“Kadınlar neden direniyor?” sorusunun yanıtını İzmir- Kemalpaşa’daki Temel Conta fabrikasında, 10 Aralık 2024’ten bu yana direnen kadın işçilerden biri şöyle veriyor: “Biz kadınlar bulunduğumuz yeri evimiz gibi düşünüp toparlamaya çalışırız. Belli bir süre sonra o kadar benimseriz ki, bulunduğumuz yer evimiz olur. Evde bir kadın olarak gösterdiğimiz fedakârlık işyerimizde de devam eder. Buna patronun ‘biz bir aileyiz’ yalanı eklenince işyeri de evimiz olur. O ailenin bir ferdi olmadığımız gerçeği, patronun karşısına zam için çıktığımızda ortaya çıkar ve ‘işinize gelmiyorsa kapı orada’ sözüyle bir uyanış olur.” Aile içinde de kadın ne zaman özgürlük talep etse erkek ya kapıyı gösteriyor ya da şiddet uyguluyor. AKP 2025’i “Aile Yılı” ilan etti. Yaşamın her alanındaki aile dayatmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sevda Karaca: Sadece 2025’te değil, yıllardır bütün işçi havzalarında, özellikle kadın ağırlıklı çalışan fabrikalarda, patronlar ve idari kadrolar her zaman bütün işçilere “Biz bir aileyiz” der. Bunu söylerken şunu söylüyorlar aslında: “Zorda biriz, sıkıntıda biriz, her ailede zorluk söz konusu olduğunda fedakârlık etmesi gerekenler vardır. İşte o fedakârlık gereken zamanlarda birer aile üyesi olarak sorumluluk alacaksınız” ve fedakârlık hep işçilerin payına düşer.

Aile ilişkileri toplumda “arada çıkar ilişkisi olmaması” şeklinde anlaşılır. Bu söylemle işçinin işçi, patronun patron olduğu o uzlaşmaz çelişki ve çıkar çatışması gizleniyor. Her zaman ailenin bütün yükü kadınların sırtındadır, aile ilişkilerinin çatışmasızlığı kadınların sabrına, olmayanı olur hale getirmesine dayanır. Sistemin kadına yüklediği “annelik” gereği, problem çıkaranı düzene entegre etme görevi de verilir kadına.
Grev alanlarında anlatıyor kadınlar, eylem başlattıklarında işittikleri sözleri: “Biz size ‘bir aileyiz’ dedik. Siz annelik görevinizi yerine getirmediniz. Bu erkeklerin yaptıkları şımarıklıkları engellemediniz.” Sermayenin kadını kendi mücadelesi içinde bir özne olmaktan çıkarıp sermayeye yedeklemeye çalıştığı örnekler bunlar.
AKP’nin 2025’i “Aile Yılı” ilan etmesi kendiliğinden, şu an akıllarına estiği için yapılmış bir şey değil. Türkiye kapitalizminin geldiği aşamada, siyaseten ve toplumsal olarak doğan yeniden düzenleme ihtiyaçları açısından bu yılı “Aile Yılı” ilan etmek iktidar için bir zorunluluktu. Bunun ekonomi-politik nedenleri var.
İktidarın “en az üç çocuk” söylemi, çalıştırılabilir genç nüfus oranını garanti altına almak için, hem geleneksel aile tarifi hem de “güçlü nüfus” söylemiyle birlikte yürüdü. “Genç ve dinamik nüfus yapısının korunması” da “milletin bekasının bir gereği” olarak dikte edildi. Çalışabilir yaştaki ve kudretteki insanların, yani işgücünün toplam nüfus içerisindeki oranının hâlâ yüksek olduğu “demografik fırsat penceresi”nin on yıl sonra kapanacağı iktidarın sürekli tekrarladığı ve “alarm verdiği” bir konu.
Ucuz emek gücünün yeniden üretimi, dünyada ve Türkiye’de tarihte hiç olmadığı kadar acil bir gündem. Kapitalizmin doğup büyüdüğü ülkelerde doğurganlık oranları düşüyor, insan ömrü uzuyor. Tekelci sermaye sınai üretimi henüz bu demografik dönüşümü tamamlamamış, genç ve üretken nüfusun yoğun, dolayısıyla emek gücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırıyor.
Sermaye bu demografik dönüşümün gerektirdiği sosyal devlet yüklerini taşımak istemiyor. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilere sefalet koşullarının dayatılması gibi uygulamalar bu “yüke” karşı sermaye cephesinden verilen cevapların örnekleri.
Türkiye de bir demografik dönüşümle karşı karşıya: Kadın başına düşen doğum oranı 2020’lerde iki çocuğun altına düştü, ortalama insan ömrü 70’li yaşlara çıktı. AKP “demografik fırsat penceresi” olarak anılan dönemde hükümet etti ve bu sürecin sonuna geliniyor. Bu fırsatın nasıl ele alındığını 2014-2018 yıllarını kapsayan 10. Kalkınma Planı’nda görmek mümkün.
Planda, “Türkiye 2030’a kadar işgücü potansiyeli açısından demografik fırsat penceresinden yararlanabilecek ender ülkeler arasındadır. Nitelikli insan gücüne dönük eğitim-sanayi işbirliği politikalarını kadınların işgücüne katılma oranının artırılması tedbirleriyle güçlendirdiği takdirde, ülkemiz demografik fırsat penceresinden en iyi şekilde faydalanabilme potansiyeline sahiptir” deniyor. 11. ve 12. Kalkınma Planları’nda yaşlanan nüfusun risklerine dikkat çekiliyor, genç ve dinamik nüfus yapısının korunması temel hedef olarak belirleniyor. Ucuz emeğe dayalı çalışma rejimini ve uluslararası sermayeye pazarlanacak genç, çalışabilir nüfus potansiyelini tehdit altında gören AKP’nin tüm hamleleri bu eğilimi tersine çevirmeye yönelik. 20 yıldır, iktidar bu perspektifle iş ve aile yaşamının uzlaştırılması politikalarıyla özellikle kadınlar, emekçi kadınlar açısından dehşet verici bir dönüşüm yarattı.
Geçim imkânsız hale geldi. Çalışma yaşamı cehenneme dönüştü. Evde, sokakta şiddet sıradanlaştı. Toplumsal çürüme derinleşti. Devlet ekonomik ve toplumsal yıkımın yarattığı öfkeyi soğurmanın dayanağı haline de getirmek istiyor aileyi, aile içinde de kadınları.
Kadınlar ücretlerin düşmesi, güvencenin ortadan kaldırılması, çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması için kullanılmak istendi. Ataerkil toplumsal dinamikler işçi sınıfının kazanımlarında sermaye lehine gedik açmanın dayanağı haline getirildi.
Bu dönüşümün ana unsurları neler?
Dönüşüm dört temel eksene oturuyor. Birincisi, Türkiye’nin dünya kapitalizmine entegre olmasında ana unsur ucuz emek deposu olmasının öne çıkarılması. İşçi sınıfının yeniden dizaynı çalışabilir yaştaki tüm nüfusun ucuz emek gücü olarak, güvenceden yoksun, örgütsüzleştirilmiş, hak talep etme düşüncesi bile elinden alınmış bir “harcanabilir emek” haline getirilmesi şeklinde işledi.
Bir yandan, kadınlar kitleler halinde, ucuz ve uysal emek gücü olarak, uluslararası sermayenin önünün tümüyle açıldığı organize sanayi bölgelerine, serbest bölgelere işçi olarak yerleştirildi. Diğer yandan, üretim biçimlerinde yaşanan değişim nedeniyle güvenceli, örgütlü işçi bölüklerinin yerini güvencesiz, farklı istihdam biçimleriyle çalışan, çıkarları birbirinden ayrı gösterilen işçi bölükleri, genç ve kadın bölükleri aldı.
Sermaye programının bir parçası olarak, iktidar “kadınların güçlendirilmesi” gibi bir söylemle kadın istihdamını artırma gayretine girişti. Ama esasen çalışma yaşamını tümden güvencesizleştirmek, parçalamak, örgütsüzleştirmek için kadınları ve gençleri kullanmak istedi. İş güvencesini tümüyle ortadan kaldıran esneklik, taşeronluk, aynı iş yerinde farklı statüde çalışma dönüşümler “iş ve aile yaşamının uzlaştırılması” reklamıyla yapıldı.
Bununla beraber, toplumsal hayatın kışkırtılmış tüketicilikle yeniden şekillendirildiği, devletin elini çektiği, özelleştirilen eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi temel ihtiyaçları yurttaş değil tüketiciler olarak parayla satın almak zorunda kaldığımız bir dönemde kadınlar daha fazla çalışma yaşamına girdi.
Kadınların işçileşmesinin, çalışma yaşamına dahil olmasının önemli dinamiklerinden biri de kadın mücadelesinin yarattığı fikri ve kültürel değişim. Kadınların bağımsız bir yaşam kurabilmesi için toplumsal düzeyde değişim yaratan bir mücadele de söz konusu elbette. Kadınların eğitim oranı yükseldi, ekonomik bağımsızlık kadınlar için önemli bir gündem haline geldi.
AKP’li yıllar öncesinde, özellikle ‘89 bahar eylemlerinin ivmesiyle ‘90’larda işçilerin, emekçilerin kazanımları vardı. Kadınlar iktidar ve sermaye tarafından çalışma yaşamının neoliberal dönüşümünde güvencesizleştirmenin, esnekleştirme ve örgütsüzleştirmenin bir dinamiği olarak kullanılmak istendi. İşyerlerinde çalışma koşulları ve sağlık açısından nispeten bağımsız denetim süreçlerinin ortadan kaldırılması, sabit ücretlendirmenin yerini performansa dayalı çalışmanın alması, izin mefhumunun ortadan kaldırılması, emeklilik hakkının gaspı… Bir bütün olarak işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırılarda sermaye kadın emekçilerin zorunluluklarına sırtını yasladı.
Bu durum karşısında işçilerin örgütlerinin, sendikalarının cevabı ne oldu?
Buna olumlu yanıtımız yok. 1980 darbesinden sonra çalışma yaşamını düzenleyen yasalar sermaye lehine, işçiler için hakların kırıntısı kalacak biçimde hallaç pamuğu gibi dağıtıldı. Sendikalaşma oranları düştü. Sendikal bürokrasi yerleşik hale geldi. AKP iktidarı bu adımları pervasızca daha da ileri taşıdı.
Kadın emekçilere dayatılan korkunç koşulların işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik bir Truva atı olduğunu görmezden gelen sendikal bürokrasi kadın emekçileri örgütleyemedi. Kadın mücadelesinin dinamikleriyle kadın işçilerin talepleri arasındaki ilişkiyi görüp işçinin en temel örgütü olarak görevini yerine getirmekteki beceriksizlikleri de bu geldiğimiz noktada pay sahibi. Tüm bu dönüşümü “Aile Yılı” ilanıyla perçinlemek istiyor iktidar.
Bu kampanyayla ne murad ediliyor?
Geçim imkânsız hale geldi. Çalışma yaşamı cehenneme dönüştü. Evde, sokakta şiddet sıradanlaştı. Toplumsal çürüme derinleşti. Devlet tüm kamusal işleri aile içinde halledilmesi gereken özel sorunlar haline getirdi. Ekonomik ve toplumsal yıkımın yarattığı öfkeyi soğurmanın dayanağı haline de getirmek istiyor aileyi, aile içinde de kadınları. Ezilenlerin hayatta ve ayakta kalmasının mucizelere kaldığı bir toplumsal-ekonomik düzende, o mucize kadınlar eliyle gerçekleştirilmek isteniyor. Kadınlar ehlileştirmenin de dayanağı yapılmak isteniyor.
AKP iktidarı sermayenin sırtını dayadığı aile tahayyülünü mutlaklaştırırken, “makbul aileye” tehdit olduğunu düşündüğü her toplumsal kesimi de düşmanlaştırıyor. Boşanmış kadınlar, LGBT+’lar, tek ebeveynli haneler, hatta kimi zaman şiddet gördüğü için devlete başvuran kadınlar bile “toplum düşmanı” olarak imleniyor.
Emekçi kadınların omuzlarına bindirilen yükün artması, gündelik yaşamın sürdürülemez hale gelmesi, yoksulluğun derinleşmesiyle kadınlar arasında büyüyen öfkeyi kontrol altına alma girişimlerinde dine özel bir rol verilirken, hak talep eden tüm kesimler “dış güçlerin maşası olmakla, yerli ve milli değerleri tehdit etmekle” yaftalanıyor, düşmanlaştırılıyor.
AKP iktidarı sermayenin sırtını dayadığı aile tahayyülünü mutlaklaştırırken, “makbul aileye” tehdit olduğunu düşündüğü her kesimi düşmanlaştırıyor. Boşanmış kadınlar, LGBT+’lar, tek ebeveynli haneler, hatta kimi zaman şiddet gördüğü için devlete başvuran kadınlar bile “toplum düşmanı” olarak imleniyor.
Bu arada, ev ve iş arasında sıkışan kadın çareyi çocuklarını fabrikaya getirmekte bulabiliyor veya İzmir’deki gibi, işe gittiğinde evde yalnız bıraktığı çocuklarını yangında kaybediyor…
Evet, örneğin Tuzla Serbest Bölge’deki TKIS Blind fabrikasında kadınlara zorunlu mesai dayatıldığı için, sabahın köründe çocuklarıyla beraber bant başına geçip mesai boyunca bir gözü makinede, bir gözü çocuğunda çalışıyor kadınlar. Böyle o kadar çok örnek var ki. Nedir bu? Kadınlara çocuğunun hayatta kalabilmesi için çocuğunun hayatını riske atan koşulları dayatan vahşi bir düzen. “Aile Yılı”nda, çocukları çocuklara emanet ederek, komşuyla ev birleştirerek, kapıyı çocukların üstlerine kilitleyip yangın, deprem durumunda ölümlerine seyirci kalarak, eşleriyle birbirlerini göremeyecek vardiyalarda mesai yaparak hayatta kalmaya çalışıyor kadınlar. İktidarın sermayenin bekası için ihtiyaç duyduğu “mazbut aile”, sermayenin bekası uğruna ortadan kaldırılıyor. Bu, bu düzenin içsel çelişkisi de aynı zamanda.

Üretim havzalarındaki kadın işçilerin çalışma koşulları nasıl?
Havzalar arasında farklar var. Örneğin, kadınların işçi mücadelesinin deneyimlerine sahip olduğu sanayi yoğun havzalarda durum farklı. Örneğin, Çorlu-İstanbul-Kocaeli-Bursa-İzmir hattını düşünelim. 1900’lü yıllardan bu yana, Sümerbank’tan Tekel’e, ‘89 bahar eylemlerinden ‘90’lardaki sendikalaşma mücadelelerine, kadınların ücretli emeğinin yaygın olduğu, kadınların sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak deneyim ve hafıza biriktirdiği, kazanımlar elde ettiği havzalar bunlar. Ayrıca, buralarda sendikalaşma oranları da daha yüksek. İşkolları bakımından da daha teknoloji donanımlı, uluslararası sermayenin de etkin olduğu büyük sanayi havzalarında çalışıyor kadınlar.
Bir de son 20 yılda patronlara verilen teşvikler kapsamında ülkenin dört bir yanına yayılan, özellikle ucuz emek gücü ve yoğun sömürüye dayanan, örneğin tekstil, dokuma, gıda, petrokimya işletmelerinde ücretli emeğe yeni dahil olan kadın işçilerin durumu var. Tarımın çökertildiği bölgelerin ucuz emek gücü havzası olarak dizayn edilmesi süreci önemli bir değişim yarattı. Antep, Malatya, Maraş, Adıyaman, Urfa, Batman, Erzincan, Van’da patronlara cennet kılınan, tekstil ağırlıklı OSB’ler (Organize Sanayi Bölgeleri) kadın istihdamının “kadınların güçlendirilmesi, terörün önlenmesi, feodalitenin yıkılması” gibi söylemlerle teşvik edilerek kadınların büyük sömürü çarkına itildiği bölgeler olarak sermaye tarafından yeniden keşfedildi. On yıldır, bölgede kadın ve genç işçi sayısında müthiş bir artış yaşanıyor.
Bu bölgede yıllardır süren savaş koşulları, kadınlara yönelik ayrımcılık uygulamaları, sanayileşmenin sınırlı olması ve daha pek çok nedenle kadınlar geç sayılabilecek bir dönemde kitlesel olarak ücretli emek gücü haline geldi. İlk saydığımız havzalarla bu havzalar arasında kadınların işçileşme süreci, ücret ve çalışma koşulları, sendikalaşma mücadelesi açısından ortaklıklar olsa da büyük farklılıklar da var.
Velhasıl, bugün OSB’ler ve serbest bölgeler uluslararası ve yerli sermayenin derebeylikleri haline geldi. Buralarda anayasa yok, yasa yok, hak yok, hukuk yok, işçiyi makineden değersiz hale getiren ağır sömürü koşulları, aşırı üretim baskısı, gerektiğinde işçiler üzerinde ağır denetimle rıza üretimi, gerekli görüldüğünde de şiddet var. Bu koşullar kadınlar için iki kat fazla cehennem ateşi demek.
Koşullar korkunç: Uzun saatler, izinsiz çalışma dayatması, hafta sonu tatilinin, yıllık iznin bile olmadığı zorunlu mesailer, düşük ücretler, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin maliyet unsuru olarak görülerek tümden ortadan kaldırılması, sıfır denetim, teknolojik yöntemlerin işçiyi sadece işte değil, özel yaşamında da denetlemek için kullanılması, bayıltana kadar çalıştırma…
Özellikle siparişlerin yoğunlaştığı dönemlerde eve gidememecesine çalıştırılıyor kadınlar. Su bile miktara ve saate bağlanmış durumda çoğu yerde. Tuvaletlerin kilitlenmesi, bantta çalışan tüm kadınlara tek tuvalet kartı verilmesi, regl dönemlerinde tuvalet süresinin yetmediğinden şikâyet eden kadınlara yetişkin bezi bağlama dayatılması, kimi işletmelerde işçilere dağıtılan gps’i saatlerle iş sonrasındaki hayatlarının da denetlenmesi, “hadi hadi” baskısına ses çıkaran kadınlara hakaret…
Kadınlar en çok ustabaşı, formen ve amirlerin “geri zekâlılar, salaklar, beceriksizler, hastalıklılar, domuzlar” gibi hakaretlerinden şikâyetçi. Kadınlar bu korkunç koşullardan şikâyet ettiklerinde “Sizin gibi geri zekâlılara ekmek vermişiz, hâlâ şikâyet ediyorsunuz” lafları duyduklarını anlatıyorlar. Bir mücadele eğilimi baş gösterdiğinde aileleriyle, özel hayatlarıyla tehdit ediliyorlar. Kadınların kürtaja zorlandığı, çalışma koşulları yüzünden düşük yaptıklarında hemen ertesi gün işe gelme dayatmasının yapıldığı, işe gelmeyince tazminatsız işten çıkarmak için her türlü yöntemin kullanıldığını anlatıyorlar.
Tuzla Serbest Bölge’deki TKIS Blind fabrikasında zorunlu mesai dayatıldığı için, sabahın köründe çocuklarıyla beraber bant başına geçip mesai boyunca bir gözü makinede, bir gözü çocuğunda çalışıyor kadınlar. Nedir bu? Kadınlara çocuğunun hayatını riske atan koşulları dayatan vahşi bir düzen.
Anlatılan koşullar çalışma kampından farksız…
Kesinlikle. Eskiden işçi gruplarının birbiriyle temasına olanak sağlayan kimi şeyler artık yok. Çay, sigara molaları ya çok kısıtlı ya da işçiler tecrit edilerek kullandırılıyor. Servisler hapishane ringi gibi, işçinin birbiriyle temasını kesecek biçimde kullandırılıyor. Servis içlerine ses ve görüntü kaydı alan cihazlar yerleştiriliyor.
Çok önemli bir şey daha var. Bir yandan, kadın işçiler erkek işçilere karşı ücretleri düşüren, koşulların ağırlaşması karşısında ses çıkarmamanın dayanağı yapılan yere konumlandırılırken, erkek işçilere kadınların onların düşmanı olduğu söylemi kabul ettirilmeye çalışılıyor. Metal işkolundan kadınlar anlatmıştı, teknik ilerlemeler sayesinde artık kadınlar da erkeklerin yaptığı işleri yapabiliyor. Teknoloji yoğun, üretim kapasitesi gelişkin, nitelikli iş gücü isteyen ve nispeten örgütlü bu işkollarında kadınlar erkeklerin yerine işe alınmaya başlayınca, kıdemi yüksek, hakları da nispeten daha fazla olan erkekler yavaş yavaş işten çıkarılırken onlara “Kadınlar işinizi elinizden aldı” deniyor.
Yan haklarda ve sosyal haklarda yapılan kesintiler, ücret artışlarının günün şartlarına uygun yapılmaması da böyle gerekçelendirildi erkek işçilere. Taşeronlaştırma, aynı bantta farklı kategorilerde farklı haklara sahip işçilerin çalıştırılması kadınların varlığına bağlandı. Bu sermaye oyunu erkek işçilerde kadınlara yönelik bir öfkenin ortaya çıkmasına, sınıf kardeşleşmesinin engellenmesine neden oldu.
Malatya, Maraş, Urfa, Elazığ, Erzincan hattında neler yaşıyor kadın işçiler?
Son yıllarda artan teşviklerle Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde sanayi altyapısı değişti. Burası 6. Teşvik Bölgesi, diğer bölgelere göre sermayeye çok daha fazla avantajlar sağlanıyor. Özellikle tekstil, madencilik ve gıda işletmelerinin bir kısmı bu bölgeye taşındı. Teşviklerin büyük bir kısmının 2014 sonrasında gerçekleşmesi siyasal olarak önemli bir kesişme. İktidarın o dönem Kürt sorununun demokratik çözümü açısından atmak durumunda kaldığı adımların bir yansıması olarak bakabiliriz sermayenin bölgede yayılması ve kendisine alan açma ihtiyacına.
Kadınlar büyük oranda tekstil, iplik, halı dokuma, çağrı merkezleri, iletişim, gıda fabrikalarının işçileri haline geldi. AKP o dönem “kadınların istihdama katılımının arttırılması, kadınların desteklenmesi, güçlendirilmesi” söylemleriyle alan açtı sermayeye. Ama gördüğümüz, kadınların çocuk yaştan itibaren sermayeye ucuzun da ucuzu köleler haline getirilmesi, diğer bölgelerdekinden çok daha kötü koşullarda çalışmaya zorlanmaları, asgari ücret tartışmalarına etki edecek biçimde daha düşük ücretlere mahkûm edilmesi oldu.
Bu aynı zamanda 6284 gibi yasaların çıkarıldığı, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı yıllara da denk geliyor …
Evet, “kadınların güçlendirilmesi, kız çocuklarının okullaşması, kız çocuklarının terörist yapılardan kurtarılması, iddia ettikleri feodal aile yapısının değişmesi” gibi söylemlerle kadınların ucuz işçiler olarak sermayeye köle haline getirilmesi arasında dönemsel ve bölgesel bir paralellik var.
Hatırlayalım, o dönem çok ilginç bir biçimde, bölgedeki kimi ilerici, demokrat kadın örgütleriyle, Kürt kadın hareketinin çeşitli kurumlarıyla, dernekleriyle, yerel yönetimlerle yerel idari, mülki amirler ortak projeler geliştirdi, kooperatifler kuruldu, “kadın dostu işyeri” belgeleri dağıtıldı. Kürt sermayesi de o dönem güçlendi. Günün sonunda, işçi kadınlar cehennemin ateşini harlayan birer çıra haline getirildi. Bugün Batman, Malatya, Maraş, Urfa hattı kadın işçiler için 19. yüzyıl koşullarının yaşandığı birer çalışma kampı havzası durumunda.
OSB’ler ve serbest bölgeler uluslararası ve yerli sermayenin derebeylikleri haline geldi. Buralarda anayasa yok, yasa yok, hak yok, hukuk yok, işçiyi makineden değersiz hale getiren ağır sömürü koşulları, aşırı üretim baskısı, ağır denetimle rıza üretimi, gerekli görüldüğünde de şiddet var. Bu koşullar kadınlar için iki kat fazla cehennem ateşi demek.
“Haydi Kızlar Okula” kampanyası, ardından 4+4+4 uygulaması da buna paralel düzenlemeler miydi?
Çok ilgili. Ama bugün, kız çocukları 14 yaşında çalışmaya başlıyor. Kadınlar fabrikalarda büyük oranda abileri, babaları, nişanlıları ya da aile bağı olan işçilerin yanında, onlarla birlikte işe başlıyorlar. Aile içindeki erkeği destekleme görevini orada da devam ettirmesi bekleniyor kadınlardan.
Urfa’da bir terlik fabrikasında çalışan genç bir kadın, işyerinde kendisiyle ilgili her meselenin abisiyle konuşulduğunu, kimsenin ona bir şey söylemediğini anlatmıştı. Mesaiye kalınacak, abisine söylüyorlar, yeri değiştirilecek, abisine söylüyorlar. Servis gecikecek, abisi aranıyor.
Havzada asgari ücret adeta bir lüks. Zorunlu resmi prosedürler gereği hesaplarına o para yatırılsa bile, pek çok fabrikada kadınların banka kartları idari personelin elinde, alacaklarını çekip ne kadar ücret veriliyorsa kadınların eline tutuşturuluyor.
İş güvenliği önlemi diye bir şey yok. Yok yani, tümüyle ortadan kalkmış durumda. 50 ve daha fazla çalışanı olan işyerlerinde çalışanların toplam ücretli çalışanlar içindeki payı ülke genelinde yaklaşık yüzde 40 iken Doğu ve Güneydoğu’da bu oran yüzde 29’a düşüyor. Büyük işletmelerde küçük sanayi sitelerine veya merdivenaltı işletmelere kıyasla daha denetimli koşullar olduğunu biliyoruz. Malatya’da bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, çocuk işçilerin çalıştığı vardiyada, denetime gelen çalışma bakanlığı yetkililerinin gözü önünde işçi çocukların tuvaletlere kilitlendiğini, saatlerce orada kalmak zorunda bırakıldıklarını anlatmışlardı.
Bir kadın işçi bayılana kadar çalıştırıldıkları için CİMER’e şikâyet ettiklerini, o şikâyetin patrona ulaştırıldığını, bu yüzden ustabaşı tarafından şiddete uğradıklarını anlatmıştı.
Pek çok tekstil fabrikasında kadınların birbirini denetlemesi için, neredeyse koğuş ağalığı sistemine benzer bir ağalık düzeneği dayatıldığını anlattı Urfalı kadın işçiler. Diğer işçi kadınlar üzerinde denetmen olma rolü verilen, elinde sopayla gezen, “hadi hadi” diyerek kadınları dürten, bazen bacaklarına sopayla vuran, onlara hakaret eden, genç kadınların telefonlarını toplayıp sosyal medyalarına bakan, bunları ailelerine göstermekle tehdit eden koğuş ağası gibi kadınlar.
Bölgenin tekstil firmalarının önemli bir özelliği de uluslararası pazara üretim yapmaları. Urfa’daki Özak Tekstil Levi’s gibi büyük markalara üretim yapan bir şirket. Uluslararası tekstil ve konfeksiyon devleri, güya kadın istihdamını desteklemek ve kadınları güçlendirmek için şirketlere iş verirken kadın işçi çalışanın belirli bir oranda olmasını, işyeri temsilcisi seçilmesini, işyerinin sendikalı olmasını şart koşabiliyorlar.
Patron kendi eliyle bir sendika getiriyor ve işçileri işe alırken “Sen bu sendikanın üyesisin” diyor. Bahsettiğim “koğuş ağası” kadınlar da kadın işçilerin temsilcisi oluveriyor. Uluslararası denetimcilerin karşısına seçilmiş ve tehdit edilmiş kadınlar çıkarılıyor.
Malatya’da tekstil işçisi kadınlar anlatmıştı: “Bizi yemekhaneye topluyorlar. Biri geliyor, haklarımızı anlatıyor, şöyle hakkınız var, böyle hakkınız var, sendikal haklar içinde şunlar, şunlar var… Biz o toplantıya giderken konuşma yasağını bırakın, mimik yasağı bile konduğu için kaşımızı bile kaldırmıyoruz. İçimizden dalga geçerek, küfür ederek dinleyip cehennem koşullarına geri dönüyoruz.” Bunların hepsini Özak direnişinde birebir gördük. O direniş bölgede kadın işçilere reva görülen kölelik düzenine karşı bir isyandı…
Nelere tanık oldunuz?
Özak’ta kadınlar bu anlattığım koşulları bire bir yaşıyordu. Dayatılan koşullar o kadar ağır ki. Sipariş dönemlerinde, bir hafta-on gün hiç dışarı çıkmadan çalıştıkları, fabrika tuvaletlerinde saçlarını yıkamak zorunda kaldıkları, bantların altında nöbetleşe uyudukları bir üretim baskısı. Şiddetin normalleştirilmesi. Kadınlara “Aptalsınız, hiçbir işe yaramazsınız. Sizin gibi geri zekâlılara iş verdiğimiz için bize teşekkür etmeniz gerekirken dır dır ediyorsunuz” denmesi. Fiziksel şiddete varan muameleler. Aynı bantta çalışan kadınların birbirine hakaret etmeye zorlanması. Korkunç düşük ücretler, hiçbir yan hakkın olmaması…
Su bile miktara ve saate bağlanmış durumda çoğu yerde. Tuvaletlerin kilitlenmesi, regl dönemlerinde tuvalet süresinin yetmediğinden şikâyet eden kadınlara yetişkin bezi bağlama dayatılması, kimi işletmelerde işçilere dağıtılan gps’i saatlerle iş sonrasındaki hayatlarının da denetlenmesi, “hadi hadi” baskısına ses çıkaran kadınlara hakaret…
İşçiler ne gibi taleplerle direnişe geçmişti?
Patronun seçtiği değil, kendi seçtikleri sendikaya üye olmak için mücadeleye başladı Özak işçileri. Fabrika içinde gizli bir örgütlenme süreci yaşadılar. Koğuş ağası gibi davranan kadın işyeri temsilcisi bu süreci durdurmak için kadınları tek tek odasına çağırıp “Elimde ailenizin duyarsa sizi öldüreceği bilgiler var, beni buna mecbur etmeyin” diye tehdit bile etti. Vazgeçmediler. Bir kadın işçinin haksız yere işten çıkarılması ve sendika değiştiren işçilere yönelik ağırlaşan baskı nedeniyle direnişe başladılar.
Kendi seçtikleri Birtek-Sen’in kabul görmesi ve çalışma şartlarının düzeltilmesiydi talepleri. Ücret değildi yani, bu önemli. Direnişteki kadın işçi sayısı, erkek işçilerin üçte bir oranındaydı, ama Özak Tekstil direnişi tümüyle kadın işçi direnişi olarak sürdü, kadınlar yönetti süreci, baskılar karşısında dik durdular, öne çıktılar.
Direniş sürecinde, gerçekten de kadınların özel hayatlarına ilişkin bilgilerin ailelerine verildiği, ailelerin baskısıyla kadınların direniş alanına gelemeyecekleri koşulların oluşması için patronundan emniyetine, belediyesinden tarikatına dört koldan ailelerin ziyaret edilerek vazgeçirme operasyonu yapıldığı, organize sanayi bölgesinde OHAL ilan edilen, caminin bile işçilere kapatıldığı, müftünün patron lehine açıklamalar yaptığı, işçilerin toplu halde gözaltına alındığı, sendikacıların günlerce gözaltında tutulduğu bir direniş süreci yaşadık. Ama kadınlar sonuna kadar direndi, muhteşem bir tarih yazdılar.

Örgütlenme ve direnme koşullarının zorluğuna rağmen, kadın işçilerin sendikalaşma eğilimine, sınıf mücadelesinin bir parçası olma deneyimine dair gözlemleriniz nasıl?
Bölgede koşullar korkunç olsa da kadınlar açısından işçileşme, fabrika ortamına, başka bir dünyaya, daha kolektif ilişkilere adım atmak, ücretli emeğin, sınıf ilişkilerinin bir parçası olmak çok geliştirici, öğretici bir süreç. Koşullara rağmen, birlikte mücadele ettiğimiz kadınlar ücretli bir işte çalışıyor olmanın verdiği özgüvenden, yaşamlarındaki değişimlerden, bağımsızlık duygusundan, dünyaya başka gözlerle bakmanın olanaklarından bahsediyorlar. Bu çok nesnel bir durum, işçileşmenin doğal getirisi.
Geniş ailelerin kız çocukları olarak, işi evin bakım vereni, misafir ağırlayanı, aile büyüklerini eğleyeni olmasındansa, başka kadınlarla yan yana olup, ufuklarını, umutlarını, gelecek planlarını paylaşmayı bir sınıf sezgisiyle tercih ediyorlar. Bu yüzden, kölelik koşullarını değiştirmek için mücadele etmek, tüm tehditlere, zora rağmen, eve dönmeye ağır basan bir fikir. Ama henüz bir duygu bu, bir nüve. Önümüzdeki dönem bölgede çok daha fazla işçi direnişi, çok daha fazla işçi kadının öne çıktığı mücadele, çok daha fazla sendikalaşma mücadelesi göreceğimizi düşünüyorum.
Direnişler kadın işçileri nasıl değiştiriyor, dönüştürüyor?
Birinci güncel örneğimiz Temel Conta grevi olsun. İzmir-Kemalpaşa’da faaliyet gösteren Temel Conta 50 yıllık küçücük bir işletme, otomotiv sanayiinin dünya devlerine üretim yapıyor. “Bir aileyiz” motivasyonu üzerine kurulu, seneler içinde koşulların daha da korkunçlaştığı bir çalışma düzeni. Teknolojik gelişmelerin üretim safhasına entegre edildiği, işçi başına düşen üretim miktarının muazzam oranlarda arttığı bu işletmede verim ve kâr artarken işçilerin yaşadığı zorluklar da artmış. 17 yıllık, 25 yıllık, 30 yıllık işçiler var, yani bütün ömrü bu işletmede geçmiş insanlar. Verimliliği artırmak için milyonluk yatırımlar yapılırken, işçilerin çalışma ortamının kimyasallardan arındırılması için gereken havalandırmaya üç kuruş para harcanmıyor. O yüzden kanser, solunum yolu hastalıkları, astım yaygın. Örneğin, işçilerin pres makinelerinde ellerinin kollarının yanmaması için uygun iş eldivenleri kullanmaları lâzımken, uyduruk eldivenler yüzünden binlerce derece metalin sıçramasıyla yanıyor kadınlar.
Biraz önce konuştuğumuz tuvaletin, suyun sınırlı olması gibi şeyler zaten olağan. Bu çalışma koşullarına rağmen, patron asgari ücret dayatıyor. Asgari ücret! Ve yıllardır işçilere “Biz bir aileyiz, işletmemizin büyümesi ailemizin büyümesi demek, sabır…” deniyor.
Ağır çalışma koşulları yüzünden, aynı fabrikada çalışırken bir kez olsun birbirinin yüzüne bakamayan işçi kadınlar direniş alanında tanışıyorlar. Kadınlar tek başlarınayken dile getirmenin mümkün olmadığı şeyleri birlikteyken yüksek sesle söyleyebildiklerini görüyorlar. Bu çok güçlendiriyor ve direniş sonrasına da bir güç bırakıyor.
Kadınlar “Biz bir aileyiz” sözünün politik muhtevasını erkek işçilerden daha hızlı kavrıyor. Bu koşullara karşı örgütlenmek gerektiğine ikna olan kadın işçiler büyük bir disiplinle işyeri örgütlenmesini titiz bir biçimde gerçekleştirmişler. Tek bir işyerinin değil, tüm bir havzanın örgütlenmesinin esas olduğunu, işçiler arasında dayanışmanın olanaklarının geliştirilmesi zorunluluğunu kavramış ve bunun için arayışlara girmişler. Sermayenin “Kadınların güçlendirilmesi, desteklenmesi, kadın istihdamının artırılması” söylemlerinin nasıl politik bir yalan olduğunu çok hızlı görmüşler.
Kadınlar kötü çalışma koşullarına, hakarete, mobbinge, üretim ve performans baskısına karşı örgütlenme tartışması yapmaya başladıklarında, bunu fark eden işveren önce onların arasına bir kadını sokarak şunu söyletmiş: “Ekmek yediğimiz yere ihanet etmeyin.” Kadınların hak mücadelesini ihanet olarak etiketlemişler. Kadınlar aile içinde de “ihanet”in bedelini cinayet ve şiddetle ödüyor ya, işyerinde de hak arama mücadelesine karşı şiddetin meşrulaştırılması için kullanılıyor bu söylem.
Ağır çalışma koşulları yüzünden, aynı fabrikada çalışırken bir kez olsun birbirinin yüzüne bakamayan işçi kadınlar direniş alanında tanışıyorlar aslında. Kadınlar tek başlarınayken dile getirmenin mümkün olmadığı şeyleri birlikteyken yüksek sesle söyleyebildiklerini görüyorlar. Bu çok güçlendiriyor ve direniş sonrasına da bir güç bırakıyor.
Kadınları tüm zorluklara rağmen, mücadelede bu kadar inançlı ve önde kılan en temel şeylerden biri, hayatın her alanında şiddete, ayrımcılığa, eşitsizliğe, haksızlıklara daha fazla uğruyor olmaları. Kadınlar o yüzden işyerindeki mücadeleyle meclisteki mücadeleyi, sendikal mücadeleyle şiddete karşı örgütlenme mücadelesini, sendikal bürokrasiye karşı verilen mücadeleyle işçileri tümüyle siyaset dışına bırakmaya yönelik irade gasplarına karşı mücadeleyi daha hızlı birleştirebiliyorlar.
Direnişe geçen her işçi grubu direnişlerinin haklılığını kamuoyuna duyurmak, meşruiyetlerini ispatlamak, dayanışma örmek, güçlenmek için arayışa geçer. Ve şu sorgulamayı yaşar: “Ben daha geçen sene bizim organize sanayi bölgesinde şu fabrika greve çıktığında neden ona destek vermedim?” Bunu önce kadınlar düşünüyor. O yüzden mesela kentin emek-demokrasi güçleriyle, kadın örgütleriyle, seslerini kente yayabilecek mücadele güçleriyle bağ kurma konusunda kadınlar daha açık ve ufuklu. Dolayısıyla, süreç içinde kadınlar ekonomik mücadeleyi daha politik bir mücadele haline getirmek bakımından dinamikler oluşturuyor.

İkinci örnek?
Özak Tekstil direnişi. Biraz önce koşullarını konuştuğumuz havzanın ilk uzun soluklu kadın direnişi. Kadınlar arayışa girdiklerinde “Bize mücadeleci sendika lâzım” diyorlar. Hızlı gelişen sınıf perspektifinin yansıması bu. Arayışları da yine işçilerin deneyimine bakarak oluyor. Antep’te Özak direnişi öncesinde gerçekleşen Şireci direnişinde Birtek-Sen’in tutumunu görüyorlar ve diyorlar ki, “İşte bu”. Ve kadınlar bu süreçte büyük bir gizlilikle sendika değiştirme süreci işletiyorlar.
Aslında anayasal hak olmasına rağmen, gizlilikle yürütmek zorunda kalınan sendikalaşma sürecinde devletin açık bir sermaye devleti olduğunu, müthiş bir baskı aygıtı olduğunu net biçimde görüyorlar. Çoğu AKP’ye oy vermiş kadınlar hızlı ve kalıcı bir politik dönüşüm de yaşadı. Polis baskısı, oy verdikleri partilerin kendilerine sahip çıkmaması bir yana, engel olmaya çalışması, çoğunluğu başörtülü, dindar kadınların cami imamından ilçe müftüsüne tüm güvendikleri isimlerin patronun yanında durduğunu görmeleri karşısında sorgulamaları, evden işe işten eve bir yaşam sürerken direnişlerini İstanbul’a, Ankara’ya taşımak zorunda kaldıklarında aileleriyle yaptıkları kavgalar…
Kadın direnişlerinin en önemli yanının şu olduğunu düşünüyorum: Kendileri için başlıyorlar. Fabrikanın koşullarının değişmesini istemek ilk adımları oluyor. Ama o ilk adımı attıktan sonra, kadınlar sadece bir tek fabrikayla değişimin elde edilemeyeceğini, mücadeleci kadınlar olarak yaptıklarının o havzadaki bütün kadınların çalışma koşullarına etki edebileceğini hızla görebildikleri için mücadele çıtasını havzaya taşıyorlar hemen.
Özak Tekstil işçileri daha direnişlerinin birinci haftasında, “Eğer biz kazanırsak Urfa, Malatya, Maraş hattında bütün tekstil işçisi kadınlar kazanır. Biz onların da sendikalaşmasının önünü açarız” dediler. Bununla kalmadılar. Özak işçileri direnirken yerel yöneticilerin, belediyenin, valinin, kaymakamın işçi direnişlerini kırmak için patron yanlısı tutumlarını çok konuşmuştuk. İşçilerin siyasete müdahale etmesinin ve her siyaset aracının işçilerin mücadeleleri için kullanacağı bir araç haline getirilmesinin ne kadar önemli olduğunu tartışmıştık. O dönem bölgedeki işçiler adına Funda Haliliye belediye başkan adayımız oldu, seçim çalışmasını Özak işçileriyle beraber yürüttük. Yani çıtayı siyasete müdahale etme çıtası olarak çektiler.
Kadınları mücadelede bu kadar inançlı ve önde kılan temel şeylerden biri, hayatın her alanında şiddete, ayrımcılığa, eşitsizliğe, haksızlıklara daha fazla uğruyor olmaları. O yüzden işyerindeki mücadeleyle meclisteki mücadeleyi, sendikal mücadeleyle şiddete karşı mücadeleyi daha hızlı birleştirebiliyorlar.
Bu olumlu kazanımlar dışında, kadın direnişlerinin yarattığı gücün kalıcı olmasının önündeki engelleri de tartışmak zorundayız. Bunca dirayet kalıcı hale gelebilsin diye aşmamız gereken eşikler var. Kadınların katmerli sorunlarını görünür hale getirmek, baskılar karşısında güçlendirilmeleri için özgün çalışmalar yapmak gerekiyor. Sendikal örgütlenme çalışmalarında, eylem, direniş ve grevlerde aktif olarak yer alan, hatta öncü olan kadınların direniş sonrasında kendi yaşamlarına sessizce çekildiği durumlar ne yazık ki çok fazla.
İşçi mücadelelerindeki kadınların yaşadığı fişlenme tehdidi, “ahlâki gerekçe” olarak lanse edilen kodlarla işten atılma korkusu, aile baskısı, yalnızlaştırma, sendikal mobbing, direnişlerde maddi desteklerin yetersiz kalması ya da hiç olmayışı, ev içi bakım emeği yükünün kadınlara direniş süreçlerinde daha fazla dayatılması gibi durumlar direnişlerin kadınların yaşamında dönüştürücü etkisi olmasını engelliyor. Direniş bittikten sonra kadınlar ağır ekonomik yüklerle ve aile baskısıyla baş başa kalıyor. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesindeki zayıflığı ve kadın işçilerin mücadele araçlarının eksikliği bunu besliyor. “Barajsız Sendika, Yasaksız Grev, Güvenceli İş” diyerek başlattığımız kampanya bu yüzden kadın işçiler için çok, çok önemli.
Kadın direnişlerine eşlik ederken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bir kere işçiye güven esastır. Bu kadar ağır koşullara rağmen işçiler bir mücadele verme kararlılığı göstermişse, nedenlerini doğru analiz etmek gerekir. İşçiyi eyleme geçiren talebin bazen büyük bir tuzu kurulukla aşağılandığını, küçümsendiğini görüyoruz. Ağustos 2023’te, Antep-Başpınar’da Şireci işçileri 1500 lira zam, bayram ikramiyesi ve devamsızlık priminin artırılması talebiyle, 10 gün boyunca 50 derece sıcağın alnında direnip kazandığında, kendisini solcu olarak adlandıran bazı kişiler “Bunun neresi kazanım, bu kadar küçük meblağlar için mi direniyorlar?” diye söylendiler. Had bilin kardeşim. İşçi bazen üç kuruşa beş kuruş katmak için, bazen sendikalaşmak için, bazen iş kazalarının önlenmesi için, bazen yemeklerin düzeltilmesi için, çalışma alanına su sebili getirilmesi için, bazen sendika değiştirmek için, bazen de iktidarı devirmek için direnir.
İşçileri bu kadar birbirine güvensiz hale getiren, bir güç olduklarını hissetmelerine engel olan, örgütsüzlüğü dayatan bu koşullarda, onları ortaklaştırarak birlikte harekete geçmelerini sağlayan şey ne ise ona sahip çıkmak, işçinin iradesine saygı duymak önemli.
Ben işçi direnişlerine işçiler direndiğinde yanlarında olan, sınıf perspektifiyle o direnişlerin örgütlenmesinde yer alan bir sınıf partisinin üyesi olarak gidiyorum. İşçilerle konuşup tartışırken yıllardır işçi mücadelesinin deneyiminden süzülen parti birikimiyle hareket ediyorum. Söz konusu talebin kazanılmasının temel koşulunun işçilerin tüm fabrikayı, hatta havzayı saran bir birliktelik oluşturması, her vardiyayı, her bölümü, her işletmeyi temsil eden işçilerin iradesiyle seçilecek bir direniş komitesi oluşturulması gerektiğini, direniş sürecinde alınacak her kararın işçilerin tamamının iradesiyle alınması gerektiğini konuşup tartışıyoruz. Sendika aslında tam da budur. Ama işçi bunu o “basit” talebini kazanma mücadelesinde öğrenecek ki, büyük mücadelelerde de irade gösterebilecek, sermaye ve devlet oyunu onu geriletemeyecek.
Kadın işçilerin olduğu direnişlerde, erkek işçilere kadın işçilerin oradaki özgün ve özel varlığının ne kadar önemli olduğunu anlatan, buna saygı duymalarını sağlayan ve birliğin kurulma sürecinde kadınların muhakkak temsilci olarak yer almasının garanti altına alınmasını sağlayan bir yerde durmaya çalışıyoruz. Ben aynı zamanda kadın hareketinden gelen biriyim. Kadın işçilerin kendilerini yalnız hissetmeyecekleri, güven duygusunu geliştirecekleri dayanışma ağları, dayanışma araçları yaratmak çok önemli. Kadın hareketinin de emek direnişine sahip çıkmasını sağlamak çok güçlendirici.