Yeni albümünüzde “Şiki Şiki Baba”yı söylüyorsunuz. Meşhur bir şarkı, hatta Kemal Sunal’ın eski bir filminde de vardı ama, aslında bir Hint şarkısı. İlk kez nerede duyduğunuzu hatırlıyor musunuz bu şarkıyı?
Ciguli: Sinemada, Hint sinemasında duydum.
Hint filmlerini çok mu severdiniz?
Haftada dört sefer giderdim param olduğu zaman. Bulgaristan’da devamlı oynardı. Hint filmlerini sizin burda halk o kadar beğenmezmiş. Ama bizim halkımız çok ezik olduğundan, hep Hint filmlerine sever gitsinler. Ben de Hintlere hasta bir insan. Çünkü Hint müziğinde çok şeyler buldum ben.
Çok acıklı filmlerdi, değil mi?
O sinemalarda, o duyguyu, lâzım yaşayasın sen. O duyguyu yaşamadın mı, hiç gitme o sinemaya daha iyi. O sinema beni ağlatır. Bazıları ağlayamıyor, ağlamak da istemiyor, ama ben her bir filminde Raj Kapoor’un, ağlardım. O kadar güzel sinema yapmış adam. Oyunculuğuna ayrıyetten ben ağlıyorum. Şarkı okumasına ağlıyorum. Gösteriyor ne kadar fakir, ne kadar alçakgönüllü olduğunu. İtiyorlar onu, kakıyorlar onu, batağın içine giriyor, yine güzel şarkı okuyor. O nasıl ses, o nasıl gırtlak, o nasıl nağme! O nağmeleri az-çok onlardan kaptım. Mesela Nergis vardı, şarkıcı. O da Hindistan’dan. Onlar Raj Kapoor’la beraberce artist olaraktan senelerce sinema düzmüşler. Ama nasıl ince o gırtlak! Mesela “Yapma Bana Numara”daki o gırtlağı Nergis’ten aldım. Bir erkek yapsın kadın sesi, çok zor. Ben çok uğraştım. Birden olmuyor. Dünyada sanıyorum bir tek ben verebiliyorum böyle iki ses. O da bir ustalık.
Çocukken mi başladınız ses çalışmalarına?
Evet, çok prova yapardım. 9-10 yaşında başladım böyle Hint sinemalarına gitmeye. Devamlı Raj Kapoor’lara bakardım ben. O zamanlar çok gelirdi, şimdi gelmiyor artık. Yazlık sinemalarda oynardı. Avare vardı. İtalyan, Amerikan filmleri de vardı. Tıklım tıklım dolardı sinemalar. Türkiye’den sinema yoktu ama, bakamazdık Türkçe filmlere. Şimdi televizyon var, sinemalar da kapandı.
Kaç kardeşsiniz, onların arasında da müzisyen var mı?
Beş kardeşiz. Benim büyüğüm rahmetli oldu, o biraz çalardı akordeon. Ama vazgeçti. Bana bıraktı. Bir de dedem figorna çalarmış. Borazan gibi böyle. Figorna diyoruz biz ona.
Almanya’ya gelen giden Türk arabalar olurdu, bizim ordan geçerdi. Ben de onları durdururdum, “abi, ne olur bir kaset verir misin, ben müzisyenim, öğreneyim be abi…” derdim. Verirlerdi. Ordan dinlerdim Ferdi Tayfur’u, Orhan Gencebay’ı, Müslüm Gürses’i, Bülent Ersoy’u, Hayri Şahin’i… Azar azar bir şeyler kaptım onlardan.
Flüt? Trompet?
Trampet. Trampet çalarmış dedem… Babam rahmetli, çok güzel şarkı okurdu. Bana da gösterirdi, (gıtlağını tutuyor) “oğlum burda böyle yapsan iyi olur, yap bakayım, bir daha dene, bir daha dene, hah, şimdi oldu…” Cahil adamdı, notası yok, bir şeyi yok, ama çok güzel gırtlağı vardı. Arkadaşlarına arasıra okurdu.
Neler okurdu?
Bulgarca parçaların Türkçesini okurdu. Kendi yazardı. Babamın bir parçası vardı önceki kasetimde: “Gide de gide bir meşeye dayandım / Ah dayandıkça al kanlara boyandım / Meret de kalın şu mapusun kilidi / Ah yüreğimde yağ kalmadı eridi.” Babamdan bana bu parça kaldı. “Sen bunu oku, gün gelecek, sen Türkiye’de çalacan” dedi bana. “Yah” derdim, “olmaz böyle bir şey”. Demek adam bilirmiş.
Onlar Türkiye’yi tanıyorlar mıydı?
Hayır, hiç gelmemişler.
Bulgaristan’ın neresinde yaşıyordunuz?
Haskova’da.
Sofya’ya yakın mı?
Uzak. 230 kilometre Sofya bana.
Edirne’ye ne kadar?
Aşağı yukarı bir buçuk saat.
Çocukluğunuzda konuştuğunuz dil Türkçe miydi?
Biz Türkçe konuşurduk. Ama bu demokrasi gelmezden önce –yedi-sekiz sene oldu zaten demokrasiye gireli biz– beş sene boyunca Türkçe konuşamadım. Beş sene Türkçe çalamadım. Ama demokrasi gelince, gene serbest oldu. “Sen Türksün, git Türkiye’ye” derlerdi. Ben de derdim, “beni gönderin Türkiye’ye, niye göndermiyorsunuz?” Bazılarını gönderdiler, bizi göndermediler. Gördüler bizi cahil adam diye. Ama cahil değiliz, ben Bulgar mektebi okudum. Bulgarca çok iyi bilirim. Sekiz yıl okudum, zaten bize okulda vermezdiler Türkçeyi. Okutmazdılar.
Bu yasaklar sadece beş senelik bir dönemde mi oldu? Annenizin babanızın zamanında nasılmış?
Annem-babam Türk, Müslüman. Ama onlar cahil kalmışlar, okuyamamışlar fakirlikten fıkaralıktan. Çok kalaba büyümüşler.
Oradaki nüfus daha çok Türk müydü?
Daha çok Türk yaşar. Kırcali’de, Haskova’da, bunların hepsinde Türk köyleri vardı. Zaten ordan patladı bu isim değiştirme hikâyeleri.
Sizin isminiz de değişti mi?
Ahmet’ti ismim. “Angel olacan” dedi. “Tamam” dedim, “Angel olayım”.
Güzel isimmiş.
Angel bir melekmiş. (gülüyor)
Ne zaman başladı bu baskı, yasaklar?
İsim değiştirmeler, 80’inci senelerde başladı. Önce bir problem yoktu. Sonra ne oldu acaba, bilmiyorum. Rusya mı bir şey yaptı, bilmiyorum. Biz Rusya’ya bağlıydık, Rusya ne derse, onu yapardı Bulgaristan. Büyük devletti, o karışırdı.
Ben dünyaya sanki gelmişim güldürmeye insanları. Öyle yaratılmışım. Ben de öyle hissediyorum kendimi. İnsanları neşelendirmek istiyorum. İyi yaşasınlar, çocuklar gülsünler, mutlu olsunlar. Parçalarımı böyle sıra sıra düşünerek koyuyorum kasetlerime. Halk öyle istiyor. Ben de halktan bir kişiyim.
Rusya sizin gözünüzde nasıl bir yerdi? Mesela gitmek ister miydiniz?
Gittim Rusya’ya. On seneyi geçti. Daha değildim Türkiye’de. Gezeyim, folklor orkestralarını göreyim diye gittim. Ben Rus müziğini dinlerdim ama, pek çalamazdık o müziği. Zor müzik. Bizim halkımız oynayamıyor böyle şeylerle. Ama Bulgar müziği çok iyi geliyor bizim halkımıza, yani ordaki Türkümüze. Yabancı gelmiyor, kulaklar alışık.
Çingene nüfus nasıl orada? Siz Çingene misiniz?
Hayır. Çingeneler bizden çok uzak. 400 kilometre yerde. Şumnu’da, Varna gibi yerlerde Çingeneler var. Onların yaptığı müzik de çok güzel. Bizimkine çok az bir yakın.
Onların hayatı Türklerden daha da mı zordu? Daha da mı itilirlerdi?
Tabii, Bulgarlardan yana itilirdi. Türkler gene daha rahatmış. Çingeneleri hepten cahil görürdüler. Çoğu da mektebe gidememiş tabii.
Türkler Çingenelere nasıl davranırdı?
O zamanları iyi davranmazdılar. Onlar da aşağı görürdüler Çingeneleri. Ama şimdi öyle bir şey yok artık. Çingeneye Çingene diyemiyorsun. Çünkü demokrasi var, serbestlik var, ama açlık var.
Serbestlik gelince, demokrasi gelince fakirlik biraz azalmadı mı?
İş imkânı artık hiç yok. Yeni demokrasiye girince çok zor. Fabrikalar kapandı, bitti. Devlet fabrikalarıydı. Herkeş çalışırdı devlette. Herkeşin parası vardı. Ucuzluk vardı. Fakirdik ama, idare ederdik. Çünkü iş vardı insanlara. Şimdi demokrasi var, ama iş yok insanlara.
Babanız ne iş yapardı?
Babam hamaldı. Yük taşırdı. Kumaş taşırdı fabrikalara. Zaten herkeşe iş vardı. Bir kişi yoktu evde yatsın. Babam fabrikaya bağlı çalışırdı, devlet memuru gibi. Hamallıktı işi, biliniyordu hangi işte. Saati belli. Annem de süpürgeciydi aynı fabrikada. Babamla gidip gelirdiler. Hastane bedava, ameliyat, iğne, aspirin bedava. Devlet ev de verirdi, çok komik bir para tutardı senden. 80’den sonra Todor Jivkov zamanı birdenbire başladı her şey. Jivkov yanlış yaptı, bizim isimleri değiştirdi. Değiştirmeyecekti. Ne lâzım sana? Burda, Türkiye’de nasıl her bir dil konuşuluyor, İngilizce konuşuluyor, Amerikanca konuşuluyor, değil mi? Kim ne isterse konuşsun yaa! Sana ne lâzım! Bütün halkın sana çalışıyor zaten, tütünde çalışıyor, orda burda çalışıyor, ucuz çalışıyor…
Bulgarlarla Türklerin arası nasıldı? Ahbaplık, dostluk ilişkileri kurulur muydu?
Tabii, çok iyiydi. Bulgarlar bize, biz Bulgarlara alıştık. Beraber okuduk, mektep bitirdik, mahallede bir büyüdük.
Bulgar-Türk evlilikleri var mıydı?
Çok seyrekteydi… Onlar da istemezdi, bizim adlarımız değişsin. “Ahmet’ken Angel oldu, ben şimdi nasıl bağırayım ona” derlerdi, “nasıl çağırayım?”
Sizin soyadınız ne oldu peki?
Şimdi benim tam adım Angel Yordanov Popov. Kimliğim, pasaportum hâlâ öyle. Şimdi değiştirmeye gidersem, Türk ismimle bana çok zor vize verirler. Ben Türkiye’ye de gelemem. Zaten gelemezdim, burada çalışamazdım. Bulgar isminlen istediğin yere git. Bakıyor ki pasaportunda Angel yazıyor. “Tamam” diye düşünüyor, “bu Türkiye’ye gidecek, ama dönecek, orda kalmayacak”. (gülüyor)
Angel ismi size yaramış o zaman…
İyi oldu tabii. (gülüyor) Çünkü gelemeyecektim Türkiye’ye. Bu seviyeye gelemeyecektim, müziğimi gösteremeyecektim. Kaset yapamayacaktım, çoluk çocuğuma iyi, rahat bakamayacaktım. Demek biraz kafam çalışırmış benim. (gülüyor)
Peki hanımınız? Onun ismi?
Ona da dedim, değiştirmeyecen ismini. Yoksa ben gidecem, sen Türk isminle kalacan burda… Yandın sen Ayten! Ben başka Ayten alacam! (kahkaya atıyor)
Onun ismi ne olmuştu?
Albena. Albena diye deniz var bizim orda, Romanya sınırında. Diyorum Ayten’e, “sen deniz kızısın artık”.
Çocuklarınızın da Bulgarca ismi var mı?
Ferdi Filip oldu. İbo da Yuri oldu. Yani, Yuri Gagarin oldu. Hani havada uçan. (gülüyor)
İsimleri kendiniz mi seçiyorsunuz?
(memurun sesini taklit ediyor) Böyle sırıtaraktan, “seç bir isim” diyor sana oradaki memur. Listeler var. Angel’i de listeden ben seçtim. Dedim ne olayım, ne olayım? Angel’i gördüm, “Angel’i istiyorum efendim” dedim. “Bravooo!” (kahkaha atıyor) Ne yapayım, dayak yemeyim…
Direnen oluyor muydu? İsmini değiştirmek istemeyenler var mıydı?
Tabii tabii. Döverdiler onları. Alırdı polis, “olacan mı Ivan” derdi. “Olmayacam.” Paatt, dayak. “Olacaam, olacaam…” (gülüyor)
Türkler polis olabiliyor muydu orda?
Polis olamıyor.
Belki duydunuz, “şu ülkede domates yetişmiyor, Ciguli yetişiyor” demişler. Ciguli yetişiyor, ama nasıl yetişiyor? Ben de öyle bir cevap verdim, “alsın bir akordeon bakalım, nasıl yetişiyor Ciguli göstersin bana”. 33 sene oldu ben akordeonu çalıyorum.
Askerlik koşulları nasıl? Siz askere gittiniz mi?
Evet, iki yıl. Bulgarlar da, Türkler de, herkeş iki yıl. Askerde kötü muamele vardı, ama herkeşe vardı. Askerlik işte. Biraz iterdiler.
Asıl soyadınız neydi sizin?
Hüseyinoğlu. Ama Ciguli olaraktan, çocuklar bana bu lağabı taktılar. 11 yaşındaydım. O zamanlar biraz hızlı çalardım akordeonu, meraklıydım. Üç-beş ayın içinde kendi kendime güzel öğrendim. Almanya’ya gelen giden Türk arabalar olurdu, bizim ordan geçerdi. Ben de onları durdururdum, “abi, ne olur bir kaset verir misin, ben müzisyenim, öğreneyim be abi…” derdim. Verirlerdi. Ordan dinlerdim Ferdi Tayfur’u, Orhan Gencebay’ı, Müslüm Gürses’i, Bülent Ersoy’u, Hayri Şahin’i… Azar azar bir şeyler kaptım onlardan.
Siz o şarkıları hep akordeonla mı çalıyordunuz? Bu insanların parçalarında akordeon pek olmaz halbuki…
Var, var. Ama çok seyrekte. Ben akordeon çalıyorum, org çalıyorum, synthesizer çalıyorum, biraz da bateri vurabilirim.
Burada bir köyde olsa, çocuk bağlamaya filan heves eder. Sizin bulunduğunuz yerde, çocukların çalmak istediği ilk alet akordeon muydu?
Evet, akordeon. Bir de klarinet gidiyor bizde. Benim iyime geldi akordeon. Şarkı da okuyordum çünkü.
Para kazanmak için başka işler yaptınız mı?
Yok, hep müzisyenlik yaptım. Hiç uğraşmadım, uğraşmak da istemiyordum. Ağlardım bana akordeon alsınlar diye. Ama fakirlikten yetişmezdi para. Ekleye bükleye paraları, çok zor aldılar bana bir akordeon. 11 yaşındaydım. Onla yattım, onla kalktım. Evde de sokakta da herkeşe çalıyordum. “Abi gel bir tane okuyayım sana…” derdim, sokaktan adam çevirip. (gülüyor) Komşum çok güzel çalardı, ikimiz de ‘57 doğumluyduk. O yeni bir parça bulduğu zaman avlu kenarında durur, dinlerdim. Sonra içeri girerdim, kapanırdım, aynısını ben de çalardım. O da rahmetli oldu.
Radyo dinler miydiniz?
Evet. Ama Türkiye radyosu dinleyemezdik. O zaman yoktu öyle kanallar. Sofya radyosunda bazen çalardı, tiyatro oyunlarından Türkçe parçalar… Televizyonda öyle programlar yoktu tabii. Şimdi artık satalitler var, her şeyler var. Bütün dünyayı tutuyoruz artık biz.
Müzikten nasıl para kazanmaya başladınız?
13 yaşında başladım düğünlere gitmeye. Çocukken bakmaya giderdim düğünlere, ama artık müzisyen olarak. (gülüyor) Çocukken ihtiyarlar etrafımda toplanırdılar, “bir de bu çocuğu dinleyelim yaa” derdiler. Okurdum onlara. “Ahmet bizim düğünümüz içinmiş yaa” derdiler. Birkaç para verirdiler bana. Ben de ekmek alıp götürürdüm eve. Sevinirdi annem. (gülüyor) Ne yapayım, fakirlik, fıkaralık… Daha çok düğünler Hasköy’de, Kırcali’de olurdu. Babam rahmetli, beni çok gezdirirdi arkamda akordeonlan. Korkuyordum. Babam “ya bunu çalacan, usta olacan, ya da kır onu at” derdi, “Türkiye’ye lâzım yetişmen”. Ustalarla tanıştırırdı beni, çok güzel çalardılar ustalar.
Onun gibi olmak istediğiniz, hocam dediğiniz bir ustanız var mıydı?
Çok üstün biri vardı. Amcamın çocuğu Rasim. Notası da vardı. Çocuklara öğretmendi. Onun gibi olmak isterdim. Ama şimdi… (sıkılıyor, tereddüt ediyor) Bilmem nasıl konuşayım…
Siz onu geçtiniz.
Evet. (gülüyor) Çok beğeniyor beni. “Sen demiri delip de geçtin” diyor. “Ama” diyor, “ben inanırdım senin böyle olacağına, görürdüm ama sana söylemezdim. Şımarmayasın diye.”
Oradaki düğünlerden bahseder misiniz biraz?..
Ben buraya gelince baktım, çok şeyimiz aynı. Camiye gitmemiz aynı, namazımız aynı, cenazemiz aynı, düğünümüz aynı.
Ama sizin düğünler daha neşeli sanki…
Fakirlik olunca daha bir neşe oluyor sanki. Ben öyle gözümlen görüyorum.
Düğün dışında, hayatın içinde çok fazla müzik var mıdır?
Düğünden düğüne… Düğünler uzun sürerdi o zamanları. Perşembe başlardı, pazartesi biterdi. Beş gün düğün.
Ne güzel.
Güzel ama, ya yorgunluk? “Amman be” derdim ya, “bitse de alsak paramızı, eve gitsek…” (gülüyor)
Çalarken oynar mıydınız aynı zamanda? Şimdiki danslarınız o zamanlardan mı kalma?
Çok az vardı. Bu kadar oynamazdım o zamanları.
Babanızı kaybettiğinizde artık yavaş yavaş ustalaşmaya başlamış mıydınız? Yoksa o günleri göremedi mi?
O günleri göremedi. 15 yaşındaydım babamı kaybettiğimde. Annem hayatta. Çok seviniyor. Arasıra ona da yardım yapıyorum. Ama çocuklarım var, daha önce insan çocuklarına yardım yapmak mecburda.
Kaç çocuk var?
İki çocuk, ikisi de oğlan. İkisini de everdik.
Babanız o kadar çok istermiş. Bir Türkiye hayali var mıydı sizde?
Vardı. Eskilerimiz de söylerdi, anlatırdı. Ninem burdan evlenmiş dedeme. Edirne’den. Dedem o zamanları gelip gidermiş, serbestlik varmış, tüccarmış, öküz alıp, manda alıp getirirmiş. Ordan tanışmışlar ninemle. Ninem göç etmiş Bulgaristan’a.
Siz nasıl geldiniz Türkiye’ye?
Rahmetli büyüğüm getirdi. Ağabeyim İbrahim. Bir gün geldi “dinleyeyim bakayım, nasıl müzisyensin” dedi. Yirmi sene olmuş akordeonu alalı, hiç dinlememişti beni. Çaldım. “Senin bu çaldığın müzik Türkiye için” dedi. “Değil burası için.”
Ne iş yapardı abiniz?
Tüccardı, pasaportu vardı, Türkiye’ye gelip giderdi, kot pantolon filan satardı. “Sende Türk parmağı var, gırtlak var. Seni orda bir dinleteyim” dedi. “Yapma abi, ben aslanlarla, kaplanlarla uğraşamam” dedim. Param da yok. “Sat bir şeylerini” dedi. Zaten bir televizyon var, çocuklar da hep ona bakıyorlar. (gülüyor)
Sattınız mı?
Valla sattım, çocuklar ağlamaya başladılar. Ayda bir-iki sefer düğüne gidecen de, aile bakacan da, eşya alacan da… Sallantıda duruyordum.
Zenginler süpürüyor seni yaa. Hep istiyor kendine daha çok olsun. Ama ister ki sen yeterince ölmeyesin. Bir parça ekmek yiyesin, hep gözüne bakasın onun. Ama böyle olmaması lâzım. Şu çayı hep sen içme. Biraz da bize de ver. Biz de içelim. Biz sana çalışıyoruz nasılsa! Sen de biraz gör bizi. Herkeşte çoluk çocuk var. Haklıyım değil mi abi?
Hanım çalışıyor muydu?
Çalışırdı fabrikada. Beton fabrikasında, çimentoyu lokum gibi alırdı sırtına, lüüpp atardı. Bakardım, bakardım, “vaayy be” derdim. (gülüyor)
Televizyonu sattınız, sonra?
O zamanlar bayağı para yapardı televizyon. 150 mark. Aldım parayı, yarısını hanıma verdim, yarısını kendime aldım. “Ama o parayla da çanak çömlek, çatal bıçak alalım, iş bulamazsak orada satarız, belki beğenmezler bizim müziğimizi” dedim. Kalmayalım oralarda. (gülüyor) Bir de kaşkaval aldık satmak için. Bizim kaşkaval peynirimiz ünlü… Atladık otobüse, doğrudan İstanbul’a, Aksaray’a.
Beğendiniz mi ilk gördüğünüzde İstanbul’u?
Beğenmem mi! Beni ilk Kumkapı’ya, müzisyen çocukların takıldığı kahvelere götürdü ağabeyim. Oturduk gündüzden masaya. Bir ihtiyar geldi, akordeonu gördü, sordu, “kim çalar bunu?” dedi. “Ben çalarım” dedim. Çaldım, dinledi. Allaaahh! “Ben ekmek parasına geldim abi, çalışacak bir yer bulabilir miyim?” dedim. “Tam yerine gelmişin oğlum” dedi, “en iyi sensin, ben daha böyle müzik dinlemedim”.
Ne söylemiştiniz?
Orhan Gencebay’dan “Gitti de gitti” parçasını okudum. “Amman be” dedi ihtiyar, “simitler gibi seni kapacaklar”. Akşama müzisyenler gelecekmiş, onları bekledik, bütün gün kaldık kahvede. Pazar da yakındı, kaşarı da sattık, abim “kurtardık işi” dedi, “hem televizyonu geri alacaz, hem odun-kömür alacaz…” Kıştı, o kadar da soğuktu!.. Akşam kırk-elli kişi oldu orda. Onlara da çaldım. “Vaayy be, Bulgaristan’da böyle müzisyenler mi varmış” dediler. Aldılar bir tabak, başladılar bana toplamaya para. Gücüme gitti. Bizde böyle para geçmez. Ama sevindik tabii. Abim dedi, “valla kaşkavaldan daha çok para etti senin şarkılar”. (gülüyor) Müslüm Gürses’in kemancısı vardı Arif Çalışır isminde. O çocuk beni aldı, “patrona seni bir dinleteyim abi” dedi. Gittik Üçler’e. Kumkapı Üçler Restorant. Orda yedi yıl her gece bahşişe çalıştım.
Ne geçiyordu elinize?
İyi paraydı. Bulgaristan’a para da gönderiyordum, abimin eline veriyordum, götürüyordu. Kumkapı’dan kazandığım parayla çocuklarıma bir daire aldım. Geçen haftalarda da Dost Müzik’ten araba paramı aldım, ama ben araba istemedim, öbür çocuğuma bir ev aldım Bulgaristan’dan. Çünkü iki gelin bir evde yaşayamaz. Daha rahat olsun çocuklarım. Ayrı evleri olsun. Şimdi de başvurdum Türk vatandaşlığına. Bende iki yıl oturum var. Hanıma da iki yıl oturum aldım. Bakalım ne olacak. Büyükler ne derse o olsun.
Şimdi nerede oturuyorsunuz?
Şişli’de kiradayım.
Uzun süre otelde kaldığınızı duymuştuk.
Kumkapı’dayken mi? Kumkapı’da Üçler’de kalırdım, yedi sene sandalye üstünde yattım. Ne yapayım, otele vereceğime, birkaç para cebime kalsın dedim. Patronlarımın bana çok güvenleri vardı, anahtarı verirlerdi, bazı yalnız kalırdım, bazı Anadolu’dan gelme, Diyarbakır’dan gelme komi arkadaşlar olurdu, onlarla çok iyi anlaşırdık, beraber kalırdık.
Üçler’den başka yerde çalışmadınız mı?
Üçler’de boya badana olmuştu, ara vermiştiler, altı ay Kumkapı Neyzen’de çalıştım. Ordan da üç-beş para kazandık, allah bin bereket versin. Bir de Beyoğlu’nda Anatolia’da bir sene çalıştım.
Gündüzleri ne yapardınız?
Müzik dinlemeye giderdim bazen Dolapdere’ye, arkadaşlara. Orda da yaşadım bir sene, hanımla, çocuklarla.
Kimler sizi dinliyordu Üçler’de?
Sezen Aksu gelirdi, Zerrin Özer gelirdi, İbrahim Tatlıses’in orkestrası benim yanımdaydı iki-üç günde bir. Mustafa Topaloğlu gelirdi, bayağı şarkıcılar, sanatçılar gelirdi beni dinlemeye. Ama kimse elimden tutmazdı o zaman. Görürdüler nasıl akordeon çalmamı, nasıl okumamı, bir daha gelirdiler, bir daha gelirdiler.
Ama bir şey teklif eden yoktu, öyle mi?
Yoook, yoook, tutmadılar elimden. Elimden biraz tuttu benim Sibel Can. İzmir’de bir sünnet düğününde gördü çalmamı. “Ben Ciguli’yi isterim, Ciguli’siz gitmem ben fuara” dedi. Sonra Rumeli Hisarı’nda da beraberdik. Allah razı olsun, beni tanıttı. Ondan sonra karar verdim kaset yapmaya.
Daha önce de bir kasetiniz varmış sizin…
Vardı ama, iyi olmadı o. Benim söylediğim gibi yapmadılar müziğimi. Sene ‘95-96’ydı… Sonra bir arkadaş beni Galip abinin (Kayıhan) yanına getirdi, Galip abi beni dinledi. “Senin üstüne dünyada müzisyen olamaz” dedi bana. Kendisi de müzisyen, Amerika’da çalmış, eski Marşandiz grubunda çalışmış, Edip Akbayram’la çalışmış.
Kumkapı’da çalıştığınız sıralarda “Binnaz” filan var mıydı? Onu söyler miydiniz?
Vardı. Bazı bazı okurdum “Binnaz”ı Kumkapı’da. “Yapma Bana Numara”yı daha çok okuttururlardı bana, daha çok istek vardı. Anlamazdılar “Binnaz”dan. “Binnaz”dan ne zaman anladılar, klip çıktıktan sonra.
Başka hangi şarkılar giderdi Kumkapı’da?
Çok şarkılar okurdum. Türk sanat müziği de okurdum. Mesela “Dönülmez akşamın ufku”nu çok isterdiler. Mesela “Unutturamaz seni hiçbir şey”.
Bulgaristan’da bu şarkılar gider miydi?
Türk sanat müziği Bulgaristan da geçmiyor. Beğenmiyorlar. Ağır geliyor onlara. Arabesk daha çok gidiyor. Mesela Ferdi Tayfur, Kibariye, Suat Sayın, Orhan Gencebay…
Peki o albümde siz kendi kararınızı kendiniz verebildiniz mi? Sizin söylediklerinize riayet ettiler mi?
Patronlarımla beraber karar verdik. Galip Kayıhan, Gökay Özkan, bir de ben. “Ciguli, acaba böyle yapsak iyi olur mu” diyorlar. “İyi olur abi” diyorum. “Peki abi, böyle yapsak nasıl olur” diyorum. “Daha güzel olur” diyorlar. Şapkama olsun, ayakkabıma olsun, üçümüz karar veriyoruz. Benim istediğim hep oluyor, ama onların katkısıyla da daha güzel oluyor.
Kafanızda bir şapka var mıydı her zaman?
Yoktu, patronlarım söyledi.
Ama çok yakışıyor…
Bilmiyorum, ama şapkasız daha çirkinim. (gülüyor) Onlar dedi ki, “bu imajda kalasın”. Madem öyle diyorsunuz, öyle olsun. Hoşuma giden şeyi ben taşırım.
Pembe bir takım elbiseniz varmış, ama beğenmediğinizi duyduk…
Kadın rengidir diyorlar. “Oğlum gittin sen” diyorlar. (gülüyor)
Televizyonda arkadaşlar görmüş, harikaymış…
Yapma abi yaa! (kahkaha atıyor)
Bir senedir çok konuşulan bir insansınız. Hakkınızda çok olumsuz şeyler söylediler, maskara dediler, şarlatan dediler. Bunlar kızdırdı mı, üzdü mü, gücendirdi mi sizi?
Adnan Şenses de benim için konuştu, Coşkun Sabah da, Ajda Pekkan da… Gücenmeyim dedim, gücendim yani. Onlar büyük sanatçı. Ben dün gelmişim. Lâzımdı demeleri “bir kardeşimiz de gelmiş aramıza, hoş gelmiş”. Ben hepsini seviyorum, hepsinin kasetlerini dinliyorum. Sen koskoca Coşkun Sabah olmuşun, benimle ne ilgin var senin? Sen koskoca Adnan Şenses’sin, benimle ne ilgin var abi ya? Ben sana ne yaptım? Ben de bu yere gelene kadar az çekmedim. Sanatçılar birbirlerinin elinden tutsunlar istiyorum. Hepimiz insanız. İnsan insanla olur, insan insanı kaldırır. Yok lüzumu beni kötülesinler, ben onları kötüleyim. Bu camiada bir tencerede kaynayan adamlarız… Belki duydunuz, “şu ülkede domates yetişmiyor, Ciguli yetişiyor” demişler. Ciguli yetişiyor, ama nasıl yetişiyor? Ben de öyle bir cevap verdim, “alsın bir akordeon bakalım, nasıl yetişiyor Ciguli göstersin bana”. 33 sene oldu ben akordeonu çalıyorum.
Yalnız sanatçılar değil, basında da büyük tepkiler oldu size karşı…
Gazeteciler bana burda başka konuşuyor, sonra oraya başka yazıyor, iyi değil böyle. Sonra, beni cahil gibi görüyorlar, kimse düzgün soru sormuyor yani… “Ayten’den çok mu korkuyorsun?”, “Ayten’in üstünde mi geziyorsun?” Sorulara bak yaa! Benim iki gelinim, iki çocuğum şaşırarak bakıyor televizyona: Ne biçim soru soruyorlar babama? Babam akılsız mı, fikirsiz mi?
Sizi çok beğenen, ciddiye alan insanların sayısı da az değil tabii…
Yakın zamanda benim müziğim için bir kitap çıkacak Amerika’da. Sonia (Tamar Seeman) diye bir araştırmacı var. Amerika’da birilerine dinletmiş, “böyle bir ses olamaz, böyle akordeon olamaz” demişler… Başka bir yerden de duydum, Amerika’da dinlenmiş müziğim, çalınırmış. Sabahleyin Amerikalılar giderken işe beni dinlermişler, Ciguli’yi. Telefonda benim arkadaşım Mecnun bana bunu söylüyor. Mecnun’un amıcası Amerika’da saksofon çalıyor, orda çalışıyor. O benim müziğimi Amerikalılara dinletmiş, “kim bu adam, nerden bu” demişler. O da dermiş ki “bu benim komşum”.
Bizim derginin son sayısında, karikatürist Oğuz Aral, sizin sesiniz için “İbrahim Tatlıses’e beş basar” diyor…
Yok abi, olur mu? İbrahim Tatlıses o.
Sever misiniz İbrahim Tatlıses’i?
Ben onu beğenmesem, oğlumun adını koymazdım İbo.
Bir oğlunuz daha olsa ne koyardınız adını?
Orhan Gencebay olur, yahut da Ciguli olur. (gülüyor)
Ciguli ne demek? Hızlı arabalara mı Ciguli deniyor Bulgaristan’da?
Hızlı araba demek. Otuz-kırk yıl öncesi vardı, Rusya dağıtırdı Bulgaristan’a bu arabaları. Markası Ciguli’ydi. Benim akordeonu hızlı çalmamı gören çocuklar “aa, Ciguli gibi hızlı kaçıyor bu” dediler. Adım Ciguli kaldı.
Siz hiç kullandınız mı Ciguli? Hızlı kaçıyor mu sahiden?
Şimdi oğluma aldım bir Ciguli. 600 mark para verdim, otuz yıllık bir Ciguli buldum. Antika gibi, ucuz da. Daha sonra çok paramız olursa alacağız başka bir araba. Şimdi onla idare etsin.
Zuhal Ceran (basın danışmanı): Çok acayip bir baba. Bu huylarını biraz abartmış durumda. Mesela sabunla traş olduğunu biliyorum. Ona traş köpüğü alıyorum, kullanmıyor. “Ne yaptın traş köpüğünü” diyorum. “Valla niyetim var oğluma göndermeye…” diyor.
Bir önceki albüm ne kadar sattı?
450 bin-500 bin diyorlar.
O albümden, Ciguli Forte’den, hak ettiğiniz kadar para kazandığınızı düşünüyor musunuz?
Artık ikinci kasette inşallah bir ev de alacaklar.
İlkinde hakkınız biraz yenmiş gibi değil mi?
Biraz. Ama bir on bin dolar aldık, daha önce de verdiler iki bin dolar. Ben de çocuğuma bir ev hediye ettim, allah bin bereket versin. Şimdi bundan sonra anlaşma yaptık, çekler verdiler bana. Ama gözüm çok yükseklerde değil benim. Sponsorum “sana bir araba alalım” dedi. Ben “motor istiyorum” dedim, yollarda çocukların arasında olayım, istediğim zaman durdurayım, çocuklarla konuşayım.
Aldılar mı, kullandınız mı?
Aldılar. Şimdi motorum var. Ama kullanmayı bilmiyorum. Bir haftada öğrenirim. Akordeon çalmaktan kolaydır. (gülüyor)
Zuhal Ceran: Üstelik “küçük motor olsun” dedi, kurye motorlarından aldırttı. Pır pır pır ses çıksın istiyormuş. Bir gün, istediği arabayı bana gösterdi, artık yere düşüyordum: Küçük, yıkık dökük bir kamyonet. “Ben bundan istiyorum işte” dedi. Hayalleri küçük bir çocuğunki gibi.
Demin filmlerde ağladığınızı söylemiştiniz. Dinlediğiniz zaman sizi ağlatan şarkılar da var mı?
Türk sanatçılardan Orhan Gencebay, Bülent Ersoy, Ferdi Tayfur ağlatırdı beni.
Hangi şarkılar mesela?
Mesela Ferdi Tayfur’dan: (söylüyor) “Susadım çeşmeye varmaz olaydım / Elinden bir tas su içmez olaydım / Yolum düştü köyünüze geçmez olaydım / Varmaz olaydım / Güzel yüzüne bakmaz olaydım…” İlk dinlediğimde asker miydim, neydim. Ağlattı beni.
En çok sevdiğiniz Orhan Gencebay şarkısı hangisi?
“Gitti de gitti sevgilim gitti…” Çok seviyorum, çok da güzel çalıyorum ben onu. Ona, Orhan Gencebay’a bir kere çaldım, benden dinledi. Bir gün evine gitmiştik, geçen ay. Hanımı da, Sevim abla da beni çok seviyor.
Bu yeni albümünüz Horozum’da her şey istediğiniz gibi oldu mu?
Tam istediğim gibi oldu. Sanıyorum ki 12 tane “Binnaz” oldu.
“Romale” isminde çok ilginç bir parça var… Onun hikâyesi ne?
Yugoslavya Çingenelerinden bir parça bu. Halk şarkısı. 20-25 senedir bu parçayı biliyorum ben. “Romale” Çingenem demek, garip Çingenem. Çavale de çocuk demek. Ah romale, ah çavale… Ama öbür sözlerin ne dediğini bilmiyorum ben de.
Şarkılarınızda sık sık geçen kumarcılık teması var. Nereden geliyor bu? Bulgaristan’da kumar yaygın mıdır?
Burda görüyorum, daha çok tavla oynuyorlar kahvelerde. Orda kiğat oynarlar. Tersa derler, bilot derler, elli derler. Ben de ordan biliyorum.
“Aso” nedir? Bir şarkınızın adı “Aso”.
Birli. As yani. Kız, papaz, vale, birli toplandı mı eline, elli oluyor. Ben pek oynamazdım, ama kahvelerde oynayanlara bakardım. Sabaha kadar kiğat oynarlar. Şarkı onu anlatıyor. “Al sana aso, kozların bitti, vale papaz sizin olsun, ver bana kızı, oyna koca ustam son elleri, tersa, bilot, son elli, oyun bitti…” (gülüyor)
“Löpçüler”in sözünü Aysel Gürel yazmış. Müziği ise anonim…
Düğünlerde çalınan bir parçaydı. Bulgar havasına doğru giden bir şey. Ama ben daha değişik yaptım, yine de anonim yazdık.
Bulgaristan’da çok “löpçü” var mı?
Olmaz mı abi yaa. (gülüyor)
Burda mı daha çok, orda mı?
Orda daha çok galiba. (gülüyor)
“Sinbad” diye bir şarkı var. Gemici Sinbad masalından değil mi?
Sözleri benim patronum Gökay Özkan yazdı. Sinbad bir küçücük çocuk. Gemici Sinbad. Bir de küçük kuşu vardı, Şeyla isminde. Yardım ederdi hep Sinbad’a. Gemi batıyor, kuş Sinbad’ı kaldırıyor, çıkarıyor. Kuş insanlara haber ediyor: “Sinbad boğuluyor, hep sizi kurtarırdı, siz de şimdi Sinbad’ı kurtarın.” Ben televizyonda görürdüm, çocuk sinemasında. Müziği Bağdat müziği, o müziğin üstüne Türkçe yazdık.
Albümünüzde Radi Kazakov’un şarkıları var. Kimdir Radi Kazakov?
Çok büyük bir gitarist Bulgaristan’da. Benimle aynı yaşta. On sene önce tanıştım onunla, bayağı düğünlerde çalıştık. Bulgaristan’da çok ünlü biridir, hatta dünyada ünlü, Amerika’da da çalışmış.
O şarkıların sözü ve müziği Radi Kazakov’a ait. Türkçe biliyor mu? O da ismi değiştirilen Türklerden mi?
Rıza’ymış ismi. Ama Türkçeyi çok az biliyor, çünkü hep Bulgarca çalışmış, Bulgarca okumuş, söylemiş. Radi, Şumnu taraflarından, Tolbukin taraflarındandı. Şimdi Hollanda’da galiba. Konserlerde geziyor, çok iyi bir grubu var. Estrad müziği yapıyor, Trakya müziği yapıyor. Çingenece, Bulgarca, Türkçe okuyor. Hocaların hocası desem yeri var. Zaten Türkiye’ye gelmiş, gitmiş, baterist Okay Temiz’le burda çalmış…
Çalanlar içinde adı geçen Haskovalı Mecnun kim?
Bizim keyboard’cu. Klarinetçim Toraman de oralı. Kayıtlar için geldiler, inşallah vize alabilirlerse konserlerim için de gelecekler. Yalnız bu adamlar bana çalabilir, başka kimseler çalamıyor.
Hiç dünyanın başka yerlerinden müzisyenlerle birlikte çalışmak ister miydiniz? Mesela Goran Bregoviç’i tanıyor musunuz?
Anatolia restorantta müşteriler çok anlattı bana Goran Bregoviç’i. Bir kişi değil, iki kişi değil, 15 kişi söyledi bana “çok iyidir” diye. Bir kere dinledim, çok kısa dinledim.
Burada keşfettiğiniz Türk müzisyenler var mı?
Şimdi mesela Tarkan’ı çok beğeniyorum.
Barış Manço’yu dinlediniz mi?
Barış Manço da güzel. Allah rahmet eylesin. Çocukların sevgilisi abi. Güzel sanatçı. Ben sevmem mi? Ordayken de bilirdim ben Barış Manço’yu.
Çocukları çok önemsiyorsunuz…
Çocuk hastasıyım ben… Ben dünyaya sanki gelmişim güldürmeye insanları. Öyle yaratılmışım. Ben de öyle hissediyorum kendimi. İnsanları neşelendirmek istiyorum. İyi yaşasınlar, çocuklar gülsünler, mutlu olsunlar. Parçalarımı böyle sıra sıra düşünerek koyuyorum kasetlerime. Halk öyle istiyor. Ben de halktan bir kişiyim.
Hiç kızdığınız, öfkelendiğiniz olmuyor mu? Kızınca ne yaparsınız?
Bir şey yapmıyorum ki! Ne kızayım! Ben görüyorum o adamı daha cahil benden. Gülüyorum ben ona.
Mesela “Sinbad” şarkısında “kötülere dersini bildirttirecem” diyorsunuz. Nasıl bildirttireceksiniz? Güldürerek olmaz herhalde artık…
Güldürerek de oluyor. Gülüyorsun ona. Anlayan adam anlıyor kendini.
Tek tek insanları bir yana bırakın. Dünyanın haline, olup bitenlere kızdığınız olmuyor mu? Mesela “kötü”lerden bahsediyorsunuz. Kimdir iyi, kimdir kötü sizin için?
Kötüler, yardım etmeyenler olabilir. Bazı insanlar, hep bana hep bana istiyorlar. Hep keselerini doldursunlar. Ama, sen de ekmek ye, ben de yiyeyim, o da yesin, iyi olan budur. Değil yalnız sen kazanasın, benim çoluk çocuğum aç dursun.
Albümde hep fakirler, fıkaralar var. “Zengin kızı istemem” diyorsunuz mesela…
Zenginler süpürüyor seni yaa. Hep istiyor kendine daha çok olsun. Ama ister ki sen yeterince ölmeyesin. Bir parça ekmek yiyesin, hep gözüne bakasın onun. Ama böyle olmaması lâzım. Şu çayı hep sen içme. Biraz da bize de ver. Biz de içelim. Biz sana çalışıyoruz nasılsa! Sen de biraz gör bizi. Herkeşte çoluk çocuk var. Haklıyım değil mi abi?
Kimsenin kimseye çalışmaması daha iyi değil mi?
Daha iyi ama, kurallar öyle olmuş.
Orhan Gencebay’ın şarkısında da var ya: “Kula kulluk edene yazıklar olsun”.
Var. Batsın bu dünya, bitsin bu rüya. (gülüyor)
Çalışmadığınız zaman nasıl geçiyor İstanbul’da vakit? Bir yerlere gidiyor musunuz?
Televizyona bakıyorum. Biraz gezmeye çıkıyorum, parklara marklara…
En çok sevdiğiniz yer neresi İstanbul’da? Boğaz’ı seviyor musunuz mesela?
Tabii. Boğaz’ı kim sevmez? Ama takılmadım ben bir yere. Pek yer bilmiyorum. Kumkapı’yı biliyorum.
Kendi kendinize bir rakı içeyim dediğiniz zaman nereye gidiyorsunuz?
Kumkapı’ya gidiyorum.
Üçler’e gidiyor musunuz?
Daha geçen hafta gittim. Patronlarım çok seviyorlar beni, ben de onları çok seviyorum. Üçler’den çok ekmek yedim, çocuklarıma baktım, çocuklarımı büyüttüm.
Onlar da sizden çok ekmek yemişlerdir, hiç merak etmeyin… Rakı sever misiniz?
Biraz. Her erkek sever biraz içsin. Güzel salatayla beraber. Ooohh!
Hanımınızla beraber gidiyor musunuz rakı içmeye?
Geçen hafta götürdüm Kumkapı’ya ama, içemiyor. Azıcık bir şarap aldı, “amman be” dedim, “bir içemedin şu kadarcık şeyi”.
Bulgaristan’da ne içerdiniz?
Mastika var. Sakızlı. Güzel de kokuyor. Ama içtin mi sabahleyin kalkamıyorsun, başağrısından. Ama rakı mükemmel. Hele Tekirdağ rakısı aldım geçende. Allaaah! Süt müsün be babam. (gülüyor) İki duble içtim, bir şey yok. Ben bir dublede sarhoş olurum.
En sevdiğiniz meze ne?
En sevdiğim yiyecek? Balık. Lüfere hastayım.
Kaşkavalla gider mi rakı?
Gidiyor, kaşkavalla da gidiyor. Beyaz peynir, salatalık yapıyorum. Bir de taze soğan, domates… Yemek de yaparım ben. Ben hanımıma yemek yaparım. “Ayten otur sen, ben yapayım” derim.
Mesela ne yaparsınız?
Sulu köfte yaparım, patlıcan dolma yaparım, etli fasulyeyi çok güzel yaparım. Sonra, pastırma ustasıyım. Dedem zamanında gösterdi bana. Bu lâzım olacak sana dedi. Benim gibi pastırma yapan yok Türkiye’de.
Sahiden yapabiliyor musunuz?
Tabii, sen de diyon! Pastırma mı yaa, sizin bu sattığınız?
Nasıl yapılır pastırma?
Koyundan yapılır. Odundan sandıklar var ya. İnce kiğatla onu sandığın içine olduğu gibi döşüyorum. Her tarafından deliyorum. Eti döşemeden önce en kalın tuzlara, kaya tuzlarına atıyorum. Ondan sonra kesiyorum. Etlerini parça parça yapıyorum. Onun üstüne gene tuz, onun üstüne gene tuz… Ondan sonra bir legen buluyorum. Alıyorum o sandığı, legenin üstüne koyuyorum. Ağır taşlardan alıp koyuyorum ki, eti ezsin. Etin kanlarını çıkarıyorum legenin içine. Doluyor legen. Sonra bir daha kanlarını çıkarıyorum. Ondan sonra indiriyorum açığa. Örtüyorum üstünü naylonla güzelce. Serin bir yere koyuyorum. Bekliyorum 10-15 gün. 10-15 gün sonra, sen ye pastırmayı!
Roll, sayı 44, Temmuz 2000