PERVİN CHAKAR İLE LA SCALA’DAN MUSA ANTER’E

Söyleşi: Adem Özgür
5 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Soprano Pervin Chakar’ın Musa Anter’in yüzüncü doğum günü için bestelediği “Qimil” şiiri geçtiğimiz günlerde single olarak yayınlandı. Klam ve dengbêj’lik geleneğiyle harmanlanan müzik yaşamını dünyanın önde gelen opera sahnelerinde sürdüren Chakar’la Kürt müziğini, opera sahnesine taşınan Kürt şarkılarını, müziğin dönüştürücü gücünü konuştuk.

Öldürülüşünün yirmi sekizinci yılında, Musa Anter’in yüzüncü yaş günü için bestelediğiniz “Qimil” şiirini single olarak yayınlandı. Nasıl karar verdiniz bu şiiri bestelemeye?

Pervin Chakar: Kürt bilgesi Musa Anter bizim kuşağımızdan olanlar için hikâyeleri aile meclislerinde anlatılan, cesaretiyle her zaman üzerimizde etki bırakmış biridir. Kürtlerin yasal olarak yok sayıldığı bir çağda varlığımızı ortaya koymak için gösterdiği çaba her zaman aklımın bir köşesindeydi, fakat Kürtçe şiiri Qimil’in hikâyesini okuduğumda, onun toprağımıza, aşımıza, geleceğimize bir süne zararlısı gibi musallat olmuşları anlatmak için kullandığı bu alegori beni çarptı. Bu şiiri mutlaka bestelemem gerektiğine karar verdim. Ben bir ses sanatçısıyım, işim icra etmek. Qimil benim ilk bestem. Bestelemek sancılı bir üretim işi. Qimil’ı hem klasik Batı müziği hem de Kürdistan folkloruna ait öğeleri içinde barındıran bir formda hazırladım. Sevgili dostum, Kürt arp sanatçısı Tara Jaff da bana eşlik etti. Eser tekli (single) olarak Red Music etiketiyle 20 Eylül’de, Musa Anter’in aramızdan ayrıldığı günün yıldönümünde tüm dijital platformlarda yer aldı. Bu eseri Musa Anter’in yüzüncü doğum yılı münasebetiyle, yarına kalabilmesi için besteledim. Bu benim açımdan bir vefa meselesidir. Pandemi süreci sebebiyle kendimi çalışmaya, yaratmaya, üretmeye verdiğim bu süreçte Qimil’ı hazırlamak benim için bir içe dönüştü. Aynı hissi Roboski döneminde yaşamıştım. O gün katır sırtına bindirilmiş Kürt çocuklarından biriyken, bu eseri besteleme sırasında Musa Anter’in şehit edildiği o karanlık sokakta buldum kendimi. Kürtlüğümle ilgili yaşadığım duygular bende Aristo’nun Poetika’sında bahsettiği katarsisi, arınmayı yaşatıyor. Sanatsal bir arınma. Bunca zulüm, huzursuzluk ve ölümden sonra mutlak bir arınma. Bir tür iç dökme.

“Qimil”ı hazırlamak benim için bir içe dönüştü. Aynı hissi Roboski döneminde yaşamıştım. O gün katır sırtına bindirilmiş Kürt çocuklarından biriyken, bu eseri besteleme sırasında Musa Anter’in şehit edildiği o karanlık sokakta buldum kendimi.

Apê Musa Qimil nedeniyle yargılandı, hapis yattı. Hapishaneden çıktığında Kürtçe yazmaya devam etti. Hatıralarım kitabında yaşadıklarını dile getiren Apê Musa, yazdığı her şeyi Kürtçe düşünerek kaleme aldığını, ancak yasak nedeniyle bunların Türkçe yayınlandığını söylüyordu. Kürt dili ve kültürüyle iştigal eden herkesin böyle hikâyeleri vardır. Sizin Kürtçeyle hikâyeniz nasıl?

Musa Anter’in Kürtçe düşündüğü, tasarladığı bir eseri Türkçe yazmak zorunda olması Nazilerin kamplarda ölümü bekleyen Yahudilere Wagner dinletmesi gibi. Tam bir işkence. Babamın öğretmenliği sebebiyle, çocukluğum Kürt meselesinin en can acıtıcı yıllarında Türk illerinde geçti. Bu yüzden, Derik’te doğmuş olsam da temelde Kürt kültürüne ve diline uzak bir alanda büyüdüm. Çevresel koşullar ve özellikle de korku nedeniyle Kürtçem iyi değildi, yakın sayılabilecek bir zamanda dilimi yeniden öğrendim. Bu da Kürt kültür öğelerini de yeniden keşfetmemi beraberinde getirdi.

Roboski olayı hayatımda bir dönüm noktası olmuştur, üzerimde bıraktığı etkiler çok büyük. O günlerde, İtalya’nın kış sporları merkezlerinden ve ünlü akınına uğrayan Cortina d’Ampezzo’ya, Pavarotti Vakfı’nın organize ettiği bir opera konseri vermek üzere gitmiştim. Roboski haberlerini görünce kalbimden hançerlenmişe döndüm. Ağladım. Konserde bu duyguyla sahneye çıktım. O günden sonra halkımın şarkılarını söylemek istedim, fakat Kürtçem buna yetmiyordu. Kürtçeyi yerinde öğrenmek için Diyarbekir’e geldim, fakat burası da benim için hayal kırıklığı oldu. Bu şehirde Kürtçe pratik yapabileceğimi düşünmüştüm, ama dolmuş şoföründen bakkalına, manavından kapıcısına kadar herkesin Kürtçe sorularıma Türkçe cevap verdiğini gördüm. Benim açımdan tam bir fiyaskoydu, çünkü şehre Kürtçe için yerleşmek istemiştim. İş başa düştü ve kendi başıma öğrenmem gerektiğini anladım. Bütün Kürtler gibi benim de Kürtçe hikâyem bir devletsizin hikâyesidir. 

Dengbêjlik hem müzikal açıdan hem de bir anlatı olarak Kürt toplumunun en güçlü tarihsel, kültürel, sanatsal kurumu. Opera da çoğunlukla konusunu mitolojiden, tarihten aldığı için dengbêjlikle benzerlikler taşıyor diyebilir miyiz?

Opera sanatıyla dengbêjlik kültürü konu ve içerik olarak benzerlik taşıdığı için hep bağlantılı olduklarını düşünmüşümdür. Belki de kökende aynı ihtiyaçtan doğmuşlardır. Hatta belki ikisi aynı yerde doğmuşlardır, belki başlangıçta tek bir sanat biçimiydiler. Fakat operanın dengbêjlikten ayrılan yanları da çok fazla. Ses tekniklerinin, müzikal formlarının farklılığı… Dengbêjlik müzikli bir anlatı kültürü. Bizdeki sözlü kültür kuşaktan kuşağa aktarıldı ve bir zayıflama evresine girdi günümüzde. Bu opera için de böyle. Hâlâ Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası sahneleniyor, Beethoven’in Eroica’sı dinleniyor, fakat her müzik kendi çağının çocuğudur.

Görebildiğim kadarıyla, dengbêjliğin de, operanın da yükselişe geçtiği yıllar 16. yüzyıla denk geliyor. Opera bir şekilde hâlâ yaşıyor, pek çok modern opera besteleniyor, fakat ne yazık ki dengbêjlikte yeni eserlerin ortaya çıkması pek de mümkün olmuyor. Çağdaş icracıların hepsi eski eserleri seslendiriyor. Oysa bu sanatın yaşayabilmesi için yeniye ihtiyaç var. Diğer taraftan çağın koşulları değişti. Eskiden günlerce seslendirilen eserler şimdilerde beş dakikaya sığdırılıyor. Bu da o sanatın artık ölü bir ruh taşıdığının göstergesi değil midir? Bu yüzden dengbêjlik formunu güncellememiz, ona yeniden biçim vermemiz gerekiyor.

Dengbêjlik müzikli bir anlatı kültürü. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü kültür bir zayıflama evresine girdi günümüzde. Bu opera için de böyle. Hâlâ Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası sahneleniyor, Beethoven’in Eroica’sı dinleniyor, fakat her müzik kendi çağının çocuğudur.

Mehmed Uzun Bir Dil Yaratmak kitabında Kürtçe önündeki engellerden söz ederken bunları aşmak için daha çok yazmak, söylemek ve yeni şeyler üretmekten bahsediyordu. Siz de Kürtçe operayla yasaklı bir dile yeni soluklar getirdiniz, onu uluslararası boyuta taşıdınız. Mardin’den La Scala’ya uzanan yolculuk serüveninizi anlatır mısınız?

Kanımca halk olarak şikâyet etmeyi artık bırakmak zorundayız. Elbette zorluklarımız var, ama gerçekten bu meseleye kafa yorar ve gerçekten çabalarsak bunun altından kalkabiliriz. Uzun’a katılırım; yeni yıldızlar, yeni güneşler doğurmak gerekiyor, yoksa gece çok daha karanlık olacak.

Kariyerim boyunca klasik Batı müziği alanında kendimi yetiştirmek için çok emek harcadım. Kendi topraklarımda kalıp en iyi ihtimalle vasat bir opera sanatçısı olmaktansa operanın kalbi olan bir ülkede operayı ve müziği daha iyi öğrenerek bir müzik insanı olmak istedim. Biz Kürtlerin işinin ehli olan bilim insanlarına, yüksek seviyeli sanatçılara, dönüştürme gücünü bir balyoz gibi zihinlerdeki karakollara indirecek entelektüellere ve büyük gerçekliklerle uğraşacak yazarlara ihtiyacımız var. Belki biraz felsefenin yükümlenmesi gerekir; Platon’un devlet anlayışındaki yüce ruh ancak bizi ayağa kaldırabilir. Onun bahsettiği aristokratların yerine bugün bütün alanlarda iyi eğitimli, akıl sahibi, yeni fikirlere sahip insanlar, yüce estetik ve etik değerlere sahip insanlar konulmalı. Ancak böyle aydınlanabiliriz.

Çalışmaya bu alanda eğitimli biri olarak Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde yevmiyeli bir sanatçı olarak başladım. Nasıl olsa iş buldum diye düşünmedim. Kendimi geliştirmeye devam ettim, uzun süre şan dersleri aldım. Bir İtalyan opera menajerinin sesimi keşfetmesiyle İtalya’ya geldim. Burası operanın kalbi. Burada opera yarışmalarında önemli ödüller aldım. Neticede, geçen aylarda Covid-19’dan kaybettiğimiz Milano Teatro Alla Scala’nın direktörlerinden Luca Targetti tarafından operada söylemek üzere davet aldım. Bu benim için çok önemli bir adımdı, halen bu yolda kariyerimi sürdürüyorum. Diğer taraftan, resitallerimde mutlaka Kürtçe şarkılara da yer veriyorum. Bu benim için artık bir prensip. Bazı Kürtçe şarkıların orkestra düzenlemelerini de yaptırarak sahneye taşımaya çalışıyorum. Uluslararası arenada bir Kürt opera sanatçısının olması gelecek nesillere ilham olması açısından önemlidir.

Dinleyenleriniz klasik Batı müziği ile Kürt geleneksel müziğinin bu harmonisini nasıl karşıladı?

Köln Gençlik Senfonisi ile yaptığım, sözleri Kürt mistik ve şair Feqiyê Teyran’a, müziği Ezîzê Sebrî’ye ait, Aram Tigran’ın sesiyle tanınmış olan “Ay Dîlberê”yi seslendirmiştim ve çok yoğun ilgi görmüştü. Böyle bir müzikal anlayışın halkım tarafından sevilmesi ve kabul görmesi beni şaşırttı. Her zaman dinleyicilere sunulan standartlaşmış ve yapay sanattan, kültür yozlaşmasından çok şikâyet etmişimdir. Elbette yaptığım şey yeni bir sanat akımı oluşturmak değil, ben sadece eğitimini aldığım bu sanatı Kürtçe müziğe uyarlamak istedim. İtalya’da dağlarımızı, acılarımızı, uğradığımız haksızlıkları ve her şeye rağmen içimizden bir türlü silemedikleri o Kurdi coşkuyu şarkılarımızla dile getirdiğimde çok kez İtalyan dinleyicilerim yanıma gelip gözyaşlarını bana sarılarak silmişlerdir. Hiç unutmam, Roma’daki ilk opera konserlerimden birinde yaşlı bir adam yanıma gelerek nereli olduğumu sormuştu. Kürt olduğumu öğrenince de “Sen halkının sesi olacaksın” demişti. Peki, bir sanatçı nasıl halkının sesi olur? Benim yaptığım şey aslında bu sorunun cevabıyla ilgili.

Kürt müziğine dair ilk kurumsal çalışmalar sürgün müzisyenlerin girişimleriyle başlamıştı. Bu çalışmalar politik bir niteliğe sahipti. Politik temaların müziğe yansıması ve müziğin politik faaliyetler açısından önemi için ne düşünüyorsunuz?

Elbette doğru buluyorum. Bunun örneklerini klasik Batı müziğinde ve diğer sanat dallarında da görebiliriz. Örneğin, Şostakoviç II. Dünya Savaşı’nda Alman orduları tarafından kuşatma altında tutulan Leningrad’da Leningrad No.7 Senfonisi’ni bestelemiş, Schoenberg yine aynı yıllarda Nazilerin Yahudi tutsaklara saldırılarını betimleyen Varşova’dan Sağ Kurtulan Biri adlı eseri yapmış, Luigi Nono’nun faşizmin yıkıcılığını anlatan Intolleranza 1960 adlı operası ya da Auschwitz’de Sana Ne Yaptıklarını Hatırla eseri, Prokofiev’in Ekim Devrimi Kantatı ve daha birçok eser var. Bunlar çağın politik sorunlarını konu alan eserler. Kürtlerin yaptığı işler de bunlardan aşağıda değildir. Kürdistan’daki işgal ve zulüm başka nasıl anlatılabilirdi ki?

Aynı paralellikte Susika Simo’nun Kızıl Meydan’da Lenin için söylediği eserler, dengbêjlerin Kürt mirlerine ya da Şeyh Said başkaldırısı sonrası halka seslendikleri eserler de mevcut. 1980 ve ‘90’ların politik atmosferinin oluşturduğu gruplar ve bunların yaptığı müzikler çok önemli. Şivan Perwer’in Halepçe’si veya Kine Em’i, Nizamettin Ariç’in Kurdish Ballads albümünde yer verdiği Miro’su veya Zînê’si çok önemli çalışmalar. Gerçi, Dilşad Said’in Şengal ve Peşmerge eserleri Kürt klasik Batı müziğindeki belki de tek örnek, ama Said’in Şivan Perwer’le yaptığı Ya Star ve Hêviya Te albümlerinde klasik Batı müziğinin izlerine yoğun bir şekilde denk geliriz.

İtalya’da dağlarımızı, acılarımızı, uğradığımız haksızlıkları ve her şeye rağmen içimizden bir türlü silemedikleri o Kurdi coşkuyu şarkılarımızla dile getirdiğimde çok kez İtalyan dinleyicilerim yanıma gelip gözyaşlarını bana sarılarak silmişlerdir. Roma’daki konserlerimden birinde yaşlı bir adam yanıma gelerek nereli olduğumu sormuştu. Kürt olduğumu öğrenince de “Sen halkının sesi olacaksın” demişti.

Müziğin yaşanan acıları, zulmü, hüznü anlatması, halka aydınlık sağlaması ve ona ruh katması kadar doğal bir şey göremiyorum, fakat sanatçıların siyasete hizmet etmesini doğru bulmuyorum. Kürt müziğinde ne yazık ki bu çok olağan hale gelmiş ve sanatçılar, parti bültenlerine döndüğü için, sonunda müziklerini de kaybetmiştir. Her sanatçının mutlak şahsi özgürlüğünü sağlaması ve bu onurdan taviz vermemesi gerektiği fikrindeyim. Zira sanatçıların siyasete değil, siyasetçilerin sanatçıya ihtiyacı, sanatçının yol göstermesine muhtaç olduğunu düşüyorum.

1600’lü yıllarda saraya hizmet eden klasik Batı müziği bestecileri ya da icracıları bile siyasetin sanata ve sanatçıya ihtiyacı olduğu çerçevesinde sanatlarını icra etmişlerdir. Her ne kadar saray müzisyeni olarak görünseler de aslında krallar ve aristokratlar karşısında aşılmaz bir güce sahiptirler. Krallar güçlerini kendilerinden, siyasetçiler halktan almasına rağmen sanatçılar güçlerini yegâne olan yüce evrensel ruhtan alır. Müzik sınırsız güçtür, bütün sanat dallarından çok daha güçlüdür. Platon’dan bir alıntı yapan Çiçero şöyle diyor: “Hiçbir şey genç ve etkilenmeye açık zihinlere şarkılardaki farklı sesler kadar kolayca sızamaz, zira sakin ve tembel insanları bile coşturarak harekete geçirir”. Müzik bir devrim yaratabilir ve bir devrimi yıkabilir. Boethius’a göre sesi duyulmayan evrenin de müziği vardır. O nedenle Pisagor “evrensel müzik” kavramını geliştirmiştir. Evrenden yayılan ve evreni değiştiren o ses elbette kimsesiz halkımı da vatansız bırakılan kaderimizi de değiştirebilir.

Son yıllarda Kürt müziğinde çok önemli değişimler yaşandı. Birçok yeni müzisyenin ve farklı tarzın yanısıra, Feqiyê Teyran, Cigerxwîn, Kamuran Ali Bedirxan, Fêrikê Ûsiv’in şiirleri besteleniyor. Bugünün müzisyenleri ya da genel olarak Kürt müziğinin bugünü hakkında neler söylemek istersiniz?

Kürt edebiyatından şiirlerin bestelenmesi çok güzel, fakat bu durumun müziğimize yeni bir anlayış getirdiğinden emin olmamız gerekiyor. Şiir kendi müziğine sahip bir türdür ve bu müzisyenin işini kolaylaştırır; diğer taraftan, benzersizlik, yegânelik büyük bir ölçüttür. Mevcut müzisyenlerin standartlaşmadan ve aynılıktan uzaklaşması gerekiyor. Özgünlük, Kürt müziğinde artık yeterince denk gelmediğimiz bir şeye dönüştü ne yazık ki.

Pandemi sürecinde Qimil’i bestelemenin dışından başka çalışmalar yapma fırsatı bulduğunuzu da söylediniz. Neler ilginizi?

Bir süredir Kürt Divan Edebiyatı’ndan şairler üzerinde çalışıyorum. Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran, Melayê Bateyî ve Ehmedê Xanî’nin şiirlerini Kürdiesk yapılarını bozmadan klasik Batı müziği formlarında besteliyorum. Pandemi süreci buna fırsat tanıdı. Bu şairleri inceledim, şiirlerini, şiirlerin şerhlerini, kullanılan mazmunların Kürt edebiyatı içindeki durumunu ve bir bütün olarak Doğu Edebiyatı’nda denk geldikleri noktaları anlamaya çalıştım. Çok güçlü bir Kürt şiiri ekolü var. Bunlar divan edebiyatının bir özelliği olarak vezin ve aruza sahip oldukları için, yüksek müzik için bestelenmek açısından çok elverişliler. Sevgili arkadaşlarım Necat Zanyar ve mamoste İbrahim Halil Baran’ın bu projede bana sundukları destek yoluma ışık oldu. Projemizi yakında bir albüm olarak hazırlamaya başlayacağız.

Müzik bir devrim yaratabilir ve bir devrimi yıkabilir. Boethius’a göre sesi duyulmayan evrenin de müziği vardır. O nedenle Pisagor “evrensel müzik” kavramını geliştirmiştir. Evrenden yayılan ve evreni değiştiren o ses elbette kimsesiz halkımı da, vatansız bırakılan kaderimizi de değiştirebilir.

Kürt müziği tarihinde şan-piyano ya da Batı müziği ve Kürdiesk formlarında eserlerimiz ne yazık ki yok. Buna önayak olabileceğimi düşünerek bu besteleri yaptım. Tıpkı Ermeni besteci Gomidas’ın Ermenice halk ezgilerini klasik Batı müziğine taşıdığı gibi bizim de ezgilerimizin bu formlarda olmasını ve gelecek nesillere ilham vermelerini istiyorum. Benim müzik yapma sebebim de bu ilham ışığını taşıyabilmek.

Pandemi süreci bütün kasvetine rağmen, benim açımdan doğurgan bir dönem yaratmış oldu. Müzik yaparak, opera hocamdan online şan dersleri alarak, yeni eserler çalışarak ve yeni besteler yaparak geçiriyorum. Benim için bir keşif dönemi oldu. Kendimi keşfetme ve arınma süreci…

Rohat Alakom’un Kürd Kadınları Teali Cemiyeti ve Dünyanın en yaşlı adamı Zaro Axa, H. Baran Mendeş’in Meryem Xan, Nietszche’nin Müziğin Ruhundan Tragedya’nın Doğuşu, Wagner Olayı ve Nietszche Wagner’e Karşı gibi kitaplar okudum. Birtakım belgeseller, filmler izledim, makaleler yazdım. “İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesi ise en zorudur” demiş Nietszche. Bu sürecin kendimi keşfetmeme neden olması kadar güzel bir şey yok. Yıllarımı da alabilirdi bu. Belki hiçbir zaman kendimi keşfetme fırsatım da olmayabilirdi. Kim bilir ne çok şey var henüz keşfetmediğim.

^