VİZONTELE TUUBA’NIN “MAHMUT ABİ”Sİ QİRO'NUN GÖZÜYLE 12 EYLÜL

Söyleşi: İrfan Aktan
13 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

12 Eylül’ü anlattığını iddia eden Vizontele Tuuba’yı görenler “Mahmut abi”yi hatırlayacaktır, ama o karakter gerçek Mahmut Duran’dan fersah fersah uzak. Diyarbakır Cezaevi’ndeki akıl almaz zulme yedi yıl direnen Qîro namlı efsane kişilikten o zindanın ve o dönemin hakikatlerini dinliyoruz. Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklen.
Mahmut Duran

Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele Tuuba’sında, solcu Kürt gençler “ufak” meseleler yüzünden birbirine giren, “toy gençler” olarak gösteriliyor. Filmde o dönemin anlatılışını nasıl buldunuz?

Qîro (Mahmut Duran): Tabii ki hiç gerçekçi değil. Yaşamadığı bir süreci yaşamış gibi göstermeye çalışmış. Solcuların o dönemki tarzlarını, ideallerini anlamak, kavramak o kadar basit değildir. Elbette solcular arasında çelişkiler yaşanıyordu. Farklı gruplar birbiriyle çatışıyordu da. Sovyetler için bir grup “sosyalist”, bir grup “revizyonist”, bir grup da “sosyal emperyalist” diyordu. Ama o grupların ideolojik birliktelikleri de vardı. Hepimizin ideali, özgür ve sosyalist bir Türkiye’nin kurulmasıydı. Ne yaptığını bilmeyen gençler değildik. Acımız vardı ve o acılara son vermek için hedef bellediğimiz ideolojilerimiz vardı.

Filmdeki “Mahmut abi” karakterinin sizi temsil ettiği söyleniyor…

Evet, o benim. (gülüyor) Tamamen düzmece. “Mahmut abi” ideolojik tavrında tutarsız, ne yaptığını bilmeyen bir genç olarak gösterilmiş. Erdoğan iznimi almadan, kopyacılık yaparak öyle bir karakter çizmiş. Eğer biri beni yansıtacaksa, gelip yanımda oturmalı, derdimi dinlemeli, acımı hissetmelidir. İstanbullulara, komiklik olsun diye benim gibi birini tüketim malzemesi olarak sunmak çok yanlıştır. Yaşadığım acıları, karşılaştığım zulmü ne hakla bir tüketim malzemesi yapabilirsin? Hadi diyelim yaptın, bari biraz da gerçekliği aktar. Gördüğüm zulmü göster, Diyarbakır Hapishanesi’nin bu ülkede tarihsel bir acı olduğunu hissettir. Sıkıysa, bunu yap. Ne yani, ben bir sloganla mı devrimciydim? Ben bir bıyıkla mı devrimci oldum? Diyelim ki ben bir sloganım, peki acılarım nerede kaldı?

Asıl isminiz Mahmut Duran, fakat Qîro olarak biliniyorsunuz. Qiro’nun öyküsü ne?

Ben Mahmut Duran değilim, Qîro’yum! Bu ismi küçüklüğümde ailem takmıştı. Çünkü hep isyankârdım, direngendim, mücadeleciydim. Devrimci anlamda, tuttuğunu koparacak güçteydim. O yüzden de bana Qîro adı verildi. Qîro, Kürtçede zift, katran, kara ve direngen demek. Bir de tenim biraz kara olduğu için bu ismi bana uygun gördüler.

Erdoğan iznimi almadan, kopyacılık yaparak öyle bir karakter çizmiş. İstanbullulara, komiklik olsun diye benim gibi birini tüketim malzemesi olarak sunmak çok yanlıştır. Hadi diyelim yaptın, bari gördüğüm zulmü göster. Sıkıysa, bunu yap. Ne yani, ben bir sloganla mı devrimciydim? Bir bıyıkla mı devrimci oldum?

12 Eylül döneminde uzun süre hapis yattınız. Nasıl tutuklandınız?

Cunta gelmeden hemen önce, Van’da tutuklandım. 18 gün Edremit karakolunda işkencede kaldım. Ondan sonra beni Hakkâri’ye getirdiler. Buradan da Diyarbakır’a götürüldüm. Diyarbakır Cezaevi’nde yedi yıl kaldım.


Diyarbakır hapishanesi, o dönemde tutuklulara yapılan insanlık dışı uygulamalarla ün saldı. Hapishanedeki koşullarınız nasıldı?

12 Eylül öncesinde, Türkiye’deki bütün devrimci hareketler ayağa kalkmış, ağalara, paşalara vurmaya başlamıştı. Her tarafta eylemlilik vardı. Diyarbakır kaynıyordu resmen. Yani Türkiye’nin kurtuluşa gittiği bir süreçte, generaller bunun farkına vardılar. Kenan Evren’in Batman’a gelişi, orada yaptığı konuşma karşısında, bazı devrimciler cuntanın yaklaştığını anlamıştı zaten. Türkiye’nin önünde iki yol vardı: Ya devrim ya da karşı-devrim olacaktı. Cuntacılar karşı-devrimi gerçekleştirerek büyük bir zulüm sürecini de başlattılar.

Askeri darbeyle birlikte, hapishanedeki uygulamalarda ne gibi değişiklikler oldu?

12 Eylül gününden sonra, hapishane bir anda cehenneme dönüştü. Baştan şunu söylemeliyim: O dönemde Diyarbakır zindanında kalan hiç kimse orada yaşananları tam anlatamaz. Çünkü insanın anlatamayacağı uygulamalar yapılıyordu. Artık gerisini düşün, öyle şeyler başına gelmiş ki, anlatamıyorsun bile! Diyarbakır zindanının bir gününü on kitaba sığdıramazsın. Yaşam o kadar iğrenç, o kadar çirkindi ki, dünya tarihinde hiçbir halka bu kadar zulmedildiğine inanmıyorum. Diyarbakır zindanında insanlık en ağır acısını yaşamıştır. Yemin ederim, Hitler bile bu zulmü yapmadı. Keşke ölebilseydik. Ölemiyordun bile. Her gün, ama her gün ölebilmek için dualar ediyordum. Ama bunu yaparken, direniş ruhumu da asla kaybetmedim. Dostlarım da kaybetmedi bu ruhu.

Vizontele Tuuba

Zindandaki bir günün resmini çizebilir misiniz?

Diyarbakır zindanındaki bütün tutsaklar kendinden nefret etmeye başlamıştı. Ağzına macun tıkıştırıp götüne cop sokuyorlardı. Karşı koğuşta analarımıza, bacılarımıza tecavüz ediyorlardı. Yılanlarla, çıyanlarla kavga ediyorduk. Üstümüze köpek salıyorlardı. Köpekler gelip seni yalıyordu. Banyoya gittiğin gün, en lanetli gündü. Sadece bir dakikalık soğuk duş, coplarla, tekmelerle geçiyordu. Annem geldiğinde, “oğlumu görmeye geldim” demiş. “Göremezsin oğlunu”. “Ben bir anneyim, ta Hakkâri’den, onun yüzünü görmek için gelmişim.” Annem “ya oğlumu gösterin ya da beni öldürün” demiş. Annemin direnişi diğer anneleri de harekete geçirmişti. Sonra beni anneme göstermek zorunda kaldılar. Annemi görüşüm nasıl oldu, biliyor musun? “Anne, nasılsın?” O kadar. Ondan cevap almama bile izin vermediler. Üç yıldan sonra, annemi sadece bu kadar gördüm. Bir dakika bile değil. Üç metre uzaktan, arada teller… Dokunmak ne kelime!.. Tuvalet koğuşun içinde, her sabah ellerinle temizlenmek zorundasın. İnsanlar tüberküloza yakalandı, delirenlerin haddi hesabı yoktu. Her tarafta işkence, her tarafta! Tarihini tam hatırlamıyorum, ‘81 veya ‘82 olmalı. “1 Haziran Çıkartması” yaptılar. Hepimizi havalandırmaya çıkartıp anadan doğma soydular. Diyarbakır haziranında, o kızgın betonun üstünde bizleri süründürdüler. Koğuşa geldiğimiz zaman, arkadaşların çoğu baygındı. Ölenler oldu.

Darbe öncesinde hapishane koşulları nasıldı?

Cuntadan önce, neredeyse normal bir hapishaneye benziyordu. Fakat cuntayla birlikte, bizi teslim almaya çalıştılar. Öncelikle Türkleştirmeye yönelik işkenceler yaptılar. “Türküm, doğruyum, çalışkanım” dedirttiler. Onun ardından, 52 tane marş ezberlettiler. Askerî eğitim yaptırdılar.


Direniş gösteren tutuklular oldu mu?


İşkencenin olduğu her yerde direniş de olacak tabii. Direnenleri hücrelere koydular. Aylarca hücrelerde kaldık. Pislik ve karanlık içinde. Aç bıraktılar, susuz bıraktılar. Yalnızlıktan insanlar kendi kendine konuşmaya başlamışlardı. Açlık grevleri oldu, eylemler oldu, direnişler gösterildi. Ama hiçbiri başarılı olamadı. Birçoğunu öldürdüler zaten.

1984’ten sonra gazeteler gelmeye başladı. O zamana kadar dış dünyadan hiçbir haberimiz yoktu. Gazeteler gelince biz dışarıdakilerden haberdar olduk, ama dışarıdakiler bizden asla haberdar olamadı. Çünkü bizim yaşadığımız acıları kimse yazmadı, çizmedi. Diyarbakır zindanında kalıp çıkanlarsa, yaşadıklarını ne anlatabilir ne de yazabilirdi.

Sizin koğuşta kaç kişi vardı?

İlk girdiğim 36. koğuşta 168 kişiydik. Koğuş 50 kişilikti, biz 168! İşkence yıllar boyunca istisnasız her gün devam etti. Direnişin gerçekleşmesi için üç-dört yıl geçmesi gerekti. 1983’te zindanda büyük bir direniş oldu. Direniş benim sonradan götürüldüğüm 27. koğuşta başladı. Dedik ki, ya öleceğiz veya bu esarete son vereceğiz. 28 günlük direnişimizden sonra, artık marş söylemedik.

Direniş nasıl başladı?

İlk önce hücredeki arkadaşlar ölüm orucu başlattılar. Mahkemeden dönen arkadaşlar, ölüm orucunun başladığını öğrenip bizlere de haber verdi. Biz de kendi aramızda tartıştık ve direnişe karar verdik. Ya dirileceğiz ya gömüleceğiz… Açık söyleyeyim, daha önce de açlık grevleri yaptık ve bir sonuç alamadık. Ben de arkadaşlara daha aktif bir direniş göstermeliyiz dedim. Arkadaşlar bunu kabul etti. Bir gün sabah 7 civarında, askerler yine sayıma geldi. Sayımdan çıkar çıkmaz, üç arkadaş camlara çıktık, daha önce kararlaştırdığımız çerçevede sloganlar attık: “Yaşasın ölüm!“, “İşkenceye son!“, “İnsanca yaşamak istiyoruz!” Sloganlar bir anda bütün zindana sel gibi yayıldı. 28 gün süren direnişten sonra, yaşam koşullarımızı biraz düzeltmek zorunda kaldılar. Artık marş söylemedik, daha düzgün yemek almaya başladık, banyomuz bir dakikayken beş dakikaya, görüşler iki-üç dakikaya çıktı.

Diğer koğuşlarla haberleşebiliyor muydunuz?

Bir koğuşun başka bir koğuşla haberleşmesi imkânsızdı. Aynı örgütten arkadaşlar mahkemeye elleri zincirli, kafaları eğik, gözleri kapalı şekilde götürülürdü. Mahkemede de kafanı çeviremezdin. Zaten duruşma günü, işkence günüydü. Diyarbakır’ın kavurucu sıcağında, akşama kadar aç, susuz, tuvalet yasak, işkence daimiydi. Benim davam beş yıl sürdükten sonra sonuçlandı. Hayat her alanda onurunla oynuyordu ve sen gıkını çıkaramıyordun. Tek dileğin, ölmekti. Ama bizim ölüm anlayışımız da pasif değildi. Kendi halimde ölüp kurtulayım demek olmazdı. Ölsen de onurunla ölecek, mücadeleden vazgeçmeyecektin. Zaten şehit olan arkadaşların hepsi insanlık üstü direnişten sonra ölüme kavuştular.

Vizontele Tuuba

1983’teki direnişten sonra, koşullarınızdaki o “düzelme” devamlı oldu mu?

Koşullarımızın iyileşmesini içlerine sindiremediler. Biz biraz rahatlayınca üstümüze daha fazla geldiler. 1984’ün şubat ayında tek tip elbise giymeyi dayattılar. Bunu ölüm oruçları izledi. Ölüm orucu başlayınca koğuşlara saldırmaya başladılar. Her koğuşa 200-300 asker girdi. Hepsinin elinde kalaslar, yanlarında köpekler. Kalaslara “Haydar”, “Kurt”, “Cennet” gibi isimler vermişler, insanların kafalarını onlarla eziyorlardı. Ölenler koğuşta kalıyor, kalanlar “sinema salonuna” götürülüyordu. Sinema salonunda teslim olan sağ kalır, olmayan da ya ölür veya hücreye giderdi. O operasyon sırasında, beni de sinema salonuna götürdüler. O sırada koğuş sorumlusuydum. O gün beş kişiyi öldürdüler, ama biz sonradan haberdar olduk. Bir gün önce de karşı koğuşta kalan Necmettin Büyükkaya üsteğmen tarafından işkenceyle öldürülmüştü. Sanırım aynı gün, Vanlı arkadaşımız Remzi Aytürk de kendini asmıştı. Ben o yüzden bizim koğuşa sıra geldiğini tahmin etmiştim. Çünkü diğer koğuşlardan arkadaşlar bu şehadetleri bağırarak bize aktarmıştı. Arkadaşlara “giyinin, sıra bize geldi” dedim. Gerçekten de gece yarısı bizim koğuşa saldırı oldu. Askerler içeri girince, “arkadaşlar, ölüm sırası bendedir, yeter artık, ben ölüme gidiyorum” dedim. Altı asker, kollarımdan tutarak beni sinema salonuna götürdü. Yere yatırdıklarında dedim ki, “durun, bir şey söylemek zorundayım.” Bunu der demez, üstüme çullandılar. Ben bağırdım, “Uuuy havar! Kahpe fakları, korku çığları, irin seller gibi… Vurun ulan vurun, soyu zemberek… Bir oğlum olacak, ismi Temmuz, korkusuz mu korkusuz!” Yüzbaşı “öldürün bu orospu çocuğunu” dedi. O kadar dövdüler ki, öldüğümü sandılar. Beni ayağa kaldırdılar. Baktılar ölmemişim. Konyalı bir asker vardı. Kafası kazan kadar büyüktü. 50 numara ayakkabı giyiyordu. Bütün gücüyle, ayaklarımı ezmeye başladı. (çorabını çıkarıp yara izlerini gösteriyor) Bu yaraları görüyor musun, 25 yıldır izi geçmedi. Kafamı kırdılar, kolumu kırdılar. Sonra da götürüp bokun içine attılar. 52 gün, hücrede, o bokun içinde kaldım. O dönemde beş arkadaş şehit oldu. (gözleri yaşarıyor) Ama direniş hep sürdü…

Hapisten sonra eve gelmişiz. Tabii psikoloji bozuk, beden çökük… İnsanlar seni deli olarak görüyor. Çünkü yaşama adapte olamıyorsun. İnsan kendini çok yalnız hissediyor. O psikolojiyi yaşamayan bilmez. Yaşayan da anlatamaz zaten.

Diyarbakır hapishanesinde kendini yakan tutuklular da oldu. Bu olaylara tanık oldunuz mu?

Ben o koğuşta değildim. İçlerinden Eşref arkadaşı çok iyi tanırdım. Beraber satranç da oynamıştık, ‘80 yılında. O zaman daha 7. Kolordu’daydık, 5 no’lu kurulmamıştı. Yani 12 Eylül’den önceydi. Eşref arkadaşlar baktılar ki yaşamın bir anlamı yok. Yoksa bir insan kendini nasıl yakar yahu! Dört arkadaş birleşiyor, bütünleşiyor. O zaman tiner, boya filan vardı. Boyalarla her tarafa Atatürk’ün resimlerini, marşları yazdırıp çizdiriyorlardı. Arkadaşlar Atatürk resimlerinin tineriyle kendini ateşe veriyor. Slogan atarak şahadete eriyorlar. 33. koğuştaydılar…

İçeride örgütler arası kutuplaşma var mıydı?

Kutupların bir anlamı yoktu ki orada. İki kutup vardı, biri cuntacı rejim, diğeri de devrimci demokrat gençlik. Sonuçta cuntacı faşistlerden hepimiz aynı işkenceyi görüyorduk. O yüzden de tamamen komün hayatı geçirdik. Hepimiz aynı davanın insanlarıydık, hepimiz yoldaştık.

Dış dünyadan haberdar olabiliyor muydunuz?

1984’ten sonra gazeteler gelmeye başladı. O zamana kadar dış dünyadan hiçbir haberimiz yoktu. Gazeteler gelince, biz dışarıdakilerden haberdar olduk, ama dışarıdakiler bizden asla haberdar olamadı. Çünkü bizim yaşadığımız acıları kimse yazmadı, çizmedi. Diyarbakır zindanında kalıp çıkanlarsa, yaşadıklarını ne anlatabilir ne de yazabilirdi. 1984 öncesinde bize sürekli seks dergileri getiriyorlardı. Onları da zorla içeri sokuyorlardı. İnsanları delirtmek için her şeyi yapıyorlardı.

İşkenceci askerlerin hıncının kaynağı neydi?

Qiro, eşi Medya ve oğlu Cembeli’yle

Esat Oktay Yıldıran adında bir yüzbaşı vardı. Askerlere nasıl saldıracaklarını, nasıl davranacaklarını, nasıl döveceklerini öğretirdi. Askerler zaten istedikleri her şeyi yapabiliyordu. İster asar, ister keser, isterse tecavüz ederdi. Yönetimin buna itirazı olmazdı. İnsanların zayıf yönlerini öğrenirlerdi. Diyelim ki, benim en zayıf yönüm küfür yemek, bana günde yüz defa küfrederlerdi.

Hapisten çıkıp evinize döndüğünüzde darbenin üzerinden biraz zaman geçmişti; nasıl bir ortamla karşılaştınız?

Zindandan çıktıktan sonra evime gelemedim ki. Beni alıp askerlik şubesine götürdüler. 17 gün askerlik şubesinde kaldım. İnan ki, yedi yıllık zindan sürecinde yaşadığım acıların iki katını o 17 gün yaşadım… Daha sonra annemler geldi, beni eve getirdiler. Tabii psikoloji bozuk, beden çökük… İnsanlar seni deli olarak görüyor. Çünkü yaşama adapte olamıyorsun. Bilmiyorum yani, insan kendini çok yalnız hissediyor. O psikolojiyi yaşamayan bilmez. Yaşayan da anlatamaz zaten. Yüreğinin bir yanı zindandaki arkadaşlarında kalmış… İşkencesiz çay içmek, yemek yemek bana çok acayip geliyordu. Evde her yemek geldiğinde, zindandaki arkadaşlarım geliyordu aklıma. Yemek yemiyordum. Ben bu evde en az bin tane tabak kırmışımdır. Sofraya tekme atıp çekip gidiyordum… Daha sonra, Hakkâri’ye gelen yabancılara rehberlik yapmaya başladım, İngilizce biliyorum çünkü, onlarla diyalog kurdum, buradaki gerçekliği anlattım. Yaşamı ancak yabancılarla paylaşabiliyordum. Ruhsal çöküntüyü biraz da o şekilde atlatmaya çalıştım.

Hapse girmenizden öncesiyle sonrası arasında ortamdaki en büyük değişiklik neydi?

Bir kere cunta öncesi dönemde doğrudan savaş yoktu, Kürt hareketi toplumsal bir hal almamıştı. Fakat çıktığımızda baktık ki, savaş süreci başlamış. PKK önderliğindeki Kürt hareketi hakkında bir şey söylemem çok doğru olmaz. Çünkü içinde olmadığın bir hareketi eleştirmek bize yakışmaz. O yüzden de bu harekete hiç karşı çıkmadım. Fakat o dönemde, bu hareketin içine de giremedim… Hiçbir zaman ilkelerimden, inancımdan vazgeçmedim. O yüzden de PKK hareketi içinde veya çevresinde bulunan insanlar bana hep saygı gösterdiler. Zaten 12 Eylül öncesinde de Kawa ile Apocular arasında fazla bir ayrılık yoktu. Biz onları “yurtsever” olarak görüyorduk. Kawa hareketi de bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan mücadelesi veriyordu. Dört parçanın bir aradalığı ilkesi bizde esastı. Apocular ise daha çok Türkiye eksenli Kürt ulusal kurtuluşunu esas alıyordu.

Köylülerle birlikte tırpan çekiyorduk, çiftçilik yapıyorduk. Onlara başka bir dünyanın da olabileceğini göstermek için elimizden gelen her şeyi yapıyorduk. Onlar da bizim samimiyetimize inanıyordu. Amacımız somut ve netti: Kürtlere anadillerini konuşabileceklerini, kendi kültürlerini sürdürebileceklerini ve bunun da mücadeleyle mümkün olduğunu anlatmak.

12 Eylül öncesinde, köylerde yaptığınız çalışmalarda, köylülerin size yaklaşımı nasıldı?

O dönemde, Kürtler tamamen bilinçsiz, cahil ve dünyadan habersiz kılınmıştı. Köylere gittiğimizde, önce ne dediğimizi anlamadılar. Fakat sabırla onlara kim olduğumuzu, Kürt halkının varlığını, bir mücadelenin gerekliliğini anlattık. Bunun üzerine birçok alanda başarılı da olduk. Sonuçta Kürt halkının bugünkü bilince kavuşmasının temelinde, o zamandan bu yana süren eğitim çalışmaları olmuştur. Köylülerle birlikte tırpan çekiyorduk, çiftçilik yapıyorduk. Onlara başka bir dünyanın da olabileceğini göstermek için elimizden gelen her şeyi yapıyorduk. Onlar da bizim samimiyetimize inanıyordu. Gidip evlerinde kalıyorduk… Her köyün öğrencisini mutlaka kazanırdık. Dolayısıyla, lisede okuyan öğrenciyi yanımıza alarak köyüne gittiğimizde, insanlarla kaynaşmamız daha kolay oluyordu. O yüzden de her öğrenci bir köy demekti. Amacımız çok somut ve netti: Kürtlere kendi anadillerini konuşabileceklerini, kendi kültürlerini sürdürebileceklerini ve bunun da mücadeleyle mümkün olduğunu anlatmak. Çünkü Kürdistan, o zaman tamamen bir sömürgeydi.

Sizce 12 Eylül süreci bitti mi?

Bana göre, bugün 12 Eylül’den daha beter. Birtakım düzenlemeler filan yapılıyor, ama halkların kardeşliğini savunanlar hapislerde işkence görüyor. Türkiye 12 Eylül cuntasını yargılamadan bu sürecin dışına çıkamaz. Türkiye anayasası o dönemden beri aynen devam ediyor, sömürgeci yapıların çıkarı, rantı, savaş sayesinde artıyor. O yüzden de 12 Eylül mantığı sürüyor. Eğer o mantık sürmeseydi, niye askerlerini getirip bu dağlarda gençleri yok etsinler? Niye gençler dağlara sığınmak zorunda kalsın? Kim dağda yaşamak ister? Niye birileri demokratik bir adım attığında, bir general çıkıp “savaş sürecek” diyor? Biz Türkiye’yi parçalayacağımızı mı söyledik, yok. Türkiye karşıtı mıyız, asla! Peki bize yönelik bu hıncın sebebi ne? Kürtlere yönelik topyekûn harekâtın temelinde sadece ekonomik çıkarlar yatmıyor. Ortada milliyetçi, faşist ruh var. Kürt özgürlük hareketini boğmaya çalışıyorlar. Halkların bir aradalığı, hem Türk hem de Kürt halkı için, bu halkların çocukları için güzellik getirir. Bir halkı mezara gömmeye çalışırsan, bence boşuna didiniyorsun. Çünkü Diyarbakır zindanından bile sağ çıkan bir halk, kolay kolay bitirilemez. Aynı şey Türk halkı için de geçerlidir, iki halkı bu noktadan sonra birbirinden ayıramazsın.

12 Eylül öncesinde siyasete yönelmeniz nasıl olmuştu?

O dönemlerde Ortadoğu kaynıyordu. Dünyanın sosyalist blok ve emperyalist blok olarak iki kutba ayrılması da bizleri siyasete itiyordu. Elbette 1970’li yıllarda Deniz Gezmiş önderliğindeki Türkiye solu Kürt gençliğini de etkiliyordu. Kürtler o dönemde tanınmayan, daha doğrusu yok sayılan bir halktı. Öyle ki, Şeyh Sait’ler, Dersim isyanları, Zilan katliamları hiç olmamış, olmuşsa da başka ülkelerin araçları olarak kullanılmış gibi gösteriliyordu. Kürtler teslimiyeti kabul etmiş bir halk olarak görülüyordu.

Kürt gençlerin mücadelesi nasıl başladı?

Türkiye ulusal kurtuluş hareketiyle birlikte, Kürt ulusal demokratik devrimci hareketi de ortaya çıktı. Bunun ilk çıkışı Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ile birlikte oldu. Dernekleşme, örgütlenme, Kürt sorununu daha yoğun tartışma süreci DDKO ile başladı. Öncelikle Ankara ve İstanbul’daki üniversitelerde okuyan Kürt gençleri örgütlü mücadelenin zaruretini hissettiler. Bu hissiyat kısa süre sonra Kürdistan’a yansıdı.

O dönemde Hakkâri’de miydiniz?

Evet, o zamanlar amcam dişçilik fakültesinde okuyordu. O da DDKO’cuydu. Vietnam’da bir zindanda yaşanan dramı anlatan Saygon Zindanları adlı bir kitap vermişti bana. O kitap yaşamımı değiştirdi, dünyaya ve Kürt sorununa bakışımı değiştirdi.

Ne zamandı, hatırlıyor musunuz?

1973’tü, şu an 52 yaşındayım. O zamanlar Hakkâri’de TÖB-DER açılmıştı. Ben de TÖB-DER’de çaycılık yapmaya başladım. Oraya Marksist, devrimci Milli Eğitim müfettişleri gelirdi, öğretmenler, aydınlar gelip tartışırlardı. Onlardan etkilendim, tartışmalarını dinledikten sonra gidip kitap okudum. Ve 1974’te Hakkâri’nin ilk kitabevini açtım. Önce Zîrek Kitabevi‘ydi adı. Zîrek arkadaş vardı, onunla birlikte açmıştık. O arkadaş ayrıldıktan sonra, ben de dükkâna Şoreş (Devrim) adını verdim. Şoreş Kitabevi uzun zaman çalıştı. Felsefe, tarih, sosyoloji ve Marksist ideolojiyi anlatan kitaplar satıyordum. Şoreş Kitabevi Hakkâri için bir kaynak sayılırdı. Çünkü devrimin kaynağı kitaptı. Sola kaynaklık eden dünya klasiklerini gençler yarışırcasına okuyordu.

Türkiye 12 Eylül cuntasını yargılamadan bu sürecin dışına çıkamaz. Türkiye anayasası o dönemden beri aynen devam ediyor, sömürgeci yapıların çıkarı, rantı, savaş sayesinde artıyor. O yüzden de 12 Eylül mantığı sürüyor.

1980 sonrası gençlik hep okumaya ilgi göstermemekle eleştirilir. ‘80 öncesinde, Hakkâri’de yaşayanların kitaplarla ilişkisi nasıldı?

O zamanlar okumayan bir insan bir hiçti. Ben seminer verdiğim zamanlar on saat konuşurdum, on saat! Sonuçta sosyal emperyalizmi açıklamak için en az dört-beş saate ihtiyacın vardı. O zamanlar kimse bundan sıkılmazdı. Çünkü herkes bir şeyler öğrenmek için didinirdi. Lise öğrencileri, kitle, halk bir örgütlülük içindeydi. Fakat grupların sayısında da sürekli artış vardı. Gruplar bölünüyor, onun içinden başka bir grup çıkıyordu. DDKO parçalandı, sonra DDKB kuruldu ve bölündü, Ala Rizgarî, Kawa, DHKP gibi örgütler oluştu, onlar bölündü… Parçalanma, hayatın gerçeği, gereğiydi. Çünkü hayatın gerçeği çok bölük pörçüktü. Herkesin kafasındaki dünya başkaydı.

O zamanlar PKK ortaya çıkmış mıydı?

’80 öncesinde, PKK ve önderi çok fazla tanınmıyordu. Fakat onlar zorbaya karşı zorun mecburiyetini savunan tek gruptu. Kürtlerin ulusal değerlerini oluşturan hareket onlarınki oldu.

Kitabevini açtıktan sonra, Kawa’nın Hakkâri’deki yöneticisi olmanız nasıl oldu?

Kitabevi çalışırken aynı zamanda lisede örgütlülük yaratmaya çalışıyorduk. Sürekli okuyup seminerler verirdim. Leylâ Kasım’ın ölüm yıldönümünde veya Newroz günlerinde paneller düzenlerdik. Zamanla, örgüt içinde önemli bir konuma geldim. Örgütteki konumumdan dolayı, bir ayağım Hakkâri’de, bir ayağım Beytüşebbap’ta, köylerde, Diyarbakır’da, Elazığ’da, Malatya’da… Bütün bölgeyi dolaşmaya ve mücadeleyi kalıcı hale getirmenin zeminini sağlamaya çalışıyordum.

Bir halkı mezara gömmeye çalışırsan, boşuna didiniyorsun. Çünkü Diyarbakır zindanından bile sağ çıkan bir halk kolay kolay bitirilemez. Aynı şey Türk halkı için de geçerlidir, iki halkı bu noktadan sonra birbirinden ayıramazsın.

Ne yapıyordunuz oralarda?

O dönemde Kürtler kendi tarihselliklerini bilmiyorlardı. Diyelim ki Van’da bir mahalleye gidince, insanları etrafımıza toplar ve Kürtlerin tarihini anlatmaya başlardık. Kimler mücadele etmiş, kim ihanette bulunmuş, kim nasıl acılar çekmiş… Bu sayede çok insan örgütledik. Yaşamda kendimizi bulmaya başladık. İrademizin farkına vardık. Gideceğimiz yerde ne konuşacağımızı, nasıl tepki alacağımızı önceden hesaplıyorduk. Kendimizi Kürt halkının özgürlüğüne adamıştık. Bizim için direniş ve kurtuluş esastı. Verdiğimiz emeklerin sonucunda bir devrim potansiyeli oluşmaya başladı. Köleleştirilen bir halka zincirlerini kırabileceklerini, daha doğrusu hep birlikte bu zincirleri kırabileceğimizi gösterme mücadelesi verdik.

Türkiye soluyla ilişkileriniz nasıldı?

Türkiye solu o dönemde çok aktif bir mücadele içindeydi. Özellikle Karadeniz’de büyük bir örgütlülük içindeydiler. Türkiye solu kendini nasıl bitirdi, artık o da 12 Eylül tarihselliği içinde açıklanabilecek bir sorundur. 12 Eylül öncesinde de Türkiye solu ile Kürt demokratik hareketi arasında çok büyük farklılıklar vardı. Ezen ulusun devrimcileri, ezilen ulusun devrimcilerinin hareketten ayrılmasından yana bir tutum içindedir. Ezilen ulusun devrimcileriyse her zaman birlikten yanadır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını teslim eden devrimciler, çoğunlukla ezilen ulusun devrimcileri olur. Türk solu her zaman milliyetçi anlayışla hareket etti. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını teslim etmedikleri için de sosyalist tavır içinde değillerdi. Bize sürekli kendi ideolojilerini dayatmaya çalıştılar. Oysa Deniz Gezmiş idam sehpasında, “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” diyor. İbrahim Kaypakkaya da benzer şeyler söylüyordu. Çünkü gerçek olan, mantıklı olan, haklı olan tavır budur. Ama öyle bir süreç geldi ki, biri düdüğü çaldı, buldozer geldi, hepimizin üzerinden geçti ve saha bir anda boşaldı. Askerî cunta hepimizi kırıp geçti.

Express, sayı 53, Eylül 2005

^