DOĞAYLA UYUMLU ARICILIK İÇİN ÇEVRE VE ARI KORUMA DERNEĞİ

Söyleşi: Umut Kocagöz
15 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Sofralarımızdaki endüstriyel bal nasıl bir gıda? Endüstriyel arıcılığın tarihi nasıl gelişti? Gezginci arıcılık arılara ve doğaya nasıl zarar veriyor? Pestisitler yaban arılarını nasıl yok ediyor? Doğaya uyumlu arıcılık nasıl yapılır? Arıcılık nasıl adil bir geçim kaynağı haline gelir? Çevre ve Arı Koruma Derneği’nden Şamil Tuncay Beştoy’u dinliyoruz.
 


Arıcılığa ilgi duymanız nasıl oldu?

Şamil Tuncay Beştoy: Uzun yıllar grafik tasarımcılık ve çevirmenlik yaptım. 2006’da Ankara’dan Muğla’nın Yerkesik köyüne taşındım. Köyde arıcılık yapılıyordu. 2009’da bahçeye bir kovan koydum. Sonradan olma birçok tarımcı gibi çevremdeki köylülerin usûllerini beğenmediğim için internette araştırma yaptım. En iyi arının Macahel vadisindeki Kafkas arısı olduğunu öğrendim. Oradaki arıcılarla irtibat kurdum. Muğla’da oturduğumu öğrenince “bizim arı size uymaz” dediler. Muğla’ya uyumlu arı lâzımmış. Çevredeki kovanlar iyi değildi. İnternetten Apimaye adlı bir firmanın kovan tasarımlarını keşfettim. Kuşadası’ndaki bir işletmeden bir kovan arı almaya karar verdim. Boş kovanı arabanın arkasına atıp arıları almaya gittim. Oradaki yetkili arıları kendi kovanından benimkine aktardı. “Hoşça kal” dedim, tam çıkıyorum, “şimdi gidemezsin” dedi, “arıların yarısı tarlada, ancak gece dönerler”. Böylece birinci dersi almış oldum: “İstediğin gibi arı taşıyamazsın.” Sohbet etmeye başladık. Aylardan nisan. Sabah dokuzdan karanlık çökene kadar koyu bir sohbete daldık. Beraber arıcılık yapmaya karar verdik. Mehmet ve Ayşe Ceylan Türkiye’nin ilk zooteknistlerinden. Ziraat Fakültesi’nde arıcılık okumuş, uzun yıllar Macahel’de Tema Vakfı’yla çalışmışlar. Benim daha önce belgesel çalışmaları yaptığımı öğrenince buradaki bal arısının, bilimsel adıyla Muğla Çam Balı Arısı’nın belgelenmesinin iyi olacağını söylediler. Muğla arısı Anadolu arı ırkının çam balı eko tipi. Asıl bal ürettiği bitki kızılçam, çamdan bal üretimi basra böceği ile oluyor. Bu konuda yapılmış bir çalışma yoktu.

En kötüsü, “arıya gerek yok, balı ben yaparım” yaklaşımı. Bu yöntemde tatlandırıcı kullanılıyor. Yaygınlık oranı yüzde 10’u geçmez. En yaygın endüstriyel yöntemse arıya bol miktarda şeker beslemesi yapmak. Bu da üretimin yaklaşık yüzde 60’ına denk geliyor.

Şimdi var mı?

Var. O zaman da varmış, bizim haberimiz yokmuş. 2009-2012 arasında Hacettepe Üniversitesi’nde Prof. Dr. Selma Ülgentürk’ün yürüttüğü bir proje varmış. Üç yıl boyunca basra böceğinin yayılımını, yapısını, yaşam döngüsünü çalışmışlar. Ama sonuçlar ne yazık ki hâlâ yayınlanmadı. Arıcılık alanında çalışan meslek birlikleri ve kooperatifler var. Ama arıcılıkla ilgili gönüllü çalışmalar yürüten bir sivil toplum kuruluşu yoktu. Bir dernek kuralım derken ortaya vakıf fikri çıktı: Ege Arıcılık Vakfı (EGAV). Amacımız araştırma yapmak, bütçesini de vakıf vasıtasıyla sağlamaktı. 2012’deki bir kanunla vakıf kuruluşu zorlaştırıldı. Kuruluş için 60 bin liralık bir banka hesabı gerekiyordu. Vakıf olamayınca dernek kurmaya karar verdik. Ama “gönüllüler derneği” olmak istemedik. Çünkü öyle olunca gönüllüler para vermek dışında faaliyetlerin parçası haline gelmiyor, kurucuların tutkuları, hayalleri oluyor, geri kalan üyeler sadece bağış yapıyor. Bağışta bulunmak, biraz ruhu kurtarmaya benziyor. Halbuki arıcılıkta bütüncül yaklaşım önemli. 

Bütüncül yaklaşım derken ne kastediyorsunuz?

Bugün arı konusunda çalışan biri arının morfolojisini, fizyolojisini, arı bitkilerini veya koloni yönetimini araştırır. Sadece meraklılar bu konular arasındaki bağlantıyı kurar. Bir bilim insanı hayatını dünyadaki arı cinslerinin morfometrik analizlerini yaparak mutlu mesut geçirebilir. Günümüzün bilgi yoğunluğunda, eskinin romantik bilim dönemine dönmek mümkün değil. Arılar üzerine çalışanların bilgiyi ortaklaştırabilecekleri bir alan açmak gerekir. Böylece tarım ekonomisti, iklim bilimci, kolonici, bitkici ortaklaşır. Çünkü arı kolonisi bir bütündür. Buna “bütüncül”, “entegre”, “doğal”, “sürdürülebilir” yaklaşım diyebiliriz. Arı üzerine çalışan tüm aktörlerin yer alacağı bir yapı hayal ettik. Farklı alanlardan 18 aktör tespit ettik. Bu alanları temsil eden insanları derneğe üye olmaya davet ettik. Biri hariç hepsi kabul etti. 2015’te ÇARIK’ı (Çevre ve Arı Koruma Derneği) kurduğumuzda, içimizde koloni yöneticisi, arı genetikçisi, entomolog, bitki bilimci, arı ekipmanları üreticisi, Arıcılar Birliği başkanı gibi farklı alanlardan üyelerimiz vardı. Geleceğin bilgisi geleneksel bilgiyle bilimsel bilginin uygun bir metodolojiyle sahada birleştirilmesiyle oluşabilir. Bir köylü, neden öyle olduğunu açıklayamaz, ama nasıl öyle olduğunu anlatır. Bilim ise, nasıl öyle olanın neden öyle olduğunu çözme sorusuna öyle daldı ki, nasıl ile neden arasındaki bağ koptu. Farklı aktörlerin ortaklaşa hareket edebileceği, bütünselleşmiş yaşamın formlarını oluşturacağımız araçlar geliştirmeliyiz.


Kuşadası’ndan ilk kovanınızı almanızdan sonra hikâye nasıl gelişti?

O sohbet hayatımı değiştirdi. Arı şu an benim için dünyayı birarada anlamayı sağlayan bir varlığa dönüştü. Arı küçük, ama birleştirici bir canlı. Arıcılık da öyle bir uğraş. Büyük yatırım, büyük alan istemiyor, büyük beklentiler gerektirmiyor; 100, 1000 ya da 5 kovanla ya da kovansız yapılabiliyor.

Geçiminizi arıcılıkla mı sağlıyorsunuz?

Kısmen. 100 kovanım var. Çam balı üretiyorum. Kovanlarımı derneğe bağışladım, o sebeple birincil geçim kaynağım arıcılık değil. Balımı derneğin Senin de Kovanın Olsun projesine, Doğal Besin, Bilinçli Beslenme Ağı’na (DBB) veriyorum.

Bu coğrafyada aracılığın geçmişi ne kadar geriye uzanıyor?

Birçok üretimin olduğu gibi arıcılığın da anavatanı Anadolu. “Bereketli hilal” denilen bölgede, 7-8 bin yıl öncesine ait arılı, kovanlı kaya resimleri var. Ama bildiğimiz anlamda arıcılığa ilkin Hititlerde rastlıyoruz. O zamanlar kovanlar kilden yapılıyormuş. Bodrum’da, Muğla Üniversitesi arkeoloji bölümüyle deneysel bir çalışma yürütüyoruz. Kil kovanlar yaptık. Kovan yapısı bölgeye ve bölgedeki malzemeye göre değişmiş. Örneğin, Muğla’da 20-25 cm. çapında kütük kovanlar yapılmış. Karadeniz’de ise ıhlamur ağacından geniş kovanlar üretilmiş. Binlerce yıl müdahale etmeden, gözlemle, çıkan bal alınmış.

Endüstriyel kovan Türkiye’ye 1970’lerde, icadından 100 yıl sonra geldi. O zamana kadar kanaatkâr bir üretim vardı. Bal ilaç niyetine tüketilen bir üründü. Köyde yakının yoksa yerel pazardan petek olarak alıyordun.

Anadolu’da hangi arı ırkları mevcut?

Dünyada toplam 23 bal arısı ırkı var. Temelde sadece ikisiyle, Avrupa ve Anadolu bal arısı ırklarıyla arıcılık yapılıyor. Onlar da dağ ve ova arıları diye ikiye ayrılıyor. Dağ arılarında Kafkas ve Karniyol arıları var. Biri Artvin-Kars bölgesinde, diğeri Trakya’da mevcut. Anadolu çok önemli bir gen kaynağı. Sekiz arı ırkına ev sahipliği yapıyor. Anadolu bal arısı sadece bu coğrafyaya ait. İran bal arısı, Suriye arısı, Kıbrıs arısı, Trakya, Kafkas arıları da doğal olarak bölgede mevcut. Sonradan melezlenen, İtalyan arısı gibi ırklar da var.

Bir arı kolonisini nasıl tarif edersiniz?

Kolonideki her bir arı büyük bir organizmanın hücresi gibi davranır. O yüzden biz bütünün oluşturduğu bu “canlıyı” muhatap alırız. Yani bir “süper organizma” söz konusudur. Tekil bir arı bireysel canlı davranışı sergilemez. Organizmanın içinde o anda yüklendiği role uygun davranır. Bir arının anatomisi, fizyolojisi, davranışları kovan içinde o anki rolüne göre değişir. Bu yüzden arıyı birey yerine hücre olarak kavramak daha doğru olur.
Arı kolonisinde bir kuluçka hanesi var. Buna “kovanın rahmi” diyebiliriz. Kovanın bir sindirim sistemi ve buna uygun petekleri var. 10 çıtalık bir arı kolonisinde her petek bu organlara benzer iş bölümüne sahiptir. Peteklerin boyutları, kullanışları eşit değildir. Bazıları yavru peteği, bazıları polen depolarıdır. Arılar peteklerin sırasını değiştirmez. Müdahale ederek biz değiştiririz. Genelde orta bölümdeki peteklerin üst taraflarına yavru yapar, alt taraflarına bal depolar, kuluçkayı koruma altına alırlar. Kuluçkaya bakan arılar o bölgede yoğunlaşır, “tarlacılar” ise alt tarafta.

Bir arı ortalama üç gün yumurta, 6 gün larva, 12 gün pupa olarak geçirip 21 günde ergin bir arı haline gelir. Sonra kovan içindeki işleri yapmaya başlar. İlk üç gün bakılır, beslenir, kovandaki temel temizlik hizmetlerini yapar. Ardından 3-6 gün arı sütü, 6-12 gün mum üretir. Bu sırada mum üreten bezleri ortaya çıkar. Müteakip 16-21 gün ise kovan girişinde bekçilik, bal işleme gibi işlerde çalışır. 42 gün kovan mesaisinin ardından yaklaşık 21 gün tarlacı olur.
Tarlacılar arasında sabah içtimaya çıkan izci arılar çevreden bilgi getirir. Bilgiler kovanın o anki ihtiyaçlarına göre değerlendirilir, mesela “5 bin arının 3 bininin nektar, 2 bininin polen toplaması” için iş bölümü yapılır. Sabahtan akşama kadar, tek tür çiçeğe gidilir. Böylece çiçeğin dölleme döneminde nektarı ziyan edilmez. Aksi halde polenler birbirini dölleyemez. Bu mesai arı ile çiçek arasındaki evrimsel işbirliğine tekabül eder.

Örneğin, “bu dönem kestane balı olur” denmesinin sebebi, bu işbirliği mi yani?

Arı kestane üzerine çalışır, kestane de arıya göre uyum sağlar. Böylece, arı başka çiçeklere gitmez. Arıda bu anlamda doğa ile iç içe, onunla uyumlu bir “koloni bilinci” mevcuttur.
Şimdi Bal Arısı Demokrasisi (“Honeybee Democracy”) başlıklı bir kitap çeviriyorum. Arı dansını keşfeden, doğal arıcılığı savunan ekolden bir eser. Yazarı biyolog Thomas D. Seeley üç kuşaktır arılar üzerine çalışan bir aileden geliyor. 16 yıl arıların nasıl karar verdiği üzerine araştırmalar yapmış. 

Hindistan ve İtalyan bal arısını çiftleştirip güçlü yeni bir ırk yaratmak istediler. Böylece arı kenesi Avrupa’ya ulaştı. Kene 1975’te Trakya’daki arı ırkı üzerinden Türkiye’ye girdi. Üç yıl içinde Türkiye’deki arıların yüzde 40’ını öldürdü. 

Endüstriyel arıcılığın temellenişi de arı davranışlarının gözlemlenmesine dayanıyor. 1860’ta Langstroth adında İsveç asıllı bir Amerikalı bilim insanı tarımda endüstriyelleşmeye paralel, “arıcılıkta da neden bu dönüşümü sağlamıyoruz” diye soruyor. O yıllarda, dünyada Almanya, Slovenya, İsviçre’de geniş, dar, arkadan ya da yukarıdan açılan 15-20 çeşit “müdahale edilebilir” kovan tasarımı var. Bir arayış dönemi. En kullanışlı kovanı Langstroth icat ediyor. 1868’den itibaren arıcılıkta çoğunlukla patenti Langstroth’a ait kovanlar kullanılıyor. Bildiğimiz fenni kovan. Bir de Dadant kovanı var. Soğuk bölgelerde, Rusya ve Ukrayna’da kullanılıyor. Langstroth’un en büyük özelliği yukarıdan açılabilmesi, çıtalarının yer değiştirmesi, bu şekilde sonsuz müdahale imkânı vermesi.

Langstroth hangi gözlemler sonucu böyle bir kovan tasarlıyor?

Arı kolonilerinin ortalama büyüklüğüne, doğadaki peteklerin aralıklarına uygun bir tasarım yapıyor. Daha geniş yaptığımızda arı araya yeni petek örüyor, dar bıraktığımızda ise birbirlerine yapıştırıyor. Langstroth buna “arı boşluğu” demiş: 7-9 mm. Kovan 10 çıtadan oluşuyor. Doğadakine benzer biçimde, ana arı ortadaki peteklere yavru, kenardakilere de polen ve bal yapıyor. Bir küp gibi düşünelim, ortasına eliptik bir top yerleştirelim. Yumurtlama alanı orası. Ortada en geniş, kenarlara doğru azalıyor. Değişik kısımlarda polen ve bal yapılıyor.
Bütün koloni yönetimi bu içgüdüsel davranışı anlamak üzerine kurulu. Kovana petek ilave edip çıkarabiliyor, sıralamalarını değiştirebiliyoruz. Arı bu üç boyutlu yapıyı kurmaya içgüdüsel olarak şartlanmış. Böylece arı “bu kadar da yeter” dediğinde biz “yetmez, devam” diyebiliyoruz.
Arı yıllar içinde bulunduğu çevreyi öğreniyor. Misal, Muğla’da kışı 10 kilo balla geçirebileceğini düşünüyor. Bu balı elde etmek için 30 bin arı gerekiyor. Ama 30 bin arıyla kışa girerse hayatta kalamaz. 10 bin olursa, kalır. Baharda arı petek örerek, yumurtlayarak, ana arıyı hızlandırarak nüfusu tekrar 30 bine çıkarıyor.


Peki 20 bin arının ölmesi doğal mı?

Arıların ömrü zaten bu kadar. Tarlacı arılar az beslenir, çalıştıkça vücutlarından harcarlar. Ömürleri ortalama 45 gün. Yumurtadan itibaren bir arının ömrü 60 ila 75 gün arasında. Bugüne kadar ölçülmüş en uzun işçi arı ömrü 260 gün. Hiç çalışmamış ama. Bir arı ne kadar çok çalışırsa o kadar erken ölür. Bu yüzden yaz arıları kısa, kış arıları uzun ömürlüdür. Kışın kovan içindeki bir “salkım”da hareketsiz şekilde soğuk günlerin geçmesini bekledikleri kuzey ve soğuk bölgelerde arıların ömür iyice uzar. Örneğin Erzurum, Kars, Artvin gibi illerimizde bu süre altı ayı bulur. Arıları petek gözlerinden çıktıkları andan itibaren işaretleyerek yapılan yaşam süresiyle ilgili akademik çalışmalarda özellikle Kanada, Sibirya gibi kutup altı bölgelerde arıların çok uzun ömürlü olduğu gözlemlendi.

Fenni arıcılıkta üretim nasıl?

Mesela 10 kilo bal istiyorum, ama koloniyi kaybetmek istemiyorum. 30 bin arı 10 kilo bal yapıyor, 60 bin arı 20 kilo bal yapar. Bahar ayında koloniyi 60 bine çıkacak şekilde güder, yönlendiririm. Petek örmesi yetmiyorsa petek, nektar yetmiyorsa şurup veriyorum, daha erken ve daha çok yumurtlamasını sağlıyorum. Böylece bal akımı mevsimi geldiğinde 20 kilo bal depoluyor, 50 bin tanesi ölüyor, 10 kilo balı ben aldığım için geriye yine 10 kilo bal ve 10 bin arı kalıyor.
Bu yöntemin bedeli ana arının erken yaşlanması. Endüstriyel arıcılıkta iki yılda bir yeni ana arı üretmek zorundasınız. Doğadaysa bu süre 5 yıla kadar uzuyor. Buraya kadar anlattıklarım makul ve mantıklı. Buna “endüstriyel öncesi”, “uygun müdahaleci” yahut “geleneksel müdahaleci” yöntem diyebiliriz.

Türkiye’de her yıl bal arılarının yüzde 30-40’ını kaybediyoruz. Ama yeniden üretiyoruz. Ülkede 8 milyon kovan var. Bu miktar aşırı. Şu anda dünyadaki arı varlığı suni yollarla, şurupla beslenerek artırılıyor.

Arı doğası gereği evcilleştirilemez. Suni bir “doğa”da yaşayamaz. Ondan sadece bir miktar da bizim için üretmesini bekleyebiliriz. Onu bu amaçla “yönetebilir”, “güdebiliriz.” Bir arı kolonisi her zaman ihtiyacından fazla bal depolar. Adil bir paylaşım içinde, “kurda, kuşa, aşa” kadim felsefesi bağlamında biz de yaşamsal gereksinimlerimizi karşılamak için bu fazla bala ortak olabiliriz. Bizim savunduğumuz arıcılık tam da bunu günümüz koşullarına uyarlamayı amaçlıyor.

Peki, makul olmayan yöntemler hangileri?

İyiden kötüye doğru birkaç katman var. En kötüsü, “arıya gerek yok, balı ben yaparım” yaklaşımı. Bu yöntemde tatlandırıcı kullanılıyor. Yaygınlık oranı yüzde 10’u geçmez. En yaygın yöntem arıya bol miktarda şeker beslemesi yapmak. Bu da üretimin yaklaşık yüzde 60’ına denk geliyor.

Bu yöntemin zararları neler?

Endüstriyel tarımla ilgili zararların tümü bu üretim için de geçerli. Birincisi etik değil. Aslında, üretilen madde bal değil. Arı üç ölçü nektar getiriyorsa, beş ölçü şeker veriliyor. Bir kötü yanı da gezginci arıcılık. Fenni kovanı gezdirebiliyorsunuz. Geleneksel tarımda bazı yerlerde bazı ürünler daha fazla üretilirdi. Arıcılıkta da durum böyleydi. Taşınabilir kovanlarla beraber “flora takibi” başladı. “Buradaki balı aldım, ileride de çiçek var, oradan da alayım” denmeye başladı. Senede 7-8 yer dolaşan arıcılar var. Anadolu’nun coğrafyası ve iklimi çok çeşitli olduğu için arıcı iki ayda bir yer değiştirebilir. Bahar ayında narenciye balı, sonra hayıt, geven, ardından kestane, anason, sonra yayla balı, ayçiçeği, çam balı, nihayetinde püren ve keçiboynuzu balı alarak tüm Anadolu’yu dolaşır. Aradaki ufak balları hiç saymadık. Ama nasıl ki arıya müdahale etmek onu şaşkına çeviriyorsa, gezdirmek de dengesini bozuyor.


Arının doğal dengesi nedir
?

Bir süperorganizma olarak arı kolonisi, bir kere yavrulama ve bir kere bal akımı zamanlarına göre evrilmiştir. Bahar ayında koloni büyüyecek, sonbaharda da nektarlarını bala dönüştürüp uykuya dalacak. Bu basit bir döngü. Sadece coğrafya ve floraya göre takvimi değişiyor. Arı alıştığı ortamdan alınınca doğal döngüsü bozuluyor. Koloni uyum sağlayamıyor. Dışarıdan ekstra polen, şeker beslemesi, petek ilavesi gibi endüstriyel müdahalelerde bulunmak gerekiyor. Gezginci arıcılığın endüstriyelleşmemesi olanaksız. Çünkü aynen tarımda gübre ve pestisit müdahalesinde olduğu gibi üçüncü, dördüncü balı almak için endüstriyel müdahale gerekiyor. Koloni hastalıklara açık hale geldiği için zehir, ilaç, antibiyotik kullanılıyor. Böyle bir açgözlülük endüstriyelleşmeyle sonuçlanıyor.

Türkiye’de arıcılığın endüstriyelleşmesi nasıl başladı?

Langstroth kovan Türkiye’ye 1970’lerde, icadından yaklaşık 100 yıl sonra geldi. O zamana kadar sepet, kütük, kara kovan türü geleneksel kovanlar vardı. Bölgeden bölgeye farklılaşan, kanaatkâr bir üretim yapılıyordu. Çok az bölgede temel geçim kaynağı arıcılıktı. Çok özel ballar haricinde arıcılık geçim kaynağı değildi. Kestane, bozkır balı gibi bazı özel ballar büyükşehirlerde rağbet görüyordu. Bal sofralarda sık tüketilen bir gıda değildi. Tüketim 1990’larda arttı. Balparmak gibi şirketlerle bir sektör ortaya çıkıyor. Tıpkı ayçiçeği yağının bir sektör yaratması gibi. Bal çocukluğumda köyde yakının yoksa yerel pazardan petek olarak alabileceğin bir üründü. Süzme bal sadece Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde, İstanbul’da birkaç firmada vardı.

Dünyada sadece bal arılarının nüfusu tartışılıyor. Bu insan merkezli bir bakış. Pestisitler ve iklim değişikliği bal arılarının nüfusunu her sene düşürüyor, arıcılar tekrar artırıyor. Yabani arılarda ise geri dönüşsüz bir yok oluş söz konusu.

Balparmak’ın geçmişi çerçilik, köy köy dolaşıp ürün toplarlarmış. Ağırlığı bala vermişler. Yeni nesil sahipleri “paketleyiciliğe” geçiyor. Büyük bir işleme sistemi kurup markalaşıyor. Marketlerde kavanoz bal dönemi başlıyor. Bal eskiden ilaç niyetine tüketilen bir üründü. Endüstriyel sistem pazar yarattı, tüketim alışkanlıklarını değiştirdi. Eskiden bu kadar çok et de yenmezdi. 1960’larda, Kalkınma Planları döneminde başlayan “Yeşil devrim” ziraat fakültelerinin gelişmesi ve kalifiye personelin yetişmesiyle 10 yılda tamamlanıyor. 1969’da Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) kuruluyor. TKV’nin kuruluşu bal açısından Balparmak kadar önemli. TKV “gübre vermezsen tarım olmaz” türünden bilgileri dolaşıma sokuyor. Başlıca çalışma konularından biri de arıcılık. Langstroth kovanını TKV getiriyor. 1970-71’de Orman Genel Müdürlüğü 700 bin kovan alıyor. Bakanlık ve TKV personeli köylerde önder arıcılara eğitim toplantılarıyla “fenni kovana geçmenin faydalarını” anlatıyor. İkna olan köylülere beşer kovan hediye ediliyor.

Köylüleri cezbedecek hangi argümanlar söyleniyor?

Müdahale edebilirsin, ürününü arttırabilirsin, taşıyabilirsin; aldığın balın miktarını birkaç kata çıkarırsın.” Doğal kovanda nadiren 5-8 kilodan fazla bal alırsın. Fazla alırsan arı aç kalır, ölür. Fennide miktar 30 kiloya kadar çıkıyor. O dönemde, üç-dört yılda Türkiye’deki kovanların yüzde 80’ini fenni kovana dönüştürüyorlar. Kovan üretimi artıyor, akabinde kovan taşıma başlıyor, iyi para kazanılıyor. 1980’lerde tüm Türkiye’de gezginci arıcılık temel arıcılık modeli haline geliyor.
Yine de kovan sayısı şimdiki gibi 8 milyon civarında değil. 1975-1985 arası gezgincilik kırsalda çatışmalı süreçler yaşandığı için zorlanıyor. Ekonomik kriz de var. 1985’ten sonra Balparmak bir çıkış yapıyor. Tarıma ıslah, katkı, ilaç, gübre sokan endüstriyelleşme balda da yaşanıyor. Bu arada dünyada çeşitli ırklardan ana arıları başka yerlere taşıma ve böylece verim elde etme fantezisi baş gösteriyor. Ana arı taşıma piyasası oluşuyor.

Tüm bu süreçlerin sonunda bal neye dönüşüyor?

Bal sıradanlaştı. Reçel gibi sofralık bir ürüne dönüştü. Arada toplayıcılar vardır. 45 liralık balın 30 lirasını toptancı alır, 11 lirasını arıcıya verir, kalan 20 liradan 10 lira masraf yapsa, kilo başına 10 lira kâr elde eder. 15 lira markete kalır. Market sistemi büyük sorun. Süpermarket sistemini tartışmadan geleceğin tarımını tartışamayız.

Market sisteminin ne gibi zararları var? 

Nüfusun büyük bölümü şehirleştiği, vaktin büyük çoğunluğunu işte veya yolda geçirdiği için ürünlerin standartlaşmasından, hazır sunulmasından mutlu insanlar. Süpermarket ürünleri endüstrileşmiş şehir yaşamının bir parçası. Bal da standart ürünlerin bir parçası haline geldi. Güvenilir, temiz, sıhhi, tahlilden geçmiş, ama bal değil. Gerçek bal hiçbir işlemden geçmemiş doğal baldır. Bal yerel yapıldığında her çiçeğin balı ayrı ayrı hasat edilir. Toptancı mantığındaki arıcı ise belirli bir dönemin balını ortak hasat ediyor.

Bir “soylulaşma” riski var. Ekolojik arıcılar fedakârca iş yapıyor, çok emek veriyor, başka geçim kaynakları yok. Bu yüzden balı piyasanın birkaç katına satma eğilimindeler. Bu yüzden alıcılar varlıklı kesim oluyor.

Aslında baldan başka da ürünler var arıcılıkta, değil mi?

Bal arıcılık ürünlerinin en ucuzu. Polen daha kıymetli. İçinde bol miktarda protein, mineral ve enzim mevcut. Arı ekmeği fermente olmuş polendir. Polenin dıştaki selüloz duvarı parçalandığında biyo-yararlılığı çok artıyor. Yediğimiz polenin yüzde 80’ini sindiremediğimiz için vücudumuzdan atarız. Arı ekmeğinin ise yüzde 90’ını sindirebiliyoruz. Propolis ise bitkilerin antibiyotiğidir. Baharda sürgün verirken, sonbaharda düşen yaprağın yerini kapatmak için propolis salgılar bitkiler. Propolis minerallerin yanı sıra çok sayıda bitkisel antibiyotik içerir. Sürgünlerin çıktığı, kabuğu yardığı yerler ağacın yarasıdır. Propolis bunu iyileştirmek için çıkar.
Arı gelir, her petek gözünü yeni arı çıktıktan sonra dezenfekte edip yeni yumurtaya hazırlar. Propolisle mumu karıştırıp kovanın çatlaklarını onarır. Kovanın içinde böcek ölmüşse onu mumyalar. Propolis antibiyotik ve mineral içerdiği için doğal tıbbın konusudur.

Peki, ana arının önemi nedir, niye ticareti yapılır?

Kovanda üç tip arı var: ana arı, işçi arılar –ki hepsi ana arının salgıladığı feromon maddesiyle dişilikleri bastırılmış dişiler– ve erkek arılar. Ana arı ölünce, işçi arıların yumurtalıkları gelişmeye başlar. Arıların fizyolojisi tersine işleyebiliyor. Ana arı yılda 12-15 erkekle çiftleşir. Evrim rekabeti arılar ve karıncalarda dişilerdedir, erkekler rekabet etmez. Bir ana arının 10 milyona yakın yumurtlama kapasitesi vardır. Yumurtalar döllenmeden hazırdır, çiftleştiği bütün spermleri kesesinde toplar, dölsüzden erkek, döllenmişten dişi-işçi arı çıkar. Çiftleşmiş ve döllenmiş bir ana arı ırkının özelliklerini taşır, bu yüzden endüstriyel arıcılıkta ana arı ticareti vardır.

İspanya’daki Arana mağarasında neolitik çağdan arıcılık izleri

Bu ticaretin bir zararı var mı?

Bu sevdanın en dramatik sonuçlarından biri varroa adlı arı kenesi. Apis cerena’nın, yani Hindistan bal arısının arı kenesiyle doğal bir birlikteliği var. Varroa arının larva döneminde petek gözüne girip onunla birlikte büyüyor. Her bir Apis cerena larvasında bir varroa büyüyebildiği için arı denge kurabiliyor. Ancak, Hindistan bal arısıyla İtalyan bal arısını çiftleştirip güçlü ve verimli yeni bir ırk yaratmak istediler. Böylece arı kenesi Avrupa’ya ulaştı. Arı kenesi 1975’te Trakya’daki arı ırkı üzerinden Türkiye’ye girdi. Üç yıl içinde Türkiye’deki arıların yüzde 40’ını öldürdü. Çünkü Anadolu arı ırkının larvası Hindistan bal arısınınkinin üç-dört katı. Bu yüzden tek bir arıda dört-beş kene büyüyor. Katlanarak artan kene nüfusuyla arılar baş edemiyor. Şu an endüstriyel arıcılıkta varroa temizlenemediği, dahası gezginci arıcılıkla sayısı arttığı için çok fazla ilaç kullanılıyor. Baldaki kalıntının en büyük sebeplerinden biri bu. Normalde arı bir kere yavrulasa zor da olsa keneyle baş edebilir. Ama arı gezdirildiğinde en az 3-4 defa yavrulama dönemi yaşıyor.

Dünyada arı varlığının azaldığı ve bunun vahim sonuçlar doğurabileceği söyleniyor. Türkiye’de durum nasıl?

Türkiye’de her yıl arıların yüzde 30-40’ını kaybediyoruz. Ama yeniden üretiyoruz. Ülkede 8 milyon kovan var. Bu çok aşırı bir miktar. Şu anda dünyadaki arı varlığı suni yollarla, şurupla besleyerek, seracılığa benzer bir mantıkla artırılıyor. 1990’lı yıllarda “koloni çöküş sendromu” (CCD) yüzünden tüm dünyada arı varlığı bir anda düştü. Varroa, Amerikan Yavru Çürüklüğü ve tarımsal pestisitler gibi birçok neden öne sürüldü ve ardından tedbirler alındı. Arı müdahale edilmeye çok açık bir canlı. Mesela bir zeytinlik çökerse, 10-20 yıl onu yenilemekle uğraşırsınız. Arı bir ilaçtan bir sene söner, kalan kovanlardan ertesi sene çoğaltabilirsiniz. Ama verim düşer, kaynak israf edilir. Bir milyon nüfuslu güçlü koloni yerine 8 milyonluk zayıf bir koloniye sahip olursunuz. Dünyada sadece bal arılarının nüfusu tartışılıyor. Bu çok insan merkezli bir bakış. Pestisitler, iklim değişikliği bal arılarının nüfusunu her sene düşürüyor, arıcılar nüfusu tekrar arttırıyor. Yabani arılarda ise iklim krizi ve pestisitlerden dolayı geri dönüşsüz bir yok oluş söz konusu.

70 yıl öncesine kadar bir çoban bütün koyunlarını tanırmış. Bir köylü ineklerini huyuyla suyuyla bilirmiş. Endüstriyelleşme bunu yok etti. İyi bir arıcı, tanıyabileceği kadar kovanı olan arıcıdır.

ÇARIK olarak koruma konusunda ne yapıyorsunuz?

Konuyu bütünsellik içinde ele alıyoruz. Üretimde kullanılacak bilginin üretim sürecini, doğal ve bütüncül koloni yönetimini, farklı arıcılık tarzlarını araştırıyoruz. Arıcılığın nasıl sürdürülebilir bir geçim kaynağı olabileceğine bakıyoruz. Önceleri, ham bir hayalle sektörün tamamını dönüştürebiliriz diye düşünüyorduk. Ardından daha sürdürülebilir modeller yaratmaya ağırlık verdik. İki tane Birleşmiş Milletler projesi yürüttük: Çam Balımız Yok Olmasın ve Arıcılık İyidir, Tutkun Olursan. Şimdi o saha araştırmalarının sonuçlarından yararlanıyoruz. Yerel Rotalar projesiyle gezginci arıcılığa alternatif bir model oluşturmaya çalışıyoruz. Türkiye’nin çok az bölgesinde geçimlik sabit arıcılık yapılabilir. Ama gezgincilik illa da endüstriyel olmak zorunda değil. Geleneksel arıcılar da yörük usûlü, kovanlarını yaylaya çıkarır ve düze indirirdi. Bu modeli ve rotalarını saptamaya çalışıyoruz: Bayramiç, Menemen ve Muğla’nın üç bölgesini tespit ettik.
Arıcılar ballarını değerinde satamadıkları için endüstriyel yöntemlere başvurduklarını söylüyorlar. Bu yüzden gıda topluluklarıyla çalışıyor, Senin de Bir Kovanın Olsun gibi projeler yürütüyoruz.

Senin de Bir Kovanın Olsun nasıl bir proje?

Topluluk destekli, ön ödemeli bir model. Şu an çam balı için yapıyoruz. Hazirana kadar talepleri alıyoruz, hasat mevsiminde, ekimde balı gönderiyoruz. Pilot projede 100 tüketici 10 kilo karşılığında para yatırıyor. Biz de arıcıya “kovanının 10 kilo balı şu kişiye ait” diyoruz. Arıcı doğal yöntemleri kullanmayı taahhüt ediyor. Varsayalım 100 kovanı var, hepsini doğal yöntemle yapmak zorunda. Balının tamının pazarlanmasına destek oluyoruz. Fiyat bu sene 35 lira. Piyasa koşulları ve geçim kaynaklarına göre bir denge gözetiliyor. Tartışmalı bir konu.

Fiyatı nasıl belirliyorsunuz?

Bir “soylulaşma” riski söz konusu. Bu tür topluluklar fedakârca iş yapıyor, çok emek veriyor, başka geçim kaynakları yok. Bu yüzden balı piyasanın birkaç katına satma eğilimindeler. Bu makul olsa da pratikte alıcılar varlıklı kesim oluyor. Çok da ironik bir durum söz konusu. Çünkü alıcıların büyük bölümü mevcut sorunları yaratan sektörde çalışan insanlar. Dolayısıyla, evet, balımız değerli, ama bu fiyattan satarsak çok az kişiye ulaşabileceğiz. Oysa daha fazla üreticinin balını almak istiyoruz. Çam balını marketteki fiyata satalım dedik. Orta gelirlilere hitap eden bir markette fiyatı 35-40 lira. Toptancıya giden pay bizde doğrudan üreticiye gidiyor. Böylece, “orta gelirlinin” de alabileceği fiyata kadar iniyoruz. Bana kalırsa gıda gruplarının hepsi bu fiyat politikasını izlemeli.

Ekolojik arıcılık hem arının hem insanın doğayla ilişkisini adil olarak tesis etmeye çalışan bir tarz. Sadece arıları insandan değil, diğer arıları da bal arısından korumak gerekiyor. Aşırı popülasyon haksız rekabet, kayırılmış bir tür yaratıyor.

Türkiye’de kaç kişi arıcılıkla uğraşıyor?

Arıcılık artık köy ekonomisinin bir parçası değil, profesyonel bir meslek. Türkiye’de yaklaşık 25 bin kayıtlı arıcı yılda 125-140 bin ton bal üretiyor. Diğer tarımsal sektörlerde olduğu gibi birliğe kayıtlı olmadan arıcılık yapamıyorsunuz. Ayrıca çiftçi kayıt sistemi gibi arıcı kayıt sistemi (AKS) var. İl bazında yetiştirici, ilçe bazında satış birlikleri de var. Bal üzerine uzmanlaşmış tarımsal kalkınma kooperatifleri var. Ama, sayıları çok az.

Kooperatiflere iyi örnekler var mı?

Datça’da bulunan Sındı Kooperatifi iyi işliyor. Dayanışma ekonomisini sürdürüyor, temel değerleri koruyabiliyor, yerel kalmayı başarabiliyor. Bu tabii biraz Ömer Orhan amcanın himmetinden kaynaklanıyor. Trajikomik bir durum söz konusu: Kooperatiflerin başarısı başkanlarına bağlı. Sındı’nın başarısı ürünlerini BUKOOP’a (Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi), Kadıköy Kooperatifi’ne, gıda topluluklarına, ürünün değerini bilenlere pazarlamasından kaynaklanıyor.

Ovacık Kooperatifi de bal üretiyor; onları nasıl buluyorsunuz?

İyi bir örnek, ama arıcılık orada ürün kalemlerinden sadece biri. Pülümür’de Hemgen Bal Kooperatifi var. Muğla’da Karabörtlen, Pınar, Yerkesik Bal kooperatifleri de iyi işliyor.

İbn Butlan’ın sağlık kitabında sögüt ağacından kovan çizimleri (11. yy)

Devletin arıcılığı destekleme konusundaki politikası ve uygulamaları nasıl?

Kötü ve yanlış. Tarımda dönüm başına para desteği verdikleri gibi, arıcılara kovan başı para veriyorlar. 10 yıl önce ürüne destek veriliyordu. Arıcılar ürünlerini çok göstermek için sahte fatura buluyormuş. O yüzden şimdi kovan başına destek veriliyor. Bu sefer de sahte kovan yapılıyor. Kovana plaka alıyoruz. Eylülde kovanları gezip, içlerini açıp 7 çıtalı olduklarını saptamaları gerekiyor. Ama 8 milyon kovanı saymak mümkün değil. Yuvarlak hesap ödeme yapılıyor.

Yerel yönetim destekleri var mı?

İyi örnek yok. Eskişehir’de Arı Köy kuruldu, devam etmedi. Muğla’da birlikle belediye arasında uyuşmazlık var. İzmir’de, İstanbul’da Büyükşehir Belediyeleri pazar açısından destek veriyor. Bence yerel yönetimler sadece kendi olanaklarıyla proje yapamaz. Sahada arıcılığın nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili rol alamaz. Bunlar akademinin, bakanlığın araştırma birimlerinin, birliklerin, bizim gibi STK’ların görevi. Belediyeler paydaş, destekçi, katılımcı olabilir, ürünleri doğrudan ulaştırabilir.

Bugün arıcıların en önemli sorunu nedir?

Pazarlama. Toptan satışa, tüccara mahkûm durumdalar. Eskiden arıcıların toptancıları olurdu, şimdi toptancıların arıcıları var. Örneğin, Muğlalı bir arıcı olarak Sivas’a gittin, orada konaklar, işini yapardın. Hasat zamanında oranın toptancısı balını alırdı. Şimdi, arıcı parasızlıktan son kuruşuyla araç tutup Sivas’a gidiyor, aynı zamanda şeker tüccarı da olan bal toptancısından veresiye şeker alıyor. Ve artık o toptancının verdiği fiyata mahkûm hale geliyor. Arıcılık bizde sadece balcılık olarak anlaşılıyor. Halbuki öyle değil, polen, perga, arı sütü, propolis, arı zehri, erkek arı larvası, ana arı larvası ve petek gibi çok çeşitli ürün var. Arı zehri konusu tartışmalı. Bu çok iyi bir ürün, ama kolonilere zarar veriyor. Bunu üretecek olgunluğa erişmiş bir arıcılık kültürüne sahip değiliz. Arı sütü de çok fazla müdahale gerektiriyor. Diğerleri, nispeten az müdahalelerle elde edilecek, katma değeri yüksek ürünler. Onları da düşünmek gerekiyor. Ama sektör şu an balcı. Gezginci arıcılığa bir çare de ürün çeşitliliğini artırmaktan geçiyor. Böylece gelir de artacak. Ayrıca, arı sütünü mesela ancak gezmezsen alabilirsin. Bu yüzden tarımsal kalkınma kooperatifi değil, üretim ve pazarlama kooperatifi kuruyoruz. Kooperatifte farklı ürünlerin üreticileri olacak. Farklı bal üreticileri, ekipman üreticileri, pazarlamada katkıda bulunmak isteyenler, araştırmacılar yer alacak. Tüm Türkiye’den 47 kişilik bir grubuz.

Pestisitler doğal bitkileri de zehirlediği için yaban arılarını yok ediyor. Yaban arılarının ölümü bitkilerin tozlaşmasını engelliyor. Yaban hayat çok hızlı ve köklü bir şekilde yok oluyor.

Ekolojik arıcılığı mı destekleyeceksiniz?

Evet. İsmimiz APİKOOP, açılımı Ekolojik Arıcılık Kooperatifi. “Api” Latince arı demek. Ekolojik arıcılık arıyı bulunduğu ekosistemde değerlendiren, hem arının doğayla ilişkisini hem insanın doğayla ilişkisini adil olarak tesis etmeye çalışan bir tarz. Sadece arıları insandan değil, diğer arıları da bal arısından korumak gerekiyor. Aşırı popülasyon haksız rekabet, kayırılmış bir tür yaratıyor. Müdahalemiz doğal dengenin bozulmasına sebep olmamalı, aynı zamanda insanlar arıcılıktan geçinebilmeli. İşin zorluğu bu ikisini beraber kotarabilmekte yatıyor.

Kooperatif arıcıların örgütlenmesi, tüccar karşısında haklarını koruyabilmeleri için de örgütlenecek mi?

Henüz erken. Bunu bir sonraki aşamada düşüneceğiz. Çiftçi-Sen gibi biz de belirli bir tarımsal grubun, kooperatifleşmenin ötesinde, sendikalaşmasına çaba sarf edebiliriz. Ama bunun taşıyıcı kültürü henüz oluşmadı. Önce bu kültüre katkı sunmalıyız. Öte yandan, sendika ile kooperatif ayrı olmalı. Örneğin, Çiftçiler Sendikası’nın bir alt kolu olabilir.

İyi bir arıcının meziyetleri nelerdir?

Arının dilinden anlar, döngüsünü bilir. 70 yıl öncesine kadar bir çoban bütün koyunlarını tanırmış. Bir köylü kadın, ineklerini huyuyla suyuyla bilirmiş. Endüstriyelleşme bunu yok etti. İyi bir arıcı, tanıyabileceği kadar kovanı olan arıcıdır. 30-40 dönümden fazla buğdayı, 500’den fazla zeytin ağacı olan çiftçiler artık dili anlayamaz. Arıcılar için makul oran aile başına en fazla 200 kovandır. Oysa, 900-1000 kovanı olanlar var. Türkiye ortalaması 300 kovan civarında. 150-200’den fazlasına bakamazsın. Müdahalesiz arıcılıkla geçinmek mümkün değil. Değerlere dayalı müdahaleyle üretim ise tam zamanlı bir iş. 150-200 kovanı geçersen ya işçi çalıştırırsın ya da musluk takıp şekerli su verirsin. Ortada büyük bir glikoz tankı, çevresinde 500 kovanın dizildiği bir arılık düşünün. Kovanlara hortumlarla şeker veriliyor. Üretilen şeye de “bal” deniyor. Bülent Şık 1+1’e yazdığı bir yazıda böcek ve arı popülasyonlarının azalmasıyla gezegende yaşanacak sorunlara dikkat çekiyordu. Temel sorunlardan biri de pestisit kullanımı. Zehirsiz Sofralar Kampanyası sayesinde 16 pestisit yasaklandı.

Pestisitlerin arılar üzerindeki etkileri neler?

İki şekilde zarar veriyorlar. İlkin arıyı akut şekilde doğrudan etkiliyor. İkincisi, arı bitkilerine zarar veriyor. Özellikle, ayçiçeği, pamuk gibi ürünlerde kullanılan pestisitler arıyı zehirliyor, yön bulma duyularını ve öğrenme kapasitelerini azaltıyor, tarlacı arıları işlevsiz hale getiriyor.
Öte yandan, konuyu hep bal arıları ekseninde tartışıyoruz. Ama ekosistemde bal arılarının gördüğü zarar telafi edilebilir. Pestisitli bitkilerden yaban arıları da besleniyor. Onların uğradığı zararı tespit eden bir çalışma yok. Anadolu hem bal arılarının hem de “bombusların”, yani yaban arılarının gen kaynağı. Onların popülasyonu hızla tükeniyor. Endüstriyel bitkilerden ziyade doğal bitkilerle ilişki kurdukları için, yaban arıları ekosistemin sürdürülebilirliğine büyük katkı sağlıyor. Ama pestisitler doğal bitkileri de zehirlediği için yaban arılarını da yok ediyor. Yaban arılarının ölümü bitkilerin tozlaşmasını engelliyor. Yaban hayat çok hızlı ve köklü bir şekilde yok oluyor. Diğer yandan, Anadolu’daki bal arısı popülasyonu aşırı. Araştırmalar bir popülasyonun dengeli yaşayabilmesi için kilometrekare başına bir kovan düşmesi gerektiğini söylüyor. Oysa Türkiye’de 8 kovan düşüyor. Yaban çiçeklerine 8 kat fazla bal arısı konuyor. Dolayısıyla yaban arısına ne polen ne de nektar kalıyor. Endüstriyel tarım doğal çevre ve popülasyonu yok ediyor, akut arı ölümlerine sebep oluyor, arıları kronik olarak güçsüzleştiriyor. Arıcılar güçsüz kolonileri hayatta tutabilmek için başka çözümlere yöneliyor, böylece balın niteliği de bozuluyor.
Greenpeace’in bir yıl önce neonikotinoid türü tarım pestisitlerine karşı yürüttüğü kampanyayla 11 pestisit yasaklandı. Bu yasak arılar için çok önemli. Çünkü bu pestisitler nikotin temelli. Hem bağımlılık yaratıyorlar hem de arıyı güçsüzleştiriyorlar. Tam bir kısır döngü. Arılar yön duygularını kaybediyor, kovana geri dönemiyor.

^