YILDÖNÜMÜNDE 6 ŞUBAT DEPREMLERİ –III: KADINLARIN ONULMAZ ÇİLESİ

Söyleşi: Tuba Çameli
7 Şubat 2024
Foto: Zeynep Alpar
SATIRBAŞLARI

Bir sene önce 6 Şubat’ı nasıl yaşadınız?

Fatma Yanaray: O gece kar atıştırıyordu, soğuktu. Uzun zamandır Antakya’ya kar yağmadığı için insanlar neşeliydi. Ama kimini de benim gibi garip bir karamsarlık sarmıştı. Pazartesi okullar açılacağı için çocuklar heyecanlıydı. Gece evde herkes odasına çekildi. Saat 2 gibi en son ben uyumuştum. Sonra depremle uyandım. İlk başta bir titreme hissettim. Adını koyamadım, çünkü bölgede ara ara sarsıntılar olur. Ama öncekiler gibi değildi. Uyandığımda kardeşlerimin, babamın sesini duydum. Kaçsak mı, ne yapsak, şok geçirmiştik. Çok kısa bir süre zarfında olup bitti her şey.

Fatma Yanaray

Evimiz müstakil, iki katlı. Beş kız kardeşin en büyüğüyüm. Babam ve üç kardeşim çıktı ilk. Annemle ben en son çıktık, depremdeki pek çok kadın gibi.

Hatırlarsanız, depremde birçok kadının cenazesi çocuklarının odalarında bulundu, muhtemelen onları kurtarmaya çalıştıkları için. Annem dışarı çıkmadan önce başörtüsünü de aramış. Arama-kurtarmalarda da başörtülü kadınların enkazdan çıkarılmadan önce bulabildikleri örtüyü başlarına geçirmeye çalıştıkları görülmüştü.

Odalarımız ikinci kattaydı, merdivenlerden inerken deprem iyice şiddetlendi. Dış kapıya çıktığımızda şiddeti iyice arttı. Elektrikler gitti. Yan komşunun evi çöktü o sırada. Allahtan onlar da çıkmıştı. Herkes çıplak ayak kendini dışarı atmış, birbirine tutunuyor, çığlıklar atıyordu.

Toprağa bakıyor, baktığımız topraktan korkuyorduk, sanki bizi içine çekecekti. Şehirde pek çok akrabamız, tanıdığımız var, Antakya’nın durumunu biliyoruz; “Eyvah!” dedik. Telefonlarımızı, hiçbir şeyimizi alamamıştık. Telefonları almak için eve girdim. Sürekli deprem oluyordu, bir seferde alamadım.

Telefonlar çekiyor muydu?

İlk birkaç dakika çekiyordu. Dedem şehirde yaşıyordu, ona ulaştım. Merkezde yaşayan iki halalarıma ulaşamadım, teyzeme ulaşabildim. Kent merkezine on kilometre uzakta, Amanos Dağları’nın eteklerindeki Karlısu Mahallesi’nde evimiz. Burada da yıkılan evler oldu, ama zemin sağlam olduğu için Antakya merkeze göre çok daha azdı yıkım. Depremde birçok çocukluk arkadaşım, öğretmenim vefat etti. Arkadaşlarımın ailelerinden vefat edenler oldu, doğup büyüdüğüm kenti kaybettim.

İlk geceyi nerede, nasıl geçirdiniz?

Biz çiftçiyiz. Evin etrafı tarla gibi geniş bir alan, evin önünde de veranda var, oraya sığındık. Ayaktaydık hep. Uyuyamadık. Halam enkazda kalmıştı, ama sağ çıkarıldı.

Kenti ilk ne zaman gördünüz?

Depremin ikinci günü, hem halamlara yardımcı olmak hem de enkazdan yaralı çıkan kuzenim yanında olmamı istediği için indim şehre. Şehir tanınmaz haldeydi. Nutkum tutuldu. Binalar üst üste binmişti. Her enkazın üstünde çaresizce birilerini çıkarmaya çalışanlar vardı. Ama kimsenin gücü yetmiyordu. Her sokakta ağlayanlar, çığlık atanlar… Yıkıntıların yanından geçerken yardım çığlıkları duyuyor, battaniyelere sarılı cesetleri, betonların arasına sıkışmış insanları görüyorduk… İkinci ve üçüncü gün manzara buydu.

Murat Kurum’un açıklamasını duyduğum an ölenlerin de, yaşayanların da kıymeti olmadığını hissettim. Yaşadıklarımızı kavramıyorlar. Sorumluluktan kaçındılar, delilleri alelacele kaldırdılar. Her şey sayılara dökülmeye çalışılıyor. Biz sayılardan, istatistiklerden ibaret değiliz.

Profesyonel arama-kurtarma ekipleri ne zaman geldi?

Ben ilk defa üçüncü günde, Arçelik armalı kıyafetler giymiş sivil arama-kurtarmacıları gördüm. Kızılay ya da AFAD’ı (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) görmedim. Dördüncü, beşince gün kalabalık yapmamak için şehre gitmedim. Ama duyduklarımıza göre, beşinci günden sonra arama-kurtarma ekipleri gelmiş. İlk günler “Acaba şu öldü mü, şunun tanıdığı ölmüş mü?” birbirimize hep bunları soruyorduk. Bir zaman sonra bunların yerini “Acaba cenazelerini çıkarabildiler mi, çıkan cesetler kokmuş mu?” soruları aldı.

Mezarlıkların durumuna, defin işlemlerine şahit oldunuz mu?

Ben görmedim, ama annemin anlattıklarını biliyorum. Komşumuz üç kızıyla vefat etti. Annemin dediğine göre, cenazelerine iki metre bile yaklaşamıyorlardı, çok koktuğunu söylüyordu. Kefen gibi bir şeyle bağlayıp, dosdoğru hızla gömdüklerini anlattı. Annemlerin gömmeye gidip gelmesi on dakikayı bile bulmamıştı. Bu anlattığım bir köy mezarlığı. Köy mezarlıklarına çok kişi gömüldü, ama toplu mezarlara gömülenlerin sayısı çok daha fazla.

Hatay için açıklanan resmi can kaybı sayısı 22 bin. Ama deprem bölgesinde 500 bine yakın hanenin ağır hasar aldığı, 100 bine yakın hanenin yıkıldığı, bunun da en az yüzde 40’ının Hatay’da olduğu yazılıp çizildi…

Hangi siyasi görüşten olursa olsun, açıklanan resmi rakamlara burada kimse inanmıyor. Hatay’da en az 150 bin kişinin öldüğü konuşuluyor. Daha fazlasını söylemeyi yürekleri kaldırmıyor insanların.

Foto: Zeynep Alpar

Resmi ölüm sayısı 50 bin 783 olarak açıklanmıştı. Ancak, deprem zamanında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olan Murat Kurum 31 Ocak’ta katıldığı bir televizyon programında “130 bin canımızı kaybettik” dedi. Sonra bu sözü için “Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki depremlerde ölenleri yaklaşık olarak söyledim” açıklaması yaptı. Gerçek veriler neden gizleniyor sizce?

Murat Kurum’un açıklamasını ben de izledim. Ölenlerin de, yaşayanların da bir kıymeti olmadığını hissettim o an. Yaşadıklarımızı kavramadıklarını, sayılara odaklandıklarını düşünüyorum. Sorumluluktan kaçındılar, delilleri alelacele kaldırdılar. Her şey sayılara dökülmeye çalışılıyor. Biz sayılardan, istatistiklerden ibaret değiliz.

Depremin ardından genel seçim geldi, şimdi de yerel seçim var. Gerçek ölüm sayılarının açıklanmamasında bunların çok etkili olduğunu düşünüyorum. Tarih öncesinde de bu coğrafyada depremler olmuş. “Antakya yedi kattır” derler, bundan önce yedi kez yıkılmış, yeniden kurulmuş. Gelin görün ki, yıl olmuş 2023. Bu kadar ölüm çağ dışı değil mi? Gerçek ölüm rakamlarını açıklarlarsa Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi her açıdan sorgulanır. Manipülasyon bu yüzden olsa gerek.

Görüştüğüm insanlardan “6 Şubat’ta ölmedik ama, şimdi her gün ölüyoruz, keşke o gün ölseydik, hayat çok daha zor, hiçbir şey düzelmeyecek” cümlelerini çok sık duyuyorum. Birinci günden bu yana bu ruh hali hiç değişmedi.

Depremin hemen sonrasından hiç unutmadığınız bir ân, bir sahne var mı?

Özellikle iki tane var. Depremin üçüncü günü Antakya’da, enkazların olduğu bir bölgedeydim. Cebrail Mahallesi’nde, Cumhuriyet Caddesi üzerinde bir bina çökmüştü. Başka binalarda siviller vardı yardım için, ama bu binada kimse yoktu. İnsan gücünü aşacak bir yıkım olmuştu. Uzman bir arama-kurtarma ekibi ve ekipman gerekiyordu. Küçük bir çocukla annesi binanın önünden geçiyordu. Çocuk “Anne, binadan ses geliyor” dedi. Kadın çocuğuna baktı, kucaklayıp hızlıca oradan uzaklaştırdı.

Çocuk “Binadan ses geliyor” demeden önce ben ses duymamıştım. Sonra dinleyince yardım çığlıkları geldiğini duydum. Orada durmak da gitmek de ağır geldi. Hiçbir şey yapamadım. Durdum, durdum, sonra ben de çekip gittim. Muhtemelen birçok kişi duydu o binadan gelen sesleri. Herkes birbirine bakıyordu, kimse yardım edemiyordu.

İkinci olay da dördüncü gündü. Kuzenimi Şehir Hastanesi’ne götürmüştüm. Yepyeni bina kullanılamaz haldeydi, dışarıda kurulan çadırlarda hizmet veriliyordu. UMKE’den (Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi) Kızılay’a, AFAD’a kadar birçok sivil çalışan vardı. Çok kalabalıktı. Belki psikolojik ilk yardım konusunda ya da başka alanlarda uzman yüzlerce kişi durmuş, emir gelmesini bekliyordu. Bu beni çok üzmüştü. Kuzenimi çadıra geçirdik. Yarası ağırdı. Doktor pansuman yaptı, serum bağladı. Beş-on dakika birine serumu takıyorlar, sonra çıkarıp başkasına takıyorlardı. Çünkü serum yetişmiyordu.

Biz sıramızı beklerken beş yaşlarında bir çocuk bana, “Abla elimi tutar mısın?” dedi. Elleri morarmıştı. Belli ki enkazdan çıkarılmıştı. Dokunsam mı dokunmasam mı, tereddütteydim. Koluna bağlamışlardı, yara görmeyince dokundum eline. Hissedebiliyordu. Rahatlamış bir ifade geldi yüzüne. O kadar kilitlenmiş haldeydi ki, hem yaşadıkları, hem soğuk… Suriyeliydi çocuk. Yakını geldi sonra, onunla Arapça konuşmaya başladı. Burada büyükler konuşamasa da Suriyeli çocuklar Türkçe konuşabiliyor.

Depremin ilk günlerinden sonra neler yaptınız?

Akrabalarımla beraber yardım faaliyetlerinde bulundum. Eniştemin boşaltmamız gereken dükkânından birçok eşya çıkmıştı. Yiyecek, içecek, su, çoraba kadar elimizde ne varsa dağıttık. İlk zamanlar çok ağırdı tabii.Günlerce su içmemiş insanlar vardı. Birçok insanın dudakları morarmıştı. Su içebildiğim halde benim de morarmıştı. Nasıl yaklaşacağımı bilemediğim için su verirken bile çekiniyordum. İnsanlar çok kapalıydı. Evet, sosyal çalışmacıyım, psikolojik ilk yardım dersleri falan aldık, ama krizin içinde olmak, o krizi kendin de yaşayıp empati kurmak her şeyi çok zorlaştırıyor.

Hataylı sosyal hizmet uzmanı Fatma Yanaray geçici yerleşim yerlerinde yaşayan kadınlarla çalışmalar yürütüyor

Nasıl yaklaşıyordunuz tanımadıklarınıza?

Önce gözlemliyordum. Yanında olmaya, diyalog kurmaya çalışıyordum. Sonra neye ihtiyacı var gerçekten, buna bakıyordum. “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” sorusunu sormaktan ziyade, “Tek misiniz, yakınlarınızdan biri var mı?” diyordum. Yakınlarıyla diyaloga girmeye çalışıyordum. Sonra, elimde su varsa, suyu veriyordum. Örneğin bir teyze vardı, yanına yaklaştığımda üşüdüğünü gördüm. Belli ki battaniyeye ihtiyacı vardı. Ama kendisi istemedi. Kucaklayıp battaniyeye sardım onu. Fakat dediğim gibi, bazıları diyaloga çok kapalı olabiliyordu.

Sosyal çalışmacı olarak kadınlara destek vermeye ne zaman, nasıl başladınız?

Serinyol’daki bir parkta çalışma yapılacağını duydum, oraya gittim. Önce gönüllü, sonra da profesyonel olarak çalışmaya başladım. Benim de hizmet verdiğim konteyneri ikiye böldük. Bir bölümünü kadınların hijyen ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için ayırdık. Mayıs ayıydı, depremin üzerinden üç ay geçmişti. Kadınların pedlerini değiştirebileceği bir alan bile yoktu. Duşa, çamaşır yıkayabilecek bir alana erişemeyen çok fazla insan vardı. Dışarıya bir çamaşır makinesi, bir de kurutma makinesi koyduk, bir de masa. Kadınların hem çamaşırlarını yıkayabileceği hem sosyalleşebileceği bir kadın dayanışma noktası oldu orası. Konteynerin diğer bölümündeyse psikososyal destek için ilk görüşmeyi yapıyorduk. Kişinin neye ihtiyacı var, ne yapabiliriz, onu nereye yönlendirebiliriz veya bizimle nasıl ilerleyebilir, bunları konuşuyorduk orada.

Görüşmeye gelen kadınlar neler anlatıyordu?

Ağır bir psikolojik yük altındaydılar. Halen öyleler. Barınma bugün hâlâ büyük bir sorun, o dönem daha da büyük bir sorundu. Toplu bir şekilde, birçok kişiyle bir arada yaşamak zorunda kadınlar. Eşinin ailesi, kendi aileleri, hep birlikte yaşıyorlar, o ağır yükten bıkmış durumdalar. Gözyaşları içinde bu ağır yükü anlatıyorlar. “Çok yorulduk” diyorlar. Görüşmeden bir sonuç alamayacaklarını düşünseler de “Çok yoruldum, tükendim” demek için geliyorlardı ilk zamanlar.

Beni çok etkileyen 55-60 yaşlarında bir danışanım vardı. En küçük torununa kadar bütün ailesini kaybetmişti. Kimse yoktu hayatında. Ağlayarak anlatıyordu. Onu bir klinik psikoloğa yönlendirmeliydim. Ama o istemediğini söylüyor, sadece anlatmak istiyordu. Tanıdığı biri önermiş, onu kıramamış, gelmiş. 6 Şubat öncesini konuşamıyordu. Bütün yakınlarını kaybetmişti. Yaşamla bağı kalmamış gibiydi. Kendimi o an çok çaresiz hissetmiştim. Zorlamadan, uzaktan takip ettim onu, ama bir daha gelmedi.

Günde yaklaşık kaç kadınla bir araya geliyorsunuz? Suriyeli kadınlar da geliyor mu?

Serinyol bölgesinde çok Suriyeli yok, bu yüzden gelen olmadı. Suriyeliler Üzümdalı, Reyhanlı taraflarındalar. Günde ortalama beş kadınla görüşüyorum. Kadınlar bu süreçte kendilerini çok geri plana attılar, çocukları için çabaladılar. Çocuğunu okula getiriyor, barınma alanına gidiyor, yemek yapıyor. Bütün hayat bundan ibaret kadınlar için.

Maruz kaldıkları şiddetten bahseden oluyor mu?

Depremin ardından çok fazla gerginlik oluştu. Evini, işini, yakınlarını kaybeden insanlar ilk buldukları sağlam yere yerleştiler. Sağlam yer çok az olduğu için herkes buralarda toplaştı. Bazı kadınlar deprem öncesinde maruz kaldıkları şiddet sonucunda uzaklaştırma kararı aldırdığı erkeklerle aynı alanda yaşamak zorunda kaldı. Bu nedenle kadınlar ve çocuklar hem psikolojik hem fiziksel şiddete uğradı. Hiçbir mekanizma işlemediği gibi, ev içi şiddete yönelik de bir mekanizma, kurum işlemedi.

Bazı kadınlar deprem öncesinde maruz kaldıkları şiddet sonucunda uzaklaştırma kararı aldırdığı erkeklerle aynı alanda yaşamak zorunda kaldı. Bu nedenle kadın ve çocuklar hem psikolojik hem fiziksel şiddete uğradı.

Şiddete uğrayan veya şiddet tehdidi altında olan kadın ve çocukların korunması, bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri düzenleyen yasanın uygulanmasının imkânları yoktu, öyle mi?

Tabii, yoktu. Kim nerede, takibi nasıl yapılacak, her şey karman çorman olmuştu. Kurumlar yıkılmıştı zaten. Aile Bakanlığı konteynerde, valilik yeni bir yer yapmış, belediye binaları yok, hepsi yıkılmış. Ulaşım yok. Arabası olmayanlar bugün de çok zor şartlarda yaşıyor.

Yerel gazeteciler sosyal medya hesaplarında çadır alanlarında çok sayıda cinsel saldırı yaşandığını paylaştı. Siz de taciz, tecavüz vakaları duymaya başladınız mı bir süre sonra?

Evet, ilk zamanlar çok fazlaydı. Ortak lavabolara giderken kadınların taciz edildiği haberleri ses getirmişti. Jandarmaya şikâyet edenler vardı. Ama bu da tam olarak engellemiyordu. Geceleri çok karanlık. Sesini bile duyuramazsın ki.

Bazıları “Bağırsın” diyebilir, ama bunu ancak böyle bir şeyi yaşamamış, görmemiş kişilerin söyleyebileceğini düşünüyorum. Taciz, tecavüz durumlarında bağırmak o kadar kolay değil. Kadının yaşadığını açıklaması zor. Kendini suçladığı bir evreye girebiliyor. “Ben kendimi niye koruyamadım? Niye bu saatte çıktım?” veya “Niye ben?” diyebiliyor.

Taciz ve tecavüz ilk başlarda, kadınların güvenliğini sağlayabilen bir alan olmadığı için arttı. Bölgeye dışarıdan, halkın bağ kurmadığı, güvenmediği, daha önce bilmediği çok kişi geldi. Kurumlara ilişkin de taciz şikâyetleri duyulmaya başladı bir süre sonra. Bunu buradaki sivil toplum çalışanları, hukukçular çok duymuştur. Bana böyle bir vaka gelmedi, ama evlilik içinde cinsel şiddet vakaları geldi. Bu tür vakalarda kadınlar eşleri tarafından tehdit ediliyor. Korkuyorlar ve gidebilecekleri aileleri yok. Çalışabilecekleri ortam da yok. Ama çocukları var. Neticede, cinsel tacize uğradığı ortamda yaşamak zorunda kalıyor. Böyle durumlarda haklarını anlatıp destek alabilecekleri mekanizmaları tanıtıyorum. Fakat çoğu zaman, “Size anlatıyorum ama, sakın bir şey yapmayın” diye tembihliyorlar.

6 Şubat depremlerinin yıldönümünde, İstanbul-Kadıköy’de kadınlar yürüdü. Deprem kentlerinde hayat mücadelesi veren kadın ve lgbti+’ların durumuna dikkat çeken kadınlar, “Hesap sormaya devam edeceğiz” dedi. (Kadıköy, 6 Şubat 2024) (Foto: Ayşegül Oğuz)

Ertelenen çok fazla boşanma var. Boşanmak istiyor kadın, ama boşanamıyor. Çünkü nereye gidecek, bunu düşünüyor. Ailesinin evine gitse, zaten kalabalık, yük olmayayım diye düşünebiliyor. Boşanma, şiddet gibi durumlarda resmi mekanizmalar zaten çok ağır işliyor. Bu nedenle, ekonomik şiddet de fazla. Kadın nafaka davası açmış, iki aydır mahkemeyi bekliyor. İki ay çok uzun bir süre. Bu sürede ne yiyip içecek?

Gebeliklerde de artış var mı?

Evet, özellikle haziran ve temmuz ayında çok fazla gebe vardı. Hatta çalışma arkadaşlarımla “Ne kadar çok gebe var” diye şaşırarak konuştuğumuzu hatırlıyorum.

Çalışma alanında başka neler yapıyorsunuz? Etkinlikler oluyor mu?

Kadınlar psikolojik destek amaçlı etkinliklere gelebiliyorlar. Şu zamana kadar bütün etkinliklerimizi Kadın Çemberleri adıyla yaptık. İlk yaptıklarımız Psikolojik Çemberler’di. Afet sonrası travmalara yönelikti. Kadınların duygularını paylaşabilecekleri bir ortam yarattık. Sağlıklı beslenme ve toplumsal cinsiyet atölyeleri yaptık. Hukuksal olarak 6284 sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u, şiddeti, şiddetin türlerini anlattık. Evlilikte mal paylaşımı üzerine bir çember yaptık. Kadınlarda “Evleniyoruz, bizim hakkımız kalmıyor, bütün mallar eşimin” düşüncesi var. Bu konuda Hatay Barosu’yla birlikte bilinçlendirme çalışmaları yaptık.

Görüştüğüm çocuklar hep ağlıyordu, gergindi. Korkuyorlar, uyuyamıyorlardı. Bir zaman sonra gelecekleri konusunda kaygılanmaya başladılar. On-on bir yaşında çocuklar “Biz ne olacağız, hep böyle mi gidecek, doğru dürüst bir okulumuz yok, arkadaşlarımız da gitti” diyorlar.

Depremin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen hâlâ kadınlar için güvenli bir ortam yok, temel ihtiyaçlar karşılanmış değil. Bu gerçeklik karşısında anlattığınız şeylere yabancılaştığınız oluyor mu?

“Hayır” dersem yalan söylemiş olurum. İnsanların en temel ihtiyaçları karşılanmış değil. Bu bir çaresizlik hissi yaratıyor. Ne kadar konuşursak konuşalım, dil dökersek dökelim olumlu bir dönüş alamıyorduk. Bu çok yıpratıcı. Ama kendimi şöyle motive etmeye başladım: “Evet, zor, ama bu işi yapmazsam daha zor olacak. Eğer yaparsam, belki bir-iki yıl sonra bir şeyler düzelecek, ama yapmazsam belki de hiç düzelmeyecek. Ben yapmazsam, sen yapmazsan, başkası yapmazsa hiç düzelmeyecek.”

Ağır travmalar yaşayan kadınların benimle paylaşımları sonrası kendimi huzursuz ve çaresiz hissettiğim anlar çok oldu, oluyor, ama bu çaresizliği hep bir gülümsemenin ardına attım. Kadınlar kendilerini arka plana attı dedim ya, ben de aynı şeyi yaptım aslında.

Canını kurtaranlar hep bir şeyler için koşuşturdu, çabaladı. Kıyafet, barınacak yer, su, ısınma, benzin… Hep bunlara odaklanıldı. Psikolojik sıkıntılara sıra gelmedi. Yasını tutamamış, yasına sahip çıkılmamış bir toplum gözyaşlarını dolu dolu akıtamamış, acısıyla yüzleşememiş toplum demek.

Siz hiç destek aldınız mı?

Psikolojik destek almadım, ama benim gibi sahada çalışan uzmanlarla beraber sanat terapisi gibi, duygularımı paylaşabileceğim atölyelere katıldım. Bana çok iyi geldi açıkçası. Başkalarının da aynı çaresizlik hissini paylaştığını gördüm.

Kayıp çocuklara dair bilginiz var mı?

Kayıp çocuk vakaları burada çok yankı uyandırdı. Biz de duyuyoruz. Bakanlıklardan resmi açıklama yok. Bir sayı bilmiyoruz.

Genel olarak çocuklara dair izlenimleriniz neler?

Benim görüştüğüm çocuklar hep ağlıyordu, gergindi. Korkuyorlardı genel olarak, uyuyamıyorlardı. Bir zaman sonra, gelecekleri konusunda kaygılanmaya başladılar. On-on bir yaşında bir çocuğun “Biz ne olacağız, hep böyle mi gidecek, hayatımız bitti, doğru dürüst bir okulumuz yok, arkadaşlarımız da gitti” diye kaygılanmaması gerek aslında. Sınıf arkadaşlarını kaybeden çok çocuk var. Yakınını kaybeden bir yandan ağlıyor, evini kaybeden bir yandan ve çocuklar bu gerginliğin ortasındalar.

Çocuk yaşta evlilik vakaları var mı?

Çocuk yaşta evlendirilenler var. Bu çocuklar genelde ikinci eş olarak alınan Suriyeli çocuklar.

Özel eğitime muhtaç çocukların durumu nasıl?

Özel eğitim ilk aylar yoktu. Şimdi, zemini sağlam yerlerde tek tük özel kurumlar açıldı. Onlar da paralı. Özel eğitim zor bir alan, çoğu sivil toplum kuruluşu buna cesaret edemedi. Şu an var olanlar da büyük hacimli sivil toplum örgütlerinin kurdukları.

6 Şubat günü Hataylılar depremin birinci yılında Maksim Parkı’ndan Saray Caddesi’ne yürüdü. (Foto: Zeynep Alpar)

Yaşlılar ne durumda?

Onlar biraz daha kendilerini yük gibi hisseder oldular, hele ki bakıma muhtaç bir yaşlıysa, kızının ya da oğlunun yatağını almak durumunda kalmışsa. “Kusura bakma kızım, senin hakkın olanı aldım ben” gibi sözleri çok duyuyoruz.

LGBTİ+’lar bu ortamda ne yapıyor?

Onlara dair bir proje yok bildiğim kadarıyla. Toplu yaşam alanlarında, dışlandıkları bir ortamda, korkarak yaşıyorlar. Konteyner ve çadır kentler kimse için güvenli değil zaten, kimin girip çıktığı belli değil, arabayla bile girebiliyorsun.

İntihar eğilimine dair izlenimleriniz var mı?

Çocuklarını kaybeden anne babalarda intihar girişimleri oluyor. Bir baba vardı mesela, gece çalışıyormuş, deprem gecesi işteymiş, bütün ailesini kaybetmiş. Onun intihar ettiğini duydum. Görüştüğüm insanlardan “6 Şubat’ta ölmedik ama, her gün ölüyoruz artık, keşke o gün ölseydik, şimdi hayat çok daha zor, hiçbir şey düzelmeyecek” cümlelerini çok sık duyuyorum. Birinci günden bu yana bu ruh hali hiç değişmedi. İlk zamanlar canını kurtaranlar hep bir şeyler için koşuşturuyordu. Kıyafet, barınacak yer, su, ısınma, benzin… Hep bunlara odaklanıldı. Psikolojik sorunlara henüz geçilemedi. Yasını tutamamış, yasına sahip çıkılmamış bir toplum gözyaşlarını dolu dolu akıtamamış, acısıyla yüzleşememiş bir toplum demek. 6 Şubat’ın birinci yıldönümünde bu psikolojik evrenin daha da derinleşeceğini düşünüyorum.

Cinsel şiddet vakalarında kadınlar eşleri tarafından tehdit ediliyor. Gidebilecek aileleri yok. Çalışabilecekleri ortam yok. Cinsel tacize uğradığı ortamda yaşamak zorunda kalıyor. Boşanmak istiyor kadın, ama boşanamıyor. Ekonomik şiddet de çok fazla.

Hiçbir sorumlu özür dilemedi veya istifa etmedi. “Yasına sahip çıkılmamış” hissinin depremin ülkenin gündeminden çıkmış olmasıyla da ilgisi olabilir mi?

Bu konuda aşırı bir öfke var zaten. Depremin ilk günlerindeki haberlerde Hatay anılmıyordu bile. Bugün de burada her şey çok kötü halde olmasına rağmen haberlerde yokuz. Yıldönümünde biraz konuşulur, ama burada halk bu tür yaklaşımları şov olarak görüyor.

6 Şubat’tan bu yana yaşananlar toplumda nasıl bir iz bırakır sizce?

Antakyalılar memleketlerine düşkündür. Bu kentin bir kültürel mirası, kendine has bir havası vardı. Ama Antakya’yı Antakya yapan mirasın yüzde 90’ı yok oldu. Yıkılan yapıların hepsi bir gün tekrar yapılır mı, yapılsa bile ne olur? “Bize eski Antakya’mızı verin” sözünü çok duyarsınız burada. Ancak, bize eski Antakya’yı verecek hiçbir çalışma yok. Doğduğun, büyüdüğün evi, kenti kaybetmişsin. Geleceğe nasıl umutla bakabilirsin ki? Hiçbir şeyin aynı olmayacağını görüyorsun. Burada şehrini, mahallesini, kültürünü, arkadaşlarını kaybetmiş bir halk var. Kenti kaybetmek insana çok ağır geliyor. Kadınlar, “Bir çarşımız vardı, orada stresimizi atardık” diyor. Gençler “Antakya sokaklarında çok güzel, tarihi kafelerimiz vardı, işten çıkar oraya giderdik, bize iyi gelirdi” diye anlatıyor. Affan Kahvesi vardı, meşhur, erkekler oraya giderdi. Bütün kültürlerin, bütün ibadethanelerin bir arada olduğu bu sosyal ortamlar yok oldu.

Bu kentin bir kültürel mirası, kendine has bir havası vardı. Antakya’yı Antakya yapan mirasın yüzde 90’ı yok oldu. Bize eski Antakya’yı verecek hiçbir çalışma yok. Şehrini, mahallesini, kültürünü, arkadaşlarını kaybetmiş bir halk var burada. Kenti kaybetmek insana çok ağır geliyor.

Kente ilişkin en çok neyi özlüyorsunuz?

Antakya sokaklarını çok özlüyorum. Geçenlerde bir kafe açıldığını duyduk, sevindik. Gidip bakacağız, nasılmış.

Deprem kentte dayanışmayı artırdı mı?  

Dayanışmayı, yardımlaşmayı ilk zamanlar, kısa bir süre yaşadı insanlar. Sonra yardımlar gibi yardımlaşma da kesildi. İş biraz çıkar ilişkisine döndü. Bazıları depremde krizi fırsata çevirdi. En basitinden kepçeler, kamyonlar. “Bu binadan çok demir çıktı da bugünü kârlı kapattık” diyeni duydum. Eski bir ev diye, içinden demir çıkmayacağı için hiç dokunulmayan evler de gördüm. Bunlara karşın, yardımlaşan, dayanışmacı insanlar da tanıdık. Onlar da umut oldu.

^