ün varlığıyla belirlenen bir kapitalizm değil, bizzat kendi kapitalistlerinin kendi milletini sömürdüğü bir düzenle uluslararası ortaklık olarak gördük emperyalizmi. Kapitalizmle savaştan ayrı bir emperyalizmle savaş hikâyesini sahici bulmadı THKP-C. Mahir Çayan’ın “emperyalizm Türkiye’de bir içsel olgudur” saptamasını çok önemli buluyorum, eskimeyen bir tez olduğunu düşünüyorum. 

Bunun sadece iktisadi kertede değil, aynı zamanda politik ve askeri kertede de kendini yeniden üreten bir şey olması, THKP-C’nin ana fikrinin Marksizm olduğunu söylememin en önemli nedenlerinden biri. Bir cümleyle özetlenmesi gerekseydi Mahir Çayan’ın tezi, böyle özetlemek isterdim. Bir başkası “politikleşmiş askeri savaş” diye özetlemek isterdi belki, ama bence önemli olan bu. 

Express, sayı 60, Nisan 2006

^