BÜLENT ORTAÇGİL'İN 50. SANAT YILI

Söyleşi: Derya Bengi
25 Haziran 2022
SATIRBAŞLARI

Neden Light koydunuz albümün ismini? Neyi hafifsiyorsunuz?

Bülent Ortaçgil: Türkiye’de “light”lığa alıştık. Her ürünün bir de “light”ı var. Bira light, ekmek light, yoğurt light, giderekten yaşama biçimleri de light gibi oluyor. Bana çok komik gelen bir laf. Bir has, bir öz var; bir de light’ı var. Ama bence, mesela dönercinin yanında McDonald’s da light… İnsanların bütün tercihlerinin light tarafa doğru gitmekte oluşu beni hep güldürüyordu. O nedenle öyle bir espri yapmak istedim. Şarkılarımın içeriğinin de light’a uygun olmasını isterdim. Yani daha saçmalamak isterdim açıkçası. Ama yapamadım o kadarını.

Tersine, “ağır”laşmış bir taraf yok mu şarkı sözlerinde?

Var, olmaz mı? Ama, light lafının arkasına sığınırım diye düşündüm ve fazla kontrol etmedim kendimi bu albümde. Biraz koyverdim kendimi.

Ve karar verdim: Müdür olmak istemiyorum, mühendislik de yapmak istemiyorum, şarkı yapmadan duramayacağım. Uzun yıllar kaybettim. 36 yaşındaydım. “Benimle Oynar mısın”ı 24 yaşında yaptım. Demek ki 12 sene ne yapacağımı bilmeden döndüm dolaştım. Şimdiki gençlerin bu kadar ikircikli davranmayacağını umarım…

Daha önceki albümlerin kontrollü olduğu anlamına mı geliyor bu?

Baştan bir konsept beni fazlasıyla ilgilendirdiği için, o albümlerin içinde unique bir sound olmasına özen gösteriyordum. Bu albümdeyse, kendine özgü bir sound peşinde fazla koşmadım. Gevşettim işi. Bir şarkıyı rock formunda yaptım, Erkan’ın kopuzunu da kullandım, bir kızla acayip macun hale de dönüşebilecek bir aşk şarkısı da söyledim. Gerçi macun filan değil ama, dinleyene macun da gelebilir. (gülüyor)

Has Bülent Ortaçgil’ler bundan evvelkilerdi, bu albüm de onların “hafifi gibi değil yani?..

Ne yazık ki değil, belki öyle yapsam daha iyi olurdu. Ama kendimi fazla da inkâr edecek durumda değilim. Ufak tefek light ipuçları ortalıkta dolaşıyor ama, bence çok heavy tarafları olan bir albüm.

Bir zamanlar Barış Manço, “ben Türk hafif müziği yapmıyorum, ağır Türk müziği yapıyorum” demişti. Sizinki de öyle bir şey mi?

(gülüyor) Bu müzikal tanımlamalara hiç güvenmiyorum. Biri light yapıyor, biri heavy yapıyor, biri kent, öbürü protest yapıyor, öbürü bilmemne yapıyor. Bu laflar dar geliyor bana. İçeriği light olsun olmasın, görenlerin “aaa, Bülent’in light’ı da çıkmış” demeleri bile komik bence. (gülüyor) İçinde bir sürü heavy şeyle karşılaşacak nasıl olsa…

Artık hafakanlar geldi. Türkiye dendiği zaman “normal” görüyorsan, o zaman “anormal” olan benim. Türkiye’de normal olarak addedilen şeylerle ilgili artık somut bir şey söylemek lazımdı. Türkiye normal değil. Artık bunun alegorisi, söz sanatı, teşbihi falan yok.

O heavy şeyler biraz da Bülent Ortaçgil müziğinde ilk şeyler. Mesela “Türkiye” sözcüğü, “ülke” sözcüğü ilk defa geçiyor sizin şarkılarınızda…

Evet. Eskiden Türkiye’nin şartlarından etkilenmiyorum değildi. Ama başka bir iyimserlik, başka bir tavır vardı. Daha genel bakayım, o kadar yerel olmayayım diye kendimi kontrol ediyordum belki de. Ama artık giderekten Türkiye’de bayağı yol ayrımlarına gidildiğini düşünüyorum. Kavramlar karışık, insanlar karışık, kültür ka­rışık. Direkt bir şeyler söyleyerek ne demek istediğimi daha iyi anlatırım diye düşündüm. “Normal”, hayatta yazabileceğim en direkt şarkı. Çünkü artık hafakanlar geldi. Türkiye dendiği zaman “normal” görüyorsan, o zaman “anormal” olan benim.

Geçen albümde “Kafam biraz karışıktır oldum olası” diyordunuz. Her şeyin bu kadar karışık olduğunu görünce, “bari ben netleşeyim” filan mı dediniz?

Bu analiz yanlış olmayabilir. Bundan sonra yapacağım her şeyde o direktliği arayacağım anlamına gelmiyor ama, Türkiye’de normal olarak addedilen şeylerle ilgili artık somut bir şey söylemek lâzımdı. Artık bunun alegorisi, söz sanatı, teşbihi falan yok. Türkiye normal değil bence.

En radikal olabileceğiniz bir dönemdeki, 20’li yaşlarınızdaki şarkılarınız bile böyle değildi…

Türkiye’de o günlerdeki söylem biçimi tamamen politikanın içindeydi. O günün herhangi bir A ya da B politik tavrı beni tamamen kapsayamadı açıkçası. Yoksa ben de bir şeyin militanı olurdum. Hiçbir şey beni tam inandıramadı o günlerde.  Çünkü bir düşüncenin doğru olup olmamasından öte, insanların ona nasıl inandığı, nasıl savunduğu daha fazla ilgilendiriyordu beni. O nedenle taraf olabilecek şeyler söylemedim. Bugün de o kadar taraf olabilecek şeyler söylemiyorum, sadece işin anormalliğini anlatmaya çalışıyorum. DGM var ve DGM’nin olması anormal bir durum. Ve artık alıştık. İşin acı tarafı da bu. Solcu da olsan, sağcı da olsan, ülkücü, dinci de olsan bunun anormal olduğunu yavaş yavaş düşünmek zorundasın bence. Mutlaka bir politik taraf gerekmiyor. Susurluk var, Hasankeyf var: Hâlâ bunların normal olduğunu mu söyleyeceğiz yani?! RTÜK, medya filan artık beni acıtıyor, anlıyor musun! Hiçbir politik tavrım olmadığını söylemek istemiyorum, ama bir politik tavır adına bunları söylemiyorum. Ne politik düşüncen olursa olsun, bence buralarda artık bir ortak paydamız olmalı.

“Normal”i nasıl yazdınız?

Normal-anormal çelişkisi üzerinde lafları biriktiriyordum, notlar alıyordum ama asıl bir barda döküldü her şey. Biranın nasıl olduğunu sorduğumda “normal abi” deyince herif, şarkı çözüldü gitti. Nasıl bir şeyse bu normal anlayışı? Ne sıcak ne soğuk” demek istiyor herhalde. “Ne şiş yansın ne kebap” durumları…

Gizlenmek, saklanmak, susmak… Hep bu temalar geziniyor albümde. Tepkiniz genelde umursamazlığa karşı galiba…

Bizler uzlaşabilen insanlar değiliz. Onun farkına vardım. Asgari şeylerde ortak paydalarımız olabilmeli. Biz sustukça, gizlendikçe, o sokaklarda başkaları oynuyor. Ben çok meraklıyım TRT 3’te meclis saatini seyretmeye. Orda beni idare eden insanlara bakıyorum. Ben gizlendikçe o adamlar artıyor. Bu benim sinirime dokunuyor artık. Türkiye’de herkes de soyguncu değil herhalde. Benim gibi insanlar büyük bir umursamazlık içinde saklanıyor. Ben de öyleyim. Bazı şeylerde ortak bir tavır almalıyız. Cumhuriyet bile tehlike içinde… “Ülke sarsılıyor, ama umurunda değil dediğim “Biraz Umut” şarkısı a capella söylendi. Şarkıda ne kadar direkt şeyler söylenirse söylensin, müzikal olarak üstünde çok uğraştım. Bir dümbelek, bir de ses. Yani bir djembe, bir shaker, bir de benim sesim var. “Biraz Umut”u önce standart Ortaçgil gitarı ve grup sound’uyla çalmayı hedefledik…

Aslında albümde iki şarkı var; öyle yapıldı olmadı, böyle yapıldı olmadı, şöyle yapıldı olmadı. Biri “Biraz Umut”. İkincisi de “Şarkılarım Senindir”: Onun teksti o kadar kapıp götürücü, o kadar kendi başına varolan bir şey ki, işin içine değişik müzik aletleri sokarak teksti kaybetmek haksızlık olacaktı. Tek alete, piyanoya bıraktık işi. Aslında üç senedir bir sürü formatta barlarda çaldığım bir şarkıydı. Barlar antrenman yeri gibi geliyor bana. Şarkı yaşıyor, gelişiyor, öyle bir noktaya geliyor ki, ya radikal bir biçimde değiştireceksin, ya da son çalındığı formatta bırakacaksın. Şarkının son çalındığı format hiçbirimizi tatmin etmiyordu. Baktık, o kadar müzik yüklemeye başlıyoruz ki, sözlerini yutuyoruz şarkıların. Sözler vuruculuğunu kaybediyor.

Erkan Oğur şunları söylerken haklı mı yani: “Bence Bülent’in sözü, müziğinden çok daha yukada. Müzikle o derinliğe ulaşılamıyor. Müzik onu daha aşağıya çekiyor. Müziğine katılan her şey, her aranjman unsuru sözlerini biraz daha eritiyor, anlaşılmamasını sağlıyor…”

“Şarkılarım Senindir”de ben de öyle hissettim. Bütün şarkılar için öyle olduğunu sanmıyorum. Mesela “Normal”de öyle bir tehlike yok, akan, giden bir şarkı. Erkan benim hep tek başıma bu şarkıları çalmamı istiyor. Ama yıllarca tek başıma çaldım. Sıkıldım artık. Ufak müzik unsurları olsun istiyorum işin içinde. Aletini iyi çalan insanların da parçaya katkıları olsun. Kimi insanlar hiç söz dinlemez, müzikleri dinler, müzisyenler mesela böyle insanlardır. “Ne diyor bu herif” diye merak etmezler. Ama çoğu insan Ortaçgil şarkılarının belli bir tekst esprisi olduğunu biliyor zaten.

Erkan Oğur’un söylediklerinde, “şarkı” kavramına karşı bir saygısızlık yok mu? Onun kafasında belki “salt müzik” diye bir kavram var, bir de “salt şiir” diye… Ama hayatta, şarkı diye de başka bir kavram var yani…

Tabii. Şarkıda müzikal espri ile söz, birbirinin içinde erir. Erkan’ın da demek istediğini anlıyorum. Müziği çok çeşitlendirmenin, aralarda sololar filan olmasının sözün bütünlüğünü ne kadar bozduğunu, zorladığını kendi aramızda bazen konuşuruz. Ama, bir gün sözleri dinlersin, öbür gün basçıyı takip edersin, bunda bir sakınca yok ki…

Diyelim, barlarda antrenman yapıyorsunuz, şarkı kendini buluyor, sonra kayıtlara sıra geliyor… Ama sizin müzikal tarihinizde tersi bir durum da söz konusu: İkinci Perde (1990) albümündeki şarkılar düşünülürse, sanki stüdyo bir idman yeri haline gelmiş, o halleri beğenilmemiş, barlarda şarkılar son şeklini almış gibi…

Yaptığım şarkıların her zaman üzerindeyim ben. İkinci Perde’yle ilgili bana yöneltilen en büyük eleştiri bilgisayardı zaten. Ben de Onno’yla çalışmak adına –ki Benimle Oynar mısın’ın (1974) aranjmanlarını da yapmıştı ve müziğine inandığım bir adamdı– bu tür şeyleri gözardı ettim. Bütün o şarkıların güzel şarkı olduklarını, çok iyi aranje edildiklerini biliyorum. Bilgisayarla yapmamızın tek nedeni parasızlıktı. Arkasında Onno-Sezen ikilisi olmasına rağmen, albümü hiçbir şirkete satamadık. Zaman geçtikçe albümdeki plastik sesten rahatsız oldum. O parçaların, plastiklikten uzak halde, barlarda canlı çalınması beni rahatlattı.

Mesela “Çığlık Çığlığa” çok iyi yorumlanıyor sahnede. Sırf plastiklikten arındırma değil, şarkının yapısında ciddi değişimler var.

Evet, evet… Bak, burda Erkan’ın söylediğinin tam tersine bir durum var. “Çığlık Çığlığa”yı ilginç kılan artık enstrümancılar. Ne sözler, ne benim stilim, ne de şarkının yürüyüş formatı değişik. Biraz akor değişikliği, biraz da çalış yüksekliği var… Erkan giderek daha az çalmaktan hoşlanıyor. Onda “bir sürü müzik denendi, yapıldı, artık orijinal bir şey yapılamıyor” kaygısı var. Daha önce yapılmış şeyi yapmak istemiyor müzikte. Her zaman illa en orijinal şarkı armonizasyonunu bulamayabilirsin bence.

Erkan Oğur’la ilişkiniz bayağı çocukluğa dayanıyor değil mi? Erkan Oğur dışında, eskilerden beri müzik yapıp da hâlâ birlikte olduğunuz arkadaşlarınız var mı?

Yok. Bir tek kardeşim Ercüment var. Er­cüment’le Erkan daha fazla anlaşırlardı. İkisi de çalma işine eğilimlidir. Ben şarkı oluşturmaya çalışırdım, onlar gitar çalmak isterlerdi. Ama kardeşim de artık müzikle uğraşmıyor pek. Erkan’la müzikal arkadaşlığımız, sonra akrabalığa, kardeşliğe filan dönüştü.

İlgi alanlarımıza bakıyorum, televizyona bakıyorum, iki küp seyrediyorum, hasta olacağım! Bu kadar kalitesiz olamaz bence Türkiye. Küfretmek babında, zaman zaman “ulan nerden Türk oldum” dediğim oluyor kendi kendime. Bunlara layık mıyım ben, diye soruyorum.

Nasıl tanışmıştınız?

Erkan’ı doğduğundan beri biliyorum, çünkü babalarımız Haydarpaşa lisesinden arkadaş. Sonra tıp okuyorlar, doktor oluyorlar, evleniyorlar, çocukları olmaya başlıyor. Babam İstanbul’da kalıyor, Erkan’ın babası Elazığlı olduğu için Elazığ’a gidiyor. Erkan’ın abisi benim akranım aslında. Erkan ise benim kardeşimle akran. Asıl birlikte olmamız 80’li yıllardadır.

Gitara eğiliminde sizin payınız varmış…

Benim ve kardeşimin payı vardı. Erkan Elazığ’da oturuyordu, öyle şeyleri dinleme şansı yoktu. Yazları bize geldikleri zaman Beatles şarkıları filan dinliyorduk.

Onlar İstanbul’a geleceğine, siz yazla Elazığ’a gitseniz… Belki de…

(gülüyor) İnsan bildiği, beslendiği şeyi yapmalı. Belki özenti olarak öyle bir şeyi yapardım. Ki hayatımın bir döneminde ben de bağlama çalmalıyım diye kendime empoze ettim. Ama baktım ki, ordan gelen şeylerden çok uzakta yaşıyorum ve hiç­ bir zaman onlarla beraber olmamışım… Erkan’ın bir şansı vardı ve bu şansı kendi seçimleriyle birleştirdi. Beslendiği yerlere hiç sırtını dönmedi, inkâr etmedi, ama orasıyla da yetinmedi. Uzun zaman orayı unutmuş gibi göründü, sonra o beslendiği yerlerin türkülerini bir daha çalmaya kalktığı zaman bambaşka bir tavırla çalmaya başladı.

İlk gitarınızı hatırlıyor musunuz?

Eniştem hediye olarak almıştı. O kadar kötü bir gitardı ki, kardeşimle beraber kırmıştık. Eniştem ne anlar gitardan, gitmiş az bir paraya boktan bir gitar almış. Ellerimiz hurdahaş oldu. Bir bokluk olduğunu anlıyorduk, ama ne olduğunu da anlamıyorduk. (gülüyor) Sonra resimlerden filan gördük, başka türlü gitarlar almak gerektiğini düşündük. Zengin filan da değildik, babam özveride bulunuyordu. Çok uzun bir süre benim doğru dürüst, dünya standardında bir gitarım olmadı. Hem parasızlıktan, hem müziği ne derece ciddi yapacağımı kestiremediğimden böyleydi. Müziğin o zamanlar vazgeçilmez olduğu düşüncesi yoktu bende.

Daha vazgeçilmez bir şeyler var mıydı hayatınızda? Galiba tiyatroyla da ilgilenmişsiniz…

Lisede yaptım. Tiyatrocu olabilirdim de. Bitakım yarışmalara katıldık, ben ödül mödül aldım. Kulis kokusunu da hâlâ unutmuyorum. Ekip içinde olan bir-iki insan tiyatrocu oldu. Bir tanesi Mehmet Birkiye, öbürü ise aynı zamanda şair Tarık Günersel.

Neler oynadınız?

Turgut Özakman’dan Güneşte On Kişi’yi oynamıştık Lise 3’te. En iyi yardımcı oyuncu ödülü almıştım liselerarası yarışmada. O yarışmada Rutkay Aziz de en iyi oyuncu ödülü almıştı. Ama tiyatroyla uğraşırken bile hafiften Beatles şarkıları çalıyordum. Arkadaşlarımın eline bakarak, onun bunun gitarını alarak çalıyordum. Asıl o zaman davul çalmaya meraklıydım. Spora da düşkündüm. Atletizm yapardım. Bana o ilk gitarı alan eniştem Türkiye rekortmeniydi, onun teşvikiyle atletizm yaptım. Hızlı koşardım.

Bu kadar şeyin üstüne, derslerle aranız nasıldı?

Çok iyi bir öğrenciydim. (gülüyor) Hayatımda bir kere mi ne ikmale kaldım. Yatılı okuyordum. Hani Atinalilarla Ispartalılar vardır ya, onlara benzer yatılı okul öğrenciliği. Her şey erkek erkeğe, bir sürü şeyi yapmaya vaktin ve imkânın var.

Okulu kırmalar, haylazlıklar, bu tip şeylere bulaşmaz mıydınız?

O durumlarım pek yoktu. Okulun haylazlarından değildim açıkçası. Bir yıl Mazhar Alanson geldi okula. O yatılı değildi galiba. Kızıltoprak’ta bir evleri vardı. Onlar bir grup oluşturmuştu, bizim de bir grubumuz vardı. Hafiften yarışırdık aramızda. Kendi şarkılarımızı yazardık hem de. İngilizce yazardık, Beatles, Rolling Stones kılıklarına bürünüp… Mazhar daha haylaz bir adamdı, ben uslu çocuktum. Kaygısızlar grubu bizim Maarif Koleji’ndeki çocuklarla oluşmuş bir topluluktur. Rıza Erekli de Maarif’tendir mesela. O da müziğin başka bir dalına geçti, stüdyocu oldu, ama hâlâ çaktırmadan içerde gitar çalıp kendi şarkılarını kaydetmeye meraklıdır… Ortaokul zamanlarında okulun korosundaydım, açık bir sesim vardı, müzik hocamız beğenirdi, kulakları çınlasın, çok da hoş bir kadındı. Sonraları müzik kolu başkanı gibi bir şey olmuştum.

Liselerarası müzik yarışmasına katılmaz mıydınız?

Bir kere katıldık. Hangi şarkıyı söylediğimi bile hatırlıyorum: “I Dig Rock and Roll Music”. Bir de bestemiz vardı, onu çalmıştık. Jüride de Şerif Yüzbaşıoğlu gibi profesyonel müzisyenler var. Ama biz de öyle bir haldeyiz ki, burnumuzdan kıl aldırmıyoruz, dünyanın en iyi müzisyenleri olmaya adayız! Kendi yaptığımız bestede neredeyse bildiğimiz bütün akorları kullanmıştık. Her bok vardı içinde. Şerif Yüzbaşıoğlu da demiş ki, “hayatımda bu kadar boktan şarkı duymadım”. Çok kızmıştık. (gülüyor) Bu adam bir şeyden anlamıyor demiştik. Adamcağız haklıymış halbuki. Daha sonraki yıllarda yaptığımız şeyin ne kadar çocukça olduğunu düşündüm. Sanılır ki şarkının içinde çok iyi bir gitar solosunun olması o şarkıyı çok yüceltir, ya da şarkının zor çalınabilir olması, armonik yürüyüşler açısından kulağın zor algılayabileceği müzikal hareketlerin olması şarkıyı güzel şarkı yapan unsurlardır. Halbuki şarkıyı güzel şarkı yapan şeyin çok rahat, akıcı bir söz ve güzel bir melodi olduğunu ondan sonra anladım. Şarkı dediğin akmalı. Kolaylık ya da zorluk şarkıyı iyi şarkı yapan kriterlerden biri değil.

Ahmet Güvenç, Bülent Ortaçgil, Ercüment Ortaçgil ve Hüseyin

İlk 45’likte üniversitedeydiniz, değil mi?

Evet. Lise bittikten sonra Ahmet Güvenç’le arkadaş olmuştuk. Onun müzikal gelişimi de Bunalım’a, Barış Manço’ya kadar gitti… Ahmet’in annesi ise benim şarkı yazdığım Suna Abla’ydı zaten. O eve hep girer çıkardık. Suna Abla, gitar çalmamızı, içki içmemizi, birtakım gençlik numaraları yapmamızı son derece doğal karşılardı. Ahmet’lerin evinin özgürlüğü hep çarpmıştır beni. Hep oraya gitmek istemişimdir. Onlar Esentepe’de Gazeteciler Sitesi’nde oturuyorlardı, biz Bebek’te oturuyorduk… O aralar yeni arkadaşlar da edinilmeye başlandı. Sonunda Ahmet’ler Bunalım’ı kurdular. O grubun isim babası da bendim. Aydın Çakus, Ahmet, bir de davulcu Hüseyin vardı. Hüseyin’in psikolojik sorunları oldu galiba, ayrıldı. Nihat (Örerel) sizin dergide çok güzel anlatıyordu o yılları… Tam Jethro Tull Stand Up (1969) zamanları bunlar. O albümü ilk dinlediğimde aklımı oynatıyordum.

Bunalım’ın tam oluşma aşamasında biz kardeşimle ayrıldık. Çünkü bir seçim yapmaya gelmişti iş: Ya müzisyen olunacak ve her türlü sevabı ve günahıyla müzisyenlik yaşanacak ya da daha dur bakalım! Ben üniversitede kimya okuyorum, başka türlü yetiştirilmişim, gidip de saçımı belime kadar uzatıp rock’n’roll çalmak itici geldi bana. Onlar devam ettiler. İngiltere’ye gidildi, Marshall’lar alındı filan… O kadar sık görüşmez olduk. Ben şarkı yazmaya devam ediyorum, ama benim şarkılarım çok hafif kaçıyor; Marshall’lar alınmış tavana kadar, bar bar bağırta bağırta çalıyorlar şarkıları. Neyse, bir plak yapmak için Disko’yla anlaştılar, galiba “Taş Var Köpek Yok”tu o şarkı. “Böyle bir herif var, tek başına gitar çalıyor, buna da bir şey yapın” diye beni de önerdiler şirkete. Girip stüdyoya o 45’Iiği kaydettim ‘71 yılında: Bir yüzü “Anlamsız”, öbür yüzü “Yüzünü Dökme Küçük Kız”.

Sizin evinizde serbest bir ortam yok muydu?

Serbest olmaya serbestti. Ama büyük bir evde oturmuyorduk. Anne-baba ve üç kardeş… Ahmet’in babası yoktu, Suna Abla tek başına çeviri yaparaktan yaşıyordu, daha büyük bir mekândaydılar, Ahmet’in kızkardeşi Ayşe de –şimdi Devlet Senfoni’de timpanici– müzik çalışıyordu. Bizim eve ampliyi getirip soksak herhalde babam karşı çıkardı. Annem ev kadınıydı. Annemler derslerimden faça vermediğim sürece beni hep desteklediler. “Sen şimdi serseri oluyorsun, gitarı alma eline” diye bir laf hiç duymadım. Öyle bir olanak vermedim onlara. Ama babamla bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum: “Ben kimya okumayacağım, ben müzisyen olacağım” demiştim. Babam çok açık fikirli bir adamdı. Hemen “tamam, ne istiyorsan onu yap, ama geriye dönme, pişmanlık duyma dedi. “O kadar ciddi istiyor musun?” diye sordu. Ben de kendi kendime sordum ve o kadar ciddi istemediğimin farkına vardım. Çünkü korkuyordum. Kendi müziğini yapmak o zaman Türkiye’de hiç kimsenin umurunda olmayan bir şeydi. Öyle şarkılar yapıyorum ki, üç-beş kişi dinliyor. Ama hayatımı o şarkıların ardına kapıp koyvermek, gerektiğinde aç kalmak, sürünmek, ama o şarkıları çalmakta ısrar etmek?.. Kendime o kadar güvenmiyordum açıkçası. Yaşayamayacağımı hissediyordum o şarkılarla.

Üniversite bitene kadar ailenizin parasıyla geçindiniz, değil mi?

Evet, ufak tefek şeyler dışında üniversite sona kadar sürekli para kazanacak bir şey yapmadım. Sonra kitap falan çevirdim.

Hangi kitap?

Bir arkadaşım, birinin çevirmeye başlayıp sonra bıraktığı bir kitabı verdi: Alex Haley’in Kökler’i. 400 sayfalık kitabın elli sayfasından gerisini ben çevirdim, ama ismim yazılmamıştı kitaba. Sonra birkaç kitap redaksiyonu filan yaptım, bir-iki sınai kitap çevirdim, ders filan vermeye kalktım. Kimya mühendisliği yapmak istemiyorum, müzisyen de olamıyorum, ne bok yiycez! Evden de ayrılmıştım artık, bir kız arkadaşımla beraber oturuyordum. Bir şekilde kendime bakmam lâzımdı.

O ilk 45’liğiniz sayesinde, Hey dergisinde 1971 yılının “ümit veren erkek şarkıcılar” kategorisinde beşinci seçilmişsiniz…
Ne diyorsun!? (kahkaha atıyor)

770 oy almışsınız. Neco onuncu olmuş, Ali Rıza Binboğa sizden üstte, üçüncü… Sevinmiş miydiniz, devam etme arzusu gibi bir şey hissetmiş miydiniz?

(gülüyor) Mutlaka sevinmişimdir, ama çok etkilendiğimi tahmin etmiyorum. O listelerin, o rakamların naylon olduğuna inanıyorum. 770 adamın bana oy verdiğini sanmıyorum. 45’lik çok komik miktarda satılmıştı. 300-500 sattıysa ne mutlu! Zaten Benimle Oynar mısın da 2000 adet satılmıştır. Ama o sıralarda kaset doldurtma dönemi başlamıştı, adam plakçıya gidip “bana ordan iki Barış Manço, bir Bülent Ortaçgil, iki de Pink Floyd kaydeder misin diyebiliyordu. Plak satışının 1000 adetinden Ali Kocatepe bana para vermişti, ben de gidip bir Dual pikap almıştım, hiç unutmuyorum. Sonra zaten plak şirketi kapandı, ben ortada kaldım. Umurumda da değildi. Çünkü plak çıktıktan sonra öyle müthiş tepkiler filan almadım. Kimse “vay be, n’apmışsın” demedi. Gerçi beğenildi, radyolarda çalındı, o zamanlar İsmail Cem’in TRT’de olduğu dönemdi. Ama bir tiraj ve ün asla söz konusu değildi…

Bir de korsan olarak yapılmış bir 45’liğim varmış. İki-üç yıl öncesine kadar haberim yoktu. Bir arkadaşım dedi ki, “senin bende 45’liğin var”. Haa, “Anlamsız”, tamam. “Hayır, değil” dedi. Eee, ne o zaman? “Şık Latife” dedi. Yahu benim öyle bir 45’liğim yok. “Olmaz mı, var” dedi. “Getir ulan o zaman” dedim, herif sahiden de getirdi, koydu önüme.

Yine 72 tarihli bir Hey’de, Biz isminde bir grup kurduğunuzun haberi var… Siz ve Mehmet Seven, Ercüment Ortaçgil, Ergun Pekakcan, Fatih Tunca. Grubu Şanar Yurdatapan lanse ediyormuş…

Şanar bize hep yerel olmamızı öneriyordu. Yerel enstrümanlar kullanmamızı istiyordu. Bağlama çaldığım dönem de işte o dönem. Fakat “şöyle olmamız gerekir” gibi bir şeye inanmıyorduk. Şanar’la birkaç kere konuştuk, bir kere stüdyoya deneme kaydı yapmaya gittik. Orda bağlama kullanıldı, muhtemelen kardeşim çalmıştır. Ama o bağlamanın sadece adı bağlamaydı, Türk müziğinin özünden hiçbir şey içermiyordu. Şanar’a gidip “böyle bir şey yapamayacağımızı, kendi kendimizi inkâr etmek istemediğimizi” söylediğimizi hatırlıyorum. O grup yaşasa yaşasa 15 gün yaşamıştır.

Bakın Hey’e ne demişsiniz: “Toplumdan kopmamaya, halkımızın şu andaki müzik kapasitesinin çok az önünde çalışmalar yapmaya karar verdik. Bu çizgide yeni besteler yapmaya başladık…”

Yapmışızdır da. Doğrudur! (kahkaha atıyor)

Bir adı olan başka bir grubunuz oldu mu?

Lisede Damlalar’dı adımız. Çok sonraki yıllarda Norveç’te bizim Siret’le (Yurtsever) çalarken de ben koymuştum grubun adını: Solid. Başka da bir grubum olmadı.

Damlalar grubunda

Üç Masal adında bir de masal albümünüz var 70’li yıllarda…

Benimle Oynar mısın’dan sonra müzik teorisi, müzik yazımı gibi şeylere ilgi duymaya başladım. Michel Legrand bayıldığım bir adamdır. “Nasıl orkestrasyon yapılıyor, insanlar nasıl çalgılarını çalıyorlar” dönemim başlamıştı artık. Gitar çalışmaya, hafiften nota öğrenmeye başladım. Ali Kocatepe “masallara müzik yazar mısın” dedi. Ben de hemen atladım. İlk defa kâğıt üzerine notayla motayla müzik yazdım. O yazdığım müziği de Atilla Özdemiroğlu flütle, trombonla filan çaldı. O plağın içinde iki tane de şarkı vardır…

“Keşke benim de bir lambam olsa…”

Hah, o şarkı işte. “Sihirli Lamba”ydı adı. Birde “Veli Hoca” diye bir şarkı var içinde. Sırf, bakalım kurguladığım müzik neye benziyor gibi bir pratik yapmak için kabul etmiştim. Aslında benim yaptığım müzikle masalların organik bir bağlantısı olmadı, dolayısıyla başarısız bir plak bu. Herifler masalları radyofonik olarak okumuşlar, ben
de üstüne müzik yazmışım. Benimle Oynar mısın’ın şarkılarını yaptığım zaman beni güden şey müzik bilgisi falan asla değildi. O ruh, o espri başkaydı. Heyecanla yapılıyordu her şey. Zaten çoğu şarkı yazarı öyledir. Müzik eğitimi almamıştır, müzisyen kafalı değildir, bir şey söylemek isteyen insandır sadece. Ondan sonra “hadi şu yaptığım şeyin ne olduğunu öğreneyim gibi bir tavır içine girdim.

Sadece kendi şarkılanızın ardına düşmenizi abartılı bulanlar var. Mehmet Güreli, şaka yollu, “kendinden başkasının şarkısını bırakın, ıslık bile çalamaz halde” diyordu sizin için…

(kahkaha atıyor) O kadar da değil. Ben başkasının şarkısını zamanında çok taklit ettim. Sonra da bıraktım. Radyoda ya da plakta birinin yaptığı müziği dinlerken onunla ânında çalma provası yaparım. Kalecinin refleksini geliştirmesi gibi, müzisyenin de duyduğunu anında çalması önemli. Bu konuda bayağı hızlıyımdır, çabuk çalarım. Çok merak ettiğim bir akor geçişi, bir armonik geçiş hissedersem, onu bulmaya çalıştığım olur.

“Müzik”i bırakıp “şarkılara dönelim. Batıda son yıllarda çok artan tribute albümler var. Bu işler Türkiye’de de başlarsa, siz böyle bir albümde birinin bir şarkısını yorumlamak istemez misiniz?

Tabii ki isterim. Kiminkini yorumlamak isterim? Daha rahatlıkla söyleyebileceğim şarkılar, bana benzeyen, benim akranlarımın şarkısıdır muhtemelen. Mazhar’ın, Nejat’ın, Fikret’in olabilir. Veya Timur Selçuk çalmak isterim, Erkin Koray çalmak isterim. Tribute albümlerden Leonard Cohen’inkini dinledim. Son derece güzel bence.

Size bir tribute albüm yapılmasını ister miydiniz?

İsterim tabii. Bu şarkıların çok değişik müzikal dillerde neye benzediğini merak ediyorum. Benim şarkılarımı barlardaki gençler söyler durur. Onları fazla dinlemiyorum, çünkü bar bar dolaşmıyorum. Ama Mozaik ekibi söylediği zaman dinlemiş ve beğenmişimdir. Şimdi Birsen (Tezer) söylüyor bir-iki şarkımı. Onları da beğeniyorum.

Ayşegül Aldinç “Şık Latife”yi okumuştu…

O yüzden bana kızdılar. Halbuki şarkı benim. Şarkı söyleme özgürlüğü de onun. Kötü olmuş diye bana niye kızıyorlar? Kötüyse kötü, ben ne yapayım?

Sezen Aksu’nun “Beni Kategorize Etme”yi söylemesi nasıl olmuştu?

İkinci Perde’yi yaparken her gün Onno’nun evine gidiyordum. Sezen, “Kategorize Etme”yle orda rastlaştı. Hatta önce bir tane şarkı yazmamı istedi kendisi için. Ben de bir şarkıyı Sezen söylesin diye yavaş yavaş yazmaya başladım, şimdi Light’ta yer alan “Kimseye Anlatmadım” şarkısıydı. Daha bitmemişti, ama formatı belliydi. Sezen “Ben, ‘Beni Kategorize Etme’yi söylemek istiyorum” dedi. Sezen’in stiline uygun olmayacağını düşünüyordum, “söyleyeceğim” diye tutturunca “ne halin varsa gör” dedim.

Beğendiniz mi yorumunu?

Hayır. Fazla beğendiğimi söyleyemem. Şarkıyı birine “buyur söyle” diye verdiğinde, karşına çıkacak şeylerin sorumluluğunu almak zorundasın. Ben onaylayayım, sonra piyasaya çıksın gibi bir tavır yanlış. Cohen’in de gidip o insanlara “kötü olmuş çocuklar, yapmayalım” dediğini sanmıyorum.

Sezen Aksu’dan sonra sizin şarkılarınıza bir talep oluştu mu?

Ara sıra oluyor ama, genellikle istemiyorum. Neden istemediğimi de bilmiyorum. Büyük bir talep olmadığı da açık. Ama isteyen birkaç isim oldu.

Bugünden bakınca Benimle Oynar mısın’ı nasıl görüyorsunuz? Çok “yaşsız” bir albüm, “bunu yazan insan 21 yaşındadır” dedirtmeyen bir albüm… O albümdeki herhangi bir parça, pekâlâ 90’larda da bestelenmiş olabilirdi.

Çünkü ipuçları yok. Sanki olmayan bir yerde, olmayan bir zamanda yazılmış gibi..

Ve çok olgun…

Ben 21 yaşımda Dostoyevski’nin bütün kitaplarını neredeyse okumuştum. Kafka’yı okuyordum. Sartre’ı, Camus’yü okuyordum. Bütün bu varoluşçu edebiyata takılıyordum. Ayrıca ‘69’dan beri bir sürü şarkılar yazmışım, plak çıkana kadar o şarkıları demleme şansım da olmuş. Benimle Oynar mısın albümünü yapmak için ben en ufak bir çabada bulunmadım. Ali bana demeseydi ki “gel Bülent şunu yap, yapmayacaktım herhalde. Şimdi 17-18 yaşındaki bir dinleyici o şarkıların 30 yaşında olduğunun bilincinde değil. Yeni bir şey dinliyormuş gibi dinliyor. Ben, hep okuduklarıma, dinlediklerime, ve dünya pop müziğinin inanılmaz bir devinim halindeyken, en genç ve en verimli zamanımda olmama veriyorum albümün başarısını. Sırf şarkı yazmayı düşünüyordum o zamanlarda. Abartarak söyleyeyim: Kız peşinde değildik, şarkı peşindeydik. O şarkıların kolay kolay aşamayacağım şarkılar olduğunun o zaman bilincine varmadım tabii ki.

Mühendislik yaptığınız dönem sizi tamamen koparttı mı müzikten?

Tamamen kopartmadı ama, içimi acıttı. Benimle Oynar mısın’daki o naif durum ile mühendisliğin karşıtlığını gördüm. Kravatını tak, malzeme mühendisliği yap, para hesabı yap, ondan sonra eve gelip gitar çal ve “Değirmenler”i yaz. Bu durum içimi acıttı. Öyle bir yere geliyorsun ki artık, çalıştığın yere müdür olacaksın. Peki ben hem müdür olup da hem “Değirmenler” şarkısını nasıl söyleyebilirim? Büyük bir çelişki var. Ne doğru dürüst müdür olabilirim, ne de doğru dürüst bir şarkıcı.

Türkiye’de bir sürü insan bu halde aslında. O noktada karar veremiyorlar ve eski statü devam ediyor, ve giderekten ruh hastası olmaya adım atmış oluyorlar. Şimdi mühendis olsam daha fazla para kazanıyor olacaktım, iyi müzik tesisatları alıp, Gibson’ın en iyi gitarını alıp kendimi avutacaktım. Öyle yapan arkadaşlar var çünkü. En iyi fotoğraf makinalarını almak, uçağa atlayıp sahnede en iyi herifleri seyredip dönmek gibi şeylerle uğraşabildim ama, öyle bir noktaya geldi ki sonunda: Eşimden ayrıldım, şimdiki eşime âşık oldum, Fikret’le (Kızılok) Çekirdek’in kurulması aşamasına gelindi. Orda karar verdim: Ben müdür olmak istemiyorum, mühendislik de yapmak istemiyorum, şarkı yapmadan da duramayacağım. Orada çok uzun yıllar kaybettim aslında. Şimdiki gençlerin bu kadar ikircikli davranmayacağını umarım ama, hayat hâlâ öyle mi, bilmiyorum. Bunu yaptığım zaman ‘86 yılıydı ve 36 yaşındaydım. Benimle Oynar mısın’ı 24 yaşında yaptım. Demek ki 12 sene ne yapacağımı bilmeden döndüm dolaştım. O zamanlar yazdığım şarkıları toplasan on tanedir. Artık hafif hafif unutmak istiyorum, geçsin gitsin istiyorum hayatımdan o günler. Boruları tıkayan şeyler vardır ya, temizleyince su akar; içimde artık o su akmaya başladı. Su akınca rahatladım, rahatlayınca da daha kolay şarkı yazmaya başladım. Müzisyen olmaya karar verdikten sonra çok mutlu bir insan oldum ben. Kendi şarkılarımı çalıyorum, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez.

“Eylül Akşamı” şarkısı eşinizle tanışmanızın hikâyesi değil mi?

Ben Kalamış’ta otururken şimdiki eşim benden 150 metre arkada bir yerlerde oturuyormuş. Vapurda, Köhne’de filan hiç karşılaşmamışız. Rastlamak, rastlamamak, rastlasan bile ıska geçmek gibi zamansal oyunlar beni böyle bir şarkı yazmaya itti. O günleri, Köhne’yi, vapur kaçırmaları, Bostancı dolmuş kuyruklarını filan da hatırlamak istedim. O eylül akşamı tanışmamız da Kadıköy’de değil, çok uzakta, Bodrum’da gerçekleşti. (gülüyor) Evlilik yıldönümümüz olarak kâğıt imzaladığımız günü değil, o eylül akşamını kutluyoruz biz…

“Eylül Akşamı” şarkınızdaki Kadıköy’ü anlatır mısınız biraz… Mesela Köhne kahvesi?

Köhne büyülü bir kahveydi. Kalamış’ta deniz kıyısındaydı. Şimdi orada marinanın girişi var. Adı üzerinde, köhne bir yerdi. Kocaları işte olan kadınlar kocalarını orada beklerlerdi, beatnik kılıklı adamlar orada takılırlardı, kızlar rahat rahat oraya gelirdi, yaşlılar gelir nargile içerlerdi. Müdavimleri vardı bayağı. Mazhar’ların, Fuat’ların ekibi de bilir oraları, onlar da orda hayat geçirdiler.

Kadıköylülük nasıl bir şey? Taksim ya da Bakırköy tarafını bir küçümseme var mıydı sizde?

Hayır. O zamanlar Kadıköy tarafı öbür tarafın yazlık yeri gibiydi. Kışın buranın yerleşmiş insanı azdı. O zamanlar Beyoğlu’nun bar ya da gece kulübü hayatına bir düşkünlüğüm hiç olmadı.

Sanılır ki şarkının içinde çok iyi bir gitar solosunun olması o şarkıyı çok yüceltir, ya da şarkının zor çalınabilir olması, şarkıyı güzel şarkı yapan unsurlardır. Halbuki şarkıyı güzel şarkı yapan şeyin çok rahat, akıcı bir söz ve güzel bir melodi olduğunu sonra anladım. Şarkı dediğin akmalı. Müzik sadece teknik değil, virtüozite değil. Bunlar başka şey, kurgulamak başka şey.

Mesela Bunalım’dan arkadaşlarınız hep Şişli-Taksim çocukları. Veya Beyoğlu, hep Erkin Korayla anılır…

Erkin Koray’ı bile bizim çocuklar onla beraber çalıyor diye biraz bilirdim. Hiç seyretmedim onu bir kulüpte. Hafiften bir yabancılığımız vardı onlarla. Nasıl anlatayım?! O hayatın içindeki insanlar gibi değildik, narkotik insanlar değildik. Ben değildim yani, içki miçki içip ha hi ho ederdim ama, Taksim-Şişli civarında nerelerde ne döndüğünü hiç bilmezdim. Takılmazdım. Narkotik derken, ağır narkotizmden değil, ot içmek, esrar içmekten söz ediyorum. Benim de üç-beş içmişliğim vardır ama, o tarz insanlarda içmeyenlere karşı hep bir tuhaf göz vardır ve o hep rahatsız etmiştir beni. Bu bok içilince yapılır, içmeyenler yapamaz ve sen içmediğin için dünyayı çok köşeli görüyorsun, halbuki gerçeği ancak bunla görürsün… Üstünkörü, ağzıma geldiği gibi söylüyorum ama, buna benzer bir tavır vardı ve bu tavır hep yabancı gelmiştir bana. O nedenle kaçınmış olabilirim.

Çekirdek Sanatevi’nin sürdüğü dönemde size TRT’de programlarda rastlıyorduk. Biri Fikret Kızılok’la beraber yaptığınız bir çocuk programıydı… Diğeri de İzmir televizyonunun bir programı, hatta konuklar çağırıp müzik yapıyordunuz…

Çocuk programına çocuk şarkıları yazmıştık Fikret’le. Yalnız biz değil, TRT herkese ısmarlamıştı. Bizim de yaptığımız 12 şarkı vardı galiba, onları dört hafta üst üste söyledik… Öbür programda ise bir kere Jak Esim’i çağırmak istedim. TRT’ciler etnik müziğe yer vermeyeceklerini söylediler. “O zaman ben de yapmıyorum dedim. Türkiye’deki Yahudilerin müziği etnik müzik bile olsa, Türk televizyonlarında çalınmasının yasaklanmasını anlamam mümkün değil, öyle bir kuruma gitmem de mümkün değil. Üç hafta sürdü. Robert Johnson’la, Erkan’la, İlhan Şeşen’le yaptım, dördüncü de Jak olacaktı…

Barlarda çalmaktan rahatsız değil misiniz? Sizin müziğinizin yeri orası mı?

Tabii ki değil… Ama çalmak zorundayım, bu kadar basit. Böyle para kazanıyorum. Hiç tanımadığım yerlerde çalmıyoruz, tanımadığım türde insanlara da çalmıyoruz, sosyete barında göremezsin beni. Bana ayda bir tane konser vermemi sağlasalar, hiçbir barda çalmam. O bir konserle yaşarım, ama öyle bir düzenek yok.

Bardayken, seyirci pek umurunuzda değilmiş gibi çalıyorsunuz sanki…

Gün gün değişiyor. Bizim müziğimize sempati gösteren bir kalabalıkta keyif alıyorum. Ama kim kime dum duma bir cumartesi akşamının Saturday night fever’ına kapılmış insanların arasında hemen filmi koparırım.

Bazen şey de yapıyorsunuz galiba… Yani…

Sataşıyorum. (gülüyor) Fırça da atıyorum. Orada Bülent Ortaçgil çalındığı belli. Seçerek gelmişsin zaten. Ve bu şarkılar “hadi el çırpıcaz, dans edicez” şarkıları değil. Eğer öyle bir amacın varsa başka bir bara git. Tabii ki ölüm sessizliği istemiyorum ama, başka insanların ambiyansını bozacak şekilde yüksek sesle konuşan insanlara iki lafım var orda. İlk çaldığım zamanlarda daha serttim, bazen bırakıp gidiyordum, ara veriyordum, ama şimdi espriye vuruyorum.

Plaklarınız çok satıyor olsa, barlarda çalmaya devam eder misiniz?

Çalmak da bir hastalık, biliyor musun? Erkan’da, Gürol’da çok görürüm bu hastalığı. Erkan hep elinde gitarla yaşıyor. Çalmadan duramıyor. Geçen gün Gürol’un evinde kaldım. Gece üçte eve geldik, içkiler içmişiz, hadi allah rahatlık versin dedik, bir baktım Gürol elinde basla gidiyor yatmaya. Daha bir saat çalacak, ondan sonra uyuyacak herif. O hastalık olmasa, öyle çalamazsın işte. Bende de yavaş yavaş o hastalık başlıyor. Çalamadığım zaman suçluluk hissediyorum. Bunun en pratik çözümü de barlar.

Beğenmediğiniz şarkınız var mı hiç?

Hepsini seviyorum. Hepsi de hayatımın bir döneminin bir parçasını ifade ediyor bana en azından. Yüzlerce eskizim var. Yıllar içinde ya unutulur giderler ya aklımın bir kenarında kalıp bir gün başka bir şarkının malzemesi olurlar. İnsan memory­’si dediğin nedir ki? Arkalara bir yerlere bir şeyler atıyorsun, sonra bir şeyler yakaladığını zannediyorsun, o kim bilir nerenin neresinden fikir alan bir şey. Mesela Fikret’le yazdığımız “Bizim Şarkılarımız’’ şarkısının melodik yürüyüşüyle “Çığlık Çığlığa”nın melodik yürüyüşü benzeşiktir. Bu benim bilinçli seçimim değildi, sonra düşündükçe anladım…

Otuz yıl önce neysem, yolum üç aşağı beş yukarı aynı. Bir kulvar değişikliği yapmadım. Yapmayacağımı da biliyorum, ama yine de bu bana biraz stres veriyor açıkçası. O sorumluluğu ve kısıtlılığı taşıyorum üzerimde. “Benimle Oynar mısın”la öyle güzel anıları var ki herkesin, o anılarının içine sıçmak istemem günün birinde.

Ben ancak gitar çalan insanların anlayabileceği bir şeye özen gösteriyorum: Her şarkım bir etüddür. Hiçbirinin çalınış biçimi bir ötekine benzemez. Mutlaka ufak bir gitar esprisi vardır. Mesela Bob Dylan’ın sadece melodik kurgusu vardır ve çalakalem söyler, bir şarkıda bir roman bile söyler, o kadar laf ebesidir. Gitar partisyonu açısından bir enteresanlığı yok, ama Donovan öyle değil. Donovan’ın şarkılarında daha ustaca gitar, daha renkli gitar armonisi vardır. Gitar pozisyonu ustalığım olduğuna inanıyorum. Bir akoru herkes bir türlü basar, ben öyle basmam, başka türlü basarım. Bu albümde iki-üç şarkıda gitarı open-tuning çaldım, gitarların akordu değişik, genellikle slide gitarcıların kullandığı bir teknik… Aslında ne zaman gitar çalıştıysam, teknik çalıştıysam, armoni, müzik çalıştıysam, o dönemlerde hiç şarkı yazamamışımdır. Kendimi bıraktığım zaman, ya da elime gitarı alıp akorların üzerinde fazla kendimi kısmadan gezindiğim zaman daha rahat şarkı yazmışımdır. Şunu demek istiyor olabilirim: Müzik sadece teknik değil, çalabilme kapasitesi ya da virtüozite değil. Bunlar başka şey, kurgulamak başka şey.

Şarkı bittiğinde nasıl bir tatmin duygusu hissedersiniz?

“Benimle Oynar mısın” şarkısı bittiğinde uçtum mesela. Bebek’ten bir yerlere kadar epey yürümüştüm. “Bu işi yaptım” diye kendi kendimle gururlanmışım. “Değirmenler”de de bunu hissettim. O şarkıyı on dakikada falan yazdım. Tam mühendislik zamanlarımdaydı. “Oyuna Devam”da, “Kızıma Mektup”ta da o duyguyu duyduğumu hatırlıyorum… Birçok şarkımda şöyle bir demleme metodum var: Şarkıyı yazarım, ilk kaba hali kendi otosansürümden onay alır, o şarkıları kimsenin duymayacağı bir şekilde bir-iki yıl kendi kendime çalarım. Şarkı olunca kendini belli eder. Bir daha sözleri değişmez. Son şarkılarda bir şey oldu: Erkan şarkıyı dinler, çok beğenir, “şurda şunu desene” der, kıramam. Hasankeyf sözcüğünü kullanmamı Erkan istedi. “Arabam bir ok gibi”nin üstüne, “yollarsa yay” demem için Erkan ısrar etti. Başka ısrarları da olmuştur ama, kabul etmemişimdir herhalde. (gülüyor)

Çekirdek kasetlerinde kendinizden bahsederken, “çok zor şarkı çıkarıyor ve coşkuya dönük değil şarkıları” diyorsunuz, “kent çocuğu” olduğunuzu söylüyorsunuz…

O lafların üzerinden 14 sene falan geçti. Artık yılın aşağı yukarı dört-beş ayını Bozburun’da geçiriyorum ben. Denizle daha yakından bir ilişki içindeyim. Köylük yerlerde doğa çok etkiliyor insanı. Bir yağmur yağdığı zaman hissettiğin duyguları şehirde hissetmen mümkün değil. Yağmur karşıdan geliyor, geldiğini görüyorsun, dağları taşları aşa aşa geliyor. Şehir çocukluğundan köy çocukluğuna böyle bir yolculuğum var. Ama ben burda büyüdüm, burda oldum, bunun etkisinin kolay kolay değişeceğini sanmıyorum. Çekirdek zamanından sonra yazdığım İkinci Perde ve Oyuna Devam’daki (1991) şarkılar yeteri kadar coşkulu şarkılar.

Kuşlu şarkılarınızın sayısı gittikçe artıyor… Doğayla haşır neşirliğinizin sayesinde mi?

Ben de kendime bunun nedenini soruyorum. Bir psikoanalizciyle konuşmak lâzım. Acaba mutluluk özlemi midir? Halbuki son derece mutlu olduğumu iddia ediyorum. Aslında uçma korkum da var benim. Uçaktayken her dakikayı sayarım.

Kuşun sizi çarpan tarafı uçuyor olması mı?

Sanıyorum, havadan bize bakıyor olması. Tepeden aşağı görme fikri inanılmaz… Yoksa kuşun güzelliği ya da rengi değildir beni çeken.

Ama renklendiriyorsunuz kuşları. “Ak Kuşlar Kara Kuşlar” vardı, şimdi de “Mavi Kuş” var.

Evet, boyuyorum demek ki onları. (gülüyor)

Aşk şarkıları da fazlalaştı. “Aşk Var” şarkısında aşk, özellikle bir çözüm olarak öneriliyor gibi.

Aşk şarkısı yazmak için her seferinde âşık olmana gerek yok. O duygunun ne olduğunu anladıktan sonra yine yazıyorsun. Aşk, bence ortak paydamız. Kim olursan ol, bir kere âşık oluyorsun. Ve çok dolu ve içten yaşıyorsan, insanları birbirine yardımcı edecek duyguların ipuçlarını da yaşayabilirsin aşkın içinde. Çok bireysel bir şey belki ama, en az iki kişiyle yaşanıyor. Bir komünikasyon söz konusu. Bir teslimiyet söz konusu: Kendini başka birine bırakıyorsun, düşünsene! Ama kurtarıcı olarak da görmüyorum pek. Aşk sivri bir duygu olduğu için kurtarabildiği gibi batırabilir de…

Aşk cinayetleri de var…

(gülüyor) Öyle şeyler, aşkı yaşarken, ya aşağılık kompleksinden, ya güvensizlikten, ya hiçbir şeye inanmamaktan oluyor, ya da ataerkil toplumun erkeği olmaktan… Aşkın suçu yok bunda. Suç cinayet işleyende. (gülüyor)

Bir şarkıda da “Oyuna devam, ama eski havası yok” diyorsunuz. Bu sözler de pek öyle “coşkuya dönük” değil…

Oyuna devamın doğruluğuna inanıyorum da, Türkiye’nin de bu durumundan hoşnut değilim. Bence tuhaf bir durum var Türkiye’de. Beni etkileyen öyle büyük bir kültür olayına rastlamıyorum, büyük bir sanat olayına rastlamıyorum, enteresan bir politikacıya rastlamıyorum, allahtan birtakım yazarlarımız var, ama azınlıktalar. İlgi alanlarımıza bakıyorum, televizyona bakıyorum, iki klip seyrediyorum, hasta olacağım! Bu kadar kalitesiz olamaz bence Türkiye. Küfretmek babında, zaman zaman “ulan nerden Türk oldum” dediğim oluyor kendi kendime. Bunlara layık mıyım ben diye soruyorum.

Sizin müzikal çizginizin örnek alındığınızı hissediyor musunuz?

Evet, bu bir stres de yaratıyor. Mesela Türkiye’de bir sürü eski solcu bir sürü insanı etkiledi, bir sürü insanın hayatıyla oynadı, şimdi bütün söylediklerinin tam tersi bir hayat yaşıyor herifler. Gidip alâkasız bir patronun televizyon şirketinde genel yayın müdürü olmuş herif. Ben hayatımda böyle bir değişiklik yapmadım. Otuz yıl önce neysem, yolum üç aşağı beş yukarı aynı. Hayatın değişiklikleri, olgunlaşma, yaşlanma gibi şeylerin getirdikleri dışında bir kulvar değişikliği yapmadım. Yapmayacağımı da biliyorum, ama yine de bu bana biraz stres veriyor açıkçası. O sorumluluğu ve kısıtlılığı taşıyorum üzerimde. Benimle Oynar mısın’la öyle güzel anıları var ki herkesin, o anılarının içine sıçmak istemem günün birinde.

Roll, sayı 24, Ekim 1998

Not defterimden

(Bülent Ortaçgil, söyleşiye bir ara verip içeri gidiyor ve eski bir ajanda getiriyor) Özel bir şey göstereyim sana, bunu ilk gören sensin, karım bile bilmez..!

(İçinde şarkı sözleri, şiirler Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Attilâ İlhan olan defterin sayfalarını ağır ağır çevirmeye başlıyoruz…)

69’un not defteri, bak, ben o zaman “Yağmur”u yazmışım… İlk sayfada “Çukurdaki İnsan” diye bir şarkı var. Galiba ilk yazdığım şarkı oydu: 16 Eylül 1969, saati bile yazıyor, 11:10, Bebek… “Anlamsız”ın da adını o zamanlar “Anlamsız gece, anlamsız hayat” diye koymuşum…

İşte ‘70’te Dormen Tiyatrosu’nda bir konser vermişim, neler çalmışım: “Universal Soldier” –Donovan, “Love Street” –Doors, “Anlamsız”, “Çukurdaki İnsan”, “Yağmur”… “Çukurdaki İnsan”ın bestesini yarım yamalak hatırlıyorum. İzmir Radyosu’nda Hülya Tunçağ ve Ümit Tunçağ’da kayıtları var, ‘70’te çalındığı haliyle…

(Defterin içinden ilk 45’lik sonrası yayınlanmış bazı gazete kupürleri çıkıyor.) “Düşünen bir Bülent yaşar Boğaziçi’nde” diye başlık atmışlar, ama “yaşar”ı öyle bir yazmış ki herif, Bülent Yaşar gibi okunuyor. (gülüyor) O zamanlarda da protest müzik tabiri kullanılıyormuş. Hesapta böyle yeni bir müzikal akım var ve onun da tek örneği benim. (gülüyor) Bak, birtakım naylon haberler, “Bülent çok büyük ilgi görüyor” filan gibi…

(defterin sayfalarında dolaşmaya devam ediyor) “Şık Latife”de 1970 tarihi var. “Bazen buluşup alışverişe çıkarlar” diye yazmışım ilk halinde… Aaa, “Günaydın”, İzmir Radyoevi’nde yazmışım, ne enteresan!.. “Suna Su”yu bestelemişim, uçmuştum o şiirden. ‘82 Hodri Meydan konserinde bu “Suna Su”yu cazcılarla çalmıştım… O zamanlarda Budak sineması konseri, Yeni Tiyatro konseri, böyle konserler vermişim… Akorları filan hiç not etmemişim, çünkü her saat şarkı yazabiliyorduk o zaman… Yazdığım İngilizce şarkıların bir listesi var, burda da Türkçe şarkıların bir listesi. O zaman şarkının adına “Su Olsam Ateş Olsam” demişim bak… “Hamal” diye de bir şarkım var. İşte bu “Hamal”, Biz’in şarkısı azizim! Hani toplumun “az önündeki” şarkılardan… (gülüyor)

Çukurdaki insan

Sevinin insanlar / gülün / için / içinizden… // Biri daha düşmüş çukura / Çevirin başınızı / Duymayın sesini / Biraz sonra gelip / gözyaşı dökersiniz // Kuyudaki insan / çırpınıp dursun / – Nerde arkadaşlarım? / desin / Bekleyip dursun // Bakışları ümitsiz / Umutları yitik / Boynu ince / Soluğu kısık

16 Eylül 1969, 11:10, Bebek

Hamal

Sırtında bir yük / Pabuçları yok / Genç ol­ sa gerek / Benden // Gözleri yollarda / Kenetlemiş ellerini / Arkamdan geliyor! / Benim // Konuşuyor… belli de / Duyulmayan sesinde / Adresi soruyor / Bana // Unutmadım daha / Soluğunu yüzümde / Düşündüm / Ben de // Taşıyamadığım suçum / Sanki ben yapmışım / Bir kez düşün / Sen de

2 Mart 1971 (21. doğumgünü)

Defterdeki Türkçe şarkıların listesi

En iyisi • Yağmur • Çukurdaki insan • Anlamsız • Kim Bilir O An Geldi • Yüzünü Dökme Küçük Kız • Kapılar – Yollar • Yürüyüş (Açık Havada) • Ötede Beride Bulacaklar Seni • Bulamazsın • Şık Latife • Nedir Yarından İsteğin • Adımlar • Zaman Denizi • Değişti • Hamal • Suna Su • Günaydın • Su Olsam Ateş Olsam

^