METİN ÇULHAOĞLU (1947-2022)

Söyleşi: Aykut Kılıç
17 Ağustos 2022
SATIRBAŞLARI

Referandum sonuçlarının siyasal ve toplumsal kompozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Metin Çulhaoğlu: Öncelikle, referandum sonucunu bu ülkenin geleceği, daha doğrusu ilerici, solcu, sosyalist kesimin daha sonraki mücadele perspektifleri açısından olumlu bulduğumu belirtmek isterim. Sağda solda dile getirilen “Hayır’a kayan AKP/MHP oyları”, “sadece tek adam diktasına karşı çıkıldı, o kadar” gibi sonucu küçümseyici yorumlara fazla itibar edilmemelidir.

“Kompozisyon” dediniz.. Coğrafi açıdan bakıldığında önce 2010 referandumunda, ardından 2011 ve 2015 seçimlerinde görülen dağılımın gelip geçici olmadığını, siyasal ve toplumsal bir gerçekliğe tekabül ettiğini, dahası AKP karşıtlığının giderek daha fazla konsolide olduğunu, hatta yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Ancak referandumun ortaya koyduğu en önemli gerçek, özellikle büyük kentlerde ve görece gelişmiş illerde AKP karşıtlığının ulaştığı düzeydir. Denecektir ki, referandumda Hayır demek başka, AKP karşıtlığı başka… Geçerliliği bence statiktir, arkası gelecektir. Referandumda AKP açısından İstanbul ve Ankara’nın, Balıkesir, Manisa, Denizli, Antalya gibi illerin “düşmesi” bir deprem sayılmasa bile önemli bir toprak kayması şeklinde değerlendirilmelidir. Bir istatistik: Türkiye’nin nüfusça en büyük 15 ili alındığında bu 15 ilin 9’u Hayır demiştir. Alfabetik sıraya göre, Adana, Ankara, Antalya, Diyarbakır, Hatay, Mersin, İstanbul, İzmir ve Manisa. Evet diyen altı büyük il ise Bursa, Gaziantep, Kayseri, Kocaeli, Konya ve Urfa. Hayırcı dokuz ilin toplam nüfusu Evetçi altı ilin üç katı kadardır. Coğrafyayı geçersek, referandum sonucunun toplumsal sınıflar bazında değerlendirmesini yapabilecek verilere sahip değiliz. Ancak, coğrafya bu başlıkta ne kadar ipucu verir, bu tartışmalı olsa bile AKP’nin işçi-emekçi tabanının görece daraldığı da söylenebilir.

“Kürt illeri”ndeki sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tüm olumsuzluklara ve baskılara, büyük ihtimalle usûlsüzlüklere rağmen bu coğrafyadan yüksek Hayır oyu çıkmasını bir kenara not etmek gerekir. Daha açığı, “Kürt coğrafyasından beklenenin üzerinde Evet çıktı” şeklindeki değerlendirmelerin en azından bir kısmının geleneksel bağnazlıklardan kaynaklandığını ve iyi niyetli olmadığını düşünüyorum. Böylelerini duyan da, sabah akşam işçi sınıfı diyenler sanki işçi sınıfından yüzde 70 Hayır çıkardılar da Kürt Hayırlarını bu yüzden az buluyorlar sanabilir.

AKP iktidarını ya da Saray rejimini DP’nin, MC’nin ve ANAP’ın tarihsel devamı olmaktan çok yeni bir Hürriyet ve İtilaf Fırkası olarak görmek gerekir. Cumhuriyet öncesine aittir. Parantez kapama gibi sözler boşuna edilmiş değildir. Yakın gelecekte dağılan bir AKP ve tası tarağı toplayıp giden bir Erdoğan göremiyorum. Elindeki imkânları sonuna kadar zorlayacaktır. Ama buradan çıkarılması gereken şeriat değil, modernize edilmiş bir saltanattır, diktatörlüktür.

Evet’in AKP için “Pirüs zaferi” olduğu yolundaki görüşlere ne diyorsunuz?

Katılmıyorum. Çünkü onda şöyle ya da böyle önce bir zafer vardı; burada onu göremiyoruz. Sonuç, kutuplaşmış bir Türkiye, ki hiç de hayırlı sayılmaz, bir de kendini diken üstünde hissederek sakinleşme yerine daha da fevri işlere yönelen bir rejim olacaktır. Kısacası Erdoğan’dan ve onun bugünkü AKP’sinden söz ediyorsak, “mutedilleşme”, “mesaj alma”, “fabrika ayarlarına dönme” gibi beklenti ve temennileri tümüyle bir kenara bırakmak gerekir.

Referandumun kısa ve orta vadedeki siyasal sonuçları ne olur sizce?

Bugünkü durumu geçmişe referansla görmeye çalışalım. Türkiye’de çok partili siyasal döneme bakacak olursak, daha önce en şiddetli gerilimlere sahne olan iki tarihsel kesitten söz edebiliriz: 1950’lerde, Demokrat Parti (DP) iktidarının son iki-üç yılı ile 1970’lerin ikinci yarısında Milliyetçi Cephe (MC) iktidarları. Ancak, yaşanan gerilimlere rağmen bu dönemler için bugün yaşadığımız anlamda bir kutuplaşmadan söz etmek güçtür. Kanımca bunun başlıca nedeni, gerilimlerdeki tüm öznelerin ya da onların çok büyük bir bölümünün cumhuriyetçilik, modernlik ve laiklik gibi birtakım ortak paydalara bir ölçüde sahip olmasıydı. Bugünkü AKP iktidarını ya da Saray rejimini ise DP’nin, başta Adalet Partisi (AP) olmak üzere MC partilerinin ve sonraki ANAP’ın tarihsel devamı olmaktan çok yeni bir Hürriyet ve İtilaf Fırkası olarak görmek gerekir. Cumhuriyet öncesine aittir; aynı öfke ve celadet içinde, karşısında kim varsa hepsini İttihatçı gibi gören bir zihniyettir… Şeditlikte Damat Ferit’ten, Şeyhülislam Mustafa Sabri’den, Ali Kemal’den ve benzerlerinden hiç de geri kalmayan sözcüleri ve kalemleri vardır. “Parantez kapama” gibi sözler de boşuna edilmiş sözler değildir.

Şimdi, referandum sonucunun AKP’yi dağıtacağı, “merkez sağda” yeni oluşumların devreye gireceği, ancak yüzde 51 çıkarabilip darbe alan, “dişleri sökülen” Erdoğan’ın şu ya da bu yönde daha kolay manipüle edileceği gibi yakın döneme ilişkin kimi öngörüler söz konusu. Ancak şu da var: Belirli odaklarda geliştirilen “senaryolarla” fiili siyasal süreçlerin akış yönü hiçbir zaman tam örtüşmediği gibi, bugün Türkiye’de bu ikisi arasındaki açı daha da büyümüştür. Yani diyorum ki, nerede hangi senaryo geliştirilirse geliştirilsin, Erdoğan siyasetinin ve AKP’sinin kısa dönemde erimesi ya da bugünkü hattından dişe dokunur ödünler vermesi pek mümkün görünmemektedir. Bana göre mevcut kutuplaşmayı sürdürecektir; ayrı ayrı ya da birlikte, Akşener’li, Arınç’lı, Gül’lü vb. “merkez sağ” oluşturma girişimlerine direnecektir. “Olağandışı” bir durumun devreye girmemesi halinde bu çizgisiyle yüzde 25’in altına düşmesi mümkün görünmemektedir.

Peki, başkaları yüzde 25’e razı, daha ötesi bundan memnun gibi dururken Erdoğan böyle yapar mı?

“O zaman biter” diyenler olacaktır ve haklıdırlar, ancak işin buraya varmaması için ne gerekiyorsa yapacaklardır. Geçenlerde bir dost sohbetinde dile getirildi: Erdoğan’ın ve siyasetinin en belirgin özelliği ve avantajı, kendisi hukuk dışı her şeyi yaparken karşı tarafın her durumda ve mutlaka hukuk ve yasa sınırları içinde kalacağını bilmesidir. Bu pervasızlık salt ideolojiyle değil, belirli bir “fıtratla”, bir siyaset ve liderlik tarzıyla açıklanabilir. Evet, bir siyasal lider olarak Erdoğan’ın ideolojisi, dinci dünya görüşü vb. bellidir, ancak hiç unutulmaması gereken nokta, Erdoğan’ın kendi dinciliğinin de, ideolojik formasyonunun da reel politiker bir pragmatizmle, fırsatçılıkla yeniden belirlenebilmesidir.

Özetlersek, yakın gelekte “dağılan” bir AKP ve tası tarağı toplayıp giden bir Erdoğan göremiyorum. Şansını ve elindeki imkânları sonuna kadar zorlayacaktır. Ama buradan çıkarılması gereken “şeriat” değil, modernize edilmiş bir saltanattır, diktatörlüktür. Sonra, günümüzün dünya konjonktürünün ve dengelerinin rejimin hareket alanını daraltmadığı, tersine genişlettiği, daha doğrusu bir ikbal kapısını kapatırken başkalarını açtığı, kendisine yararlanabileceği yeni fırsatlar sunmaya aday olduğu da unutulmamalıdır. Biz ne kadar “Suriye politikaları iflas etti” dersek diyelim, ki doğrudur, yaşadığımız dönem dış politikada konkordato ilanını zorlayan bir dönem değildir. Yeni durumlar ortaya çıkar, yeni projeler gündeme gelir, yeni senaryolar yazılır, siz de “ben adayım” dersiniz, böyle devam eder.

Referandumun ardından en geniş anlamıyla toplumsal muhalefet güçlerinin nasıl bir strateji izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Şimdi, “toplumsal muhalefet güçlerinin izlemesi gereken strateji” dediğinizde önceki soruya vermeye çalıştığım yanıtla ilişkili, belki “siyaset felsefesi” alanına giren bir noktaya değineyim. Bizde, solda, “verili durum ve koşullarda neler yapmamız gerekir?” sorusuna odaklanmak, buraya yoğunlaşmak dururken, “karşı taraf şimdi ne gibi oyunlar tezgâhlayacak?” sorusuna yüklenme gibi bir eğilim var. Siz bir siyasal özne olma iddiasındaysanız, temel hareket noktanız verili, somut durum ve bunun üzerine geliştirdiğiniz strateji olmak durumundadır. Bunu yapmayıp karşı tarafça her yeni evrede gündeme getirilebilecek çeşitli kurgulara, plan ve projelere fazla takılıp kalırsanız, olası her durum için peşinen bir karşılık bulma tefekkürüne kilitlenirseniz, buradan bir şey çıkmaz. Daha doğrusu, belki isabetli kimi öngörüler çıkar da, siyaset çıkmaz.

Kutuplaşma diyorsak sınıfsal ve siyasal mücadeleyi sağlıklı bir zeminden ve yörüngeden saptırıcı bir duruma işaret etmiş oluruz. Kutuplaşma, karşı tarafın istediği ve sürdürülmesinde yarar gördüğü bir durumdur. Bizimse kendi “kutbumuzu” kutup olmaktan çıkararak buradan bir cephe oluşturmamız, mevcut kutuplaşmayı cepheleşmeye taşımamız gerekiyor.

Bu hatırlatmanın ardından pek çok kişi tarafından dillendirilen bir gözlemi aktararak devam edeyim. Referandum öncesinde “ortam 7 Haziran 2015 öncesindeki gibi” diyen çok kişi oldu. Bence, referanduma karışmış hileyi hurdayı bir kenara bırakıp sonucu olduğu gibi kabul etsek bile, bu gözlem doğrulanmıştır. 16 Nisan’ın kimi açılardan 7 Haziran’a benzetilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak, önemli bir farka dikkat çekmek koşuluyla: 7 Haziran sonrasında AKP karşıtlarının üzerine bir rehavet çöktüğü de gerçektir; bugünse böyle bir rehavet, çok şükür, görülmemektedir. Biraz ironik olacak ama, referandumdan yüzde 51 Evet çıkmasının bu açıdan “hayırlı olduğu” bile söylenebilir! Yön dergisinin mayıs ayında yayınlanacak üçüncü sayısında dile getirdiğim bir düşünceyi sorunuza karşılık olacağını düşündüğüm için burada da tekrarlamak isterim. AKP iktidarının toplumu ve siyaseti bir kutuplaşmaya götürdüğü açık bir gerçek. Kutuplaşma hiçbir zaman kendiliğinden ortaya çıkabilecek bir durum değildir. Bir yerde kutuplaşma varsa, bu, “nesnel süreçlerin” değil, başat öznelerden birinin isteği ve bu yöndeki bilinçli politikalarıyla ortaya çıkar. Daha açık konuşursak: Bir siyaset öznesi kendisi gibi olmayanlara birden fazla, hatta akla gelebilecek her tür olumsuzluğu atfediyorsa, kendisi gibi olmayanları en iyisinden “tolere edilebilecek kesim” sayıyorsa, güncelliğin ötesinde “tarihsel suç” yakıştırıyorsa ve bütün bunların muhatabı toplumun öyle yüzde 5’i, 10’u değil de yarısı ise, burada bilinçli olarak yaratılmış bir kutuplaşmadan söz etmek gerekir. Dahası, kutuplaşma diyorsak sınıfsal ve siyasal mücadeleyi sağlıklı bir zeminden ve yörüngeden saptırıcı bir duruma işaret etmiş oluruz. Bununla, kutuplaşmanın nesnel bir gerçek olarak önümüzde durduğunu, ancak bizim açımızdan olumlu sayılmaması gerektiğini söylemiş oluyorum.

Sorunuzda “toplumsal muhalefet güçlerinin izlemesi gereken strateji” dediniz, az önce söylediklerimle birlikte, şöyle yanıtlayabilirim: Kutuplaşma, karşı tarafın istediği ve sürdürülmesinde yarar gördüğü bir durumdur. Bizimse kendi “kutbumuzu” kutup olmaktan çıkararak buradan bir cephe oluşturmamız, mevcut kutuplaşmayı cepheleşmeye taşımamız gerekiyor. “Cepheleşme” kuşkusuz kutuplaşmanın bir kutbuna göre daha sınırlı bir nicelik anlamına gelir. Ancak, bu göreli daralma göze alınmalıdır. Öbür türlü referandumda Hayır dedikleri su götürmeyen, ancak AKP’nin aşırılıklarını biraz törpüleyip Erdoğan’ın dikta heveslerine geçit vermemekle yetinen bir toplamla, ne kadar geniş olursa olsun, “ileri” denebilecek bir mevziye varılması mümkün olmayacaktır. “Cepheleşme” derken de sosyalistlerin yanısıra bu ülkedeki solcu, ilerici, seküler, aydınlanmacı, eşitlikçi, özgürlükçü unsurların, dikkatinizi çekerim, başkanlık sistemine ya da “tek adam diktasına” karşı olmanın ötesinde bu değerleri sahiplenenlerin içinde yer alacakları bir oluşumu kastediyorum. Cephenin kısa dönemdeki hedef ve talepleri neler olacak, örneğin bir “kurucu meclis” mi, “yeni bir anayasa” mı, bir tür “seçim ittifakı” mı, yeni partileşme süreçleri mi, bunlar ayrı bir başlık ve tartışma konusudur.

Express, sayı 152, Mayıs 2017

^