Mark Lanegan Band – Bubblegum (2004)
Tom Waits nasıl dumanaltı kabarelerin şarkıcısıysa, tekinsiz semtlerin müziğini yapıyorsa, Mark Lanegan da cinli perili bozkırların müziğini yapıyor. Waits bodrum katlara inerken, Lanegan hayalet kasabalara dalıyor, salaş barlarda sigarasını yakıyor, viskisini yudumluyor ve geldiği gibi çekip gidiyor, “kalp kırıklıklarının, alkolün ve sönen umutların” şarkılarını heybesinde taşıyarak. Johhny Cash huzur içinde öteki tarafta…
Screaming Trees’in daimi solisti / Queens Of The Stone Age’in “konuk” vokalisti Mark Lanegan, Kurt Cobain ve Dave Grohl’la yapmaya niyetlendiği, ama Screaming Trees ve Dinasour Jr. elemanlarıyla tamamladığı 1989 tarihli ilk solosu The Winding Sheet’ten beri (içindeki şarkıların arasında “Where Did You Sleep Last Night”ın da harika bir yorumu olduğunu düşününce, Nirvana’nın unplugged konseri için ilhamı nereden aldığını da anlar gibi oluyoruz; 1999 tarihli I’ll Take Care Of You’da unutulmuş blues ve country şarkılarına can veren Lanegan, “abileri” olarak kim bilir nice şarkıya uyandırmıştır Kurt’ü de, Dave’i de) isimsiz bir halk ozanı gibi, sessiz sedasız çıkarıyor albümlerini… Ancak Bubblegum öyle bir zirve, davetlileri öyle isimler ki, bu plağın dinleyicileri sadece “fan”larla sınırlı kalmayacak belli ki. PJ Harvey, Queens Of The Stone Age’den Josh Homme ve Nick Olivieri, eski Guns N’Roses, yeni Velvet Revolver elemanları Izzy Stradlin ve Duff McKagan, –dağıldı demeye içimizin el vermediği– Afghan Whigs ve Twilight Singers’dan Greg Dulli… Bu isimleri yan yana görmek bile insanı heyecanlandırırken, onları Mark Lanegan’ın altıncı solo albümünde art arda dinlemek tir tir titretiyor adamı. Lanegan da öyle düşünmüş olacak, albüme kendi adını vermemiş…
Albümü açan “When Number Isn’t Up”, sessiz sedasız, ama kapkara bir balad; incecik bir org, soyut bir cinayet hikâyesi… Takipçisi “Hit The City”, PJ Harvey ile birlikte gırtlak parçalayan bir rock’n’roll… “Wedding Dress”se en seksi şarkılarından biri tüm zamanların: “Beyaz elbiseni giyecek misin? / Ve yanacak mısın yarın yokmuş gibi? / Yerin altına gelecek misin benimle / Ve affedecek misin tüm bulantılarımı ve acılarımı? / Utanacak mısın ölecek gibi titrediğimde / Dizlerimin üzerine çöküp ağladığımda / Ziyaret edecek misin yattığım yeri / Ve şu beyaz elbiseni giyecek misin? / Son çok yakın olabilir, hadi bir oda tutalım / Böylece beni sevebilesin…”
“Methamphetamine Blues”da “yuvarlanmaya devam ediyorum” diyor Lanegan, çekiç gibi bir davul, testere gibi bir gitar, Dulli’yle yaratılmış bir “uyarıcı” başyapıtı, adı gibi çok tehlikeli ve bağımlılık yapıcı… “One Hundred Days”, alacakaranlıkta bekleyen bir adamın şarkısı, tam yüz gündür iyi bir şeyler olmasını bekleyen –bir kadını mı bekliyor acaba, “sigaramın külü toprağa düşerken / bir gün bir gemi gelecek, uzaklardan…” Bir tahta gitar eşliğinde söylediği, adamı paramparça eden kısacık “Bombed” var sonra. “Strange Religion”, dipten gelen gospel vokaliyle bir yolculuğa davet ediyor dinleyenleri, yardımcı pilotlar Stradlin ile McKagan…
Ve “Sideways In Reverse”, gene en hasından rock: “Bang bang bang, hepsini devirmeme izin ver…” Aman diyelim, araba sürerken dinlemeyin! “Come To Me”, PJ Harvey’li ikinci şarkı… Screaming Trees’in son albümü Dust’a da gidermiş bu şarkı, o albümü de bulursanız sakın kaçırmayın… “Little Willie John” da, “Can’t Come Down” da “loser” şarkıları, biri alabildiğine sakin, diğeri hızlı ve öfkeli: “Parayla, altınla işim olmaz, baştan çıkmaktan korkmam, biraz acıdan korkmam ben…” Ya “Morning Glory Wine”a ne demeli, albümün kapağını boşuna kapkara bırakmamışlar: “İlk aşık olduğum zaman, elektrikli sandalyede infaz ettiler beni…” “Head”de ölen, kız arkadaş bu sefer… “Driving Death Valley Blues”da, Lanegan bağımlılık bahsine bir defa daha bodoslama dalıyor… Son şarkı, “Out Of Nowhere”: “Bir şey başlıyorsa, biter de…”
Blues dev bir çınar, köklerini dünyanın kalbine salmış, verdi mi Bubblegum gibi filiz veriyor. Hem yüzyıllar yaşında, hem de taptaze…
İlker Aksoy
Roll, sayı 91, Kasım 2004
Isobel Campbell & Mark Lanegan – Ballad of the Broken Seas (2006)
Kırık denizler, tozlu Amerikana’nın kuzey rüzgârları ile buluştuğu yerde başlıyor. Albümü dinlerken spagetti western’lerden kafamıza çakılmış sarı sokaklar / “saloon”larda duyabileceğimiz “Cash” hikâyeciliği ve İskoçya’nın küçük yeşil cinli şatoları / ormanları arasında gelip gidiyoruz. Bu iki dünya, ballad’larda, yani hikâye anlatan şarkılarda buluşuyor. Yüzyıllar önce yazılmış Kuzey İskoç ballad’ındaki Lady Isabel ve Elf Şovalyesi’nin karşılaşmasında çıkan kan çıkmasa da, buradaki içli dünya, bütün muzipliğine ve arada erkek/kadın rollerinin yer değiştirmesine rağmen, 13. yüzyılın umutsuz aşk hikâyelerinden ve balkon serenatlarından çok uzak değil. Aslında zaman kavramımız bu albümde fena halde karışıyor/karıştırılıyor.
Belle & Sebastian’ın kırılgan sesli (eski) çellisti Isobel Campbell, solo kariyerinde Charleston musikisi ve B&S’ın tatlı patetikliğine yakın duran “kedi pijaması” şarkıları yaptıktan sonra belasını eski Screaming Trees üyesi, şimdinin “taşlı” Queens of the Stone Age’inin Mark Lanegan’ıyla buluyor! Aslında Campbell yine bildiğimiz Campbell: Kristalimsi kız sesiyle narin kadın portresi çizerken, aslında tehlikeli olabileceğini altan alta hissettiriyor. Lolita sendromu değil onunki –17 yaşında başladığı Belle & Sebastian macerasından Fransız kadın kahramanı edasıyla çıkmış bir şahıs olarak, onun duruşu (ve şarkı söyleyişi) hem içimizi burkabiliyor hem de korkutabiliyor; Gündüz Güzeli (Belle de Jour) ve Açlık’taki (Hunger) Deneuve imajlarının karışımı bir modele oturtabiliriz onu. Lanegan ise Screaming Trees ve Queens of the Stone Age’de olduğun dan çok farklı bir yerde: Folk ve country etkilerini gördüğümüz I’ll Take Çare Of You gibi solo albümlerinde ve efsaneleşen Desert Sessions’ larda olduğu gibi, bir vahşi Batılı tavrı/sound’u var; Nick Cave ve Mick Harvey’e yakın bir “alternative country” hali. İkilinin kırık deniz hikâyeleri, ne hikmetse “Deus Ibi Est”, yani “Tanrı Vardır”la başlıyor. İnsan, “nedir bu ecnebilerin İsa takıntısı kardeşim, Morrissey’in ‘Jesus you have left me’ haykırışları” diye kendi kendine söylenirken, işin içinde bir ironi var mı, yok mu diye aramaya başlıyorsunuz. Ve tabii böylelikle çoğu şarkıyı yeniden yazmış oluyorsunuz! Şarkıda, bilinmeyen sahillere yaklaşmış olan “Inferno” kahramanımız hiç anlayamayacağı bir savaşı sorguluyor –cevap, melâike sesli bir varlıktan Latince olarak sunuluyor: “Ubi caritas et amor / Deus ibi est”, yani “Sevginin olduğu yerde tanrı vardır”. Belki otuz yıl önce sutyen yakarak şavaşı protesto ederdik böyle bir şarkıyla. Şimdi acı acı gülümsüyoruz yarım inanışlarımızla. Sanırım bazı sözlerde çok fazla anlam aramaya gerek yok.
Yukarıdaki şarkı sizi yanıltmasın, albüm ders verme halinden çok uzak. Sade, sakin şarkılar olamayacak aşk hikâyelerini, doldurulamayacak boşlukları anlatıyor. Yer yer modern Cavalier şairi edasıyla sevişmeye davet ederken (“(Do You Wanna) Come Walk With Me?”) yer yer ürkek bir sesle zayıflığın tuhaf güzelliğini hissettiriyor, “Belki aptalın tekiyim / senin gibi kelebekleri kovalarım ben” (“Honey Child What Can I Do?”) gibi dizelerle. Uyku öncesi açılan şaçlar, yere bırakılan kadifeler ve satenlerle biten bir albümde hüzün ve çocuksu mutluluk birbirini tamamlayıp bize güneşin Doğu’da da battığını hatırlatıyor. Soğukluğun sıcaklığını…
Pelin Batu
Roll, sayı 108, Haziran 2006
FIRTINALI PAZAR
Hissediyorum kanının soğuduğunu
Yağmurlu bir pazar sabahında
Sürüklendiğim milyonlarca mili
Sayıyorum, bugün buradan
Cehenneme kadar
Pencerelerinden bakıyor insanlar
Tanımıyorum oradaki şefkati
Bildiğim yalnızca edilen dualar
Denizde batan gemilerin ardından
Ama ikimiz için değil hiçbiri
Kuvvetli bir yağmur keyfini kaçırabilir ancak
Yine de keşke bir nedenim olabilse, kalacak
Sarhoşum, yarı kör
Fırtınalı bir pazar sabahında
Rüzgâr çıkıyor, ama bulutlar dağılmıyor
Dağılmıyor benim gibi parça parça
Eğer dünya artık dönmeyecekse
Nasıl oluyor da yağıyor bunca yağmur
Islatırken beni senden
Milyonlarca mil uzakta
Eğer şimdi o kadar yalnızsam
Nasıl oluyor da giderek zorlaşıyor
Şimdi elveda demek
Şimdi elveda
KATEDRALİN BASAMAKLARINDA
Çok üzgünüm
Neyi kastettiğini çok iyi biliyorum
Şeytani olmaktan yorgun
Kötü olmaktan bıkkın
Her zamanki gibi ve vefasız
Bir başka başlangıç
Aslında bu son olsa da
Saygılarımı sunarım sana
Dururken basamaklarında
Basamaklarında katedralin
Yaz sona eriyor bak
Ve ben bir yere varma çabasındayım
Herhangi bir yere
Ama biliyorum, günümde değilim
İSA’NIN DOKUNUŞU
Aslanları dışarı salın ve kapıyı kapatın
Daha çok ihtiyacım var sana
Her zamankinden,
Yaşlı Jack öldürüldü ve gömüldü
Haydi kapının dışında
Takılalım tek başımıza,
Alevler korkutur aslanları
Düşlerinin korkuttuğu gibi
Ve bu hep böyle olacak
O halde iyisi mi kapatalım kapıyı
Bu hep böyle olacak
O halde iyisi mi kapatalım kapıyı,
Bazı budalalar asla fazlasını istemez
Donmuş elleriyle, İsa’nın soğuk dokunuşu
Bazı ateşten kulelerin kefareti ödenebilir
Bırak beni de yanıp gideyim
Böyle yükseklerdeyken
TARLA ŞARKISI
Haydi suyun kenarına inelim
Orada sümbüller açıyor
Seni severek
Geçiriyorum günlerimi
Bu tarlaları terk ettim
Çünkü hiç bilemedim
Bir at olmayı
Bir tren olmayı
Bunun için yürekli değildim
Patikanın yanında
Bir elma arabası göreceksin,
Belki de evde kalırız
Ve asla yalnız olmamak üzere birlikte oluruz
Asla yalnız olmamak üzere birlikte,
Suya bak, ışıkla karışmış
Allak bullak oldum senin için
Tarlalar hakkında
Boynum bükük, yanılmışım
SARKAÇ
İsa buradaydı, gitti
Ödenecek acı dolu bir bedeldi
Soğuk yaşlar karanlık gözlerinde
Hayatı fırtınada bırakıp gitti
Sallan sarkaç, alçakta sallan
Kendime ait bir yerim yok
Ah Tanrım, beni umursamıyor musun
Ölesiye yorgunum
Ölesiye yorgunum
İsa buradaydı, gitti
Terk edilecek acı dolu bir yerdi
Kiraz ağacının dalları buz tutmuş
Bu soğuk, soğuk rüzgâr gömüyor beni
Sallan sarkaç, yavaşça sallan
Kendime ait zamanım yok
Ah Tanrım, beni umursamıyor musun
Ölesiye yorgunum
Ölesiye yorgunum
Çeviren: Hilmi Tezgör
Roll, sayı 128, Nisan 2008