1968 MAYIS’I

Yücel Göktürk
14 Mayıs 2018
SATIRBAŞLARI

Tam yarım asır oldu. Fransız düşünür Edgar Morin’in deyişiyle, “tarihin mest olduğu an”dı. 1968 Mayıs’ı ilk bakışta da aşktı, son bakışta da. Ellinci yıldönümünde, kırkıncı yıldönümü dolayısıyla Roll’un Nisan 2008 sayısında yayınlanan Bitmeyen Şarkı başlıklı yazıyla o “an”a yeniden bakıyoruz.  
”Özgürlük verilmez alınır”

 

Bir folk şarkısı gibi başladı, bir sürü değişimden geçti ve nihayetinde samba oldu.” Mick Jagger’ın “Sympathy For The Devil” için söyledikleri, 1968’in de hikâyesi sayılır.

‘66 yazında belirmişti alâmetler; The Byrds saykodelikle (“8 Miles High”) Nâzım’ın “Kız Çocuğu”nu (“I Come and Stand at Every Door”), Britanya folkuyla (“John Riley”) Hint raga’sını (“Why”) aynı albümde buluşturmuştu. Folk artık başka bir şeydi, kelimenin iki anlamı da –halk ve müzik– başka bir yerdeydi.

Ertesi yaz, popüler tarihe “aşk yazı” (the summer of love) olarak geçecekti. 100 bin kişinin San Francisco’nun Haight-Ashbury’sinde toplanmasıyla başlayan, Jefferson Airplane, Jimi Hendrix Experience, Grateful Dead ve The Byrds gibi gruplara ev sahipliği yapan Monterey Pop Festivali’yle devam eden “aşk yazı”, kültürel ve siyasal bir başkaldırının, yeni bir ahlâkın doğumunun habercisiydi.

Roll, sayı 128, Nisan 2008

Rolling Stones’un kurucularından Brian Jones, 1967’nin ilk gününde, bu yeni ahlâkı şöyle özetliyordu: “Bizim gerçek dinleyicilerimiz günümüz toplumunda müsamaha edilen ahlâksızlıkları sorguluyorlar: Vietnam’daki savaşı, eşcinsellerin kovuşturulmasını, kürtajın ve keyif verici maddelerin yasak olmasını… Biz kendi beyanımızı yapıyoruz. Başkaları daha entelektüel beyanlar yapıyor.”

Brian Jones’un siyahları unutmuş olması talihsizlikti. O unutkanlığı Jean-Luc Godard One Plus One’da (Bir Artı Bir) telafi edecek, “Sympathy For The Devil”in kayıt seansları sık sık Kara Panterler’in söylevleriyle kesilecekti.

Brian Jones’un “daha entelektüel” dediği beyanlardan birini, “aşk yazı”ndan altı ay önce, 14 Ocak 1967’de 50 bin kişinin katıldığı “Human Be-In” eylemini düzenleyen Diggers örgütü –adlarını 17. yüzyılın proto-komünist hareketinden alıyorlardı– bağımsız gazete San Fransisco Oracle’da yapmıştı:

Yeraltından yeni bir ruh doğmalı, bilinçlere yerleşmeli, paylaşılmalı; arzu, farkındalık ve aşkın rönesansıyla bir devrim olmalı ki, insanoğlu kendisiyle ve doğayla barışabilsin.

Eksen: Aşk kadar cesur

1968’e gelindiğinde, Diggers’ın sözünü ettiği ruh dünyanın dört bir yanında kol geziyordu. Elle tutulur, gözle görülür bir ruhtu bu: Hali tavrı, kılığı kıyafeti hemen belli ediyordu kendini –en belirgin işareti saçlarıydı. Tarihçi Mary Heimann’ın deyişiyle, “Batılı öğrenciler anne ve babaları gibi kapitalist veya savaş şakşakçısı olmadıklarını göstermek için saçlarını uzatıyorlardı, Çekoslovakya’daki öğrencilerse eski kafalı bağnaz komünistlerden olmadıklarını göstermek için.”

1968’in –ister yıl diyelim, ister ruh– ekseninin adını, o yılın ilk günlerinde yayınlanan albümüyle Jimi Hendrix koymuştu: Eksen: Aşk Kadar Cesur (Axis: Bold As Love). 1968’in son günlerinde gösterime giren If’in (Eğer) afişi ise ebedi bir soru soruyordu: “Kimin yanında olacaksınız?

‘68 ruhu, Tanpınar’ın ünlü dizesini bozarak söylersek, ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında. William Morris’in dediği gibi: “İnsanlar mücadele eder, yenilir. Uğruna mücadele ettikleri şey, yenilgilerine rağmen gerçekleşir. Ortaya çıkan murad ettikleri şey değilse, başkaları gelir ve o mücadeleyi başka bir isimle sürdürür.”

Konumuz nostalji değil, güncel tarih. The Economist bile, özel sayısının (2007 Kış) kapağında “1968: Modern dünyanın doğumu” anonsu yapıyor, içeride de şöyle diyor: “1968, kırkıncı yıldönümünde, modern tarih duygusu olan herkese tesir etmeyi sürdürüyor.

Solanas’ın Fırın Saatleri (The Hour of the Furnaces)

Evet, bitmeyen, sürüp giden bir şarkıdan bahsediyoruz. Jean-Luc Godard da Bir Artı Bir’de öyle yapıyor. Onun seçtiği simge Stones’un “Sympathy For The Devil”ı; bizimkisi, sözlerini 1 Mayıs pankartımıza yazdığımız “If Six Was Nine”. Hendrix’in şarkısı, Easy Rider’ın köprü sahnesine şu dizeleriyle eşlik ediyor: “Altı dokuz olsa / Vazgeçmem / Bütün hippiler saçlarını kazıtsa / Dert etmem / Beyaz yakalı muhafazakâr çıkıp karşıma / Plastik parmağını sallasa da / Vazgeçmem…

1968’de çektiği The Hour of the Furnaces’ı (Fırın Saatleri) “Che Guevara’ya ve Latin Amerika’nın kurtuluşu için hayatlarını kaybedenlere” adayan Fernando Solanas, 2007 seçimlerinde, Arjantin meclisinde bir milletvekiliyle temsil edilen Hakiki Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanı adayıydı. Fırın Saatleri’ne Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band’i koymuştu, kampanya şarkısı da pekâlâ “If Six Was Nine” olabilirdi.

“Gizli zafer”

Lindsay Anderson’ın Eğer‘i

Fransa Arjantin’den altı ay önce sandığa gitmişti. Sağın adayı Sarkozy, 29 Nisan 2007’de, Paris’in Bercy meydanında 30 bin kişiye seslenirken Eğer’in afişindeki soruyu cevaplıyordu: “Bu seçimin meselesi şu: Mayıs ‘68’in mirasını yaşatacak mıyız, yoksa ondan ebediyete kadar kurtulacak mıyız?”[1]

Seçimi Sarkozy kazandı, kırk yıl önce de de Gaulle kazanmıştı. Sarkozy gibi, de Gaulle de istisna değildi. 1968 seçimlerinden ABD’de Cumhuriyetçiler, İtalya’da Hıristiyan Demokratlar galip çıkmıştı. İngiltere’de İşçi Partisi işbaşındaydı ama, Muhafazakâr milletvekili Enoch Powell’ın buram buram ırkçılık kokan “Kan ırmakları” namlı söylevi, müstakbel “demir lady” Thatcher’ın desteğini almakla kalmamış, kamuoyu yoklamalarında da yankılanmıştı. Bu, iki yıl sonraki seçimlerden Muhafazakârların zaferle çıkacağının ilk işaretiydi.

Bu yenilgiye, süregiden yenilgiye rağmen, ‘68 niye hâlâ yürekleri titretebiliyor? Ya da Sarkozy gibilerini niye öfkelendiriyor? Hendrix, 1967’deki bir söyleşide “mühim olan kimin kaç kişi olduğu değil, kimin haklı olduğudur” diyordu. 2007’nin The Economist’i, kimin haklı olduğunu şu cümleyle teslim ediyor: “1968 gizli bir zaferdi.”

Almanya’daki koalisyon hükümetinin şansölyesi Kiesinger bir Nazi eskisiydi; “demir perde”yi saymazsak, Avrupa’da üç diktatörlük iktidardaydı: İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, Yunanistan’da albaylar cuntası. Latin Amerika’da ise vahşi militarist rejimler hüküm sürüyordu. Bu tablo, Daniel Bensaid’in deyişiyle, ‘68’in paradokslarından biriydi: “Solun en büyük ayaklanmaları, sağın en büyük zaferleri.”

Bu yenilgiye, süregiden yenilgiye rağmen, ‘68 niye hâlâ yürekleri titretebiliyor? Ya da Sarkozy gibilerini niye öfkelendiriyor? Hendrix, 1967’deki bir söyleşide “mühim olan kimin kaç kişi olduğu değil, kimin haklı olduğudur” diyordu. 2007’nin The Economist’i, kimin haklı olduğunu şu cümleyle teslim ediyor: “1968 gizli bir zaferdi.”

’68 paradoksları

1968 paradokslar yılıydı. Baharla başlamıştı, Alexander Dubçek’in 5 Ocak’ta Çekoslovakya Komünist Partisi’nin lideri seçilmesiyle ilan edilen Prag Baharı’yla. O günlerde Prag’ın yeraltında Velvet Underground ve Frank Zappa kasetleri ve Milan Kundera’nın Şaka romanı elden ele dolaşıyordu. Jaromil Jires’in 1969’da perdeye aktardığı romanın kahramanı Ludvik’in “masum” bir şaka yüzünden kararan hayatı, Stalinizmin kararttığı hayatların timsaliydi. Ne var ki, Dubçek’in insan yüzlü sosyalizm çağrısıyla başlayan Prag Baharı, 20 Ağustos’ta Sovyet tanklarıyla ezilecekti. 

Aynı günlerde, Sam Amca’nın kolluk kuvvetleri Ludvik’in “ruh kardeşleri”ni tepeliyordu. Diggers’dan esinlenerek kurulan Yippie Partisi, Chicago’da toplanan Demokrat Parti kurultayını, partinin Vietnam savaşını sona erdirmeye kararlı görünmemesinden ötürü “ölüm festivali” ilan etmiş, ülkedeki bütün savaş karşıtlarını aynı yerde, aynı tarihte “hayat festivali” yapmaya çağırmıştı. MC5 ve Phil Ochs’un sokak konserleri verdiği festival, o güne kadarki en büyük savaş karşıtı gösteri olmuş, 12 bin polis ve 15 bin askerin müdahalesiyle Chicago Prag’a dönmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, 589 gösterici tutuklanmıştı.

Chicago olaylarından iki gün sonra, 31 Ağustos’ta piyasaya çıkan Rolling Stones single’ı “Street Fighting Man”in “Nümayişler görüyorum her yerde / Devrimin tam zamanıdır bence” dizeleri yalnız Chicago’nun değil, dünyanın dört bir yanında sokakların ruh halini dile getiriyordu. ABD radyolarının ve BBC’nin yasakladığı “Street Fighting Man”in esin kaynağı, Tarık Ali ve Vanessa Redgrave’in başını çektiği Vietnam’la Dayanışma Komitesi’nin 16 Mart’taki My Lai katliamını protesto etmek üzere 17 Mart’ta düzenlediği gösteriydi.

Aralarında Mick Jagger’ın da olduğu 10 bin kişinin katıldığı nümayiş, 20. yüzyıl İngiltere’sinin tanık olduğu en şiddetli polis müdahalesiyle dağıtılmış, 86 kişi yaralanmış, 200 kişi tutuklanmıştı. Social Deviants solisti Mick Farren’ın ifadesiyle, “ortalık 19. yüzyıl savaş alanı gibiydi, atlı polisler saldırdı, uzun coplarıyla menzillerindeki herkese acımadan vuruyorlardı”.

1968’in ekseninin adını, o yılın ilk günlerinde yayınlanan albümüyle Jimi Hendrix koymuştu: Eksen: Aşk Kadar Cesur (Axis: Bold As Love). 1968’in son günlerinde gösterime giren If’in (Eğer) afişi ise ebedi bir soru soruyordu: “Kimin yanında olacaksınız?

Londra, 17 Mart vakası dışında, ‘68 boyunca görece sakindi. Kıta Avrupa’sına kıyasla İngiltere’de siyasal radikalizm revaçta değildi. O yüzden de, Mick Jagger “Street Fighting Man”de “devrimin tam zamanıdır bence” dedikten sonra, “Ama benim yaşadığım yerde / Taviz politikası geçer akçe / Gariban bir çocuk ne yapabilir bu uykulu Londra şehrinde / Bir rock’n’roll grubunda çalmak haricinde” diye devam ediyordu. ‘68 Londra’sı radikal siyaset bakımından uykuda olsa da, kültürel yaratıcılığın beşiğiydi, adı üstünde “swinging London”dı.

1960’ların ortalarından itibaren İngiliz rock grupları dünyanın çehresini değiştirmiş, gençliğin kulak kesildiği sözcüler olmuşlardı. 1968’e gelindiğinde siyaset dışında kalmaları mümkün değildi. Mick Jagger, “Street Fighting Man”in sözlerini elyazısıyla radikal sol dergi Black Dwarf’a göndermiş, onlar da tıpkı basım yaparak tam sayfa yayınlamışlardı.

“You say you want a revolution”

1967’nin ikinci yarısından beri mistisizmle iştigal eden Beatles’ın nasıl bir tavır alacağı merakla bekleniyordu.

Beatles’ın 1968 tarihli kırkbeşliği Hey Jude / Revolution

Muhteşem dörtlü “Revolution”la çıkageldi. “Devrim istediğini söylüyorsun / Biliyorsun, hepimiz değiştirmek istiyoruz dünyayı.” Devamı, “ama”yla geliyordu: “Başkan Mao’nun resimleriyle yürüyeceksen varacağın bir yer yok asla.” Bu dize, Maoistler bir yana, Marx, Engels ve Lenin’le birlikte Mao’nun resmini de pankart yapan dünya solunun hatırı sayılır bir kısmını gücendirecekti.

Şarkının devamı daha da tartışmalıydı. “Yıkmaktan bahsediyorsan”ın arkasından gelen dize, “Revolution”ın iki versiyonunun birinde “ben yokum” (count me out) diye bitiyor, diğerinde iki yöne de açılıyordu: “Ben yokum (count me out) / Ben varım (count me in)”. “Ben yokum” koroydu, “ben varım”ı ise sadece Lennon söylüyordu.

“Hey Jude” single’ının B yüzü, “Revolution”ın “ben yokum”lu versiyonuydu. “Ben varım”lı versiyonu yayınlamaya o günlerde kimse cesaret edememişti. Ama yayınlanan versiyon da radikal solu kızdırmıştı.

Lennon ‘68 Ekim’inde üzerinde keyif verici madde bulundurmaktan tutuklanınca, Tarık Ali’nin yayın yönetmenliğini yaptığı Black Dwarf bir açık mektup yayınladı. “Şimdi gördün mü ‘Revolution’daki yanlışını?” diye başlıyordu John Hoyland imzalı yazı. “Kibar devrim diye bir şey yoktur. Bu, şiddetin her zaman doğru olduğu anlamına gelmez. Hatta bir sonraki eyleme gelmen de şart değil. (Sisteme meydan okumanın başka yolları da var.) Adaletsiz ve çürümüş bir toplumda tutuklanmak onursuzluk değildir. Soldan hiç kimse senin başına kötü bir şey gelmesini istemez. Fakat, bu olaydan ders çıkar John. İçinde yaşadığımız topluma bir bak ve kendine sor: Niçin? Ve sonra da gel bize katıl.” 

Alman Sonbaharı

1971 Temmuz’unda Institut Allensbach’ın yaptığı kamuoyu yoklamasında, yaşı 30’un altında olan Almanların yüzde 20’si Baader-Meinhof’a sempati duyduğunu, bunun yüzde 10’u da örgüte yardım ve yataklık yapmaya hazır olduğunu söylüyordu. Muhtemelen o yüzde 20 “count me in”e, daha büyük bir yüzde “count me out”a eşlik ediyordu. Ve herhalde çoğunluk ikisini birlikte söylüyordu, tıpkı John Lennon gibi.

‘68’in paradokslarından biri de buydu: Sosyal psikolog Kenneth Keniston’ın deyişiyle, “Victoria dönemi İngiltere’sinde cinsellik neyse, ‘68 kuşağının ekseriyeti için de şiddet oydu.” Hem kategorik olarak reddediliyor, hem arzulanıyordu. Lindsay Anderson’ın Eğer’inin, keza Antonioni’nin Zabriskie Point’inin (Zabriskie Noktası) finali, bu arzuyu resmediyor. Eğer’in kahramanları “müesses nizam”ı makineli tüfekle tarıyor, “Zabriskie Noktası” 11 Eylül’ü çağrıştıran bir sahneyle son buluyor.

Antonioni’nin Zabriskie Noktası

 

Fassbinder, Kluge, Schlöndorff gibi isimlerin imzasını taşıyan German Autumn (Alman Sonbaharı) ise kuvveden fiile çıkan o arzunun trajedisini anlatıyor. “İkinci kuşak” RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) militanlarının kaçırıp öldürdüğü Alman İşverenler Birliği başkanı, Nazi eskisi sanayici Hans Martin Schleyer’in cenaze töreniyle açılan Alman Sonbaharı RAF’ın kurucularının cenazesiyle kapanıyor. Resmi açıklamaya göre, Baader, Ensslin ve Raspe, Stammheim cezaevindeki hücrelerinde intihar etmişti, genel kanıya göre ise devlet eliyle öldürülmüşlerdi. Alman kamuoyu ikiye bölündü: “Devletin kendini korumaya hakkı vardır” diyenler ve “devlet hukukun dışına çıkamaz” diyenler. Üniversitelerin tavrı netti: 177 profesör, devlet şiddetini lanetleyen bir bildiri yayınladı.

Öyle bir bildiriye imza atmayacağı kesin olan akademisyenlerden biri, Tübingen Üniversitesi öğretim üyesi Jürgen Peiffer’dı. Alman Sonbaharı’ndan bir yıl önce, 1976’da hücresinde “intihar eden” Ulrike Meinhof’un beynini, savcılığın izniyle çıkarıp almıştı. Maksadı, üst-orta sınıf bir aileden gelen, evli barklı, iki çocuk annesi, tanınmış bir gazetecinin şehir gerillası olmasının sırrını çözmekti. Cevabın Meinhof’un beyin kıvrımlarında olduğunu düşünüyordu.

Meinhof’un “devrimci şiddet”e yönelişini anlamak için “Alman ilkbaharı”nın seyrine bakmak yeterliydi. 2 Haziran 1967’de, İran Şahı’nı protesto eden göstericilerden Benno Ohnesorg polis kurşunuyla can vermiş, yapılan yargılamada sanık polis, çok sayıda görgü tanığının ifadelerine rağmen, beraat etmişti. Bu kararın ardından, Gudrun Ensslin’in Ohnesorg’un ölümü üzerine yaptığı konuşmada söyledikleri, gençlik hareketinin bir kesiminin gözünde meşruiyet kazanmıştı: “Bunlar hepimizi öldürecek. Bunlar Auschwitz kuşağı. Auschwitz’i yapanlarla tartışılamaz. Onların silahları var, bizim yok. Onun için silahlanmalıyız.”

Güzellik Sokakta

 

“Uzun yürüyüş”

Gençlik hareketinin simge ismi Rudi Dutschke’nin (Kızıl Rudi) çağrısı ise aksi istikametteydi: “Kurumlar içinden uzun bir yürüyüş.” O günlerde Putzgruppe adlı anarşist örgütte yer alan, dahası Baader-Meinhof’un yaptığı bir silahlı soyguna katılan Joschka Fisher, 1970’lerden itibaren, Fransa ‘68’inin ünlü siması Daniel Cohn-Bendit’le birlikte “kurumlar içinden” yürümeye başlayacak, 1990’ların sonlarında Yeşiller’in sosyal demokratlarla kurduğu koalisyon hükümetinin Dışişleri Bakanı olacaktı.

Rudi Dutschke’nin “uzun yürüyüş” çağrısını “sosyal demokrat zırva” olarak niteleyen Gudrun Ennslin – Andreas Baader ikilisi ise, 2 Nisan 1968’de, Frankfurt’ta iki büyük mağazayı bombalayarak RAF’ın kuruluşunun ilk adımlarını atacaklardı. Dokuz gün sonra, 11 Nisan’da, Rudi Dutschke aşırı sağcı bir militanın kurşunlarına hedef olup komaya girecekti.

’68 Almanya’sının simge ismi “Kızıl Rudi”, Rudi Dutschke

 

Gençlik hareketinin temel taleplerinden biri, devlet yönetimindeki Nazi eskilerinin görevlerini bırakmasıydı. Bunların başında, sicilinde Nazi Partisi üyeliği olan şansölye Kiesinger geliyordu. Nisan 1970’e gelindiğinde RAF kurulacak, kısa bir süre sonra da prestijli sol dergi Konkret’in önde gelen ismi Ulrike Meinhof’un katılımıyla birlikte Baader-Meinhof diye anılmaya başlanacaktı.

‘68’in paradokslarından biri de buydu: Sosyal psikolog Kenneth Keniston’ın deyişiyle, “Victoria dönemi İngiltere’sinde cinsellik neyse, ‘68 kuşağının ekseriyeti için de şiddet oydu.” Hem kategorik olarak reddediliyor, hem arzulanıyordu. Lindsay Anderson’ın Eğer’inin, keza Antonioni’nin Zabriskie Point’inin (Zabriskie Noktası) finali, bu arzuyu resmediyor.

O yıl gösterime giren Zabriskie Noktası’nın kahramanı Mark (Frechette) “usandım” diyordu, “bizimkiler şiddeti tartışıyor, polisler uyguluyor”. Filmin açılışındaki hararetli kampüs tartışmasını (konu devrimci mücadelenin stratejisi) “sıkıldığını” söyleyerek terkeden Mark, bireysel silahlı eylem yolunu tercih edecekti. Antonioni, Haziran 1969’da, Zabriskie Noktası’nı çektiği sırada verdiği mülâkatta şöyle diyordu: “Geçen ağustosta, çekimlere başlamadan önce, Chicago’daki Demokrat Parti kurultayına gitmiştim. Polisin tutumu ve gençliğin ruh hali beni derinden etkiledi. ‘Zabriskie Noktası’, bir ölçüde Chicago sokaklarında olanlardan esinlendi.” 

Polisin Chicago’daki tutumu, Demokrat Parti senatörü Abraham Ribicoff’a göre “Gestapo taktiği”, siyahi lider Jesse Jackson’a göre ise “düpedüz faşizm”di. 1968 Ağustos’una gelindiğinde, dünyanın dört bir yanı Chicago sokakları gibiydi, polis de her yerde aşağı yukarı aynıydı. Ve gençliğin ruh hali “Revolution”ın iki versiyonu arasında gidip geliyordu.

Bir Artı Bir

Bu bağlamda, Easy Rider’cılarla Bob Dylan arasındaki tartışma ziyadesiyle kayda değer: Dennis Hopper ve Peter Fonda, filmin finali için Dylan’dan “It’s Alright Ma”yı ister. Dylan da, “filmin sonunu değiştirin, vereyim” der. Easy Rider’ın sonunda, Billy (Dennis Hopper) meşum kamyonetten açılan ateşle vurulup düşer, Wyatt (Peter Fonda) motosikletini kamyonete doğru sürer, tüfek bu defa onu hedef alır, namludan çıkan duman görüntüyü kaplar, motosiklet infilâk eder, beyazlık kızıllığa dönüşür.

Dylan’ın istediği final ise şöyledir: “Wyatt motosikletiyle kamyonete çarpsın, kamyonet havaya uçsun.” Anlaşamazlar, ama sulh olurlar. “It’s Alright Ma”, The Byrds’ün solisti ve şarkıyazarı Roger McGuinn’in yorumuyla yer alır Easy Rider’da.

Easy Rider‘ın final sahnesi

 

1968 bir folk şarkısı gibi başlamıştı, ritmi giderek hareketleniyordu. Mayısın son günlerinde Stones stüdyodaydı, dizelerinden biri “Kennedy’yi kim öldürdü” olan yeni şarkılarını kaydediyorlardı. 4 Haziran’da, Robert Kennedy’nin suikaste uğraması o dizeyi değiştirtecek, “Kennedy’leri kim öldürdü” yaptıracaktı. Söz konusu şarkı “Sympathy For The Devil”dı ve şarkı olmanın ötesinde, Godard’ın Bir Artı Bir’inin başrol oyuncusuydu.

Jean-Luc Godard, One Plus One çekimlerinde Rolling Stones’la

 

Godard, Stones’la birlikte stüdyoya girmiş ve “Sympathy For The Devil”ın kayıt sürecini baştan sona çekmişti. Bu görüntüleri Bir Artı Bir’in merkezine oturtmuş, ancak şarkının tamamlanmış haline yer vermemişti. Yapımcıların ticari kaygılarla filmin adını değiştirip Sympathy For The Devil koymaları, ayrıca şarkının tamamlanmış halini de eklemeleri, üstelik bunları izin almadan yapmaları Godard’ın tepesini attıracak, yapımcılardan birine kroşeyi çakacaktı. Haksız sayılmazdı, filmini müdafaa ediyordu –bir nevi nefsi müdafaa. Ayrıca tutarsızlıkla da suçlanamazdı. Şiddet hakkındaki görüşünü şöyle formüle etmişti: “Hücum barışçıl olmalı, müdafaa ise şiddetli.” Yapımcılar Bir Artı Bir’in anafikrini berhava etmişlerdi. Şarkı bitmemeliydi, filmin adı da bununla bağlantılıydı.

Bir Artı Bir’in finalinde iki bayrak dalgalanıyor, biri kızıl, diğeri siyah. Martha Merrill’e göre, Bir Artı Birkomünizm artı anarşizmdi: “Devrim komünizmi yaratacaktı, ama komünizme, o toplumu sürekli eleştiriye tâbi tutma imkânı eklenmeliydi. Godard’ın ‘bir artı bir’i bu.”

Kırmızı ve siyah: Tenk yu şeytan

Şimdi bir Manic Street Preachers şarkısı dinleyelim: “Benim hakikatim bu, seninkini söyle.” Ve 1968’in kalbine gidelim. Tarih, 13 Mayıs 1968. Sorbonne’un ana kapısındaki afiş: “Başlamakta olan devrim, sadece kapitalist toplumu değil, endüstri toplumunu da sorgulayacaktır. Tüketim toplumu ölüme mahkûmdur. Sosyal yabancılaşma tarihten silinmelidir. Yeni bir dünya yaratıyoruz. Hayal gücü iktidarı ele geçiriyor.

William Klein’in Mayıs ’68 belgeseli Büyük Akşamlar ve Küçük Sabahlar

Sorbonne’u işgal eden öğrenciler William Klein’a “Bizi çek” derler, “olayları bizim gözümüzle anlat”. Klein da öyle yapar ve Grand Soirs & Petits Matins (Büyük Akşamlar ve Küçük Sabahlar) ortaya çıkar. Sonra da absürd bir komediyle Amerika’nın hakikatini anlatır. Mr. Freedom (Bay Özgürlük) bugün yapılmış gibi. Godard’ın Tout Va Bien’i (Her Şey Yolunda) keza. Filmdeki patron, bugün sadece patronlardan değil, kimi eski ‘68’lilerden de “neo”sunu günde beş posta dinlediğimiz vaazı veriyor. Sendikacılar da çok tanıdık, siz deyin Türk-İş, biz diyelim DİSK. İki de entelektüelimiz –biri reklam filmleri yönetmeni, diğeri gazeteci– var ki, 2008 modelleri gani.

‘68 dendi mi, akla hemen bir ruh ve bir kuşak geliyor. Ve Hegel’den apartma bir kavramla, “zamanın ruhu”yla izah ediliyor. Gelgelelim, adını zuhur ettiği yıldan alan bu ruh, ne 1968’le veya belli bir dönemle kaim, ne de 1945-50 doğumlularla.

‘68 ruhu, Tanpınar’ın ünlü dizesini bozarak söylersek, ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında. William Morris’in dediği gibi: “İnsanlar mücadele eder, yenilir. Uğruna mücadele ettikleri şey, yenilgilerine rağmen gerçekleşir. Ortaya çıkan murad ettikleri şey değilse, başkaları gelir ve o mücadeleyi başka bir isimle sürdürür.”

Bir Artı Bir’in finalinde iki bayrak dalgalanıyor, biri kızıl, diğeri siyah. Eleştirmen Martha Merrill’e göre, Bir Artı Bir komünizm artı anarşizmdi: “Devrim komünizmi yaratacaktı, ama komünizme, o toplumu sürekli eleştiriye tâbi tutma imkânı eklenmeliydi. Godard’ın ‘bir artı bir’i bu.” Tevekkeli değil, filmin adına dair sorulara Godard hep aynı karşılığı veriyor: “Bir artı bir iki etmez, bir eder.”

One Plus One‘ın final sahnesi

 

Bir Artı Bir’de “Sympathy For The Devil” tamama ermiyor. Sürekli değişiyor; enstrümanlar değişiyor, ritmler değişiyor, hatta sözler değişiyor. Ve şarkı sürekli dönüşüyor, gelişiyor, güzelleşiyor. “Sympathy For The Devil”, Merrill’in dediği gibi, “Godard’ın gözünde devrim gibi –hiç bitmiyor, hiç tamamlanmıyor”.

‘68 ruhunun en güzel tarifi Bir Artı Bir galiba: Kırmızı Artı Siyah. Ve hiç tamamlanmayan, hiç bitmeyen bir şarkı.

Kırmızı ve siyah demişken, Léo Ferré’yi de selamlamayı unutmayalım, “Thank You Satan” şarkısıyla: “Bize bu iki rengi verdiğin için tenk yu şeytan.”

 

[1] Bu yazının kaleme alındığı 2008’de, Sarkozy sahip olduğu güçlü iktidarın sarhoşluğu içindeydi. Şimdi, iktidardan düşmesi, hatta 2017’de partisinin başkan adayı olamaması bir yana, yaptığı yolsuzluklar ve Kaddafi rejimiyle girdiği kirli ilişkiler nedeniyle yargılanıyor. Fransa ve dünya Sarkozy’den “ebediyete kadar kurtuldu”, ama ’68 mirası yaşıyor.  

 

^