Futbol âleminden kimler geldi geçti, ama onun gibisi az görüldü. Sadece topla yaptıklarıyla değil, tüm varoluşuyla. “Vurdu Gol Oldu”, unutulmaz golünün TV ekranlarındaki naklinin unutulmaz deyişiydi, hayat öyküsünü anlattığı kitabın adı oldu. Bize de “efsane”yle karşılıklı oturup söyleşmeye kapı açtı. Türkiye’de hep sekiz numaralı formayla oynamıştı, sekiz şarkı dinlettik, her birinde laf lafı açtı, sahadaki paslarını, şutlarını aratmayan gollük cümleler çıktı. Cevad Prekazi’ye bağlanıyoruz, Express’in yaz sayısından naklen…
Bijelo Dugme “Lipe Cvatu”
Cevad Prekazi: Beyaz Düğme! Bu şarkı ikinci dönemden. “Lipe” ıhlamur demek, “cvatu” filizlenmek. Şarkıcı Zeljko Bebek değil, Mladen Vojiçiç. Bijelo Dugme, Goran Bregovic’in grubu; o da bu ikinci dönemi çok seviyor. Ama herkes için Bebek’li dönem daha iyidir. Gene de pek sevmem Bijelo Dugme’yi.
Monaco maçından önce walkman’de dinliyormuşsunuz ama.
Yeni albümleri çıkmıştı, eşimin kardeşi getirmişti. Ne yapmışlar diye merak etmiştim. Kasetin öbür yüzündeki Bajaga i Instruktori şarkılarını dinliyordum asıl. (gülüyor)
Bebek’li dönemde, 1977’de yüz bin kişilik bir konser vermiş Bijelo Dugme.
Evet, Belgrad’da. Ama çoğu şarkıları hırsızlama. Herkes biliyor. Geçenlerde muhteşem bir Çingene vefat etti, Şaban Bayramoviç. Televizyonda da söyledi, “kaç tane şarkımı çaldılar, hiçbir şey ödemediler” diye. Müthiş idi ama Bayramoviç! Belgrad’da ne plağı ne bir şeyi çıktı, Slovenya tarafında yapıldı hepsi. Sonra bir İngiliz kitabına aldı Bayramoviç’i, en büyük ilk 100 caz sanatçısı içinde saydı. Müthiş adam, nota mota hiçbir şey bilmiyor. Konserine gittim, hasta, felç geçirmiş bilmem kaç ay, ama ne konserdi o be! Neler neler yaptı, neler neler bıraktı ve fakir olarak öldü. Aynı Nikola Tesla gibi. Onun yaptıklarını da çaldılar hep. Zannetmem ki onun gibi biri dünyaya gelsin. Sosyalist adamdı, neler neler yaptı, bedava ısınma, bedava aydınlanma tasarladı. Büyük korporasyonlar bırakmadılar tabii. Her şey parayla olsun istiyorlar. Su ya, su parayla olur mu! Okul, doktor, ilaç parayla olur mu! Birkaç sene evvel açıldı Belgrad’da Tesla müzesi. On sene evvel Belgrad’ın en kısa caddesinde onun ismi vardı, şimdi havaalanının ismini verdiler. Geç!
Bijelo Dugme’yi niye sevmiyorsunuz?
Benim tarzım değil. Daha önce başka gruplar var Yugoslavya zamanı, müthiş gruplar. Bajaga i Instruktori, Time, Drugi Naçin…
Azra “Gracija”
Off! Azra! Çok severim. Branimir Stulic, o adam çok akıllı. Yugoslavya’da olacak her şeyi söylemiş ta ne zaman. Söylediği oldu. Zagreb’de yaşıyordu, kaçtı gitti Hollanda’ya. Taksicilik yapıyor şimdi orada bir kasabada. Hakiki Yugoslavdır o. Zagreb’den, Hırvatistan’dan röportaj yapmak için gidiyorlar, diyor “bana lâzım tercüman”. Çünkü dilimizi bile değiştirmek istiyorlar, Hırvatça ve Sırpça diye ayırıyorlar. Ama aslında aynı dil, Sırpski-Hırvatski veya Hırvatski-Sırpski. Öyle öğrendik biz okullarda. Silmek istiyorlar her şeyi. Tito’yu silmek istiyorlar yahu! Ama şimdi kalkıyor insanlar ayağa. Gençler görüyor ki bir yaşamları yok. Üniversite öğrencileri kaçıyorlar. Duydum, Türkiye’den de kaçıyorlar. İyiye gitmiyor hiçbir şey.
Tito zamanında milliyet sormazdı kimse kimseye, hepimiz Yugoslavdık. Herkes kendi anadilinde eğitim görürdü. Ben mesela Arnavutça eğitim aldım. Herkes özgürdü. Ne diyordu Tito: Kardeşlik ve birlik. Yugoslavya ancak böyle ayakta durabilirdi.
Tekrar birleşme olur mu, Yugoslavya yeniden bir araya gelebilir mi?
İmkânsız… Belki de olur, ne bileyim. ‘80’li yıllarda Ante Markovic vardı, başbakan, o istedi Yugoslavya aynı kalsın, ama aynen ABD gibi eyalet sistemi olsun. Herkesin her şeyi olacak, kimse kimseye karışmayacak, ama Yugoslavya olacak.
Bu fikri destekleyen var mı şimdilerde?
Vallahi bilmiyorum. Tito’nun mezarına her sene bir sürü insan gidiyor. Herkes “onun gibi biri olsa da hayatımızı yaşasak” diyor. Çünkü Tito zamanında her şeyimiz vardı. Ekonomi Fransa’dan, İtalya’dan, İspanya’dan daha iyiydi. Ne Doğu Bloku’ndaydık ne Batı Blok’unda. İşçiler yılda iki kere tatil yapıyordu, bütün masrafları devlet karşılıyordu. Yirmi yıl çalışan her işçiye bir ev veriliyordu. Tito zamanında milliyet sormazdı kimse kimseye, hepimiz Yugoslavdık. Herkes kendi anadilinde eğitim görürdü, kültürünü öğrenirdi. Ben mesela Arnavutça eğitim aldım. Herkes özgürdü. Ne diyordu Tito: Kardeşlik ve birlik. Yugoslavya ancak böyle ayakta durabilirdi. Paramparça ettiler ülkeyi.
Shantel “Disco Partizani”
Müthiş bir adam vardı, onu hatırlattı, neydi adı? Maradona şarkısı bile vardı.
Manu Chao.
Hah, Manu Caho! O çok iyiydi. Ama bunu duymadım, dinlemedim.
Shantel bir DJ aslında.
Haa, DJ, onları ben hiç bilmem, imkânsız.
Şarkının adı “Disco Partizani”.
Aaa! Yasaklamadılar mı burada? Şimdi her şeyi yasaklıyorlar. (gülüyor)
Sizin Partizan maceranız 1974’te başlıyor, değil mi?
Evet. 7 Aralık 1974, o gün imza attım, profesyonel hayatım da öyle başladı.
Aynı zamanda Partizan taraftarısınız. İnsanın futbol hayatına tuttuğu takımda forma giyerek başlaması çok şahane bir duygu, değil mi?
Muhteşem bir şey! Partizan taraftarlığım abimle başladı. Abim benden 11 yaş büyük, ‘67 senesinde Partizan’da oynadı, ‘70 yılına kadar. Partizan benim yuvam. Partizan Stadı’ndaki kütüphane Belgrad’ın hiçbir yerinde yoktu. Bir okul gibiydi Partizan. Genç takım futbolcularının okulda notları iyi olmak zorundaydı, notların kötüyse idmana almazlardı, “git notlarını düzelt” derlerdi. Partizan tam bir Yugoslav takımıydı, her yerden futbolcu vardı. Sırp, Hırvat, Arnavut, Boşnak, Karadağlı, Makedon, Sloven… Zaten Partizan Sırpça ya da Hırvatça bir isim değil ki, İtalyanca. Faşistlere karşı savaşanlara partizan denirdi. Sonraki takımım Hajduk Split de tam bir Yugoslav takımıydı. Birçok yöneticisi, futbolcusu II. Dünya Savaşı’nda faşistlere karşı savaştı ve öldü.
Partizan’a gittiğiniz sene hoca Kaleperoviç.
Evet, A takımda. Ben 16 buçuk yaşındaydım, genç takımda başladım. Yetiştiğim takım Remont’tayken ümit milli takımda da oynuyordum. Oradan seyrettiler beni, abimi aramışlar, “Partizan’a almak istiyoruz” demişler, öyle geldim. ‘76’da A takımında oynamaya başladım. Ve o sene şampiyon olduk, on yıl aradan sonra.
Kaleperoviç Metin Oktay zamanında, 1968-69 sezonunda gelip Galatasaray’ı şampiyon yapmıştı.
Biliyorum, hepsini biliyorum. Tek o değil, çok Yugoslav hoca geldi. Türkiye’de futbol kapılarını Yugoslav antrenörler ve futbolcular açtı. Kaleperoviç de iyi hocaydı.
Sizin profesyonelliğe geçtiğiniz 1974’te, Dünya Kupası finalini Almanya-Hollanda oynamıştı, seyretmiş miydiniz?
Tabii ya, her saniyesini biliyorum. İlk dakikada Vogts Cruyff’u düşürdü. Dünyanın en iyi hakemi tarihte, Taylor, İngiliz, verdi penaltıyı. Sonra Hollanda defansı Hölzenbein’ı düşürdü, yine penaltı, 1-1. Sonra da Müller ikinci golü attı. Bütün dünya üzüldü Hollanda kaybedince. Öyle güzel bir takımdı.
Cruyff dışında Hollanda’nın o kadrosundan beğendiğiniz kimler var?
Ooo! Johnny Rep! Arie Hann! Keizer! Defansta Krol vardı! Saçıyla sakalıyla da müthiş idi. Keizer sonra hoca oldu, müthişti! Beni PSV Eindhoven’a götürmek istedi. 24-25 yaşlarındaydım ve o zamanlar ancak 28 yaşına gelince dışarı transfer olabiliyorduk. O yüzden PSV’ye gidemedim. Dört sene sonra Arjantin’de oynasaydı Cruyff, kupa başka olurdu, ama gitmedi. Normal. O zaman Arjantin’de askeri cunta vardı.
Almanların efsane solbeki Breitner de gitmedi kupaya, cuntayı protesto ederek. “İşkence ve katliam yapılan stadyumlarda futbol oynamam” demişti.
Tabii, Breitner politik adamdır. Mao Zedungcuydu o zamanlar. Şimdi ne yapıyor bilmiyorum.
Jean-Jacques Rousseau’yu çok severim. Ta 18. yüzyılda anlatmış savaşlar neden var, yoksulluk neden var. Heminway’in okumadığım kitabı yok. Yeni yazarlardan Amin Maalouf, Kader Abdolah, Halit Hüseyni… Abdolah’ın “Cami Evi”ni okurken ağladım. Hüseyni’nin “Bin Muhteşem Güneş”i de ağlattı beni.
Galatasaray dahil, futbol hayatınızda siyasetle ilgili futbolcular kimlerdi?
Vallahi inanınız bana, futbolcularla arkadaşlık yapmıyorum. Benim başka çevrem vardı hep. Benim yanımda solcular olur, kim olacak? Arkadaşlarım öyledir hep. Benim sol ayağım iyidir, ne yapayım kardeşim? (gülüyor)
Fenerli Kemalettin solcu bilinir mesela…
Aaa, biliyorum.
Metin Kurt, daha eskilerden…
Metin Yıldız vardı bizde. O da solcuydu.
Büyük Metin denirdi, onun da ne güzel sol ayağı vardı. Hafif göbekliydi, fakat yürüyerek adam geçerdi.
Kendine bakmıyordu, ama müthiş futbolcuydu. Yazık oldu. Arif (Kocabıyık) vardı, o da müthişti, ama o da bakmıyordu kendine. Sağ ayak, sol ayak, şut, pas, çalım her şey vardı.
Bir Brezilya takımıyla özel maçı vardı Galatasaray’ın, Derwall şöyle demişti: “Bugün göreceğiz kim Brezilyalı, Arif mi, onlar mı?”
(gülüyor) Asıl Brezilyalı Arif’ti! Çok da şamatacıydı. Herkese bir lâkap taktı. Simoviç’e “koca kafa” derdi. (gülüyor)
Göğüs stobuyla adam geçerdi. Taç atışından gelen topu göğsünde zıplatıp rakibinden aşırır, dönüp alırdı. Ronaldinho’nun aklına gelmeyecek çalım.
Arif üstün futbolcuydu. Ama profesyonelliğin “p”si yoktu onda. Olmaz kardeşim. Bizde bir atasözü vardır, bir kıçınla iki koltukta oturamazsın. Hem gece hayatı hem futbol olmaz. Kendini nereye vereceksin, seçeceksin. Üzülüyorum, çünkü müthiş kariyer yapabilirdi. Rambo Yusuf (Altuntaş) mesela. Onun da gece hayatı vardı. Dünya çapındaydı, her yerde oynatabilirdin, stoper, sağ bek, sol bek, önde, arkada… Süratli, sıçraması, kafa vuruşları, ayakları müthiş! Ne istersin başka? Ama ne oldu Yusuf? Günah, önce kendi için, ama futbol için de günah. Arif ve Yusuf, evet, muhteşemlerdi.
Muddy Waters “Hoochie Coochie Man”
Off! (ilk notalara eşlik ediyor) Hep bunlarla büyüdüm. Şanslıydım, çünkü abim de seviyordu. O daha çok soul seviyordu. Ben de seviyordum, ama dinlerken dinlerken blues’a girdim. ‘60’lı yıllarda İngiltere’de rock’çular başladılar, müthiş. Ama benim için her zaman önce blues. Çünkü onlar kendi hayatlarını şarkıda söylüyor. Blues Amerika’da doğmadı ki. Malili aslında. Seyrettim History Channel’da, bir zenci Amerikalı gitarıyla gitti Afrika’ya, “blues tam nerede doğdu” diye aramaya. Gitti Müslüman bir aileye, kocaman bir ev. Sahibi dışarda, bir ağacın altında oturuyor. Amerikalı zenci çalıyor, Malili adam dinliyor. Amerikalı tabii İngilizce söylüyor. Malili “şu gitarı bir ver bakayım” dedi, başladı çalmaya, kendi dilinde söylemeye. Amerikalı ağlamaya başladı. Malili adam “bu müzik” dedi, “burada doğdu”. Alex Haley de anlatıyor aynı şeyleri, Kökler kitabında. Sonra dizisi de yapıldı. Çok güzeldi… Geçen taksiye bindim, radyo çalıyor, ama çok hafif. Dedim “Zeki Müren mi?” Evet dedi. Konuşurken İbrahim Tatlıses’i övdü. “Kim?” dedim. Ne İbrahim Tatlıses’i be ya? Yürü dedim kardeşim ya! Aynı yerde konuşulur mu Zeki Müren’le İbrahim Tatlıses? Zeki Müren dünya çapında, bir numara! Zeki Müren şarkı söylediği zaman söylediği her kelimeyi değil, her harfi anlıyorsun.
Frank Sinatra için de öyle derler.
Yok ya, ne Frank Sinatra’sı? Kardeşim, yetenek diye bir şey var. Ki Zeki Müren’in şarkıları çok zor.
Makam var bir defa.
Tabii ya! Pavarotti kolay, onu öğrenirsin. Yma Sumac’tan sonra en çok oktav Aretha Franklin’de vardı. Şaka yapıyordu Yma Sumac sesiyle, şaka! Aretha Franklin de aynen öyle.
Ölümünün ardından Aretha Franklin için İzmir’de, sokakta lokma döktüler…
(gülüyor) Aah ah, neydi o ses! Aretha Franklin!
Salon futbolu oynamak için ABD’ye gidince blues’la daha çok temasınız oldu mu?
Tabii, nasıl olmasın ki? Bir girdim bir plakçı dükkânına, kocaman yer, senelik dizmişler plakları. Sevdiğim herkes orada. (gülüyor) Muddy Waters, John Lee Hooker, Howlin’ Wolf, Sonny Boy Williamson, Otis Redding, Aretha Franklin… Bir bavul plak getirdim dönüşte. (gülüyor)
Baltimore nasıl bir yerdi?
Baltimore’dan bir saat uzakta yaşıyordum. Ama orada en büyük yer vapur meydanıdır, bir de en fazla zenciler oradadır. Oda arkadaşım Paul Kitson zenciydi, oralı. Yalvarıyordum ona, lütfen diyordum, götür beni zencilerin kulüplerine! Blues dinlemek istiyordum. Olmaz diyordu hep. Korkuyordu, ben beyazım ya, ırkçı olmasam da terslik yapabilirler diye. Benim zencileri, zenci müziğini sevmeme de inanamıyordu. Diyordum, kardeşim ben Yugoslavya’dan geliyorum, bizde öyle şey yok, bizim için zenci-beyaz kardeş! Ne olacak ki biraz daha fazla vurmuşsa güneş sana? (gülüyor) Şaka ediyordum böyle. Gene de götürmedi beni blues kulüplerine, öteki zencilerden korkuyordu. Üç tane arkadaşım vardı orada Yugoslavya’dan, onlara da söylüyordum haydi götürün beni diye, yok, onlar da korkuyordu. Baltimore’da öyle bir gerginlik vardı o zamanlar. Bilmiyorum şimdi nasıl. İçimde kaldı canlı blues dinleyememek.
Salon futbolu nasıldı, hoşunuza gitti mi?
Yok yahu. Futbol değil ki o. Kimse bilmiyor o lafı Türkiye’de: avanturist. Ben de işte öyle, dört-beş ay oynayayım ve döneyim dedim. Hiç tadı yoktu, ama o beş ay içinde güzel para rakamı vardı. Yine de ne kadar verseler gitmezdim, ama ‘84 yılında Hajduk Split’e geldi başka antrenör, “seni ilk 11’de düşünmüyorum” dedi. Az kaldı dövecektim adamı. (gülüyor) Yedek duracağıma salonda oynayayım dedim.
Udo Lindenberg “Wenn ich 64 bin”
Bu Almanca yahu!
Ama şarkıyı tanırsınız. “When I’m 64”.
Haa, Beatles! Udo Lindenberg de iyi şarkıcıydı, meşhur idi.
Nasıl Beatles’la aranız?
(gülüyor) Belli yahu, nasıl olabilir? Dünya çapında bir numara. Kim olacak onların yanında, kimse. Hiçbir zaman olmayacak. Lennon, George Harrison, yeter. Paul McCartney’i sevmem. Lennon’ın en iyi arkadaşı bir yazar idi, Tarık Ali. Dinledim onu, geldi Belgrad’a, kitap fuarına. Demiş ki Lennon’a, “Amerika’ya niye gidiyorsun, gelecek bir deli, seni öldürecek.” Öyle de oldu. Diyor ki Lennon, “İngiltere’de yaşamak istemiyorum, burada ırkçılık var.” Tarık Ali “E orada yok mu?” diyor. “Ama” diyor Lennon, “New York’ta başka bir şey var.” Kalsaydı İngiltere’de, hayatta kalırdı. O da blues hastasıydı, aslında Britanya’nın büyük gruplarının, müzisyenlerinin hepsi blues hastasıydı. Beatles, Rolling Stones, Led Zeppelin… Van Morrison, Jeff Beck… Ben Animals grubunu da severim, Eric Burdon’ı ayrıca severim.
Şarkının Almanca yorumunu çalmamızın sebebi, lafı Derwall’e getirmek.
Haa, tamam. Derwall için ne söylersem az. Derwall büyük baba! İkondur her bakımdan. Türkiye’nin futboluna ilk modern adımı attıran o. Ama ondan önce birisi daha var, Galatasaray’ın başındaki Ali Uras. Türkiye’de en büyük efendi adam o, ben onu öyle gördüm. Hem de yakışıklıydı, elinde puro! (gülüyor)
Kitapta, Derwall’in size “taktik çalışamayız, çünkü anlamıyorlar” dediğini aktarıyorsunuz. İnanması zor, hakikaten öyle miydi?
Öyleydi. Derwall aynen öyle demişti bana. Gelmiş buraya, görmüş nasıl futbol oynuyorlar, sanki sokakta maç yapıyorlar. Teknikleri iyiydi, ama taktik bilmiyorlardı, çünkü o altyapı yoktu. Bu da sorun çıkarıyordu. Semih (Yuvakuran) televizyonda anlatmış, “ne öğrendiysem Prekazi’den öğrendim” diye. Milli takımda oynuyordu, ama bindirme yapmayı bilmiyordu, elimle işaret ederdim hep. Sonra sonra öğrendi. Tugay da bir röportajında “her şeyi Cevad abiden öğrendim” dedi. Bildiklerimin hepsini öğrettim ona, uzun pas, kısa pas, teknik vuruşlar. Tugay müthiş yetenek, belli oluyordu hemen. Her mevkide oynayabilirdi. Onu ilk 11’e sokan benim, Derwall’e söylemiştim, “oynat bu çocuğu” diye. 16-17 yaşındaydı daha. Sonra İngiltere’ye gitti, neler neler yaptı. Blackburn’ün efsane kaptanı oldu, 38 yaşına kadar oynadı.
Taktik çalışmadan nasıl maça çıkılıyordu?
E herkes biliyor kendi yerinde ne oynayacak. Ezber var. Şimdi olsaydı zor. Alıyor formayı, diyelim 2 numara. Sağ bek, belli. 3 numaradasın, sol bek, belli. Şimdi numaralara bakınca kimse bilmiyor nerede ne oynayacağını. Her şey Amerikanizm oldu. Rugby mugby gibi numaralar olur mu öyle futbolda? 99 ne? Rezillik!
Sizin numara 8’di. Ama 8 eskiden sağ içti, siz solaksınız.
Bana Derwall verdi 8 numarayı. Hangi numarayı istiyorsun dedi, dedim hiç farketmez. O zamanlar en meşhur, en iyi futbolcular 10 numara. Ama bana 8 numarayı verdi Derwall, Türkiye’de hep 8 giydim.
Partizan’da kaç giyiyordunuz?
10. Hajduk’ta da 10. Salon futbolunda 23. Michael Jordan gibi! (gülüyor) Ama hakikaten sevmem o numaraları. 99 olur mu kardeşim? Futbol 1’den 11’e kadar, 12’den 18’e de yedekler. Yedekken 15 giyerdim. Galatasaray’da yedek olduğum bir maçta 16’yı verdiler, giymedim. Benim yedek numara 15 dedim, başka numara giymem. (gülüyor)
Tüdanya “Seni Sevmeyen Ölsün”
(nakaratı mırıldanıyor) Seni sevmeyen ölsüüün… Bizim taraftarlar söylerdi bunu, en sevdiğim şarkı. Of of, tribün onu söylediği zaman, anlatmak bile zor. Bak şimdi burada tüylerim diken diken oldu. Bir de saha içindesin, onu zor anlatabilirim. Ânında çıkartıyorsun kalbi, öyle bir şey. Mesela rerere-rarara, ne o yahu! Benim için o bir taraftar şarkısı değil. Şarkı seni ayağa kaldıracak. Ali Sami Yen’de karşı tribünde başlarlardı, orası hep Galatasaray liseli çocuklar, şarkıların çoğunu onlar yazdı. Onlar başlardı, sonra bütün stad. Ama rerere-rarara yukarı kaldıramaz seni, hiç imkânı yok. Adrenalin olmaz. Şarkı olmalı, aynen normal şarkılar gibi. İlk duyduğumda bir şarkıyı, bir kulağıma girdi mi, hiç önemli değil nerelidir, nedir.
En güzel tribün şarkısı hangisi sizce?
“Seni sevmeyen ölsün”, Türkiye’de başka yok. Partizan’ın marşı da müthiştir. Liverpool tabii, en iyi dünyada, bir numara. “You’ll never walk alone”, hoop evde açarım sesini, patlar, kimse ses çıkartamaz. (gülüyor) Dünyada her yerde söylüyorlar o şarkıyı. Dortmund, Werder Bremen, St. Pauli, Avusturya, Hollanda, İskoçya, her yerde var.
Liverpool’un bu seneki performansına ne diyorsunuz?
Klopp benim için dünyada bir numara.
Niye bir numara?
Hep hücum oynatıyor. Dortmund’da öyleydi, Liverpool’da da öyle. Hep hücum, hücum, hücum. Ben hücum oynatan hocaları seviyorum. Cesar Luis Menotti de öyleydi. Sonra Santana vardı Brezilya’da. Santana’dan sonra Brezilya futbolu benim için öldü. Menotti de solcuydu. Maradona’yla Messi’yi sordular ona, “Maradona bir tane” dedi, “ama Messi uzaydan gelmiş”. (gülüyor)
Arsene Wenger’e ne diyorsunuz?
Müthiş antrenör. Ne anlatayım ki hakkında? Arsenal hep tepedeydi onunla! 22 sene, az mı?
The Clash “Know Your Rights”
Clash!
Kitapta bahsi geçiyor, Joe Strummer’ın Belgrad’da dev bir posteri varmış.
Evet, tabii. Doğumu Ankara, onu da biliyorum. (gülüyor) Joe Strummer’ı herkes sever, bir tek faşistler sevmez, sevmesinler zaten. Dünyayı değiştirmek isteyen bir insandı. Ne şarkılar yaptı, işçiler için, yoksullar için. Çaldınız ya işte, Know Your Rights!
Galatasaray’a geldiğinizde punk dinliyor muydunuz?
Tabii ki dinliyordum. Neler yaptılar İngiltere’de. Clash, Sex Pistols, neler yaptılar! Ama Kraliçe’nin devletine gücün yetmez, imkânsız. (gülüyor)
Corbyn’i nasıl buluyorsunuz?
Pek takip etmedim, hakkında bir yazı okudum sadece. Ama İngiltere’de zor, çok zor. Dünyayı etrafından tutuyorlar. Onların sağ kolu Amerika. İstediklerini yapıyorlar.
Joe Strummer’ı herkes sever, bir tek faşistler sevmez. Dünyayı değiştirmek isteyen bir insandı. Ne şarkılar yaptı, işçiler için, yoksullar için. Çaldınız ya işte, Know Your Rights!
Eski Yugoslavya ülkelerinde sol siyasetin durumu nasıl?
Kötü. Her yerde sağcılar hâkim, dünyada da öyle. Kardeşim, biliyoruz ki iç savaşta İspanya’ya bütün dünyadan gittiler faşizme karşı, öyle değil mi? E şimdi serbest geziyor faşizm bütün dünyada. Her yerde kazanıyorlar.
Ama direnişler de var. Fransa’da Sarı Yelekler mesela.
Var, ama kim onları götürecek, kim onları kaldıracak? Lider lâzım, yok. Bilmiyorum, göremiyorum. Şimdi Sarı Yelekler gibi Belgrad’da, sırf Belgrad’da değil, bütün Sırbistan’da her cumartesi saat 6’da “1’e 1000” pankartlarıyla çıkıyorlar sokaklara. Müthiş insanlar. “Bu hayatı istemiyoruz artık”, “bizi aptal mı sanırsınız?” gibi sloganları var. Çok samimi bir arkadaşım var aralarında, çok ünlü bir oyuncu, Sergej Trifunovic, Hollywood’da bile oynadı. Birkaç kişiyle beraber tutuklu hastalara yardım diye bir kampanya başlatmışlardı, sonra devlet neler yaptı onlara, hırsızlıkla suçladılar. “Buyrun evraklar burda” dedi onlar da ve sonra sokaklara çıktılar, öyle başladı. Ne olacak, onu bilmiyorum. Sessiz sakin eylemler, ama çok kalabalık oluyor. Tabii ki de güzel oluyor, çünkü rahatsız ediyor cumhurbaşkanını ve partisini. Ama bir lider olmalı, büyük bir lider.
Lider nereden çıkacak?
E ben bilmiyorum ki! (gülüyor) 60 yaşına geldim, hâlâ bilmiyorum. Hareketin içinden olmalıdır tabii. Aynı Fidel gibi. Çok zengin bir aileden geliyor, zenginliği istemiyor, hukukçu, ama neler yaptı? Savaşlarını verdiler, Batista’yı kovdular. Ernesto Che Guevara ansızın nereden çıktı?
Kitapta çakmağınızda Che resmi olduğu yazılı.
Che her zaman yanımdadır zaten. (Che resimli anahtarlığını çıkarıyor) Evde de var resimleri. Şarkılar, kitaplar… Onun gibi olmak zor, ama demek ki olunuyor. Adam motosikletle Latin Amerika’yı gezmeye çıkmış, sonra ne oldu, tarih yaptı. Doktor idi. Ama bir gördü Latin Amerika’da insanlar nasıl yaşıyor! Süper bir insan, içinden geldi, nerelere gitti, neler yaptı. Ta Bolivya’ya gitti. Ve CIA öldürdü onu orada… Ben buraya gelmeden önce yakalamışlar Pinochet’nin sağ kolu bayanı. Yaşlı artık. Ama neler neler yapmış o zaman, çocukları nasıl öldürmüş. Bugüne kadar hesabı sorulmadı. Pinochet’den de sorulmadı.
Mujica’yı takip ettiniz mi?
Aaaa! Muhteşem bir adam. Savaştı, hapse girdi, o her şeyi yaptı. Uruguay küçük ülke, 13 bin dolar maaşı vardı. Maaşın yüzde 10’unu alıyordu, “ihtiyacım yok ki o paralara” diyordu. Küçücük bir evi, eski bir Vosvos’u var, bir de köpeği, köpeğin dört ayağı normal yok. Eşi çiçek satıyor evinin önünde. Venezuela’da bir senaryo var şimdi. Bir milyon daire vermiş adam! Bir milyon daire ne demek? Ve yaranamıyor adam. Demiyorum ki (Maduro) yüzde yüz süper. Ama Amerikalılar onu indirip yerine kendi adamlarını getirmek istiyor. Olmaz!
Chavez’e ne diyorsunuz?
Müthiş idi. Bir de Bolivya’nınki, Evo Morales. Zaten başladılar hepsi Bolivar’dan. Amerikalılar neler yapmak istediler oralarda. Vardı Galatasaray’da bir Uruguaylı futbolcu, üç-dört sene evvel. Stoperdi (Andrés Fleurquín), onunla havaalanında karşılaştık, konuşmuştuk. “Nasıl biridir Mujica” diyorum, başını iki yana sallıyor. Bazı şeyleri anlattım ona, kaldı öyle. İnanamıyor. Bilmiyor çünkü. Kapitalist de olursan ol kardeşim, Mujica için kötü bir şey söyleyemezsin. İnsan olarak yapamazsın ki. Kapitalist de belki iyi olabilir, ama ben bilmiyorum. Hâlâ görmedim. (gülüyor)
Demin Lennon – Tarık Ali bahsi oldu. “Imagine”ı yazdıktan sonra sözleri ilk Tarık Ali’ye göndermiş Lennon.
Tabii ya! Çok samimi arkadaşlar. İnanılmaz bir adam Tarık Ali, inanılmaz bir yazar. Keşke gençliğimde o kitaplar olsaydı. Bizde Rus kitapları, Avrupa kitapları okutulurdu, o taraflardan yoktu.
Sevdiğiniz yazarlar kimler?
Jean-Jacques Rousseau’yu çok severim. Ta 18. yüzyılda anlatmış savaşlar neden var, yoksulluk neden var. Hemingway’i çok severim, okumadığım kitabı yok. Rus edebiyatı müthiş, Dostoyevski, Tolstoy… Yeni yazarlardan Amin Maalouf’u seviyorum. İranlı Kader Abdolah’ı, Afgan Halit Hüseyni’yi… Kader Abdolah’ın Cami Evi’ni okurken ağladım. Hüseyni’nin Bin Muhteşem Güneş’i de ağlattı beni.
Türkçe edebiyattan bildiğiniz kimler var?
Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin… Aziz Nesin’i çok seviyorum. Sivas olaylarını izlemiştim televizyondan. Çok üzülmüştüm.
Müzisyenlerde ilk sıraya kimleri koyarsınız?
Blues’cuları tabii. Muddy Waters, Howlin’ Wolf, John Lee Hooker… En çok Lee Hooker’ı severim. Ve Aretha Franklin, “soul kraliçesi” o. Rock gruplarından en çok Led Zeppelin’i severim, tam rock’n’roll’dur. Punk’ta Clash, Sex Pistols, Dead Kennedys. Hâlâ dinliyorum onları. Ama beyaz müzisyenlerde bir numaram John Lennon. Üstüne kimse yok. Ondan da çalmadınız ki! (gülüyor)
Çalalım hemen…
Vakit kalmadı ki. Uçak kaçacak, gitmem lâzım havalanına.
(Vedalaşıyoruz. Arkasından “Imagine”ı çalıyoruz)
Express, sayı 169, Haziran-Ağustos 2019