Thomas Mann’ın başyapıtı Büyülü Dağ’ın kahramanı genç Hans Castorp, kuzenini kısa bir süreliğine ziyaret etmek için gittiği İsviçre’deki sanatoryumda tam yedi yıl geçirir. Görünüşte sanatoryuma takılıp kalmasının nedeni hastalardan birine, bir Rus subayın eşi olan Clawdia Chauchat’ya tutulmasıdır. Castorp âşık olduğu kadını yemek zamanlarında görmek için yanıp tutuşur. Kara sevda onun da hasta olmasına yol açar. Ancak gördüğü bir rüyanın ardından tutkusunun içyüzünü keşfeder.
Rüyasında, ortaokuldan tanıdığı Pribislav Hippe’yle karşılaşır. Kendisinden bir yaş büyük olan, hayranlık duyduğu Hippe’nin gözleri de tıpkı Madam Chauchat gibi solgun yeşil, çenesi tıpkı onunki gibi kemiklidir. Üstelik Hippe ile de, tıpkı Madam Chauchat gibi, ondan kalem rica ederken tanışmıştır. Yazar benzerliği şöyle ifade eder: Hippe ve Madam Chauchat’nın gözleri şaşırtıcı derecede benziyor demek yetmez, aslında “gözler aynıdır”.
Zamanın silikleştiği, sakinlerinin büyük kısmının ölümün kıyısında yaşadığı sanatoryumda sadece rüya ve uyanıklık, bilinç ve bilinçdışı iç içe geçmez, zaman sanki askıya alınmış, daha doğrusu bükülmüş gibidir. Sanatoryumdaki topluluğun hayat deneyimini şekillendiren hastalığın gölgesinde Hippe ve Chauchat aynılaşır.
Sessiz sözleşme
Bundan sekiz yıl önce, barış sürecinin sürdüğü dönemde, Ayvalık’tan İstanbul’a doğru gece yarısı yola çıkan ve büyük oranda tatilcileri taşıyan bir otobüste yaşananlar karakolda sonlandı. Tatil kasabasına iş için gelmiş orta yaşlı bir Kürt muhasebeci otobüse son anda bindi. Yorgunluğu her halinden belli olan muhasebeci arka koltuklardan birinde uyuyakaldı.
Otobüsün kalkmasından az sonra, muhacir görünümlü genç muavin yolcuların İstanbul’da nerede ineceğini not almaya başladı. Sıra muhasebeciye gelince, uyuyan adamı omuzundan sertçe dürttü. Orta yaşlı muhasebeci “niye uyandırıyorsun, daha sekiz saat yol var” diye serzenişte bulundu. Muavin alttan almak bir yana, eni konu diklenince, olay şiddetli bir münakaşaya dönüştü. Otobüs otoyol kenarındaki bir köyün kahvehanesine çekildi ve polisin gelmesi beklendi.
Emekli bankacı Nurten hanım aşçı İsmail’e “bugün pazartesi, sakin olur burası” diyor. İsmail lafı gediğine koyuyor: “Kemal Sunal’ın dediği gibi abla, bize her gün pazartesi.” Nurten hanım devam ediyor (PKK’yi kastederek): “Bak gördün mü yaptıklarını.” İsmail cevaplıyor: “Ama AKP de söndürmüyor.”
Polis olayı sorgulamaya başlayınca muavinin saflarına iki kişi hararetle katıldı. Muhasebecinin önündeki koltukta oturan, otobüsteki muhafazakâr görünümlü tek ailenin “reisi” muhasebecinin “aşırı alkollü olduğunu” söylerken arka sıralarda oturan hippi görünümlü gezgin, muhasebecinin “çok küfürlü konuştuğunu ve koktuğunu” ekledi.
Oysa muhasebeciye sorular soran polisler adamın sarhoş olmadığını, sadece bir-iki bira içtiğini teslim etmek zorunda kaldı. Kürt muhasebeci gayet makûl, kendinden emin bir tavırla soruları cevapladı. Ardından polisler otobüs civarında öbeklenmiş, laik görünümlü tatilci kalabalığa “olay” hakkında ifade vermek isteyen olup olmadığını sordu.
Birçoğu muhasebecinin uyurken rahatsız edildiğine, süreç boyunca sakin, dik durduğuna şahit olmuştu. Ama kalabalığa inatçı bir sessizlik hâkimdi. Tatilciler gecenin köründe kahvede onlar için demlenmiş taze çaya doğru yönlenirken muhafazakâr aile babası ve hippi kılıklı gezgin ifade vermek için polislerle beraber bir masaya çöktü.
Onların ifadesinden sonra, o zamana kadar sessiz kalmış orta yaşlı biri olayları gerçeğin merceğinden süzerek, geçen diyaloglardan alıntılar yaparak anlatmaya başladı. Saat sabaha karşı 3’e geliyordu. Otobüsün yola çıkmasını isteyen ahali bu son ifadenin uzunluğuna epey homurdandı. Otobüs kalkınca genç muavin gönül almak için herkese kek dağıttı. Kürt muhasebeci artık otobüste değildi.
“PKK yaptı, AKP söndürmüyor”
Bodrum yakınlarında, dünya ölçeğinde mala, paraya ve insan hayatına çökme merkezi haline getirilmiş Paramount Oteli’nin hemen kuzeyinde, orman gasp edilerek yapılan Titanic Oteli’nin arkasında, Güvercinlik mevkiinde, ilk yangının çıktığı 29 Temmuz günü deniz kenarındaki kafe hınca hınç dolu. Bodrum yarımadasının görece az yapılaşmış sahilinde sıra sıra butik otellerin ve pansiyonların yer aldığı bir koydaki kafede yıllara yayılan bir devamlılık hüküm sürüyor.
Emekli olduktan sonra koya yerleşenler ziyarete gelen torunlarıyla yazı kafede geçiriyor. Her sene düzenli olarak yandakipansiyona gelen aileler de kafenin müdavimlerinden. Arkadaki tepelerin eteğinde yer alan köye uzanan dar yollarda sayıları ve ağırlıkları seneden seneye artan cipler park yeri arıyor, daracık yollarda bir ileri bir geri yapılıyor, arada münakaşa çıkıyor. Kafedeki masalarda tek tük Hürriyet ve Aydınlık gazeteleri göze çarpsa da Sözcü’nün hâkimiyeti tartışmasız. Kafe sakinleri arasında kilo problemi olanlar her yılki gibi ezici çoğunlukta. Yangınlar dışında en önemli sohbet konusu sağlıklı beslenme ve yemek tarifleri. Kafeyi işleten aile ve çalışanları ise tığ gibi.
Emekli bankacı Nurten hanım aşçı İsmail’den kızartma isterken “bugün pazartesi, sakin olur burası” diyor. İsmail lafı gediğine koyuyor: “Kemal Sunal’ın dediği gibi abla, bize her gün pazartesi.” Nurten hanım devam ediyor (PKK’yi kastederek): “Bak gördün mü yaptıklarını.” İsmail cevaplıyor: “Ama AKP de söndürmüyor.” Emekli doktor İsmet beyin 12 yaşındaki torunu Hakan “neden yakıyorlar” diye soruyor.
Dünya yangın haritasına, tüm Akdeniz havzasına, Kanada’dan Sibirya’ya yayılan yangınlara bakarken gözlerinde dedesinin anlattıkları hakkında bir şüphe beliriyor. “Peki, tüm bu yangınları PKK niye çıkarıyor?” sorusunu kafeye tatilci götürüp getiren kaçak taksi şirketinde şoförlük yapan Halil duraksamadan cevaplıyor: “Fransa, İtalya, Amerika için çalışıyorlar.”
Kafe ve sahil boyunca, meczup konumuna düşen küçük bir azınlık dışında, yangınların ilk üç günü sınıfları verevine kesen “PKK yaptı, AKP söndürmüyor” sloganı hızla yayılıyor, tatil rehavetine karışıyor. Suçluları bulmuş olmanın yarattığı kendinden eminliğin yanısıra, kederli tutkular olanca ağırlığıyla tüm sahili kaplıyor.
Mikro-faşizm
Gilles Deleuze ve Felix Guattari ömürleri boyunca Spinoza’nın şu basit, ama can alıcı sorusuna cevap aradı: “İnsanlar neden sanki özgürlükleri için savaşırmışcasına kölelikleri için canla başla savaşır?”
Tıpkı Spinoza gibi, onlar açısından da sorun aldatılmışlıkla alâkalı değildi. Mesele bilinç düzeyinde cereyan etmiyordu. Bir sonuç olan ideoloji açıklayıcı değildi. Eşitsiz toplumlarda, “belli bir dizi şart altında” duygulanımsal-bilişsel arzu üretimi sapkın arzu’yu ortaya çıkarıyordu.[1]
Homojen, benzer türden arzuların zamanla aşırı çökelmesi, üst üste yığılması en tehlikeli türden “kanserojen bir organsız bedeni”, yani mikro-faşizmi oluşturuyordu. Mikro-faşizmin temeli aldatılmışlık, bilgisizlik, “toplumun dışında bir şebekenin çevirdiği bir dolap değil”, iktisadi altyapıya, toplumsal yeniden üretim dürtülerine belli şartlar altında yerleştirilmiş bu arzu mekanizmasıydı.
Hastalığın gölgesinde, tarihin ilerlemediği, bilâkis üst üste yığıldığı bir coğrafyada tıpkı iki ayrı insanın aynılaşması gibi iki ayrı topluluk da ayırt edilmez hale gelebilir. Ayvalık-İstanbul otobüsünde ve sahildeki kafenin sakinleri arasında çoğunluğu temsil eden iki grup aynılaşıyor. Zaman kendi üstüne bükülüyor.
Millet İttifakı’nın gelgitleri
29 Temmuz’da Güvercinlik’te başlayan ilk yangın hızla söndürülse de, müteakip dört günde Bodrum civarında çıkan yangınlar Gökpınar, Yukarı ve Aşağı Mazı mahalleleri, Armutçuk, Çökertme’yi kül etti. Ardından Milas-Kemerköy Termik Santrali’ne ulaştı. Muğla doğal kızılçam ormanlarının yarısını yok edecek yangınlar sırasında hükümetin Muğla’ya yardım göndermemesi, kafedeki çoğunluk tarafından “milli” muhalefete beslenen düşmanlık olarak algılandı.
Oysa, Muğla’nın 13 ilçesinin altısında AKP, birinde ise MHP belediye yönetimindeydi. Öte yandan, nüfusunun büyük çoğunluğu Gümüşlük’te kısa sürede söndürülen yangın dışında alevlerin uğramadığı turistik Bodrum yarımadasına gerçekten de “Millet İttifakı’nın kalesi” denebilir.
Son yerel seçimlerde CHP yüzde 46, İyi Parti yüzde 35 oy aldı. Pandemiyle birlikte başlayan, kiraları kimi zaman beş-altı katına çıkaran varlıklı “laik” kesimin ilçeye akını göz önüne alındığında, bu oran şimdilerde daha yüksek olmalı.
Deleuze ve Guattari makro-faşist bir devleti mümkün kılanın mikro-faşist komuta merkezlerinin yaygınlaşması olduğunu söylüyor: Her beden “kendi ayakları üzerinde duran mikro-karadeliklere” dönüşür. “Her deliğe bir savaş makinesi yerleştirilir.”
28 Temmuz’da, Konya’da Dedeoğulları ailesinin yedi üyesinin katledilmesinden (ve olayın iki aile arasındaki husumetten ibaret olduğu kafedeki herkes tarafından kabul gördükten) dört-beş gün sonra, Ankara-Altındağ’da göçmenlere karşı pogrom girişiminden bir hafta önce Halk TV, ardından Sözcü “PKK yaptı” iddialarını sumen altı etmeye başladı. Özellikle Sözcü dümeni göçmenlere doğru kırdı: “Besle Kargayı! Ahlâksız bir Afgan mülteci Türklere hakaret etti” benzeri manşetler, sürmanşetler her gün kafenin masalarını süslemeye başladı.
Ve Perihan ve Yusuf ve Ahmet
Perihan sabahtan öğlene kadar evlere temizliğe gidiyor. Ardından gece yarısına kadar sahildeki otellerden birinde mutfakta çalışıyor. Ailesiyle, arkadaki köyde küçük bir evde yaşıyor. Ev sahibinin kirayı ikiye katlamak istemesinden yakınıyor. “Gözü doymuyor” diyor, “butik oteli, bir sürü evi, balık lokantaları var”. Eşi ve iki çocuğuyla beraber on yıl önce Manisa’dan gelmişler. “Yangını kesinlikle Afganlar çıkardı” diyor.
Muğla’da inşaatlarda ve tarımda Suriyeli göçmenlerin çalıştığı uzun süredir biliniyor. Kafenin yer aldığı koyda ise bırakın Afgan, tek bir Suriyeli göçmen dahi yok. Afganların nerede olduğu sorusuna “hükümet onlara evler tuttu, toplu halde Bodrum’un her yerine yerleştiriyor” diye cevap veriyor. Hükümetin göçmenleri sahilleri ele geçirmek ve yeni oteller açmak için kullanacağını düşünüyor.
Kaçak taksi şirketinde şoförlük yapan Yusuf kimi günler 24 saat durmaksızın çalışmaktan, yemeği kendi ödediği için cebine çok az para kalmasından şikâyet ediyor. Ailesiyle beraber bir yıl önce Hatay’dan göçmüş. Hatay’ı Suriyelilerin istila ettiğini söylüyor. “Parklarda dev gibi delikanlılar dolaşıyor. Aslanlar gibi savaşırlar, ama yürek yok, vatan haini hepsi, yan gelip yatmayı seviyorlar” diyor.
Yusuf Hatay’da badanacılık yapıyor, inşaat işinde çalışıyormuş. Tıpkı onun gibi ucuza çalışan Suriyeliler yüzünden birçok tanıdığı işini kaybetmiş. “Ucuza çalışma avantajlarını kullanıyorlar” diyor. “Ama en kötüsü Afganlar” diye ekliyor, “onlar kadar pis, bela bir halk yok”.
Hükümetin Hatay’a yerleşen Afganlara milletvekili dokunulmazlığı verdiğini arkadaşlarından telefonda dinlemiş. “Zaten” diye duralıyor, “hükümet bizden başka satacak bir şey de bırakmadı”. Muğla yangınlarının bir kısmını Afganların çıkardığından emin. Sosyal medyadaki bir videoda Afganları ormana çıkarken görmüş. “Tüm düşmanlar Afganları kullanıyor” diye ekliyor.
Akşam karanlık bastırınca kafenin ve köyün sırtını dayadığı ormanlık tepelerden silah sesleri, bağrış çağrış geliyor. Kargaşa sabah 3’e kadar devam ediyor. Ertesi öğlen, köyün tek berberinde çalışan Ahmet “tam bir rezalet” diyor. Çoğunluğu Yörük kökenli olan köyün gençlerinin kurduğu whatsapp grubuna katılım son günlerde çok artmış. Gençler Muğla’daki abilerine özenip –yol kesip kimlik kontrolü yapan grupları kastediyor– “sabotajcılara” karşı akşamları nöbet tutmaya başlamış.
Gece yarısı whatsapp grubuna ormanda göçmen görüldüğüne dair bir mesaj düşmüş. Ormana girenler, kimine göre Suriyeli, kimine göre ise Afganmış. Köy ahalisi tepelere koşmuş. Ancak kimseyi yakalayamamışlar. Ahmet “gençler çok rezil oldu, bir sürü insan bu sabah whatsapp grubundan ayrıldı” diyor.
Mikro-karadelikler
Deleuze ve Guattari makro-faşist bir devleti mümkün kılanın mikro-faşist komuta merkezlerinin yaygınlaşması olduğunu söylüyor: Her beden “kendi ayakları üzerinde duran ve diğerleriyle iletişime geçen mikro-karadeliklere” dönüşür. “Her deliğe, her oyuğa bir savaş makinesi yerleştirilir.”[2]
Kafede “PKK yaptı, AKP söndürmüyor” sloganının dört-beş günde berhava olmasıyla, sınıflar arası geçici mikro-uzlaşı kısmen sönümlenmiş gibi görünüyor. Zira koyun hali vakti yerinde emekli sakinleri ve pansiyonun sadık müdavimleri, emekçilerin dile getirdiği göçmen-sabotaj silsilesinden ziyade, artık “AKP yaktı, AKP söndürmüyor“ sloganını benimsemiş görünüyor.
Daha birkaç gün önceye kadar eski sloganın her köşede bayraktarlığını yapan emekli öğretmen Meral hanım salt AKP karşıtlığına geri dönüyor. Bu yeni slogan somut ve basit delillerle rahatlıkla desteklenebildiği için makûl azınlık arasında da epey kabul görüyor. Zira, hükümetin Muğla’yı talan planı temmuzda yayınlanan TEMA raporuyla zaten ifşa olmuştu. Rapora göre, Muğla ilinin yüzölçümünün yüzde 59’una, ormanlık alanlarının yüzde 69’una maden ruhsatı verilmişti. Yangınların ortasında 7334 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la ormanlık alanların turizm talanına açılması, Antalya’nın Gündoğmuş ilçesindeki evler hâlâ yanarken, TOKİ’nin ucuz krediyle yeni ev vaadi, ilçenin AKP’li belediye başkanı Mehmet Özeren’in “evleri eski olanlar keşke bizimkiler de yansaydı diyecek” beyanı ve Bodrum civarındaki Mazı, Göcek gibi yanan bakir koylarda arazi fiyatlarının fırlaması, “AKP yaktı, AKP söndürmüyor” sloganını güçlendiriyor. Kafede kurak rüzgârlardan, düşük nemden, Akdeniz iklim rejiminden ya da iklim değişikliğinden bahsedenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Öte yandan, kafe ve civarında göçmenler söz konusu olduğunda yine sınıflar arası güçlü bir mutabakat var: “Gitsinler, vatanları için savaşsınlar.” Gün içinde bu sloganı, bir ortaokul müsameresine hazırlanan öğrenciler misali, her köşebaşında duymak mümkün. “Peki kiminle savaşsınlar?” sorusunun cevabı da tek makamdan: “Düşmanlarla.”
“Orpheus Çıkmazı”
Nurdan Gürbilek Sessizin Payı kitabındaki “Orpheus Çıkmazı” yazısında, Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’nin apartheid döneminde ülkesinde yaşanan korkunç şiddeti ve acıları romanlarına konu etmediği için eleştirildiğini aktarır. Oysa Coetzee’ye göre, Güney Afrikalı yazarlar bir “karanlık odaya” mahkûm edilmiştir, “kimsenin ulaşamayacağı korkunç gerçekliğin temsilini üreteceklerdir”.
Ama bu görev Coetzee için başlı başına sorunludur. Karanlık odayı hayal gücünün kaynağına çevirmekte “bayağı, ucuz, çiğ” bir yan vardır. Gürbilek yaşanan korkunç olayları “telafi çabasını” Coetzee’nin bizzat romanlarında ele aldığını anlatır. Mağdurlarla tanışanlar, onların acılarına değenler onlar adına olup bitenleri anlatmak ister.
Ancak, bu telafi çabasının kendisi bir açmaza sahiptir. Çünkü “konuşanlar anlatamaz; anlatılanlar onların öyküsü değildir. Sessizler de anlatamaz: onlara yapılan, öykülerini anlatma imkânını ortadan kaldırmıştır.”[3]
Kafe civarındaki genel havayı, hemen mutabık olunan sloganları anlatmaya çalışmakta da “bayağı, ucuz, çiğ” bir yan var. Ancak, buradaki açmaz hikâyelerini anlatanların seslerinin çıkmaması değil. Bilâkis en baskın ses bu, hiç karşılaşmadıkları insanların hikâyelerini anlatma hakkı sadece onlara ait, kafede onlar dışındakilerin belli bir endişeye kapılmadan kendilerini ifade etmeleri oldukça zor.
Ancak, bu hikâyede de açmaz var: Satıhta sözcükler, cümleler bir araya gelse de, belli bir ritm yakalasa da, aslında ortada anlatılacak bir şey yok. Benzer türden arzuların zamanın aynasında aşırı çökelmesi, sloganlara indirgenmiş iletişim, “binlerce küçük sabit fikir, kendinden menkul gerçekler ve sarihlikler” yaratıyor, “herkes kendisini yargıçlığa atıyor.”
Aşçı İsmail’in öyküsü, çiftçiliğin öyküsü
Yangının Yatağan Santrali’ne yaklaşması, dolayısıyla kafe ve civarında elektriğin kesilme ihtimalinin belirmesiyle koyu terk edenlere, ağustosun ortasında tatillerini bitiren müdavim aileler ekleniyor. Van, Kastamonu ve Sinop’taki sel felaketleri kafede kalan emekliler ve aileler arasında çocuklarının geleceğine dair haklı bir endişe yaratıyor. Çarpık yapılaşmadan, AKP’nin rantçılığından söz ediliyor, ancak bu sefer eni konu yükselen bir slogan yok.
Ortalığın tenhalaşmasıyla, aşçı İsmail, her gün 15 saat ayakta mesainin yarattığı ayların yorgunluğunu üzerinden atmak için arada kafedeki tek sedire oturuyor. İsmail on yıldır her yaz, dört ay boyunca, kafenin mutfağında çalışıyor, öğlenleri birbirinden leziz tabldot menüler hazırlıyor. İsmail Bodrum’un Milas ilçesinin Aydın sınırındaki bir tepelik köyde doğmuş. Ailesi nesillerdir orada yaşıyormuş. Köyünün hemen yakın çevresinde yangın çıkmasa da, bu yangınların kuraklık getireceğinden emin. Zaten kuru rüzgârlarla mahsulü azalan zeytinliklerin, bostanların iyice verimsizleşeceğini düşünüyor.
İsmail aşçılığa tarımdan geçinemez olduklarında başlamış. “Bizde suç yok mu sanki” diyor. “Ziraat İsrail tohumlarını sattı. Gıkımız çıkmadı. Bilâkis, önceleri iki-üç kilo yerine beş kilo domates veriyor diye sevindik. Sonra baktık, ithal tohumdan tohumluk ayrılmıyor. Ardından hastalık çıkınca tohumu ilacıyla beraber satmaya başladılar. Kendi tohumlarımızı saklamamıştık. Toprak kurumaya, bahçeler kendini kurtarmamaya başladı. Biberlerin, domateslerin kökeni kurudu, önce büyür gibi olup sonra yanıyorlardı.”
Büyükbaş hayvanda da aynı akıbeti yaşamışlar. Beş litre süt veren yerli ineklerin yerine aldıkları çok süt veren ithal ineklerin şekeri, kalsiyumu düşmeye, hayvanlar doğum sırasında düşük yapmaya başlamış, yem, ilaç parasını yetiştiremez olmuşlar. “Sütün litresi geçen yıl 1 lira 80 kuruştu, bu yıl 2 lira 20 kuruş veriyorlar, yem fiyatı bir yılda iki kattan fazla arttı” diyor.
Köyün toprakları boş kalmaya başlamış. Devletin civar köylerdeki gibi maden için üç kuruşa arazilerine el koymasından korkuyor. Akşamın sakinliğinde dingin denize bakıyor. “Kim kimi sabotajlıyor” diye soruyor.
“Kederli tutkular”, Hayvan Çiftliği, Gezi hafızası
Spinoza’ya göre, eşitsiz toplumlarda köle ve efendiyi birbirine bağlayan kederli tutkulardır. Spinoza pratik felsefesini Deleuze’ün ifadesiyle esasen üç değersizleştirme üzerine kurmuştu: Düşünce adına bilinci, iyi ve kötü adına ahlâki İyiliği ve Kötülüğü, eylem ve birliktelik adına kederli tutkuları değersizleştirmek.
Spinoza aslında eyleme kudretimizin azalmasına tekabül eden ve zorbalığın da kaynağı olan kederli duygulardan kurtulmak için bize somut bir öneride bulundu. Deleuze’e kulak verelim: “(Spinoza’ya göre) Kötü, veya köle, veya aciz, veya sağduyusuz olarak adlandırılan kişi, karşılaşmaların tesadüfünde yaşayan, karşılaştığı şeylerin sonuçlarına katlanmaktan rahatsız olmayandır, her defasında yakınsa ve suçlasa bile, katlandığı sonuç̧ tam tersini gösterir ve ona kendi kudretsizliğini bildirir. İyi olma ise bir canlılık, kudret ve kudretlerin bileşimi meselesidir. İyi (veya özgür, veya akılcı, veya güçlü) diye adlandırılan kişi ise elinden geldiğince karşılaşmalarını örgütler.”[4] Yani zorbalıktan, boş inançtan, kederli duygulardan azade olmanın yolu tam da bedenlerin bedenlerle ve fikirlerin fikirlerle karşılaşmasını elden geldiğince örgütlemekten geçiyor.
İsmet beyin torunu Hakan ziyarete gelen kuzenleri Mert ve Duygu ile tenha kafede sohbet ediyor. Hakan okumayı yeni bitirdiği George Orwell’in Hayvan Çiftliği’ni kuzenlerine anlatıyor. Romanın en sevdiği kısmı tereddütsüz “hayvanların ayaklanması.” En gıcık olduğu karakter Kartopu’nu çiftlikten kovan Napoleon ve onun bekçi köpekleri.
“Keşke” diyor, “diğer hayvanlar da ayaklanabilseydi, yazık oldu”. Sonra beraber Muğla’ya dört bir yandan yardıma gelen yangın gönüllülerinin videolarına bakıyorlar. Gönüllüler, uçakların yokluğunda baltalarla ormanda yol açıyor, hortum taşıyor.
Üç kuzen bazı sahneleri tekrar tekrar izliyor. Ekrandaki gönüllülerden biri şöyle diyor: “İnsana ihtiyaç var, ama kahramanlık değil, küçücük şeyler yapacak, yemek, su taşıyacak, sandviç yapacak, Gezi’deki gibi insan zinciri oluşturup malzeme taşıyacak, ekiplerin ayaklarına merhem sürecek insanlara ihtiyaç var.” Videoyu seyrederken içine bükülmüş zaman bir nebze genleşiyor. Tenha kafeye bir nekahat hissi yayılıyor. Akşama doğru, kafenin arkasında, pandemiyle başlayan varlıklı göçünün zorladığı elektrik altyapısını güçlendirmek için konan seyyar trafolardan biri alev alıyor. Alevler etraftaki birkaç mandalina ağacına sıçrıyor. İnsanlar evlerinden çıkıp yanan trafoyu seyrediyor.
Express, sayı 177, Güz 2021
[1] Gilles Deleuze & Felix Guattari, Anti-Oedipus: Capitalism and Schizophrenia, Penguin, 2009
[2] Gilles Deleuze & Felix Guattari, A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, University of Minnesota Pres, 1987
[3] Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis, 2015
[4] Gilles Deleuze, Pratik Felsefe, Norgunk, 2017