İMRE AZEM’İN BELGESELİ: “HATAY: 17-24 NİSAN 2023”

Tuğçe Tezer
1 Haziran 2023
SATIRBAŞLARI

6 Şubat depreminin üstünden 55 gün geçmişti. 1 Nisan 2023’te İstanbul’da, Hatay Akademi Orkestrası’nın Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda İBB Orkestrasıyla bir araya geldiği dayanışma konserini takip eden akşamda, henüz orkestranın Fairouz’un Habbaytak Bessayf (Kışın seni sevdim) parçası performansının etkisi altındaydık.

Antakyalı, Hataylı dostlarımız üzüntüde, yasta ve “bir şey yapma ihtiyacı”nda buluştuğumuz eski-yeni arkadaşlarımızla, Hatay, Antakya, deprem, öncesi ve sonrasındaki süreçlerle ilgili sohbet ediyorduk. Uyanık olduğumuz her saniye üzerine konuşma ihtiyacı duyduğumuz, ama hiçbir sözün bir fayda getirmeyeceğinden endişe ettiğimiz kadar büyük bir felâketin yaşanmış olduğu, Maçka Parkı’nda etrafında sıralandığımız masanın bütününü kaplayan somut bir gerçeklik olarak orada duruyordu. Yine de konuşmaktan geri duramadık ve o akşam Antakya, Hatay ve deprem dışında tek bir konuya uğramadık.

Belgeseli izlediğimde pek çok hissi birden yaşadım: “Bundan sonra ne olacak?” merakı, “Bütün bunlar gerçekten yaşanmış olamaz” üzüntü ve isyanı, duyumsanan acının her yere nüfuz eden yoğunluğu. Ve yine, ilk günden beri hiç eksilmeyen “bir şey yapma ihtiyacı”. 

Tarihi boyunca sayısız depremin gerçekleştiği, bunların bir bölümünün kentin tamamına yakınını yıktığı, inanılması güç sayıda insanın ölümüne neden olduğu, yine de her defasında –üstelik yıkıldığı yerde– küllerinden yeniden doğan kadim şehir Antakya’nın 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinden sonraki durumunu saatlerce konuştuk. Depremden sonra kurulmaya çalışılan yeni gündelik hayatın pratikleri, imkân ve imkânsızlıklar, tamamı “en az bir yakınını kaybetmiş” yerel halk, tahayyül etmesi güç bir felâketi ardında bırakmaya çalışırken kendini onarma, şehrini onarma, kaybettiklerinin ve şehrinin yasını tutma ihtiyacı, bütün bunların yanında görenlerde hayranlık ve şaşkınlık uyandıran bir aidiyet ve sahiplenme hissi, depremin bu kadar hasar verdiği tüm şehirler gibi, tüm katmanlarıyla yaralanmış bir şehir.

“Yine de bir şey yapacağım” ihtiyacı

Bir ucundan tutup konuşmaya başlayınca, dokunduğunuz her bir konunun sadece Antakya ve Hatay için bile kendi içinde sayısız yönü olduğunu fark etmek, sonra bunun o “yer” için çözümlenmesi gereken konulardan yalnızca biri olduğunu fark etmek ve nihayet, bu sorunlar bütününün, 2023 depremlerini yaşamış bütün şehirlerde farklı nitelik ve ölçeklerde söz konusu olduğunu fark etmek.

Bunu takiben, bu konuyu bütünüyle kavramayı olanaksız kılan devasa ölçeği, konunun sınırlarını anlama girişimi, sonra kendi aciz ölçeğinizi ve kapasitenizi fark edişiniz ve tatsız bir kabullenme. Sonra yine şaşırtan, fakat aynı zamanda umut veren bir “yine de bir şey yapacağım” ihtiyacı ve sırtını bu ihtiyaca yaslayan “yapabilme gücü”.

Bu belgesel bizi Hatay’ı, Antakya’yı izlemenin başka bir haline davet ediyor. İzlemeye başladıktan birkaç dakika sonra, kendinizi “önemli bir şey yapar gibi” hissettiğinizi fark ediyorsunuz. Sanıyorum bu önemli eyleme “tanık olmak” diyebiliriz.

İşte bu karmaşık duygular havzasında geçen inişli çıkışlı sohbetin bir yerinde değerli yönetmen İmre Azem, “bunları anlatmamız lâzım” dedi. Haklıydı şüphesiz, bunları anlatmak gerekiyordu. İlerleyen günlerde bunun nasıl olabileceğini konuştuk. Antakyalıların, Hataylıların burada olacak her şeyin esas aktörü olduğu bilgisini kendiliğinden haiz, onların “yaralı” olduğunu gören ve bunu görerek davranacak, güvenilir biri olması, bu belgeselin oluşması süreci için bir anahtar oldu.

Senelerdir duyduğum “Antakyalı mısın?” sorusuna verdiğim “Maalesef” cevabıyla tezat oluşturacak şekilde “seçtiğim memleketim” Hatay, Antakya’da tanıdığım, sevdiğim, hayatın bundan sonra sadece sevinç ve güzellik getirmesini dilediğim “hemşehrilerim”i, İmre Azem’le büyük bir iç rahatlığıyla tanıştırdım. İlerleyen günlerde İmre Azem, 17-24 Nisan 2023 tarihlerinde Hatay ve Antakya’da her biriyle –ve benim henüz tanıma imkânı bulamadığım Hataylılarla– görüştü, onlara kulak verdi. Dahası Antakya’yı, Defne’yi, Samandağ’ı ve Hatay’ı anlamak ve anlatmak için uzun çekimler yaptı. Mayıs başında Hatay’dan elinde uzun saatler süren video kayıtlarıyla döndükten sonra, kalan çekimlerini İstanbul’da tamamladı ve tüm bu kayıtları büyük bir emekle işleyerek, “Hatay: 17-24 Nisan 2023” belgeselini tamamladı.

Belgeseli ilk defa izlediğimde pek çok hissi birden yaşadım: “Bundan sonra ne olacak?” merakı, “Bütün bunlar gerçekten yaşanmış olamaz” üzüntü ve isyanı, “olan”ı farklı ve olduğundan yoğun göstermeye dair hiçbir çaba sarfedilmeden duyumsanan acının her yere nüfuz eden yoğunluğu. Ve yine, ilk günden beri hiç eksilmeyen “bir şey yapma ihtiyacı”.  

Antakya’yı izlemenin başka bir haline davet

Senelerdir Antakya’nın mekânı olduğu onca şey içinde, mutlulukla izlemediğim çok az şey oldu. Kentte bir pusula rolünü üstlenmiş olan kadim Habib-i Neccar Dağı’nı, doğal yatağı bozulup bir su kanalına dönüşen Asi Nehri’ni, Büyük Park’ı, Meclis binasını, tarihi Antakya’nın Köprübaşı-Saray Caddesi girişini, Saray Caddesi’nin müzisyenlerini, her zaman “içeride ve güvende” hissettiren “kültürel çeşitlilik” kavramının vücut bulduğu o eşsiz yerel halkını, seneler önce yıkılmış olan tarihi Roma Köprüsü’nü, her adımda Herod Caddesi’nin hayalini hatırlatan Kurtuluş Caddesi’ni, tarihi Antakya’nın kaybolmanın keyfini öğreten “arık”lı sokaklarını, Harbiye Şelaleleri’ni, Döver Köyü’nün tepelerini, Vakıflı Köyü’nün eğim boyunca ilerleyen suyunu, portakal bahçelerini, tarihi Antakya’nın avlulu evlerini, içindeki havuz ve limon ağacını, Narlıca’nın zeytin ağaçlarını, Mileyha’nın kuşlarını, Affan’ın süvari kahvesini, Uzun Çarşı’nın baharat kokusunu, avlulu restoranların humusunu hep sevdim, mutlulukla özledim. Depremden sonra Antakya’da olanları mutlulukla izlediğimiz zamanlar, şimdi belirsiz bir süre için geride kalmış görünüyor.

Belgeseli tamamladığımızda kendimizi, yaşamın son bulduğu yerden umudu doğurmanın, buradaki halkın yüzyıllardır sahip olduğu, tarih boyunca yeniden ve yeniden ürettiği bir kadim bilgi olduğunu tümüyle anlamış olarak buluyoruz. Oradaki mutlu yaşam her zaman zorluklar aşılarak kuruldu, yine kurulacak.

İmre Azem’in Hatay ve Hataylılarla yaptığı bu belgesel ise bizi Hatay’ı, Antakya’yı izlemenin başka bir haline davet ediyor. İzlemeye başladıktan birkaç dakika sonra, kendinizi “önemli bir şey yapar gibi” hissettiğinizi fark ediyorsunuz. Sanıyorum bu önemli eyleme “tanık olmak” diyebiliriz. Belgesel süresince Antakyalı, Harbiyeli, Samandağlı, Kırıkhanlı Hataylılar önce bizi depremle beraber uzun süre boyunca unutmamız mümkün görünmeyen enkaz, yıkım ve molozla, artık anlamı tamamen değişmiş olan “ev”le karşılaştırıyor. Deprem sonrası anlamaya çalıştığımız geçici barınma alanları, çadır, konteyner ve kalıcı konut dörtgenini, depremden sonra bu açıdan olanları ve olmayanları anlatıyor.

Hatay’dan, Antakya’dan “gidenler”in geri dönme iradesinin temellendiği aidiyet, bir aradalık ve komşuluk hallerini dinliyoruz sonra. Henüz kaybettikleri yakınlarının yasını tutamamışken kendilerini içinde buldukları gelecek ve mülkiyet endişelerini, yeni-geçici gündelik hayatlarının hijyen ve dolayısıyla sağlık sorunlarını, yeni “deprem kondu” akımını, kamu idaresi ve sistemlerinin deprem öncesi, deprem sırası ve deprem sonrasında yerine getirdiği ve getirmediği sorumluluklarını anlatıyorlar, biz gerçekliğin hiçbir süslemeye ihtiyaç bırakmayan kuvvetiyle sarsılırken.

Mimarlığı, planlamayı, kâğıt üstünde kalanla uygulama arasındaki uçurumun bugünlere gelmemizdeki payını dinliyoruz. Sonra kentin, kırın ve tüm deprem coğrafyasının “doğal” bir bileşeni halini alan hafriyat kamyonlarını, moloz taşıma süreçlerini ve moloz döküm sahalarını, geçici barınma alanları ve moloz döküm sahalarının kayda değer “yer seçimi başarısı”nı izliyoruz. Bunların sebep olduğu ve besbelli olacağı halk sağlığı sorunlarıyla, yerel halkın geleceğe dair büyük endişesini paylaşıyoruz. Tarihi dokunun yerel halk için anlamını, her köşe başının kentin gündelik hayatıyla iç içe geçmiş ilişkisini izliyoruz. Üretimin, ekonominin, tarımın, çarşının, alışverişin yeniden başlamasının; epey zorlu olacağı besbelli bu yolun, yerel halkın burada kalması, kentini onarması için ne denli önemli olduğunu görüyoruz.

Geri döneceğiz Hatay!

Ama belki de en önemlisi, belgeseli tamamladığımızda kendimizi, yaşamın son bulduğu yerden umudu doğurmanın, buradaki halkın yüzyıllardır sahip olduğu, tarih boyunca yeniden ve yeniden ürettiği bir kadim bilgi olduğunu tümüyle anlamış olarak buluyoruz.

Antakya, Hatay, her zaman güzeldi ve şimdi de güzel. Oradaki mutlu yaşam her zaman zorluklar aşılarak kuruldu, yine kurulacak. Bu önemli belgeseli izlemeden önce, kadim tarihi içinde tekrar büyük bir yara almış olan Hatay’a, “Doğu’nun Kraliçesi” Antakya’ya, bu belgeselin ilk tohumlarını atan Habbaytak Bessayf ile seslenelim, gerçekleşmesinden umudu bir an bile kesmeden “Geri döneceğiz Hatay!”

Habbaytak bel sayif, habbaytak bel sheti
natartal bel sayif, natartal bel sheti
We aoyonak bel sayif, we aoyoni bel sheti
We maleana ya habibi, khalf el sayif we khalf el sheti.

Kışın seni sevdim, yazın seni sevdim
Kışın seni bekledim, yazın seni bekledim
Gözlerin yazdır, gözlerim kıştır
Kavuşmamız, sevgilim, yazdan kıştan ötededir.

^