KIBRIS: DÜN, BUGÜN, YARIN –I

Söyleşi: Serkan Seymen
26 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI
Kıbrıs Türkiye gündeminde “asansör takım” misali, lige çıkıyor, düşüyor, tekrar çıkıyor. Ama, öyle veya böyle, varlığını hep hissetiriyor. Geçtiğimiz yıl Doğu Akdeniz kriziyle manşet olmuş, sonra ıraklaşmış, ekim ayına gelindiğinde, KKTC seçimlerine sarayın müdahil olmasıyla yeniden üst sıralara çıkmış, sonra gözden kaybolmuş, nisan ortasında bu defa Kur’an kursları tartışmasıyla manşetlere geri dönmüştü. Fakat görünen o ki, 27-29 Nisan’daki Cenevre görüşmeleriyle başlayarak, yıl boyunca kritik bir gündem maddesi olmayı sürdürecek. TRT-1’de, 31 Mart’ta başlayan “Bir Zamanlar Kıbrıs’ta” dizisi bu gündeme ne kadar su taşır, şimdiden kestirmek zor. Ama rejim medyasının amiral gemisi böyle bir diziye giriştiğine göre, vardır bir hikmeti. Hal böyle olunca, durumdan vazife çıkararak 1+1 Forum da bir diziye başlıyor: “Kıbrıs: Dün, Bugün, Yarın”. Üç bölümlük dizide, “Kıbrıs’ta dün aslında ne olmuştu, bugün aslında ne oluyor, yarın nelere gebe”yi Kıbrıslı siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Mehmet Hasgüler’den dinliyoruz. Birinci bölüm…
İkiye bölünmüş Lefkoşa’nın iki yakası “Barış içinde bir olalım” dövizleri altında buluştu (25 Nisan 2021, fotoğraf Birol Bayram)  

Türkiye’nin Kıbrıs gündemiyle başlayalım. “Kıbrıslı Türklerin özünü unutmuş bir toplum” olduğu nisan ayı ortasında siyasal gündemin başköşesine oturdu. Sebep KKTC Anayasa Mahkemesi’nin, 15 Nisan 2021 tarihli Kur’an kurslarının kapatılması kararıydı. Nedir bu mesele?

Mehmet Hasgüler: Bütün bu tartışmalar çok tuhaf, çünkü gerçekte olanla konuşulanlar birbiriyle alâkasız. Ama müsaadenizle önce geçmişe dönüp birkaç şey anlatmak istiyorum. Çünkü aslında bugün olan biteni anlamamızı güçleştiren sorun geçmişten kaynaklanıyor.

Osmanlı zamanında Kıbrıs’ta müftülük makamı vardı ve müftü halk tarafından seçiliyordu. Ahali din alimleri arasından bir seçim yapar, bunlar imzalı dilekçeler olarak İstanbul’a gönderilir, en çok imza alan dilekçeye göre Şeyhülislam Kıbrıs’a müftü atardı.

Mehmet Hasgüler

Sonra, malûmunuz, Osmanlı Kıbrıs’ı İngiliz’e kiraladı, Sevr ile tamamen bırakmış oldu, Lozan’da da Türkiye Cumhuriyeti hukuken devretti. Sömürge yönetimi döneminde, 1927’ye gelindiğinde, seçilmiş son müftü Hacı Hafız Ziyaî Efendi emekli oldu. Yeni müftünün geleneksel yöntemle seçilmesi gerekiyordu, ama üç yıl öncesinde, 1924’te, Türkiye’de halifelik ve şeyhülislamlık makamları kaldırılmıştı. Yeni müftüyü kimin onaylayacağı sorunu çıktı.

Larnaka Kadısı Hürremzade Hakkı Efendi hiç kimseye sorulmadan sömürge valisi tarafından 1 Ekim 1927’de müftülüğe atandı. Hürremzade Hakkı Efendi bugünkü cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın büyük dedesidir bu arada. Aynı zamanda, Evkaf Murahhası olarak vakıfları yöneten ve İngilizlerin Sir unvanı verdikleri meşhur Sir Münür Mehmet Bey’in hem eniştesi hem de amcaoğludur.

1929’a gelindiğinde, sömürge valisi müftülüğü tamamen lağvettiğini açıkladı ve Hakkı Efendi’ye fetva emini unvanı verildi. Bu fetva eminliği işinde de aslında Evkaf Murahhası Sir Münür’ün parmağı vardı. Müftülük bir şekilde dini liderlikti, ama aynı zamanda siyasi bir boyutu da vardı. O zamanki Türk cemaatinin yönetiminde müftülüğün yanında diğer önemli mevki de Evkaf’tı. Sir Münür “Bu da Evkaf’ın içinde bir memuriyet olsun, böylece tüm gücü tek bir yerde toplayalım” diyerek İngilizleri ikna etmişti. Bir yıl sonra da bütçeye müftülük için bir kalem koymadılar, böylece müftülük resmen ilga edilmiş oldu. Türkiye’de de bunu dert edecek birileri yoktu o zaman. Fetva emini de İngilizin bir memuru oldu böylece.

Buna karşı eleştiriler yükseldi toplumdan. Türk İşleri Komisyonu, o günün münevverleri, Mehmet Zekâ Bey, Fadıl Korkut gibi toplum liderleri buna karşı mücadele verdiler. Hem İngiliz güdümündeki o Evkaf yönetimine karşı hem müftülüğün yeniden açılması için çok uğraştılar.

“KKTC Anayasa Mahkemesi Kuran kurslarını kapattı” diye haber çıktı. Olan o değil. Bir sendika mahkemeye gitti, mahkeme de elindeki anayasaya bakarak yorum getirdi. Çıkan karar, o kursların denetiminin Eğitim Bakanlığı’na ait olduğunu söylüyor sadece. Kursları kapatmaya ilişkin bir şey yok.

Sonunda 1952’de müftülük yeniden açıldı ve yine seçimle belirlenmeye başladı. Mehmet Dânâ Efendi seçilmiş müftümüz oldu.

Sonrasında, 1960’da, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken bir eksiklik yapıldı. Makarios’un, yani bir papazın cumhurbaşkanı olacağını bildiklerinden herhalde, laiklik konmadı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasına. Orada Türkiye’nin bir eksikliği var aslında. Bu konuda diretilmesi gerekirdi. Makarios seçildiğinde “artık devlet başkanıysan o cübbeyi çıkar, asayı bırak” denmeliydi, ama hiç denmedi. Neyse, işin o tarafı başka bir konu şimdi.

Neden böyle bir tarih özetiyle başlamayı tercih ettiniz?

Türkiye’de sadece bu son kararla ilgili değil, genel olarak sürekli Kıbrıslı Türkler aleyhine konuşan bazı İslâmcı gazetecilerin haberi bile yok, ama bu toplum hem Müslüman hem de Türk kimliği adına uzun yıllar mücadele verdi ve bu kimliğini korudu. Sömürge yönetimi Rumların dini liderliğinin faaliyetleri engellemezken Kıbrıslı Müslümanların dini liderliğini de siyasi liderliğini de kırdı geçirdi. Ona rağmen bu toplum ne dinini ne ulusal kimliğini kaybetti. Direndi. İngiltere’nin kaldırdığı müftülük kurumunu direnerek geri almış bir toplum söz konusu. Ama o muhafazakâr yazarlar bilmez bunları. 27 yıl sürdü o mücadele.

Türkiye’nin modernleşmesiyle Kıbrıs Türklerinin modernleşmesi aynı hikâye değil. Bir kere sömürge geçmişi vardır. Ayrıca, Türkiye için unutulmuş bir ada, unutulmuş bir toplumdur. 80 seneyi bulan bir zaman zarfında, dilini, kimliğini Rumlara ve İngilizlere karşı korumak için kendi başına mücadele vermiştir. O ilk 80 yılda Türkiye yoktur. O yüzden şimdi Kıbrıslı Türk toplumundan sesler yükseldiğinde bu İslâmcı kalemler anlamıyorlar tepkiyi. Bir karşı ses duyunca onu hemen “kimliksizlik”, “Rumculuk”, “İngilizlik” ile açıklıyorlar ya da solculukla. Oysa bugün tepki gösterenlerin içinde toplumun milliyetçi kesimi de var. Onu göremiyorlar.

Türkiye’den gelen sert demeçlere karşılık Lefkoşa’da tüm baroların katıldığı Türkiye protestosu ve basın açıklaması (19 Nisan 2021)

Şimdi geliyorum bugüne ve sorunuza. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı eskiden Başbakanlık’a bağlıydı, şimdi Cumhurbaşkanlığı’na bağlı. Dolayısıyla, Diyanet’in yaptığı tüm faaliyetler gibi, eğitim alanındaki faaliyetleri de teknik olarak devletin denetimi altında. KKTC’de ise Din İşleri Başkanlığı var ve bu başkanlık, anlattığım tarihsel gelişmeler sonucu, Evkaf’ın, yani Vakıflar İdaresi’nin içinde halen. Yani, tarihsel bir gelenek olarak, kurumların işleyişi farklı. Şimdi Din İşleri Başkanlığı bir komisyon kurmak ve bazı faaliyetlerde bulunmak isteyince, bunun denetimini kimin yapacağı meselesi çıktı ortaya. Burada Türkiye’de anlaşılmayan şey şu oldu; “KKTC Anayasa Mahkemesi Kuran kurslarını kapattı” diye haber çıktı. Halbuki olan o değil. Hizmet-Sen diye bir sendika bu konuda mahkemeye gitti, mahkeme de elindeki anayasaya bakarak yorum getirdi. Çıkan karar, burada “hafızlık kursu” deniyor, o kursların denetiminin Eğitim Bakanlığı’na ait olduğunu söylüyor sadece. Üstelik karar din ve vicdan hürriyetine atıf yapıyor, devletin bu konudaki sorumluluğunu hatırlatıyor, kursları kapatmaya ilişkin söylenen bir şey yok, sadece gözetim ve denetim yetkisinin yasayla belirlenmesi gerektiğine karar verdi mahkeme. Hepsi bu.

İşin en tuhafı da, davayı açan sendika Türkiye’de zannedildiği gibi solcu ya da onların tabiriyle “laikçi” bir sendika değil. Din görevlilerinin de üye olduğu bir sendika. Kaldı ki, Din İşleri Başkanı da kamuoyunda dendiği gibi, Kuran kurslarının yasaklanması gibi bir durumun olmadığını açıkladı.

Bu toplum mücadele edip kurumlarını İngilizden geri alırken Türkiye yoktu ortada. CHP “Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur” diye açıklama yapmakla meşguldü. 1951’de DP de aynı açıklamaları yapıyordu. O sırada Kıbrıslı Türkler büyük mücadele içindeydi. Sanki Türkiye yokken bu toplum kendisini var edememiş gibi konuşuyorlar.

Peki neden Türkiye’de kendimizi “KKTC’de AYM Kur’an kurslarını kapattı” tartışması içinde bulduk?

Onu anlamak mümkün değil. Türkiye’nin tüm kesimleri, yalnızca iktidar ve onu destekleyenler değil, muhalifler de okumadan, dinlemeden konuşuyor. Kur’an kursu kapatıldığı falan yok. Kaldı ki, öyle bile olsa, KKTC ayrı bir devlet dersin, bununla ilgili bir hassasiyetin, şikâyetin oluşmuşsa, bunu da konuşmak istiyorsan, diplomatik bir şekilde konuşursun. Basının önünde bu şekilde konuşulmuş olması da çok tuhaf. 27-29 Nisan’da Cenevre’de görüşmeler var, Rumlara “İki ayrı egemen devletiz biz, bunu kabul edin” diyecekler. Nasıl olacak şimdi bu? Kuzey Kıbrıs için Batı’daki yaygın söylem “Türkiye’nin alt yönetimi” şeklindeyken ve Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Anastasiadis bunu çok güzel istismar ederken niye ekmeklerine bu şekilde yağ sürdük, anlamak çok güç.

Bu tamamen fevri bir tavır olarak görülebilir mi? Türkiye’deki iktidarın son zamanlarda attığı adımları rasyonalite içinde açıklamaya çalışmak güç, ama Cenevre’de Birleşmiş Milletler nezaretinde, üç garantör ülke Türkiye, Yunanistan, Britanya ile Güney ve Kuzey Kıbrıs yönetimlerinin katılacağı “beşli toplantı” öncesinde, başka bir mesaj vermek için yapılmış bir tartışma olabilir mi?

Bilmiyorum. Dediğim gibi; Türkiye’de anlamadan, dinlemeden fikir beyan etmek, tutum almak artık sadece iktidarın değil tüm kesimlerin anlayışı oldu. Ama beni bir Kıbrıslı Türk olarak ilgilendiren kısmı şu: Bu tartışma tamamen Rum ve Yunan siyasilere gollük bir pas oldu. Sadece bunu söyleyebilirim.

Bakın, KKTC Anayasası’nın birinci maddesi şöyle: “KKTC demokrasi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir cumhuriyettir.” 23. madde vicdan ve din özgürlüğü hakkındadır. “Herkes vicdan, din ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Genel ahlâka, kamu düzenine ya da bu amaçla çıkarılmış yasalara aykırı olmadığı sürece dinsel ibadet, ayin ve törenler serbesttir” diyor. Orada “Din eğitimi ve öğretimi devletin gözetimi altında yapılır” da denmiş. AYM de bu 23 maddenin 4. fıkrasına dayanarak bu kararı verdi. Yasamaya “bu yetkinin kime ait olduğunu belirleyen düzenlemeyi yap” dedi sadece. “Kur’an kurslarını kapat” demedi yani.

Güney Lefkoşa’yı Kuzey Lefkoşa’ya bağlayan Ledra Sokağı’nda bir kafe. Arkadaki barikat halklara barikat (Ekim 2016, fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

“Kur’an kursları kapatılıyor” haberi çıktığında gösterilen sert tepkilerden biri, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın 18 Nisan’daki yazısında söyledikleri: “İnanılır gibi değil! Yunan böyle bir şey yapamazdı! Aslâ! Dünyanın hiçbir ülkesinde böylesine dogmatik, saplantılı bir laiklik anlayışı yok! Yapılan şey din düşmanlığı! Hasta bunlar! Emperyalistlerin uşakları!”

Türkiye’deki İslâmî çevreler Kıbrıs toplumunu hakikaten anlamıyor. Bu toplum, elinden alınan kurumlarını, 1927-1954 arasında, Necati Özkan, Fazıl Korkut gibi isimlerin öncülüğünde mücadele edip İngilizden geri alırken Türkiye yoktu ortada. Bu toplum kimliğini kendisi korudu. Tek parti döneminde CHP’nin Dışişleri Bakanı, o sırada “Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur” diye açıklama yapmakla meşguldü. 1951’de Demokrat Parti de aynı açıklamaları Dışişleri Bakanlığı düzeyinde yapıyordu. O sırada Kıbrıslı Türkler büyük mücadele içindeydi. Bunları bilmeden, sanki Türkiye yokken bu toplum kendini var edememiş gibi konuşuyor muhafazakârlar. Onlardan mı öğrenecek bu toplum kimliğini?

Bütün bunlar 28 Şubat travmaları yüzünden oluyor belki de. Ama şunu da hatırlatmak gerek: 28 Şubat sürecinde Türkiye’de başörtülü öğrencilere YÖK baskı uygularken muhafazakârların çocukları Kıbrıs’a geldi, burada okudu. Çünkü burada kimse “başın açık mı, kapalı mı” diye sormadı, sormaz. O zaman Kıbrıs üniversitelerinde başörtülü öğrenciler hiçbir sıkıntı yaşamadan okudular, mezun oldular. Ne üniversitelerden ne toplumdan en ufak bir terslik gördüler. Türkiye’de YÖK sultası altında üniversitelere sokulmayan o başörtülü öğrenciler o günlerde KKTC’nin bugün beğenmedikleri laikliğine sığındılar. 2002’lere dek sürdü bu. Dolayısıyla, Kıbrıs’a Türkiye’nin kendi içinde özellikle son 30 yıldır yaşadığı Kur’an kursudur, başın açıktır, kapalıdır tartışmaları üzerinden yaklaşmak doğru değil. Çünkü burası başka bir yer ve o tartışmalar burada yok. Hiç olmadı. Ayrıca Kur’an kursları kapatılmış olsa bile Türkiye’nin demesi gereken şudur: Kuzey Kıbrıs bizim tanıdığımız bir devlettir ve mahkemeleri de bu kararı vermiştir.

Sömürge yönetimi altıda yaşamış ve kendi kimliğine sahip çıkmış Kıbrıslı Türklere bu yukarıdan bakış çok yaralayıcı. Kıbrıs Türklerinin bugün gazetelerde yazıp çizen o İslâmcı kalemlerden öğrenecek bir şeyi yok. Ama onların bizden öğrenmesi gereken çok şey var. En başta, baskı gördüklerinde onların haklarını koruyacak olan özgürlükçü laikliğin nasıl olduğunu öğrenebilirler KKTC’den. Bu şikâyet ettikleri sendika da son derece Türkiye yanlısı, muhafazakâr, sağcı bir sendika. Ama işte Türkiye’deki ortam çok ilginç. Karşı tarafta laikliği savunduğunu söyleyenler de anlayamıyorlar. Bir tarafta Sözcü gazetesi düzeyinde bir laiklik savunusu ve Atatürkçülük anlayışı olunca karşındaki İslâmcı da bu oluyor. Kemalisti Yılmaz Özdil olan bir memleketin İslâmcısı da Yusuf Kaplan oluyor işte. Al birini vur ötekine. (gülüyor)

Doğu Akdeniz’de doğalgaz kaynaklarının varlığı konuşulmaya başladığında aklı başında bir insanın ilk tepkisi “İnşallah yoktur” demek olurdu. Batı’nın “Saddam’ın nükleer silahları var” deyip Irak petrolüne nasıl çöktüğünü tüm dünya canlı olarak izlemedi mi?

Mart başındaki bir Anadolu Ajansı haberiyle devam edelim. Britanya Başbakanı Boris Johnson ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir telefon görüşmesi yaptığı, Türkiye ve Britanya’nın ticaret, tarım, Covid-19’la mücadele, turizm, savunma gibi birçok başlıkta ilişkileri geliştirmek hususunda anlaştığı, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de yaşanan sorunların ele alındığı belirtilen 8 Mart 2021 tarihli haberde, şöyle deniyor:
“Kıbrıs meselesinde İngiltere’nin son dönemde gösterdiği çabaları memnuniyetle karşıladıklarını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki devletli çözümle yalnızca Ada’daki iki taraf için değil, yeni bölgesel iş birliği fırsatları bakımından herkes için ‘kazan-kazan’ durumu meydana geleceğini kaydetti.”
Metnin devamında, bu görüşmenin ardından Londra’dan yapılan resmî açıklamaya yer veriliyor: “Johnson, İngiltere’nin uluslararası kabul görmüş iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon modeli temelinde Kıbrıs sorununun kapsamlı, adil ve kalıcı çözümünün güçlü destekçisi olmaya devam ettiğini belirtti.”
1960 Anlaşmaları uyarınca, Türkiye ve Yunanistan’ın yanısıra Kıbrıs’ın üçüncü garantör devleti vasfına sahip Birleşik Krallık’ın böyle bir açıklama yapmasını nasıl yorumlanmalı?

Öncelikle, Johnson’ın Kıbrıs konusunda bir açıklama yapmış olması kişisel olarak beni çok rahatlattı! (gülüyor) Çünkü Kıbrıs ve Doğu Akdeniz konusunda bunca gerilim yaşanırken İngilizler dikkat çekici bir şekilde suskun kalmayı tercih etmişlerdi. Uluslararası siyasetle ilgili akademik düzeyde çalışan biri olmanın ötesinde, bir Kıbrıslı olarak bildiğim bir gerçek var: Kendilerinin de dahil olduğu uluslararası konularda İngilizler suskun kalıyorlarsa endişelenmeniz gerekir. Çünkü o kapalı kapılar ardında mutlaka bir şeyler planlanıyordur.

İşin bu biraz latife kısmını atlarsak, Johnson’ın bu açıklamasının hiçbir şaşırtıcı tarafı olmadığı gibi, önemi de yok. Kestirmeden söyleyeyim: İngiltere’nin Kıbrıs’ta federal bir çözüm istemesi inanılması çok güç aleni bir yalandır!

Kıbrıs ve Türk-Yunan uyuşmazlığı üzerine 1950’lerin ortasından bu yana sergilenen geleneksel İngiliz siyaseti açısından bakarsak, İngiltere 1950’lerde “taksim”, yani Kıbrıs’ın bölünmesi tezini el altından ortaya atarken ve iki toplumu çok başarılı bir şekilde kışkırtırken de aynı bu şekilde görünmeyi becerebilmiştir. Adil ve iyi niyetli bir hakem maskesi altında konuyla ilgili böyle genel vurgular yaparak ayrıntıları kör noktalara gizleme konusunda çok mahirdir İngiliz diplomasisi. Yoksa Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü, 1950’lerde de Birleşik Krallık’ın ulusal emperyal çıkarlarına uygundu. Bugün de öyle. İngiltere Kıbrıs’ta çözümsüzlükten beslenir.

Kıbrıs Rum Toplumu lideri Başpiskopos Makarios (solda), Sir Hugh Foot (ortada) ve Kıbrıs Türk Toplumu lideri Dr. Fazıl Küçük Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalarken (Kıbrıs Cumhuriyeti Basın ve Bilgi Ofisi-PIO)

Fakat aynı şekilde ABD Dışişlerinden de “Kıbrıs’ta iki bölgeli, iki toplumlu federatif bir çözüm”den yana oldukları açıklaması geldi.

ABD Başkanı Biden, genç bir senatör olarak siyasete girdiği günlerden beri, Kıbrıs konusuyla hususiyetle ilgilenir! Siyasi kariyerinin en başından itibaren Kıbrıs konusunda tutum almış biridir. Trump döneminde Kıbrıs neredeyse konu bile değildi ABD için. Biden’ın gelişi elbette dünyada bazı değişikliklere yol açacak. Trump gibi bir figürün kaybetmesi tüm dünyada demokrasi açısından olumlu karşılansa da, Biden’ın başka bir sermayenin, küreselcilerin sözcüsü olduğunu unutmadan yaklaşmak lâzım meseleye. Trump’tan kurtulduk diye huzura ermedik yani! (gülüyor.)

ABD’nin Kıbrıs siyasetine gelirsek, federasyona yapılan bu vurgu elbette belli bir anlama ve ağırlığa sahip. Ama, Trump dönemindeki ilgisizlik hariç, ABD’nin söylemi de hep aynıdır bu konuda. Temenni düzeyinde kalır genelde. ABD federasyon konusunda ısrarcı olacaksa, gerçekten bir anlaşma yapılmasını destekliyorsa, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararını geriye dönük veto etmesi gerekir en başta. O karara göre, Kıbrıs Rum tarafı meşru resmi hükümet kabul edilmiş, Kıbrıslı Türkler de devlet kademelerinden çekilen taraf olmuştur. Bugün Rum tarafının halen resmi muhatap kabul edilmesinin kaynağı o karardır. Türk tarafının bile isteye mi çekildiği, yoksa kovulduğu mu da ayrı bir tartışmadır, oraya girmeyelim şimdi.

Sonuçta, o karar orada durdukça ve iki müzakereciden biri resmi “devlet” gibi muhatap olarak kabul edildikçe, hiçbir Rum lider siyasi eşitliğe dayalı ortak bir devleti, yönetimde güç paylaşımını kabul etmez. Müzakerelerin ilk başladığı 1968’den bugüne, özellikle de 1974 sonrasına bakarsanız, bunu çok net görürsünüz. Hem İngiliz hem ABD sözcülerinin açıklamaları Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan çekişme içinde zevahiri kurtarma babından açıklamalar bana kalırsa.

Annan Planı son derece sorunlu bir plandı. Ama kabul edilseydi bugün yaşanan Doğu Akdeniz sorunlarının neredeyse hiçbiri gündemde olmazdı. AB de bugün yaptığı gibi Türkiye’ye parmak sallayamaz, Rumlar ve Yunanistan da bu kadar şımarma şansını bulamazdı.

Doğu Akdeniz’de doğalgaz yataklarının varlığından ilk söz edilmesi Annan Planı’nın ortaya atıldığı günlere denk gelmişti. İlk gündeme getirenler de Annan Planı’na karşı olan ulusalcı kesimlerdi ve bu planın tamamen o doğalgaza çökmek isteyen Batı’nın çıkarlarına uygun olduğunu söylüyorlardı. Karşı tarafta yer alan ve liberal olarak adlandırılan akademisyenler ve gazete yazarları, önce Doğu Akdeniz’de hidrokarbon yatakları olduğunu söyleyenleri alaycı bir dille eleştirdiler. Mesela. 11 Aralık 2003’te, Radikal gazetesinde İsmet Berkan şöyle diyordu: “Vallahi ne yalan söyleyeyim, Kıbrıs ve civarında, Akdeniz’de petrol ve doğalgaz bulunduğunu, bunların Kıbrıs Adası’nın karasularında yer aldığını ve bu yatakların çok zengin olduğunu ilk kez duyuyorum. Biliyorsunuz, Türkiye’de böyle efsaneler var. Şimdi, böyle şehir efsanelerine inanmaya mütemayil Türk milleti için Kıbrıs masalı ortaya çıkıyor. Üstelik konunun antiemperyalist bir boyutu da var. Dış güçler doğal kaynaklarını sömürmek istediği için Kıbrıs’ta çözümü dayatıyorlar! Nasıl ama… “

Ancak, 2010’lardan itibarense sol liberal çizgideki akademisyen ve gazetece yazarları bu kez doğalgazın yaratacağı zenginliğin Kıbrıs’ta bir genel bir çözümün anahtarı olabileceği umudunu dile getirmeye başladılar. Çünkü AB ve ABD işin içine girecek, çıkarılan gaz Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılacak, böylece Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığı ortadan kaldırılacaktı.

Bahsettiğiniz kesimin özellikle son 20 yıllık performansını, öngörülerini, söylediklerini göz önüne alırsanız, Kıbrıs konusundaki ham hayallerine de prim vermezsiniz. (gülüyor) Sorunuza gelirsem, hikâyenin o ilk kısmına hiç girmeyelim ama, sonrasında ortaya çıkan o beklenti son derece Batı merkezli ve kendi mantığı içinde bile son derece sakat bir bakıştı. Doğu Akdeniz’de doğalgaz kaynaklarının varlığı konuşulmaya başladığında, aklı başında bir insanın ilk tepkisi bence “İnşallah yoktur” demek olurdu. Batı’nın “Saddam’ın nükleer silahları var” deyip Irak petrolüne nasıl çöktüğünü tüm dünya canlı olarak izlemedi mi? Neden Irak’ı parçalamak istediler? Çünkü tek bir güçle değil, farklı güç bloklarıyla pazarlık etmek daha akılcıydı onlar için. Sol liberal dediğiniz kalemler, her konuda olduğu gibi, Kıbrıs konusunda da insanları yanılttılar, yanıltıyorlar. Irak’ın işgalini de büyük bir hevesle desteklemişti çoğu hatırlarsanız. Batı’nın doğalgaz için Kıbrıs’a anlaşma getirmesi gerekmez. Kıbrıs’ta bir anlaşma basitçe iki liderin imza atması ve iki toplumun bir anda mutlu mesut yaşamaya başlaması gibi basit senaryo değil ki! Ayrıca, Kıbrıslılar kimin umurunda? Çözüm dediğiniz şey epey bir masraf gerektiriyor en başta. Bir restorasyon süreci yaşanmak zorunda. Kıbrıs sorunu aynı zamanda, hatta en başta, bir mal mülk sorunudur. O doğalgazın bütün bunların maddi yönüne katlanmayı göze alınır kılacak miktarda olup olmadığı bile tartışmalı halen. Ayrıca, siyasi olarak da değip değmeyeceği çok şüpheli. Her şey olması gerektiği gibi yaşanıyor. Milliyetçilik ve gerginlik kontrollü bir şekilde yükseltiliyor, güç yarışı yapılıyor. Sonuçta, bir şekilde anlaşılır, o gaz da Avrupa’ya gider. Sırf bunun için Kıbrıs’taki mevcut statükonun değişmesi gerekmez.

Kıbrıslı Türkler KKTC’nin Türkiye’yle imzaladığı ekonomik protokole karşı protesto eyleminde (Lefkoşa, 22 Mart 2012)

Ekim ayında KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve uzun bir aradan sonra Kıbrıs bir süreliğine Türkiye gündeminde epey yer aldı. O günlerdeki tartışmalarda dile getirilen görüş, Batı’nın Kıbrıs’ı birleşmeye zorladığı yolundaydı. TV tartışmalarında, ulusalcı ya da Avrasyacı olarak tanımlanan konuşmacılar karşılarındaki iktidar sözcülerine “zamanında Annan Planı’nı savundunuz, bizi dinlemediniz, kabul edilseydi Kıbrıs çoktan elimizden gitmişti” diye suçlamayı da ihmal etmediler.

Onlarınki de içi boş bir siyasi söylem. Annan Planı benim için son derece sorunlu bir plandı. Hatta şöyle diyeyim, o sırada Türkiye’deydim ve gelip oy kullanmak isteyecek kadar bile heyecanlanmadım. Ama kabul edilseydi, bugün yaşanan Doğu Akdeniz sorunlarının neredeyse hiçbiri gündemde olmazdı. AB de bugün yaptığı gibi Türkiye’ye parmak sallayamaz, Rumlar ve Yunanistan da bu kadar şımarma şansını bulamazdı. Annan Planı kesinlikle öyledir diyemem, ama sanki zaten kabul edilmesin diye yapılmış bir plandı. Ya da zaten AB’ye giriş bileti almış bir Güney Kıbrıs’ın kabul etmesi için bir sebep yoktu diyelim.

Liberaller de Avrasyacılar veya ulusalcılar da insanları tek bir kimliğe indirgeyip homojen topluluklar olarak algılıyorlar. Sanıldığı gibi, o zaman siyasi nedenlerle oy kullanmadı insanlar. Hem Kuzey’de hem de Güney’de seçmen son derece rasyonel ve ekonomik sebeplerle karar verdi. Bir yerde bu tarz siyasi bir tartışma, kimlik kavgası, meselesi varsa, tarafların tavırlarını belirleyen ekonomik sebepler, sınıfsal çıkar farklılıkları da vardır. 1974’te 160 bin Rum Kuzey’den Güney’e göç etti. 65 bin Türk de Güney’den Kuzey’e geldi. Eğer plan kabul edilseydi, bu insanlar istedikleri takdirde kademeli olarak eski yerlerine dönebilecek, bıraktıkları mülklerini alabileceklerdi. Güney’de bu göçmenlerin büyük çoğunluğu evet oyu kullandılar o sebeple. Ama Rum toplumunun beşte biri kadarlardı ve toplumun geneli için böyle bir çıkar yoktu.

Başka bir örnek vereyim. Büyük inşaat işi çıkacağı için her iki tarafta da inşaat ve emlâk sektöründe olanlar evet dediler. Ama mesela Güney’in büyük turizm yatırımcıları hayır dedi. Çünkü Kuzey uluslararası sisteme dahil olduğunda burunlarının dibinde kendilerine bir rakip ortaya çıkacaktı. En başta Rum sermaye sınıfı içinde önemli kırılmalar oldu o dönemde.

KKTC’nin güvenliğini Türkiye sağlıyor. Sermaye sınıfı da bu güvenlik içinde burjuvalığını yapıyor. Kıbrıslı Türk burjuvaları Türkiye Kalkınma Bankası’ndan yüksek miktarda krediler alır. O krediler KKTC’nin ürettiği değerlerle olmuyor. Bugün Kıbrıs’ın kendi kendine yeten bir yer olması için bir hedef koysa siyasetçiler, Kıbrıs Türk sermaye sınıfı karşı çıkar.

Aynı esnada Kuzey’deki Kıbrıslı Türk sermaye sınıfına bakarak bugüne gelirsek, 2000’lerin başında Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın (KTTO) klasik ulusalcı yapısı değişmiş, çözüm ve AB hedefini destekleyen bir yönetim gelmişti. Hatta KTTO’nun o zamanki Başkanı Ali Erel öncülüğünde Çözüm ve AB Partisi adıyla bir siyasal oluşum kurulmuştu. Son seçimleri Ersin Tatar’ın kazanmasıyla Kıbrıs Türk sermaye sınıfı arasında anlamlı bir ilişki var mı?

Elbette var. Sonuçta KKTC’nin güvenliğini Türkiye sağlıyor. Sermaye sınıfı da bu sağlanan güvenlik içinde burjuvalığını yapıyor. Kıbrıslı Türk burjuvaları Türkiye Kalkınma Bankası’ndan yüksek miktarda krediler alır. O tasavvur edilemeyecek büyüklükteki krediler KKTC’nin ürettiği değerlerle olmuyor. Yatırım yapacakları zaman federasyon fikriyle AB’den almıyorlar o paraları. AB’den fon alarak iş yapanlar vardır ama, onlar çoğu zaman entelektüel faaliyetler diyebileceğimiz işlerdir. İş insanı dediğin kişiler Türkiye’nin kaynaklarından yararlanıyor. Dolayısıyla, değişen koşullarda çıkarlarına göre farklı siyasi refleksler vermeleri de normal.

Annan Planı’nın tartışıldığı dönemde, hatta sonrasında, KTTO’nun o zamanki yönetimi AB üyeliğinden, Türkiye’nin limanlarını Güney Kıbrıs’a açmasından, küresel ticarete katılmaktan, hatta Kıbrıslı Türklerin kendi kaderlerini tayin etme hakkından bile söz ediyordu.

O günlerin atmosferi bugünden farklıydı ve o günün koşullarında yapılmış konuşmalar onlar. Üzerinden çok zaman geçti ve başka bir durum söz konusu artık. O söylenenlerin olması için öncelikle Kuzey Kıbrıs’ın kendi kendine yeten bir yer olmayı becermesi gerekir. Bugün Kıbrıs’ın kendi kendine yeten bir yer olması için bir hedef koysa mevcut siyasetçiler, Kıbrıs Türk sermaye sınıfı olarak önce kendileri uymazlar ve karşı çıkarlar. Böyle kurulmuş bir düzen onların kolaylarına geliyor. Bunu değiştirmek mücadeleyi, sıkıntı çekmeyi, yüksek düzeyde hedefler koyup kararlı olmayı gerektiriyor. Kıbrıslı Türk burjuvazisinin işi değil o şu an.

TSK’nın Magusa’ya girişi (16 Ağustos 1974)

Türkiye son zamanlarda ne zaman Batı’yla bir sürtüşme yaşasa, TV tartışmalarında her tür farklı fikri savunan yorumcular ABD’ye, hatta tüm dünyaya karşı Kıbrıs’a asker çıkarmayı başardığımız konusunda mutabık kalıyorlar.

Türkiye’nin yıllar önce ulusal çıkarları adına Ecevit-Erbakan koalisyonu olarak bugün çok uzakmış gibi duran bir şekilde birlikte hareket edebilmiş olmasına, ulusal bütünleşmeye atıfla yapıyorlarsa bunu, bir şey diyemem. Haklı olabilirler savunduklarında. Ama 1974’te yapılan, Batı’ya karşı ya da Batı’ya rağmen değil, Batı’yla birlikte yapıldı. Çünkü o sırada Batı’nın talep ve istekleri Türkiye’ninkilerle göreceli olarak bugünkünden çok daha fazla örtüşüyordu. O yüzden 1974 müdahalesi oldu. Yoksa Ada’nın bölünmesini NATO’dan, ABD’den ayrı düşünemeyiz. NATO istemiyordu da ona rağmen biz mi böldük?

Bu anti-emperyalist tahlillerde komplocu bir kolaycılık yapılıyor hep. Elbette her şeyi sonuna dek dizayn eden bir üst akıl çalışmıyor. Herkes rolünü oynuyor. Türkiye’nin de ilginç bir hamlesidir 1974, ama öyle tüm dünyaya karşı yapılmış bir şey de değildir. Dediğim gibi, talepler ve çıkarlar örtüşmüştür o sırada. Öncelikle, Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalede bulunması uluslararası hukukun içindeydi. 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Garanti ve İttifak Anlaşmaları o televizyonlarda konuşan arkadaşlar tarafından maalesef hiç bilinmediği ya da böyle konuşmak belki kendilerince çeşitli sebeplerle daha cazip geldiği için kamuoyunu da yanıltıyorlar.

15 Temmuz 1974 günü, Atina’da o sırada yönetimde olan Yunan cuntasının desteklediği faşist bir darbe yapıldı. Darbe Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru yönetimine ve Makarios’a karşıydı. 1974’te harekât yapıldığında Rumlar ikiye bölünmüştü. Makarios yanlıları ve komünistler ya da solcular bir tarafta, EOKA’cılar, faşistler diğer tarafta. Türkiye, Yunanistan ve Britanya ile birlikte garantör ülke sıfatına sahip ve bu zannedildiği gibi Kıbrıslı Türklerin garantörlüğü demek değil. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal nizamının ve toprak bütünlüğünün, dolayısıyla Rumların da garantörüdür. Yani biraz teorik ya da fantezi babında söylersek; bugün birileri Güney Kıbrıs’ı işgal etmeye kalksa ya da darbe yapıp Anastasiadis’in başkanlık sarayını bombalamaya yeltense Türkiye garantör olarak gidip müdahale etmekle yükümlüdür. Türkiye TV’lerinde konuşan gazeteci ya da uzman unvanlı zevatın bunlardan da haberi yok sanırım. (gülüyor.)

1974’te yapılan, Batı’ya karşı ya da Batı’ya rağmen değil, Batı’yla birlikte yapıldı. O sırada Batı’nın istekleri Türkiye’ninkilerle bugünkünden çok daha fazla örtüşüyordu. O yüzden 1974 müdahalesi oldu. Ada’nın bölünmesini NATO’dan, ABD’den ayrı düşünemeyiz.

Çok hatırlatılan bir diğer konu da 1974’teki harekâtın ardından ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulamış olması.

Evet, onu söylemeyi de çok seviyorlar. Ancak, orada da şöyle bir durum var. Biraz geriye gidelim. ABD’de büyük bir siyasi skandal yaşanmış, Başkan Nixon’ın Demokrat Parti binasını yasadışı olarak dinlediği ortaya çıkmıştı. Meşhur Watergate Skandalı. ABD bununla çalkalanırken, Cumhuriyetçiler bir gündem değiştirme hamlesiyle Türkiye’de ekilen haşhaşın yasadışı yollarla ABD’ye girdiğini, Amerikan gençliğinin Türkiye yüzünden zehirlendiğini tartışmaya başladılar. O sırada Demirel hükümeti vardı ve Demirel oy tabanındaki çiftçileri memnun etmek için haşhaş ekimini serbest bırakmıştı. Geçen ay 50. yıldönümüydü, 12 Mart 1971’de muhtıra verildi, Demirel hükümetten düştü. Kurulan darbe hükümetinde Başbakan olan Nihat Erim’in ilk yaptığı işlerden biri haşhaş ekimini yasaklamaktı ve Nixon tarafından Beyaz Saray’da ağırlandı.

1974’te başbakan olan Ecevit haşhaş ekimini serbest bıraktığını açıklayınca ABD-Türkiye ilişkilerinde bir gerginlik baş gösterdi. ABD senatosunda Türkiye’ye sert yaptırım uygulanması konusunda çaba gösterenlerden biri Joe Biden’dır mesela! Ambargonun senatoda ele alındığı ilk tarih de 1 Temmuz 1974’tür. Yani Türkiye Kıbrıs’a çıktığında ambargo zaten gündemdeydi. Atina Cuntası darbenin zamanlaması açısından belki de ABD-Türkiye ilişkilerinin gerginleşmesini bir fırsat olarak görmüş de olabilir.

Sonuçta, Türkiye’nin harekâtı sonrasında Atina’daki cunta yıkıldı ve Yunanistan’a demokrasi gelmiş oldu. O sırada esas olarak Yunanistan, Türkiye’ye engel olunmadığı için çok sinirliydi ve NATO’nun askeri kanadından çekilme kararı almıştı. Kıbrıs, NATO’nun Doğu kanadındaki bu iki ülke arasında bir sürtüşme olarak ABD için o Soğuk Savaş günlerinde halledilmesi gereken bir baş ağrısıydı. Ayrıca Rumlar arasında komünist hareketin güçlü olması, Makarios’un hem İngiltere’ye, NATO’ya hem de Yunanistan’a ve Türkiye’ye karşı bir denge aramak için Bağlantısızlarla sıkı ilişkilere girmesi Batı’yı korkutuyordu, Doğu Akdeniz’de yeni bir Küba’nın ortaya çıkması paranoyası yaşanıyordu. Darbe Makarios yanlılarına ve komünistlere karşı olduğu için Sovyetler Birliği de Türkiye’ye bir tepki göstermedi. Ayrıca Yunanistan ve Türkiye’nin çatışması ihtimali de işlerine geliyordu.

O TV programlarında denk geliyorum, harekâta o günlerde en büyük tepkiyi veren, hatta “faşist bir işgal” olarak niteleyen Doğu Perinçek’e de bunu hatırlatanlar çıkıyor bazen. Sebebi basit oysa ki: Çin karşıydı Türkiye’nin müdahalesine!

Şimdi yakın geçmişin uluslararası siyasi tarihi uzun bir konu, bir söyleşi boyutlarına sığdırmak zor. Ama Kıbrıs konusunda Batı emperyalizminin tutumunu anlatabilmek için sembolik bir binadan bahsedeyim. İngiliz Yüksek Komiserliği vardır Lefkoşa’da. Nerededir biliyor musunuz? Tam sınırın üzerinde. Bir kapısı Güney’e, bir kapısı Kuzey’e açılır. Konuyu anlamak ve anti-emperyalist değerlendirme yapmak isteyenler önce bu iki kapılı bina hakkında düşünmeye, sonra da hamasi olmayan nesnel kaynaklardan tarihi okumaya başlasalar iyi olur.

^