2018 DÜNYA KUPASI: KİM KAYBETSİN, NE KAZANSIN –9

Yücel Göktürk
30 Temmuz 2018
SATIRBAŞLARI

Kupa bitti, tefrika da nihayetine eriyor nihayet. Sekizinci bölümü, Zapatistaların “Büyük Final” başlıklı çağrısının “Fiesta”lı bölümüyle ve Katalan şarkıcı-şarkıyazarı Joan Manuel Serrat’nın eseriyle noktalamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz, Chiapas “salyangoz”larının izini sürüp “Büyük Final” ile bitiriyoruz…

 

Nerede kalmıştık?

”Yenilenme Hareketi”nin (Morena) lideri Obrador’un seçim zaferinin ertesi gününde, milyonlarca Meksikalı Brezilya maçını seyrediyordu. Zapatistalar da ekran başındaydı. Kupayı baştan sona onlar da izledi. Başka bir gözle elbette. Nasıl bir gözle izlediklerini, 4 Temmuz’da, Brezilya maçından iki gün sonra yayınladıkları ‘Büyük Final’ başlıklı bildiriyi, tefrikanın son bölümüne bırakalım. Ama bu bölümü o metnin şu cümleleriyle noktalayalım:

‘Hayal meyal hatırladığın şarkıda dendiği gibi, az önce sona eren gösteri “asil ile ayaktakımını, onurlu ile solucanı” bir araya getirdi. Kısa bir süreliğine eşitlik üstünlüğe hükmetti. Ne var ki, karşılaşmanın bittiğini ilan eden son düdük herkesi yerli yerine gönderdi. Eşitmiş gibi yapmaya paydos. Ve bir kez daha, “akşamdan kalmanın verdiği sersemlikle / fakir fakirhanesine / zengin servetine / papaz cemaatine / iyi ve kötü yerli yerine / yoksul fahişe kapı eşiğine / zengin fahişe gül bahçesine / paragöz muhasebe defterlerine”…’

Bildiri çift imzalı. İki ‘subcomandante’, Moises ve Galeano. Marcos’un yeni adı o: Galeano. İşte buna kadeh kaldırılır. Anılan şarkının eşliğinde: Katalan şarkıcı-şarkı yazarı Joan Manuel Serrat’nın ‘Fiesta’sı…”

Kaldığımız yerden devam ediyoruz, Brezilya-Meksika maçının iki, Obrador’un devlet başkanı seçilmesinin üç gün sonrasına zaplıyoruz. Tarih, 4 Temmuz 2018. Zapatistalar “Büyük Final” başlıklı, “İsyancı Altkumandan Moisés – İsyancı Altkumandan Galeano” imzalı bir bildiri yayınlıyor.  

Vurgulayalım: İkinci imza, dünyaca Subcomandante Marcos olarak bilinen Zapatista “altkumandanı”nın yeni adı. Hükümet tarafından öldürülen Zapatist yoldaşı, “Galeano” rumuzlu José Luis Solís López’in anısına hürmeten aldığı, hatta belki Uruguaylı müteveffa gazeteci-yazar Eduardo Galeano’yu da hatırlatarak kullandığı müstear isim ya da rumuz.    

“Büyük Final” de bir Galeano öyküsü gibi kaleme alınmış çağrı metni. Açılış paragrafı şöyle:

“Yerel Halkın Yönetim Konseyi’ni destekleyen ağların ‘Hayat ve Özgürlük’ buluşmasına ve Zapatista Salyangozları’nın ‘Geçmişin, şimdinin ve geleceğin tüm kötü hükümetlerine karşı Salyangoz Boyama’ adı verdikleri hadisenin 15. yıldönümüne katılmaya davet ediyoruz.”

Daha ilk paragrafta başlayan çift anlamlılıklar metin boyunca sürüyor, parmak ısırtan vücut çalımları ve falsolu paslarla ilerliyor, hedefi 12’den vuruyor.

“Yerel halk” malûm, Meksika’nın güneydoğusunda, Chiapas eyaletinde mukim Mayalar. Bu tür siyasi-idari birimlerin, hatta Meksika’nın kendisinden asırlar, asırlar önce o coğrafyayı kendisine yurt kılmış bir halk.

“Yönetim Konseyi” de malûm, yerel yönetim özerkliğini ifa eden yerinden yönetim organı. Taban örgütlenmelerinin ve yerel meclislerin çatısı, daha doğru bir ifadeyle, zemini. Bu çatı-zemin özdeşliğine birazdan geleceğiz.   

“Destek ağları”, adı üstünde, dünyanın dört bir yanındaki Zapatista destekçileri. Formel olanlar var, informel olanlar var. (1+1 Forum ve 1+1 Express dergisi ikinci gruptan.)

Paylaşım, yoldaşlık, sanat: compARTE

Çift anlamlılıklara gelince… “Katılmaya davet” için kullanılan ifade “compARTE”. İlk hece, “katılmak-paylaşmak” anlamındaki “compartir”in “comp”u. “ARTE” ise sanat (art) tabii. Çift anlamlılık dedik, ama burada üçüncüsü de var: “compARTE”nin “compA”sı, “yoldaş” anlamındaki “compañero”nun kısaltması. Bunlar bildirinin “1” numaralı dipnotundan naklen.

“Zapatista Salyangozları” bahsi içinse, önce Zapatista sembolizminde merkezi yeri olan salyangozun sebeb-i hikmetine bakmak gerekiyor. Soner Torlak’ın “Zapatistalar: Salganyozun Uzun Yürüyüşü” başlıklı Zapatista tarihçesinden birkaç bölüm okuyalım:

“(Zapatistaların) Chiapas’ta kurdukları özerk/otonom ‘salyangoz’lar, ‘iyi yönetim komiteleri’nde insanların kendi yaşamlarını ilgilendiren bütün kararları kolektif biçimde aldığı, kimsenin kimseyi temsil etmediği, Maya felsefesi çerçevesinde doğayla uyumlu bir dünya inşa ediliyordu.”

Maya felsefesinde tarih

“(Mayalara göre) tarih, belirli bir noktadan kalkarak başka belirli bir noktaya doğru ilerleyen bir işleyişe sahip değildi. Sürekli başladığı yere varan ve tekrar başlayan biçimde bir döngüsellik de içermiyordu. Mayalar hem Batı merkezli çizgisel tarih hem de Doğu merkezli döngüsel tarih algısından tamamen farklı bir tarih anlayışına sahipti. Tarihin sürekli dışa doğru uç veren ve genişleyen bir tür spiral harekete sahip olduğuna inanıyorlardı. Yaşanmış olanların tekrar yaşanamayacağı, ancak yaşanacak olanların eski yaşanmışlıkların kökünden türediğinden hareket eden bu kavrayış biçimine göre, dünya birkaç kez yıkılıp yeniden kurulmuştur, ancak bu yeniden kuruluşların hepsi kendinden önceki yıkımların üzerine gerçekleşmesi nedeniyle onların deneyim ve bilgisini içerir.”

Spiral tarih, salyangoz ve Salyangoz

“Zapatistalar inşa ettikleri komünlere Caracol (Salyangoz) adını vermektedir. Salyangozlar, Meksika yerli kültüründe ‘kalbe ve bilgiye açılan yolu, kalbin ve aklın dünyayı sırtlanmasını’ temsil eder. Bu kavram aynı zamanda Meksika yerlilerinin ‘hayat’ anlamında kullandıkları ilk kelime olma özelliğini de taşımaktadır. Salyangozun kabuğunun sarmallığı, helezonik yapısı ise Zapatistaların eylemlilik biçimine işaret etmektedir: Dönen, genişleyen ve yayılan, fakat asla fasit daireler şekline bürünüp kendi içine hapsolmayan, dahili ya da harici sınırları olmayan ve sürekli evrilen bir eylemlilik biçimine. Subcomandante Marcos’un ‘Mücadele bir çember gibidir, her noktasından başlar, ama asla bitmez’ sözü bu eylemlilik biçimini yansıtmaktadır.”

Teoride ve pratikte Salyangoz’lar

“Zapatistalar, her biri 80 köyü bünyesinde toplayan 38 özerk belediye olarak örgütlenmişlerdir. Bu özerk belediyeler de birer koordinasyon merkezi olarak faaliyet gösteren ‘Salyangoz’lara bağlıdır. Burada ‘bağlılık’ hiyerarşik bir ilişkiye denk düşmemektedir. Sistemin en tepesinde ‘İyi Yönetim Konseyi’ bulunmaktadır. Ancak, hiyerarşik ilişkileri tersine çeviren ve tabandan işleyen bir katılımcı sistemde, aslında ‘İyi Yönetim Konseyi’ tepede değil, en alttadır. Kararlar bireylerden başlayarak en alttan doğru alınır, İyi Yönetim Konseyi sadece tavsiye kararı almaya ve taban düzeyinde çözülemeyen anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasına yetkilidir.”

“Hayat ve Özgürlük”

Çağrıya dönersek… 15. yıldönümü kutlanacak olan “Salyangoz boyama”, yukarıda tarif edilen “Salyangoz”ların süslenmesi, resimlenmesi, şenlendirilmesi anlamında. “Píntale caracolitos” bu anlamı karşılıyor. Ama o kadarla kalmıyor, malûm el işareti –“nah” çekmek– anlamındaki “Pintar caracolitos” ile paslaşıyor. Yani, ‘Geçmişin, şimdinin ve geleceğin tüm kötü hükümetlerine” nah yapılıyor.

Ezcümle, Zapatistaların çağrısı “Hayat ve Özgürlük” buluşmasına ve “Geçmişin, şimdinin ve geleceğin tüm kötü hükümetlerine nah çekmenin” 15. yıldönümü kutlamasına.         

Bildirinin ikinci paragrafı çağrının muhataplarını sıralıyor, sonrasında “İlk ve son nokta:” denerek “Büyük Final” adlı “öykü” başlıyor. Öykünün son cümlesinin ardından gelen “devam edecek?” parantezini müteakip şu ifadelere yer veriliyor:

“Yukarıda anlatılanlara istinaden, EZLN’nin altı numaralı komisyonu tüm bireyleri, grupları, kolektifleri ve Yerel Halkın Yönetim Konseyi’ne (CIG) destek verenleri ve elbette aslolan değişimin yukarıdan değil, aşağıdan geleceğine inanan herkesi Yerel Halkın Yönetim Konseyi’ni destekleyen ağların buluşmasına davet ediyor.”

Devamında programın başlıkları veriliyor, etkinliklerin 3-5 Ağustos arasında yapılacağı duyuruluyor. Ardından şu cümleler geliyor:

“İlaveten, Zapatista yerli toplulukları sanatı bir iş ve bir özlem olarak gören herkesi Hayat ve Özgürlük için CompARTE’ye, salyangoz boyamaya davet ediyor. Açılış 6 Ağustos, kapanış Zapatista Salyangozları’nın 15. kuruluş yıldönümü olan 9 Ağustos.

Program katılımcılara göre belirlenecek olmakla beraber, direniş ve isyandaki Zapatista topluluklarındaki müzisyenlerin, aktörlerin, dansçıların, ressamların, heykeltraşların, şairlerin ve diğer sanatçıların yer alacağı muhakkak.

Bütün etkinlikler Zapatista direniş ve ayaklanma bölgesinin Tzotz Choj mıntıkasındaki Moreila Salyangozu’nda yapılacaktır.”

Meksika-Brezilya maçından iki gün sonra, Dünya Kupası çeyrek finallerinin arefesinde, Chiapas’taki ortam ve durum böyleydi. Şimdi Zapatista altkumandanları Moisés ve Galeano’nun kaleme aldıkları öyküyü okuyalım, Dünya Kupası tefrikasını “Büyük Final” ile noktalayalım. 

Son bir şarkı koyalım önce. Geçen bölümde, “Tefrikaya Manic Street Preachers’ın ‘International Blue’suyla başlamıştık, onunla bitireceğiz” demiştik, öyle yapalım.

 

BÜYÜK FİNAL

Büyük stada ulaşıyorsun. “Anıtsal”, “muazzam”, “mimari harikası”, “betondan bir dev”… TV yorumcuları bu ve benzeri sıfatları dillerinden düşürmüyor, tasvir ettikleri gerçekler ne kadar farklı olursa olsun bu fazlasıyla mağrur yapının kıymetini teslim etmekte hepsi hemfikir.

Haşmetli yapıya varabilmek için molozları, cesetleri, çöpleri yara yara ilerlemen gerekti. Eskiler geçmişi anlatırken hep böyle olmadığını, vaktiyle bu muazzam tesisin etrafında evler, mahalleler, dükkânlar, binalar bulunduğunu söylüyorlar. İnsanlar sel olup akarmış kırk yılda bir açılan devasa kapıdan. Girişin üzerindeki kemerde “Yüce Oyuna Hoşgeldiniz” yazısı varmış. Evet, erkeklere hitaben, eril artikelli “bienvenido”; içerde olup bitenlerin erkeklere mahsus olduğunu vurgularcasına, tıpkı bir zamanlar umumi tuvaletlerin, barların, nalburların ve… tabii ki futbolun olduğu gibi.

Fakat kuşbakışı aşağı göz atınca, görünen manzaranın ölüm ve imhayla çevrili küçültülmüş bir kâinat maketi olduğu pekâlâ düşünülebilir. Evet, Büyük Stad çevresindeki hayatı yutan, bir türlü doymak bilmeyen, geğirip duran ve cansız bedenler, kan ve dışkı boşaltan bir kara delik âdeta. 

Hatalı mimari düzenlemeleri, temelindeki ve inşaatındaki kusurları, kazanan takımın zevkine göre sık sık değişen dekorları bugün üzeri birlik, iman, umut ve tabii ki hayırseverlik çağrılarıyla kaplı bir tür iskeleyle örtülmüş olsa da, belli bir mesafeden bakınca mülkün bütününü görmek mümkün. Bu yapı dini, siyasi ve sportif tapınmanın benzerliklerinin teyidi adeta.

Mimarlıktan pek anlamadığın halde, gerçeklikle uyuşmayan bu manzarada neredeyse müstehcenlik raddesindeki ısrardan rahatsız oluyorsun. Renkler ve sesler bir dönemin sonunun geldiğini, hayal edilen yarına ve vaat edilmiş topraklara geçildiğini ilan ediyor, gerisini ölüm dahi vaat edemez artık. (Bunları düşünürken, kaybettiğin, katledilmiş ya da başka cehennemlere “tehcir edilmiş” bütün yakınlarını sayıyorsun teker teker, isimleri istatistiklerde ya da adalet ve hakikat vaatlerinde eriyip gitmiş bütün o insanlar geçiyor aklından.)    

Dinde –siyasette ve sporda olduğu gibi– uzmanlar vardır. Sense hiçbir şeyden çok fazla çakmıyorsun. Tütsüymüş, duaymış, hamd etmekmiş, bu âlemlerin düşkün olduğu bütün bu şeyler karşısında afallıyorsun. Binayı tasvir edecek yeterlilikte olmadığını hissediyorsun, çünkü başka bir dünyada yürüyorsun, senin taban teptiğin uzun ve bezdirici yollar büyük stadın görkemli localarından bakınca “yeraltı” diye adlandırılabilir ancak.

Evet, sokakların yeraltı dünyası, metro, toplu taşıma, taksitle veya krediyle, bir başka kredi üzerinden alınan krediyle alınan araba (sürekli ertelenen ve sürekli büyüyen bir borç), patika, kervan geçmez yolların götürdüğü mısır tarlası, okul, çarşı, pazar, işyeri, mesai, ömür törpüsü.  

Sıkıntılısın, doğru, ama hâkim olan büyük stadın içindeki iyimserlik; ürkütücü, e-z-i-c-i ve stadın dışına taşıyor.

Hayal meyal hatırladığın şarkıda dendiği gibi, az önce sona eren gösteri “asil ile ayaktakımını, onurlu ile solucanı” bir araya getirdi. Kısa bir süreliğine eşitlik üstünlüğe hükmetti. Ne var ki, karşılaşmanın bittiğini ilan eden son düdük herkesi yerli yerine gönderdi. Eşitmiş gibi yapmaya paydos ve bir kez daha “akşamdan kalmanın verdiği sersemlikle / fakir fakirhanesine / zengin servetine / papaz cemaatine / iyi ve kötü yerli yerine / yoksul fahişe kapı eşiğine / zengin fahişe gül bahçesine / paragöz muhasebe defterlerine…”

Şimdi sesler ve görüntüler maçın bittiğini gösteriyor. Onca beklenen ve korkulan büyük final sona erdi, galip takım sahte bir tevazuyla seyircilerin alkışlarını kabul etti. Köşe yazarları ve yorumcuların gözde deyişiyle “saygın topluluk”. Evet, çığlıklar, alkışlar, küfürler, aşağılayıcı sözlerle tribünlerden olaya aktif olarak katılanlar için böyle deniyor. Seyirci olarak topa sahip olduklarını ve “topu filelere gönderen” vuruşun onların çığlıkları olduğunu iddia etmelerine bir tek büyük finalde izin veriliyor. 

Kaç kere işittin bunu? O kadar çok ki, saymaya değer mi? Üst üste tekrarlanan yenilgiler, bir dahaki sefere kesin galibiyet sözleri ve bahaneler: tabii ki hakem şöyle, saha böyle, hava, ışıklandırma, diziliş, strateji ve taktikler, falan filan, falan filan… En azından şu anki illüzyon bozgunlar tarihini bir nebze olsun hafifletiyor… Çok yakında mutlaka yeni bir hayal kırıklığı daha eklenecek bu tarihe.

Stadyumun dışında, kötü niyetli bir el binanın mağrur duvarına şu cümleyi çiziktirmiş: “KAYIP: GERÇEKLİK”. Bu münafıklığı yeterli bulmayan el harflere öylesine bir yaratıcılık ve çeşitlilikte desenler ve renkler eklemiş ki, artık sprey boyayla yazılmış gibi durmuyor. Grafiti bile değil artık. Betona kazınmış bir yazıt, bir kitabe gibi. Duvarın duygusuz yüzeyine nakşolmuş silinmez bir nişan.

Dahası, son harfin, “K”nın kuyruğu duvarda bir çatlak açmış, ta binanın temeline kadar uzanıyor. “Mutlu Aile” başlığı altında, biri kız biri erkek iki çocuklarıyla poz vermiş heteroseksüel çiftin fotoğrafının olduğu yırtık ve rengi solmuş afiş çaresizce çatlağı kapatmaya çalışıyor. Belki de bir optik yanılsama nedeniyle, sanki o çatlak mutlu aile imajını da yırtmış gibi görünüyor.  

Fakat stadın duvarlarını titreten içerden gelen gümbürtü bile çatlağı gizleyemiyor.

İçeride, maç bitmiş olmasına rağmen, seyirciler stadı terketmiyor. Halbuki çok geçmeden harabe vadilerine fırlatılacaklar. Kalabalık efsunlu gibi kendi çığlıklarını yankılıyor, insanlar birbirlerine anekdotlar anlatıyor: En coşkulu tezahüratı kim yaptı? En matrak espri (buna “viral” deniyor) kimden çıktı? Kim en başarılı yalanı dolaşıma soktu? (Doğruluk derecesi “like” sayısına göre belirleniyor). Ne olacağını daha en baştan kim biliyordu? Sonucun böyle olacağından hiç şüphe etmeyen kimdi?

Tribünlerde bazı taraftarlar başka bazı taraftarlarla analizleri paylaşıyor: “Rakip takımın devre arasında forma değiştirdiğini gördün mü? Maça rakip takımın formasıyla başlayanlar şimdi galibiyeti kutluyor”, “Hakem (her zaman ‘satılmış hakem’dir), bu sefer işini olması gerektiği gibi yaptı, çünkü takımın zaferi her şeyi aklar ve düzeltir”.      

Bazı seyirciler, daha şüpheci olanlar, hayretle fark ediyorlar ki, rakip takımlarda oynamış ve oynamakta olanlar da zaferi kutlayanlar arasında. Anlamaya çalışıyorlar, ama kafalarını buna veremiyorlar. Belki anlayabilirler, ama vakit kutlama vakti, anlama vakti değil. Durumu iyice berraklaştırmak için, dev ekran son moda görsel efektle yanıp sönüyor: “Düşünmek yasaktır.” 

Hava hâlâ kararmadı diye düşünüyorsun. Ama yalancı günışığı etkisinin projektörlerle havai fişeklerden kaynaklandığını fark ediyorsun. Işık da seçici elbette. Şu köşede basamaklar çökmüş, ama ilkyardım ekipleri kazayla ilgilenmiyor, onlar da kutlamayla meşgul. Kimse kaç kişinin hayatını kaybettiğini merak etmiyor, herkes hangi takımın taraftarı olduklarını soruyor.

Daha uzakta, diğer karanlık köşede, bir kadın saldırıya uğramış, tecavüz edilmiş, kaçırılmış, katledilmiş, kaybedilmiş. Hadi amaa, eninde sonunda sadece bir kadın ya da yaşlı bir kadın ya da genç bir kadın ya da küçük bir kız. Medya, her zaman olduğu gibi, nabza göre şerbet veren medya, kurbanın adını sormuyor, üzerinde o takımın mı, yoksa bu takımın mı formasının olduğunu soruyor.    

Fakat şimdi kederlenmenin zamanı değil, eğlence zamanı, kadeh tokuşturma zamanı. T-a-r-i-h-i-n-s-o-n-u-n-a dostum, yeni şampiyonanın başlangıcına. Dışarıda, karanlık, harap edilmiş bölgenin mecazi resmi gibi. Tıpkı bir savaş alanı gibi aslında, diye düşünüyorsun.

Gürültü tekrar dikkatini çekiyor. Bir adım geri çekilip tuttuğun takımın muhteşem zaferinin etkisinin tadına varmaya çalışıyorsun… Hmm… Tuttuğun takım bu muydu? Ne fark eder, kazanan çoğunluğun tuttuğu takımdı, hep öyle olacak. Şimdi tabii, herkes zaferin kaçınılmaz olduğunu biliyordu ve tribünlerde mantıklı açıklamalar uçuşuyor: “Başka türlü bir sonuç mümkün değildi zaten, Başdöndürücü kupa tuttuğun takımdan başkasının renklerini taçlandıramazdı…”  

Tribünlerden, localardan taşan coşkuya ayak uydurmaya çalışıyorsun; nafile. Binanın en yüksek noktasına ulaştın galiba, lüks bir VIP locası olduğu anlaşılan bölmenin filtreli camlarından ışıklar, aşağıdaki çığlıklar ve görüntüler yansıyor.

Güç bela ilerlemeye çalışıyorsun tribünlerin arasında; merdiven altlarında, koridorlarda alt alta üst üste yığılı insanlar. Kendini bu kadar tuhaf hissetmemene yardım edecek birini ya da bir şey arıyorsun. Meçhul bir takvime ve coğrafyaya düşmüş bir uzaylı ya da zaman makinesinden geçmiş bir seyyah gibi yürüyorsun. 

Önlerindeki oyun tahtasına gözlerini dikmiş iki ihtiyarın yanında duraklıyorsun. Yo, satranç oynamıyorlar. İyice yaklaşınca bunun bir puzzle olduğunu fark ediyorsun, sadece birkaç parçası yerleştirilmiş, nihai resim henüz belli değil.

Biri diğerine şöyle diyor: “Yoo, yani bunun kurgu olduğunu hiç sanmıyorum. Her şey bir yana, ne kadar çılgınca gelirse gelsin, eleştirel düşünce bir hipoteze dayanmalıdır. Ama, hipotezle yüz yüze gelmek ve isabetli olup olmadığını doğrulamak için de titizlikle üzerine gitmekten vazgeçmemek lâzım, ya da icabında başka bir çıkış noktası bulunmalı.” 

Puzzle’ın parçalarından birini eline alarak devam ediyor: “Mesela, bazen küçük büyüğü anlamaya yardımcı olur. Tıpkı bu ufacık parçaya bakarak tamamlanmış resmi tahmin edebileceğimiz ya da sezebileceğimiz gibi.” Devamını duyamıyorsun, etrafta toplaşmış insanlar öylesine bağırıp çağırıyorlar ki bu tuhaf ikilinin sözlerini bastırıyorlar.

Biri eline bir ilan tutuşturuyor. “Kayıp” kelimesini okuyorsun ve yaşını kestiremediğin bir kadın resmi: ihtiyar bir kadın mı, orta yaşlı mı, genç kız mı, yoksa kız çocuğu mu? Esinti ilanı elinden uçurup götürüyor, havalanan kâğıt konfeti ve flama bulutunun arasına karışıp kayboluyor.

Kızlar demişken…

Esmer tenli, ufak tefek, küçük bir kız, üzerinde süslü püslü işlemeli, rengârenk acayip bir elbise, sahaya, tribünlere, renkli ışıklara, galiplerin mutlu, mağlupların şeytani gülümsemelerine bakıyor.

Kızın kafasından bir soru geçiyor. Yüzünün ifadesinden, fıldır fıldır bakışlarından belli. Bütün bu kazandıklarından sonra kendini bari yüce gönüllü hissediyor musun?.. Hımmm… Kazandın mı peki? Her neyse, mühim değil. Kendini gönlü bol ve düşünceli hissediyorsun. Ve kıza ne aradığını soruyorsun.

Kız “top” diye cevaplıyor. Ve kafasını çevirip sana bakmadan gözleriyle büyük yapıyı tarıyor.

Top mu?” diye soruyorsun. Sanki soru başka bir devirden, başka bir âlemden çıkıp gelmiş gibi.  

Kız iç çekiyor ve ekliyor: “Sahip de belki bu yüzden buradadır.”  

Sahip mi?

Evet, topun, stadın, kupanın, takımların ve bütün bu her şeyin sahibi...” diyor. Dev statta yoğunlaştırılmış bütün gerçekliği küçücük elleriyle kavramaya çalışıyor sanki.

Şimdi bu soruların yeri ve zamanı olmadığını ya da buna benzer bir şeyler anlatmak için uygun kelimeleri bulmaya çalışıyorsun… Derken, hatırlıyorsun… Daha doğrusu, topu gördüğünü hatırlamadığını fark ediyorsun. Zihninde bulanık bir görüntü beliriyor, maçın başlarına ait bir görüntü, üzerinde “tribün dostu sponsorlarımız”ın logolarının olduğu meşin yuvarlak. Ama sonra onu bir daha gördüğünü hatırlamıyorsun, atılan gollerde bile top orada değildi.  

Ama bir skor levhası var, hangi gerçekliğin geçerli olduğu orada kayıtlı: Kim kazandı, kim kaybetti. Hiçbir skor levhası topun, takımların, tribünlerin, “kamera ve mikrofonların”, hatta skor levhasının kendisinin kime ait olduğunu söylemiyor.

Üstelik, skor levhası da öyle herhangi bir levha değil. En moderninden, büyük bir servet değerinde. Çalışanların skora puan eklemeleri mi yoksa çıkarmaları mı gerektiğine yardımcı olmak üzere VAR bile var, ayrıca “beraber tarih yazdık” anlarını ânında ve tekrar tekrar yansıtan dev ekranı da. Bu skor levhası golleri değil, çığlıkları kaydediyor. Kim daha kuvvetli bağırıyorsa, o kazanıyor. E o zaman topa ne ihtiyaç var ki? 

Fakat sonra, hafızanı yokluyorsun ve bir tuhaflık dikkatini çekiyor: Maçın bitiminden birkaç dakika önce, bahisçiler, bar, rakip takımın taraftarları hep suskunluk içindeydi. Şimdi galibiyeti tadan takımın taraftarlarıysa eşi benzeri görülmemiş halde çığlık çığlığa. Evet, karşı takımın bu ani geri çekilmesi çok tuhaftı, diye geçiriyorsun içinden. Ama daha da tuhafı, skor levhasında, bırak kesin sonucu, geçici sonuç dahi ilan edilmezden önce, rakip takım galibi kutlamak için sahaya dönüyor… Halbuki henüz galip gelmiş değiller ki. Stadın yükseklerindeki lüks VIP localarında gürültü kopuyor, flamalar hemen kazanan takımın renklerine bürünmüş. Tuttukları takımı ne zaman değiştiriverdiler? Gerçekte kim kazandı? Evet ya, top kime ait?

Peki, sahibin kim olduğunu niye öğrenmek istiyorsun?” diye soruyorsun kıza, çünkü kafasındaki şüpheler bir yana, “şimdi düdüklerin, kaynanazırıltılarının, konfetilerin zamanı, inatçı soruların değil” diye düşünüyorsun.

Ah, çünkü o hiç kaybetmez. Hangi takımın kazandığı, hangi takımın kaybettiği fark etmez, daima sahip kazanır.”

Bu sözün ektiği şüpheyle huzursuzlanıyorsun. Şunun şurasında birkaç saat önce, bugün galip gelen takım kazanırsa nasıl da felaketlere yol açacağını söyleyenlerin, şimdi kendileri kazanmış gibi galibiyeti kutladıklarını görmek tedirginliğini daha da artırıyor. Hiç de kaybetmiş gibi davranmıyorlar, zafer onlarınmış gibi sevinçle kutluyorlar, “yine biz kazandık” diyorlar sanki.  

Az kalsın, kıza “ağzımızın tadını kaçırma, git başka yerde kederlen” diyeceksin, dilinin ucuna kadar geliyor. Sonra, “belki de muayyen günündedir, ya da depresyondadır veya sadece ne olup bittiğini anlayamıyordur” diye düşünüyorsun. Öyle ya, nihayetinde o daha bir çocuk. O esnada şeref tribününde bir hareketlenme oluyor, bir patırtı kopuyor. Galip takım teşekkür etmek üzere sahaya dönüyor. Kalabalık tribünlerden izlemeye devam ediyor, hayvanları alt eden modern gladyatörleri mest olmuş halde seyrediyor… Dur bir dakika! Galip takımı kucaklayan, tebrik eden ve omuzlarına alanlar hayvanlar değil mi? 

Kızın sözleri kafanı kurcalıyor. Bunun üzerine, kabalığı, kurnazlığı ve hilebazlığıyla bilinen rakip takımın maçın son düdüğünden önce sahayı terk ettiği aklına geliyor, iyiden iyiye rahatsız oluyorsun. Evet, sanki kendi eylemsizliklerinin onları başarıya götürebileceğinden (hileyle, elbette) endişeye kapılmışçasına, ve bunun önüne geçmek için tamamen çekildiler. Ve onlarla birlikte, sopaları, fanatik taraftarları vesaire de ortadan kaybolacaktı… şimdi bayrakları, flamaları geliyor gözünün önüne.  

Şamata devam ediyor. Kupa töreni için podyumun kurulduğu sahada cereyan eden saçmalık tribündekilerin umurunda değil gibi.

Küçük kızın sorusunu yankılıyorsun, çekinerek bu sefer sen soruyorsun:

Topun sahibi kim?

Fakat kalabalığın haykırışları sorunu yutuyor, kimse sesini duymuyor.

Kız elini tutuyor ve “Hadi gidelim, buradan çıkmamız lâzım” diyor.

Neden?” diye soruyorsun.

Kız büyük yapının temelini göstererek cevap veriyor:

Çökmek üzere”.

Ama hiç kimse bunun farkında değil sanki… Dur bir dakika, hiç kimse mi?

(devam edecek?)

İsyancı altkumandan Moisés – İsyancı altkumandan Galeano

(çeviri: Siren İdemen)

 

^