Çin’deki dev ölçekli ekonomik büyümenin ve Doğu Asya’daki yükselişin, 1970’lerde gelişmiş kapitalist ülkeleri vuran krize bir yanıt olması bakımından dünya sistemi tarihinde belirleyici bir rol oynadığını savunuyorsunuz. O krizin doğası neydi? Genel olarak Doğu Asya’nın ve özellikle Çin’in yükselişinin krizin geçici olarak çözümlenmesine nasıl katkısı oldu? Çözüm neden geçiciydi?
Ho-Fung Hung: 1970’lerde ABD ve Avrupa dahil, gelişmiş kapitalist ülkeler uzun süreli bir krizle karşılaştı. Krizin birden çok boyutu vardı, ancak eğer Marksist bir dil kullanırsak, temelde kâr oranlarının azalması yatıyordu. Gelişmiş ülkelerdeki şirketler savaş sonrası kapitalizmin 1950’ler ve 1960’lardaki sözde altın çağında oldukları kadar kârlı değildi. Bunun birçok nedeni var.
Nedenlerden biri yoğun rekabet. II. Dünya Savaşı ve neden olduğu yıkımdan sonra, arz birçok alanda talep için yetersizdi. Ne kadar araç, inşaat ve makine yapılırsa yapılsın, büyük bir talep mevcuttu ve ticaret çok kârlıydı. Ancak, Japonya ve Avrupa savaş sonrası yeniden inşa edildikten ve üretken sanayiler geliştirdikten sonra, kapitalist piyasalar daha rekabetçi hale geldi.
İkinci neden işçi mücadeleleriydi. Gelişmiş dünyadaki örgütlü emek, en azından enflasyon kadar, hatta daha da hızlı artan ücretler için başarılı bir şekilde mücadele etti. Dolayısıyla, kapitalist sistemdeki rekabet düzeyi ve örgütlü emeğin daha yüksek ücret talepleri gelişmiş ülkelerdeki işletmeler üzerinde kâr baskısı yarattı. Bu işletmeler kârlarını canlandırmak adına birçok farklı yol denedi. Bazıları üretim yerine finansa yöneldi, üretimde kalanların bazıları ise “offshoring”i keşfedip sanayiyi daha düşük ücretli ülkelere taşıdı.
Vietnam savaşının ve Soğuk Savaş’ın zirve yaptığı dönemde, kendilerini jeopolitik olarak avantajlı konumda bulan “Doğu Asya Kaplanları” diye tabir edilen Güney Kore, Tayvan, Hong Kong ve Singapur oldu. Japonya ve bu dört ülke, genişleyen ve görünüşte oldukça başarılı sosyalist bloka karşı kapitalist dünyanın uç beylikleriydi. Bu ülkeler ürettikleri ürünler için ABD ve Avrupa pazarlarına ücretsiz erişim hakkına sahipti. Gelişmiş dünyadaki pek çok üretici ve perakendeci, üretimi Doğu Asya ülkelerine taşıma fırsatından faydalandı. Doğu Asya ekonomileri düşük maliyetli işgücünü harekete geçirerek ihracata yönelik sanayileşen başarılı ekonomiler haline geldi. Bu, gelişmiş kapitalist ekonomilerdeki krizin çözümlerinden biriydi.
Çin 2008 mali krizi sonrası küresel toparlanmada önemli bir rol oynadı, ancak Çin’in aynı zamanda bu krizin önemli bir nedeni olduğunu da söylüyorsunuz. 1970’lerin krizinin geçici çözümü, 2008’deki çöküşün yolunu açan dengesizlikleri nasıl yarattı?
İleri kapitalist ekonomilerdeki kâr oranları 1970’lerde düştü ve bir daha asla 1950’ler ve 1960’lar seviyelerine dönmedi. Üretim düşük maliyet ve ücretlere sahip Doğu Asya bölgesine taşındı, bu sayede kâr oranları yeniden canlandırılabildi. Ancak, bu aynı zamanda küresel ekonomide daha uzun vadeli bir dengesizliğe sebep oldu. Zira, Asya Kaplanları, Çin ve Küresel Güney’deki ülkelerin dışa açılmasının ardındaki fikir sadece düşük maliyetli üretim kaynakları olmalarından ibaret değildi. Aynı zamanda, üretilen ürünler için yeni pazarlar oluşturacakları varsayılıyordu. Bu sayede 1970’lerdeki krizin temel nedeni olan aşırı üretim ve aşırı birikim[1] sorunu çözülecekti.
2009-2010 sonrasında, Çin ekonomisindeki güçlü toparlanma büyük ölçüde yavaşlamaya dönüştü ve inşa edilecek şeyler tükenince durma noktasına gelindi. Haddinden fazla çelik fabrikası ve kömür santrali mevcut. İnsanların satın alabileceğinden daha fazla gayrimenkul inşa edildi. Bu yatırım patlamasıyla biriken borç hâlâ ortada.
Ancak, Asya Kaplanları, Çin ve Küresel Güney üretimi artırırken aynı zamanda tüketimi baskılayarak ihracatı teşvik etti. Yani yekûndaki aşırı üretim ve birikim sorunu daha da kötüleşti.
Temeldeki bu dengesizlik zaman içinde, 1994’teki peso krizinden 1997-98 Asya mali krizine ve 2000’lerin başında Türkiye, Rusya ve Arjantin’deki çalkantılara kadar bir dizi finansal krize yol açtı. Bu krizler dizisinin son halkası olan 2008 krizi daha fazla dikkat çekti, zira krizin merkez üssü artık Meksika, Malezya, Tayland, Arjantin veya uzaklardaki başka bir bölge değil, Wall Street’in göbeğiydi. Bu uzun krizler dizisi, küresel ekonomideki arz ve talep arasındaki dengesizlikten, yani aşırı üretim ve aşırı birikim sorunundan kaynaklandı.
Clash of Empires (İmparatorlukların Çarpışması) kitabınızda şöyle diyorsunuz: “Çin’in ihracata dayalı yüksek büyümesi 2008 krizi sırasında duraksadığında, hükümet borçla finanse edilen sabit varlık yatırımlarının yön verdiği güçlü bir ekonomik toparlanmayı başarıyla besleyen agresif bir teşvik programını devreye soktu. İhracatın zayıflaması ve 2009-2010 toparlanması esnasında devlet bankalarının finanse ettiği devlet sektörü yatırımlarının pervasızca genişlemesi, döviz rezervlerindeki büyümeyle karşılanamayan devasa bir borç balonu yarattı.” 2008 sonrasında buraya nasıl gelindi?
Sonuç olarak, krize yol açan temel dengesizlik aşırı üretim ve aşırı birikim. 2008 küresel mali krizinin hemen başında Çin hükümetinin siyasi danışmanları ve bilim insanları, aşırı üretim, aşırı kapasite ve borç balonu gibi meselelerin Çin ekonomisine musallat olacak temel sorunlar olacağını konuşuyordu. Bu yüzden de yerli hane halkı tüketiminin artırılmasını savunuyorlardı. Örneğin, hükümetin köylülere bilgisayar veya elektrikli ev aletleri satın almaları için tüketim kuponları vererek küresel ihracat talebi düştüğünde iç talebi artırması önerisi vardı.
Bu yoldan gitmek küresel mali krizi ivmelendiren temel ekonomik dengesizliklerin çözülmesine yardımcı olurdu. Ancak, Çin’in siyasi ve kurumsal yapısı bu tür bir öneriyi desteklemedi, çünkü kurumsal olarak kırsaldaki tüketicilerin çıkarlarını temsil eden kimse yoktu. Çin hükümetinin hamlesi devlet bankalarının kredi musluklarını açmak oldu. Yerel yönetim ve devlet işletmelerinin yanı sıra, her türlü şirket bir şeyler inşa etmek için devlet bankalarından kolayca borçlandı. Bu, altyapıya, yeni fabrikalara ve demiryollarına yapılan bir tür alternatif yatırımdı. Yüksek hızlı tren bunun en bilindik örneği.
Elbette bu tür bir adım, Çin’de ve Çin’e mal ihraç eden birçok ülkede hızlı bir ekonomik toparlanma yaratabildi. 2008 mali krizi sonrasında Brezilya, Zambiya ve Avustralya gibi çok fazla ihracat yapan ülkeler Çin sayesinde krizin sıcaklığını hissetmedi. İnşaat projelerine dayanan toparlanma, çelik ve başka birçok ürün için ek talep yarattı. İnşaatlarda çalışan işçiler tüketiciye dönüştü.
Çin’deki gayrimenkul sektörünün borç bağımlılığı uyuşturucu bağımlılığına benziyor. Borçla beslenen her yatırım GSYİH’de geçici bir artışa yol açar. Ancak sonrasında üretimde durgunluk, hatta daralma yaşanır. Hükümet endişelenir ve daha yüksek dozda borçlanmaya göz yumar. Borç takviyesi her seferinde büyür, ancak etkisi küçülür.
Ancak şöyle bir sorun vardı: İnşaatlar durduğunda altyapı projeleri ve fabrikalar arz fazlası ile karşılaşıp kârsız hale geldi. Yerel yönetimlere ve devlete ait işletmeler kâr etmedikleri için kredilerini geri ödeyemedi. Hızlı demiryolu ağı Çin’in başarı öyküsü olarak tanımlanıyor, ama kâr üreten hat sayısı çok az.
Böylece, 2009-2010 sonrasında, Çin ekonomisindeki güçlü toparlanma büyük ölçüde yavaşlamaya dönüştü ve inşa edilecek şeyler tükenince durma noktasına gelindi. Haddinden fazla çelik fabrikası ve kömür santrali mevcut. İnsanların satın alabileceğinden daha fazla gayrimenkul inşa edildi. Bu yatırım patlamasıyla biriken borç hâlâ ortada.
Daha da kötüsü, akabinde borca daha bağımlı hale geldiler, zira işletmeler temerrüde düşmek istemedi. Hükümet de bunu arzu etmiyordu. Bu yüzden, eski kredileri döndürebilmeleri için yeni krediler kullandırıldı. Borç çığ gibi büyüdü.
Gayrimenkul sektörünün borç bağımlılığı uyuşturucu bağımlılığına benziyor. Borçla beslenen her yatırım GSYİH’de geçici bir artışa yol açar. Ancak sonrasında üretimde durgunluk, hatta daralma yaşanır. Hükümet endişelenir ve ekonomiyi yeniden canlandırmak için daha yüksek dozda borçlanmaya göz yumar. Borç takviyesi her seferinde büyür, ancak etkisi küçülür.
Çin 1970’lerde gelişmiş kapitalist ülkeleri vuran bir aşırı üretim krizine doğru mu ilerliyor?
Çin krizini, 1997-98 Asya mali krizinden ziyade, 1990’lardan bu yana Japonya’da devam eden yavaşlamayla mukayese etmek daha doğru. Ancak, birçok kişi Çin’in bir krize doğru ilerlediğini iddia ediyor. Bu kriz tasavvurunu 2008’de Wall Street’in erimesi, 2008-2009’daki avro krizi ve 1997-1998’deki Asya krizi gibi sistemin ani çöküşleri tetikliyor. Ancak, Çin’in finans piyasasında bu tür ani ve devasa bir çöküş yaşanacağını düşünmüyorum. Çin o senaryoya büyük bir devalüasyonun yaşandığı, borsanın düştüğü ve sermaye kaçışıyla karşı karşıya kaldığı 2015’te yakındı. Ancak Çin Komünist Partisi (ÇKP) finansal sistem üzerinde o kadar güçlü bir kontrole sahip ki, buna engel oldular. İnsanların paralarını Çin’den çekmesini engellemek için pek çok katı önlem aldılar, değeri çakılan şirketleri borsadan çıkardılar.
Çin’in yavaşlaması 1997 Asya mali krizi gibi bir çöküşe yol açmayacak. Zira, Çin’in döviz rezervi 2000’lerdeki kadar hızlı artmasa da, yerel para arzı hâlâ büyüyor. Sermaye kaçışı bir olasılık, ama Çin’in hâlâ önemli miktarda döviz rezervi mevcut. Bu nedenle Meksika’nın 1994’te veya Güney Kore, Malezya ve Tayland’ın 1997’de yaşadığı türden bir para birimi veya finansal piyasalar çöküşü gerçekleşmeyecek. Çin daha çok Japonya’ya benzeyecek. Borç birikmeye devam edecek ve ekonominin devinimi yavaşlayacak. Hükümet kârsız şirketlerin batmasına izin vermeyip onları zombi şirketler haline getirecek. 1990’lardan sonra ve 2000’lerde Japonya’da gerçekleşen buydu. Sistemin paldır küldür çökmesinden ziyade uzun bir durgunluk ve yavaşlama, kısık ateşte pişen bir kriz yaşanacak. Hükümet zaman kazanmaya ve krizin vadesini uzatmaya çalışıyor.
Bu, başa çıkması bir ölçüde daha zor bir kriz. Sorun çözümsüz bir şekilde erteleniyor. 2008’de ABD’nin, 1997’de Güney Kore ve Malezya’nın yaşadığı çöküşlerden sonra, her ne kadar gelecekteki toparlanma ve kriz döngülerini engellemeyen liberal düzenlemelerden ibaret olsa da, bir dizi ciddi önlem alınmıştı.
Ancak, Japonya ya da Çin uzun süreli duraklamalara maruz kaldıkça sorunları derinleşiyor ve giderek daha çok borç bağımlısı haline geliyorlar. Çin hükümeti yeni bir genişleme alanı bulmaya çalışıyor. Seçeneklerden biri “Made in China 2025” sloganıyla müjdelenen hızlandırılmış teknoloji hamlesi. Diğeri ise Çin’in uzun süreli yavaşlamayı sermaye ihracı yoluyla çözmeyi umduğu Kuşak ve Yol projesi.
2008 krizi ve ardından ABD’nin sendelemesiyle beraber, özellikle 2013’te başlayan Xi Jinping döneminde, Çin’de siyasi gücün giderek tek elde toplanmaya başladığını söylüyorsunuz. 2008 krizi ve müteakip dönem Çin liderliğinin yaklaşımını ve Çin-ABD ilişkilerini nasıl etkiledi?
Her şeyden önce, Çin 2008’de ABD ekonomik modelinin aslında çok savunmasız olduğunu keşfetti. O dönemde Çin’de ve dünyanın başka yerlerinde, doların küresel hegemonyasının ve ABD finansal sisteminin çöküşü hakkında bolca tartışma mevcuttu. Bu sebeple birçok kişi ABD’nin ölümcül bir düşüşte olduğuna inanmaya başladı. ÇKP’nin topladığı bir çalışma grubu ABD’nin asla toparlanamayacağı sonucuna vardı. ABD o zamandan beri ekonomik olarak toparlansa da, bu algı Çin liderlerinin aklına saplandı. Oysa ABD dolarının küresel hegemonyası çökmedi, bilakis güçlendi. Esas başı dertte olan avroydu. Xi Jinping ABD’nin 2008’den bu yana önemli ölçüde zayıfladığını düşünüyor. Bunu Çin’in ABD’yi alt etme şansı olarak görüp daha saldırgan davranmayı göze alabilirler.
Öte yandan, Çin ekonomisinin ivme kaybetmesi ve durgunluğa girmesi iktisadi bir zorunluluk. Devlet destekli pek çok sorunlu ve yüksek borç sahibi Çin şirketinin hayatta kalma stratejisi, Çin’deki yabancı şirketlerin pazar payını ele geçirmek. Pasta genişlerken herkes diğerinin payını tehlikeye atmadan kendi dilimini büyütebilir. Ancak pasta küçüldüğünde oyun sıfır toplamlı bir hale gelir. Kendi kârınızı ve pazar payınızı genişletmek istiyorsanız rakibinizin kârını ve pazar payını düşürmeniz gerekir.
Çin bir çöküş yaşamayacak. Borç birikmeye devam edecek ve ekonomi yavaşlayacak. 1990’lardan sonra Japonya’da olan buydu. Sistemin yıkılmasından ziyade, uzun bir durgunluk ve yavaşlama, kısık ateşte pişen bir kriz yaşanacak. Hükümet zaman kazanmaya ve krizin vadesini uzatmaya çalışıyor. Sorun çözümsüz bir şekilde erteleniyor
Çin’deki büyük işletmelerin birçoğu ya doğrudan devlete ait ya da, emlâk ve teknoloji sektörlerindeki gibi, devlet desteğine ve parti-devlet bağlantılarına sahip. Bu şirketler saldırgan bir hale geliyor ve Çin’deki yabancı yatırımcıların pazar paylarına göz dikiyor. Çoğu kez, yine devletin yardımıyla, yabancı rakiplerinin teknolojik avantajlarının üstüne yatmaya çalışıyorlar. Çin pazarındaki yoğun rekabetten dolayı ABD şirketleri ABD hükümetinden yardım istiyor. Çinli muadilleri ve hatta bazen ortakları tarafından haksız yere hedef alınıp köşeye sıkıştırılmaktan şikâyet ediyorlar. Bu iktisadi dinamik ABD-Çin ilişkilerinin bozulmasına yol açtı.
Çin’in 2008’den sonra artan sermaye ihracatı da ABD hükümeti ve şirketleriyle olan gerilimleri daha da artırdı, değil mi?
Kesinlikle. Şirketler ilkin durumu Çin’deki Amerikan Ticaret Odası’nın diğer üyelerine şikâyet etti. Akabinde şikâyetlerini çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerden oluşan üçüncü pazara taşıdılar, çünkü Çin hükümetinin kârlılık problemine getirdiği başka bir çözüm de denizaşırı piyasalarda yeni talep yaratmaktı. Çin hükümetinin ve Çin devlet bankasının Pakistan, Kazakistan ve Sri Lanka gibi Asya ülkelerine, Ortadoğu’daki ve hatta Avrupa’daki gelişmekte olan ülkelere borç verdiği Kuşak ve Yol’un arka planı aslen bu.
Eğer mesela IMF’den borç alırsanız, belli politikalar izlemeniz gerekir. Çin ise borç verirken önkoşul dayatmıyor. Ancak krediyi kullanırken Çinli şirketleri kiralamanız, stadyum, demiryolu, otoyol veya liman tesisleri gibi altyapı yatırımları için Çin ürünlerini kullanmanız gerekiyor. Bu, açıkça bir dış teşvik. Çin bankaları talep fazlası çelik, yüksek hızlı tren ve kömür santrallerine talep yaratmak için gelişmekte ülkelere borç veriyor. Bu da ABD, Avrupa ve Japon şirketleri için rekabet baskısı yaratıyor.
Çin bankaları talep fazlası çelik, hızlı tren ve kömür santrallerine talep yaratmak için gelişmekte olan ülkelere borç veriyor. Bu da ABD, Avrupa ve Japon şirketleri için rekabet baskısı yaratıyor. Bu durum ABD-Çin ilişkilerinin temelindeki dinamikleri tamamen değiştiren yoğun bir kapitalist rekabeti tetikliyor.
Japonya ve Avrupa’nın inşaat makineleri sektöründe önde gelen şirketleri var. Kuşak ve Yol kapsamındaki ülkeler, ABD’li Caterpillar ya da Avrupa ve Japon şirketlerinden ziyade, ezici bir çoğunlukla Çinli şirketlerinin inşaat makinelerini satın aldı. Durum sadece Çin pazarında değil, Karayipler, Latin Amerika, Orta Asya, Güney Asya ve Ortadoğu gibi farklı pazarlarda da zorlu bir rekabete maruz kalan Amerikan şirketleri için kötüleşti. Caterpillar’ın Obama yönetimine Orta ve Latin Amerika ülkeleriyle daha agresif serbest ticaret anlaşmaları imzalanması için lobi yaptığı, bu tür anlaşmalar olmadan rekabetin Asya’daki rakiplere, özellikle Çin şirketlerine kaybedildiğini ilettiği belgelendi. Dolayısıyla, bu durum ABD-Çin ilişkilerinin temelindeki dinamikleri tamamen değiştiren yoğun bir kapitalist rekabeti tetikliyor.
Çin’in Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki yatırımları ve bu coğrafyalardan hammadde talebi, söz konusu ülkeleri dünya sistemi içinde ne ölçüde güçlendirdi? Bu durum Çin menşeli yeni bir sömürgecilik biçimine tekabül ediyor mu?
Bu, kolay bir cevabı olmayan, karmaşık bir soru. Literatür, gelişmiş ülkelerin bu türden kaynak temellük ve yatırım faaliyetlerinin yerel ekonomilerin gelişmesine engel olup olmadığı ve sömürge durumu oluşturup oluşturmadığı konusunda net bir cevap vermiyor. Söz konusu gelişmekte olan ülkenin tek bir dış yatırımcıya/temellük ediciye mi, birden fazlasına mı bağımlı olduğu da önemli.
Çin varlığının yayılmasının etkileri ülkeden ülkeye değişiyor. Avrupa ve ABD’den halihazırda çok yatırım alan ülkeler daha iyi durumda, çünkü artık birden fazla güç tarafından arzulanıyorlar. Bu güçleri birbirlerine karşı oynatarak pazarlık yapabiliyorlar. Birçok Güneydoğu Asya ülkesinde durum bu. Çin’in ekonomilerindeki etkisi artıyor, ancak ellerini güçlendirmek için geleneksel Avrupa ve ABD şirketleri ve yatırımcılarıyla ilişkilerine de devam ediyorlar. Tıpkı Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve ABD’nin böyle ülkeler üzerindeki rekabeti gibi. Ancak, sadece bir tarafa bağımlılık sorun yaratıyor. Örneğin, tamamıyla Britanya veya ABD yatırımlarına bağımlı pek çok ülke fazlasıyla sömürüldü. Başka ülkelerin madencilik için Çin kredilerine, yatırımlarına ve şirketlerine bağımlı hale gelmesinin uzun vadeli etkilerinin ne olacağı on sene önce belli değildi. Ama Çin artık dünyanın pek çok yerinde ve insanların olumsuz etkileri anlamaya başlamasına yetecek kadar süre geçti.
İlaveten, daha gelişmiş bir ekonominin en değerli ve kârlı kaynakları gasp etmesi ve hammaddeleri başka yerlerde işlenmek üzere alıp götürmesi gibi bilindik sorunlarla da karşılaşılıyor. Yerel ekonomilerin hammaddeleri yeterli fayda sağlanmadan yağmalanıyor. Bu, birçok Latin Amerika ve Afrika ülkesinde yaşanıyor. O kadar ki, siyasal rakipleri Çinli şirketlerle işbirliği yapmakla ve kaynakların çalınmasına göz yummakla suçlamak bu ülkelerde başarılı bir seçim stratejisi haline geldi.
Bu stratejiyi kullananlar Zambiya, Sri Lanka, Malezya ve Peru’da seçimleri kazandı. Seçimde, solcu adaylar temelde çoğu Çin’den gelen yabancı şirketlerin bakır madenciliğine dair haklarını müzakere etmek istedi. Çin’in yol açtığı yeni-sömürgeci durum pek de yaratıcı değil. Çinli şirketler tıpkı geçmişte Küresel Güney’de faaliyet gösteren otomobil şirketlerinin yaptığı gibi davranıyor. Yaptıkları eski küresel yeni-sömürgeci güçlerin ayak izlerini takip etmekten ibaret. Elbette netice, yerel iktidarların güçlü, kurumsallaşmış ve dış sermaye ile müzakere edebilecek bir yetkinliğe sahip olup olmadığına da bağlı.
Size göre önemli bir soru da şu: “Çin’in ekonomik başarısı istisnai bir olgu mu, yoksa diğer büyük nüfuslu gelişmekte olan ülkelerde benzer bir hızlı büyümenin habercisi mi?” Bu bağlamda iki tür ülke mevcut. Biri, Hindistan gibi büyük ülkeler, diğeri ise Latin Amerika ve Afrika’daki ihracata bağımlı ülkeler. Bu ülkelerin Çin’i kopyalayarak değer zincirinde yükselmeleri imkânsız mı?
Zor soru. Çin’in ihracata yönelik sanayileşme modeli Çin’in GSYİH büyümesine katkı veriyor. Ancak, Çin aynı zamanda iç tüketimi bastırarak eski “Dört Kaplan” modelini izliyor. Dünyadaki arz ve talep dengesizliği ile aşırı üretim sorunu Çin’le başlamadı. Ancak Çin, her türlü mamûl ürünün büyük bir tedarikçisi olarak yükseldikten sonra, mamûl ürünlere olan talebin üretim kapasitesine göre eksik kalması diğer ülkelerin Çin’in açtığı yoldan ilerlemesini zorlaştırıyor. Zira, ihracata yönelik yeterli talep yok. Bu, birçok gelişmekte olan ülke için zor bir durum.
Örneğin, Meksika ve Brezilya ekonomilerini sanayileştirmek ve doğal kaynak çıkarımından uzaklaşıp üretici haline gelmek için çok uğraştı. Ancak, Çin’in yükselişi gelişmekte olan ülkelerin endüstrileşmesine ket vurdu, iç pazarları Çinli üreticiler tarafından fethedildi. Çin ürünleri dünya pazarlarının çoğunu ele geçirdi. Çin’in yükselişi nedeniyle birçok ülkenin sanayileşmesi çok zorlaştı, hatta bazıları sanayisizleşti. Çin’in yükselişi sayesinde sanayileşen Brezilya tekrar hammadde ve emtia ihracatına dayalı bir ekonomiye geri döndü. Çin’in yükselişi çelişkili bir olgu. 2008 küresel mali krizinin ardından hammadde ihracatçılarına yardımcı oldu, ancak bir sanayi gücüne dönüşmeyi zorlaştırdı.
Çin’deki inşaat patlamasının sona erdiği 2010’lardan sonra, küresel emtia piyasalarındaki talep de daraldı. Planlarını emtia piyasalarındaki canlılığa göre yapan Latin Amerika’daki birçok “pembe dalga” hükümeti sıkıntı yaşadı. Rusya’nın ekonomik krizi de 2010’ların sonlarında düşen emtia fiyatları nedeniyle derinleşti.
BRICS grubunun (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve daha sonra Güney Afrika) kökeni, Goldman Sachs’ın yatırımcıları bu ülkelerin borsalarına çekmek için oluşturduğu bir yatırım portföyüne dayanıyor. BRICS hâlâ küresel bir yönetişim kurumu olarak varlığını sürdürüyor, ancak Goldman Sachs 2010’larda portföyü fiilen lağvetti, zira bu ülkelerdeki borsalar ve şirketler çok kötü durumdaydı. Bunun önemli bir nedeni, Çin’deki yatırım patlamasının bitişinin emtia ihracatçıları üzerinde büyük baskı oluşturmasıydı.
ABD-Çin ilişkileri hep gergindi. Ancak gerilimler Obama’nın Güney Çin Denizi’ndeki ABD donanmasının varlığını artıran Asya Ekseni politikasını başlattığı 2010’ların başına kadar her cephede rekabet düzeyine ulaşmadı. Size göre, “İdeolojik ve politik farklılıklar, ABD ve Çin’in 1990’larda ve 2000’lerde ekonomik bütünleşme ve jeopolitik işbirliği sürdürmesini engellemedi.” Yeni kitabınız Clash of Empires’da (Cambridge University Press, 2022) bu büyük değişimin daha önce ABD-Çin ilişkisini dış politika şahinlerinden, örgütlü emekten, insan hakları gruplarından ve bazı üreticilerden koruyan ABD şirketlerinin Çin’e karşı soğumasıyla başladığını öne sürüyorsunuz. ABD şirketleri bu kalkan görevlerinden neden vazgeçti?
Sözde “Çin tehdidi” söylemi dış politika ve ulusal güvenlik çevrelerinde zaten ‘90’larda yayılmaya başlamıştı. Çin, 1980’lerde bile, ulusal güvenlik, dış politika ve ordu çevrelerini en az bugün olduğu kadar endişelendiriyordu. Çin, Asya-Pasifik bölgesinde giderek daha baskın hale gelme arzusunu saklamıyordu. Çin ve komşu devletlerini içeren toprak anlaşmazlıkları ‘80’li ve ‘90’lı yıllara kadar uzanıyor.
Bu koşullar, Çin’in Tayvan’daki ilk başkanlık seçimleri sırasında, Tayvan halkını korkutmak için Tayvan Boğazı’nda füzeler fırlattığı 1995-96’daki Tayvan Boğazı krizi de dahil, Çin ve ABD arasında jeopolitik çatışmalara yol açtı. Çin Tayvan’daki seçimleri bağımsızlığa yönelik bir hamle olarak algıladı ve Bill Clinton bir uçak gemisi filosuna Tayvan Boğazı’ndan geçmesini emretti. 1999’da bir ABD bombardıman uçağı Belgrad’daki Çin büyükelçiliğini yerle bir etti. Orada çok sayıda Çin vatandaşının ölmesi büyük bir gerilime yol açtı. Tabii bir de 2001’de Güney Çin Denizi’ndeki casus uçak vakası var.
Bu jeopolitik gerilimlere ve Çin’deki insan hakları sorunlarına rağmen, söz konusu endişeler 1990’lar ve 2000’lerde siyasi seçkinler arasında hiçbir zaman hâkim eğilim haline gelmedi. Buradaki kilit mesele, ABD şirketlerinin Çin adına lobi yapmaya çok hevesli olmasıydı. ABD kongresinde ekonomi, jeopolitik meseleler ya da insan haklarına dair herhangi bir yasa tasarısı olduğunda, bu yasaların kabul edilmemesi için mutlaka Çin hükümeti adına lobi yaptılar. Karşılığında Çin pazarına ve Çin ekonomisinde kazançlı sözleşmelere erişim elde ettiler. Wall Street, telekomünikasyon şirketleri ve makine üreticileri Çin hükümetinin vekilliğini yapan lobiciler haline geldi.
Çin 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmadan önce sahip olduğu “en çok gözetilen ülke” statüsünün Beyaz Saray ve ABD kongresi tarafından her yıl yenilenmesi gerekiyordu. Bu statü sayesinde Çin’in ihraç ürünleri ABD pazarlarına düşük gümrük vergileriyle ulaşabiliyordu. Clinton 1993’te göreve geldiğinde, Çin’in ABD pazarlarına düşük gümrüklü erişiminin yıllık bazda yenilenmesini Çin’deki insan hakları koşullarına bağladı. Temel insan hakları alanlarında ilerleme kaydedilmezse Çin malları üzerindeki gümrük vergileri yükseltilecekti. Ancak, 93-94’te, ABD şirketleri ve Çin hükümeti bu koşullardan kurtulmak için epey lobi yaptı ve sonunda başarılı oldu.
1990’ların başında liberal enternasyonalistler zorla çalıştırmayla üretilen malların Çin’den ithalatını kısıtlayan “Uygur Çalışma Mevzuatı” gibi yaptırımların teşvik yaratacağını düşünüyordu. Ancak, Wall Street ve ABD şirketleri savaşı kazandıktan sonra, Clinton yönetimi dümeni “yapıcı angajman” savına kırdı: “İnsan hakları hakkında soru sorma, sadece ticarete odaklan. Nasıl olsa bir noktada orta sınıf ve özel girişimler güçlenip Çin’de demokrasiye ve siyasi liberalleşmeye ön ayak olma görevini yerine getirir.” 1990’ların sonunda, Çin araştırmaları uzmanları arasında bile, “yapıcı angajman”ın hakikaten işe yarayacağına inanan birçok insan vardı.
Gerçekler başkaydı. 1990’ların sonlarında, işçi ayaklanmalarına, dini mezheplere, Tibet’e ve başka birçok meseleye dair sert önlemler alınıyordu. Çin araştırmaları alanında çalışanlar 1990’larda Çin’in ne zaman, neden ve nasıl liberalleşeceğini ve hatta Sovyetler Birliği gibi çökeceğini tartışıyordu. Tartışma 2000’lerin başında, “ekonomik liberalleşmeye rağmen Çin’deki otoriter devletin neden güçlendiği” sorusuna kaydı. Çalışmalar, Çin’deki orta sınıfın ve girişimcilerin liberalleşme ve demokratikleşmeyle ilgilenmediğini, otoriter komünist devleti desteklediğini ortaya koydu. Böylece, 2000’lerin başında, angajman ve serbest ticaret ideali sessizce toprağa verildi, ama ticaret ve yatırım hız kesmedi. Bu durum “yapıcı angajman” savının özel şirketlerin çıkarları için bir maskeden ibaret olduğunu gösterdi.
Çin’in yükselişinin ABD tarafından yönetilen dünya sistemiyle fazlasıyla iç içe geçtiğini ve bu yüzden Çin’in alternatif bir sistem oluşturmasının mümkün olmadığını savunuyorsunuz. Çin ABD’ye yapılan ihracata bağımlı, bu ihracat da Çin’in ABD tahvillerini satın almasına bağlı. Böylece Amerikalılar imkânlarının ötesinde harcama yapabiliyor, ABD hükümeti de imkânlarının ötesinde askeri güç kullanabiliyor. Ancak, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ABD’nin dolar hegemonyasının kendisine verdiği gücü jeopolitik bir silah olarak kullanmaya istekli olduğunu gösterdi. Bu Çin’i dolar hegemonyasından kopmaya yöneltebilir mi? Yoksa isteseler bile mümkün değil mi?
Elbette Çin’in dolar bağımlılığından kurtulması gerektiğine dair somut nedenler var. Çin ve Rusya, ABD’nin küresel ticaretteki dolar bağımlılığını kendilerine baskı yapmak için kullanmaya istekli olduğunun farkında. Ayrıca, Çin’in geçiş döneminde dolardan kurtulmak için uluslararası işlemlerde kendi para birimi olan yuanın kullanımını teşvik etmeye ihtiyacı var. Şu an Çin ile diğer ülkeler arasındaki işlemler ezici bir çoğunlukla dolar üzerinden yapılıyor. Çin Ortadoğu’dan petrol satın aldığında dolar ödüyor, Çin şirketleri Asya’ya veya Afrika’ya ürün ihraç ettiğinde dolar kabul ediyor.
Öte yandan, ortada temel bir çelişki var. Bir para biriminin bir ödeme şekli olarak daha geniş çapta kabul görmesi için serbestçe dönüştürülebilir olması gerekir. Yani, bir para birimine sahip kişi, onu diğer bir para birimleriyle kolayca takas edebilmeli veya farklı varlıklara kolayca yatırım yapabilmelidir. Ancak, Çin para birimi henüz tam olarak “konvertibl” değil, zira ÇKP ülkenin finansal piyasasını ve sistemini dışarı açma konusunda çok isteksiz. Bunun spekülatif bir sıcak para akışına yol açacağını ve Çin’i uluslararası finansal spekülatörlere karşı savunmasız bırakacağını düşünüyorlar.
Bu konuda haksız değiller.
Evet, ama bu nedenle yabancı bankalar Çin para birimini serbestçe alıp satamıyor. Cezalar ve düzenlemeler nedeniyle Çin’de kazanılan paranın dışarı çıkarılması çok zor. Çin para biriminin konvertibl olmaması da işlemlerini yuan ile yapmak isteyenler için heves kırıcı. Hugo Chávez döneminde Çin, Venezuela’ya petrol karşılığında yuan cinsinden kredi vermek istedi, ama Chávez “öyleyse diğer borç tedarikçilerini tercih ederim” dedi. Sonunda Çin krediyi doları cinsinden vermek zorunda kaldı.
Çin’in asıl amacı avroyu kullanmak. 2014’ten bu yana, Çin ile Rusya arasındaki ticaretin yüzde 80’i avro cinsinden yapıldı. Avronun doları ikame etmek için kullanılması, Rusya ve Çin’in ABD ile Avrupa arasında büyük bir yarık olduğunu varsaydığını gösteriyor. Bu yüzden Ukrayna kriziyle birlikte ABD ve Avrupa’nın birbirine yanaşması onları şaşırttı.
Çin’in asıl amacı avroyu kullanmak. Veriler Rusya-Çin ticaretinin, 2014’teki Kırım krizinden bu yana, dolardan arındırıldığını gösteriyor. Ancak, ruble veya yuan ile ticarete kaymıyorlar. Aksine, Çin ile Rusya arasındaki ticaretin yüzde 80’i avro cinsinden yapıldı. Avronun doları ikame etmek için kullanılması, Rusya ve Çin’in ABD ile Avrupa arasında büyük bir yarık olduğunu varsaydığını gösteriyor. Bu yüzden Ukrayna kriziyle birlikte ABD ve Avrupa’nın yeniden birbirine yanaşması onları şaşırttı. Yani varsayımları artık doğru değil. Aslında bu Saddam Hüseyin’in de varsayımıydı. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başlarında, ikinci Irak işgalinin ardındaki sebeplerden biri, avro 21. yüzyılın başında doğduğunda, Saddam Hüseyin’in Fransa ve Almanya’yla anlaşmış olmasıydı. BM ambargosu kırılırsa, petrol parası ABD doları üzerinden değil, avro üzerinden akacaktı. Bu, o dönem doların hegemonyası için ciddi bir tehditti. Hatta bazıları neo-muhafazakârların Saddam Hüseyin’i tehdit olarak görmesinin altında yatan sebeplerden birinin petrol piyasasının istikrarsızlaşma ve avronun dolara alternatif hale gelme ihtimali olduğunu iddia ediyor. Ama artık farklı bir dünyadayız.
Çin’in küresel ekonomideki merkezi konumu, ABD’nin Çin’i şu an Rusya’yı cezalandırdığı şekilde cezalandırmak için dolar hegemonyasının sağladığı jeo-ekonomik gücü kullanmasını engeller mi?
Kesinlikle. Çin ile ABD arasındaki iktisadi ilişki, Rusya-ABD ve hatta Rusya-Avrupa arasındaki ilişkilerden çok daha derin, kapsamlı ve çift yönlü. ABD’nin Çin’e, Rusya’ya uyguladığı türden yaptırımlar uygulaması düşünülemez. ABD toplam ithalatının yüzde 5’inden daha azını teşkil eden Rus petrol ve gazını ithal etmeyi bırakabilir. Ancak, Çin’den yaptığı ithalatı durduramaz. Aynı zamanda, Çin küresel ekonomiyle fazlasıyla iç içe ve ekonomisinin asıl itici gücü hâlâ ihracat sektörü. İnşaatı ve yatırımları artırmak için yerel parayla verilen kredilerin temelini bu sektör tarafından yaratılan döviz rezervi oluşturuyor. Bu bir nevi kaçınılmaz bir karşılıklı yıkım durumu.
Xi Jinping Çin’in yalnızca dış dolaşım yerine içeriye de yönelmesini savunan “iç dolaşım” kavramını ortaya attı. Bu, ayrışmayı savunan bir dil. Elbette ABD’de stratejik sektörlerin üretimlerini ABD’ye geri döndürmesine yönelik birçok tartışma var. Çin’de de ayrışmanın iyi olabileceğini öne sürme eğilimi mevcut. Bu eğilimle Çin’in ABD’den ayrılmak isterse kocaman bir Kuzey Kore’ye dönüşeceğini savunan karşıt eğilim arasında bir mücadele var. Ayrışmayı eltilerin ve halk kesimlerinin menfaatine zarar vermeden gerçekleştirmek zor ve acılı olur, kimse bunun toplumsal ve politik risklerini üstlenmek istemeyecektir. Dolayısıyla, hem ABD hem de Çin tarafında ayrışmaya karşı çıkan dengeleyici güçler var. Ancak ortada hakiki bir rekabet ve çatışma da var.
Çin içeride çok acımasız davransa da militarist politikaları dışarıda uygulama konusunda çekingen. Çin-ABD arasındaki jeopolitik rekabetin, 20. yüzyılın başında son derece militarist Almanya ile aynı derecede militarist İngiltere arasındaki rekabetten daha az tehlikeli olmasının nedeni de bu.
Şu anki durumla I. Dünya Savaşı arifesindeki Almanya ve Britanya ilişkisi arasında çarpıcı bir paralellik var. İki ülke, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, ticaret ve finans açısından giderek daha çok jeopolitik rakiplere dönüşüyordu. Yine de iktisadi ve hatta toplumsal olarak hâlâ çok bağlantıları vardı, iki ülkenin kraliyet mensupları ve aristokratları birbirleriyle evlenirdi. Karşılıklı yatırım ve ticaret de mevcuttu. Ancak, aradaki gerilim sonunda dengesiz bir hale geldi ve I. Dünya Savaşı’nın etkenlerinden biri oldu. Henüz ABD ve Çin için bardağın taştığı noktada değiliz, ancak bugünkü ABD-Çin ilişkilerine bakınca bir asır önceki Britanya-Almanya ilişkilerine benzer dinamikler ve gerilimler görüyorum.
İlişki rekabetten savaşa geçebilir mi?
Bu konuda ihtiyatlı bir iyimserim. Çin sermaye ihraç ediyor ve Kuşak ve Yol ülkelerinde ABD sermayesiyle rekabet ediyor. Ancak, uzak bir bölgeye sermaye ihraç ediyorsanız yatırımlarınızı korumanız gerekir, bunun için de siyasi ve hatta askeri güce sahip olmalısınız. Çin sermaye ihraç ederken hükümet değişikliği, pandemi ve terörizm gibi artan jeopolitik risklerle karşı karşıya. Pakistan’da, Afrika’da, Çinli personelin ve Çin tesislerinin yerel haydutların, isyancı grupların ve teröristlerin bir numaralı hedefi haline geldiğini gösteren raporlar var.Çin askeri ve siyasi gücünü doğrudan kullanmak istemediği için epey itidalli davranıyor. Irak savaşı sırasında ABD için çalışan özel askeri şirket Blackwater’ın eski sahibi Erik Prince ile anlaştılar. Prince, başı ABD ile belaya girdikten sonra, Hong Kong’a taşındı ve şimdi Çin devletine ait bir teşebbüsün Kuşak ve Yol ülkelerindeki Çinli şirketlere ve çalışanlara güvenlik hizmeti veren bir iştirakini yönetiyor.
Çin’in paralı askerlere dayanan bir çözüm kullanması, Çin’in açıkça askeri güç ihraç etmekten çekinmeyen önceki emperyal veya sömürgeci güçlerden farklı olduğunu gösteriyor. Çin askeri gücünü kullanmakta daha temkinli. Ancak, Çin’in Cibuti’de konuşlanmış Halk Kurtuluş Ordusu örneğinde olduğu gibi, yabancı üslere sahip olmak istediğine dair işaretler de mevcut.
Bu işaretler, örneğin Rusya’ya kıyasla hâlâ çok küçük. Çin yüz yıl önceki Almanya’yla karşılaştırıldığında çok daha az militarist. İçeride çok acımasız davransa da militarist politikaları dışarıda uygulama konusunda çekingen. Çin-ABD arasındaki jeopolitik rekabetin, 20. yüzyılın başında son derece militarist Almanya’yla aynı derecede militarist İngiltere arasındaki rekabetten daha az tehlikeli olmasının nedeni de bu.
Bir olasılık da Çin-ABD rekabetinin dizginlenmiş olması. Günümüzde DTÖ, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve BM gibi çok taraflı küresel yönetim kurumları mevcut.Jeopolitik savaş, bu kurumlar içinde yine kötü niyetli, ancak daha az ölümcül bir rekabete dönüşebilir. Buna pandemi sırasında DSÖ üzerinden verilen mücadelede ve BM Güvenlik Konseyi ile DTÖ komitelerindeki tartışmalarda tanık olduk. Ama belki de bu söylediklerim bir temenniden ibarettir.
7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar hüküm süren Tang Hanedanlığı boyunca, Asya’da Çin merkezli bir düzenin var olduğunu yazıyorsunuz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise ABD’nin hâkim olduğu Soğuk Savaş düzeni galip geldi. Çin şu anda Çin merkezli Asya düzenini canlandırmaya mı çalışıyor? Eğer öyleyse, ironik bir şekilde Çin tarafından finanse edilen ABD egemenliği, Çin’in bölgesel ihtiraslarını nasıl etkiliyor? Batı’nın Rusya’ya karşı birleşmesi Çin’i zor bir duruma mı sokuyor?
Çin, Ukrayna savaşından önce, kendi durumuyla Rusya’nınki arasında bir paralellik görüyordu. ABD ile çekişmenin odağı olan Tayvan ve Çin’le toprak anlaşmazlığı bulunan tüm Güneydoğu Asya ülkeleri Soğuk Savaş sırasında ABD imparatorluğuna bağımlı devletlerdi. Ancak, son 20 yıldır Çin bu ülkelerdeki ekonomik ve politik etkisini genişletmeye çalışıyor. Kamboçya Çin’in en uzun ve derin ilişkilere sahip olduğu, siyasi açıdan Çin’e en yakın duran ülke. Çin nüfuzu Sri Lanka ve Nepal’de genişliyor. Nepal’de tarihsel olarak Çin’e bağlı, Hindistan’ın gücünü ortadan kaldırmak için Çin’i kullanmak isteyen Maoistler mevcut.
Ancak, 21. yüzyıldaki durum mütevazı devletlerin daha büyük imparatorluklara tabi konumlarını kabul ettiği erken modern dönem veya Soğuk Savaş döneminden çok farklı. Günümüzde milliyetçilik Ukrayna’dan Tayvan’a, Malezya’ya ve başka küçük devletlere kadar her yere sindi. Kendi kaderini tayin hakkını ve bağımsızlığı elde etmenin bir yolu büyük güçleri birbirine karşı kullanmak. Küçük devletler de tam olarak bunu yapıyor. Tahlillerimiz küçük devletlere yeterince dikkat etmeden büyük güçler arasındaki dinamiklere haddinden fazla odaklanabilir. Kimse Ukrayna’nın bu kadar kuvvetli bir direniş göstermesini beklemiyordu. Biden bile Zelensky’e bir çıkış yolu önerdiğinde, Ukrayna’nın çok hızlı yenilgiye uğrayacağını varsaymıştı. Ancak, Ukrayna ordusunun ve milliyetçilerinin ülkelerini savunma azmi herkesi şaşırttı. Aynı şey Asya için de geçerli. Filipinler iyi bir örnek. Rodrigo Duterte, ABD karşıtı popülist bir başkan olarak iktidara geldikten sonra, yüzünü Çin’e dönmeye ve ABD ile askeri ve ticari bağlarını koparmaya çalıştı.
ABD-Çin rekabetine en kalıcı çözümün hem ABD’nin hem de Çin’in kendi içlerinde yeniden büyük bir iktisadi bölüşüme gitmesi olduğunu savunuyorsunuz. Neden?
Çin açısından anlaşmazlık kaynaklarından biri de gerek özel gerekse devlete ait Çinli şirketlerin düşen kârları ve kapasite fazlaları, çünkü hayatta kalmak için yurtiçi ve yurtdışı pazarlarda diğer şirketleri sıkıştırmaları gerekiyor. Fakat bu kaçınılmaz bir durum değil. Çin hükümeti 2008’de iç teşvik sağlasaydı iç talep genişleyecekti, pasta tekrar büyüyecekti. Çinli şirketlerin kârlarını artırmak için yabancı şirketleri sıkıştırması gerekmeyecekti. Yeni etki alanları ve kâr kaynakları arayan şirketlerin sermayelerini yurtdışına ihraç etme dürtüsü önemli ölçüde azalacaktı. Dolayısıyla, Keynesçi bir gelir artırma stratejisiyle ekonomiyi ve kârlılığı canlandırmak uluslararası çatışmaları dindirebilir.
Aynı mantık ABD için de geçerli. ABD de, diğer birçok gelişmiş ülke gibi, azalan kâr oranları ve 1970’lerin uzun krizlerinin sonucu olarak Çin’e ve dünyanın diğer yerlerine sermaye ihraç etme dürtüsüne sahip. ABD’deki muazzam eşitsizlikle ve etkin talebin üretim kapasitesine olan düşüklüğüyle ilgili olan bu durum ABD şirketlerini sermaye ihraç etmeye ve Çinli şirketlerle rekabet etmeye itiyor.
ABD’de elle tutulur bir yeniden bölüşüm gerçekleşseydi, ABD şirketleri kârlarını kendi ülkelerinde canlandırabilirdi. Yabancı pazarlara hiç göz dikmeyeceklerini söylemiyorum, ancak dışarı çıkma dürtüsü azalacaktı. Hem Çin’de hem de ABD’de asıl sorun, hane halkı gelirindeki büyümenin GSYİH’deki büyümeye nazaran düşük olması.
Çin 2015 mali krizinden sonra gündeme getirdiği “ortak refah” tabir edilen hamleyle bu tür bir değişimi şimdiden hayata geçirmeye başladı mı?
“Ortak refah” sloganına kuşkuyla yaklaşmak lâzım, zira Çin liderliği 1990’lardan beri zaman zaman dış talebe, piyasalara ve finansmana bağımlılığını azaltmak amacıyla iç tüketim talebi yaratmak için yeniden bölüşüm ihtiyacından bahseder.
Farklı dönemlerde farklı sloganlar kullanıldı. Biri “batıyı geliştirmek”ti, burada kastedilen Çin’in az gelişmiş iç-batı bölgesiydi. Başka bir örnek de eski başbakan Wen Jiabao’nun (2003-2013) “plansız ve dengesiz ekonomi” eleştirisiydi. Yeniden bölüşümün gerekliliği bazen dile getirilse de hep slogandan ibaret kalıyor ve hiçbir şey yapılmıyor.
Yeniden bölüşümün gerekliliği bazen dile getirilse de hep slogandan ibaret kalıyor ve hiçbir şey yapılmıyor. Bu durum parti devletinde kurumsallaşmış, yerleşik menfaatlerle ilişkili. Sanayiciler ve müteahhitler siyasi sistemde kurumsal olarak temsil edilirken çiftçiler ve işçiler yeterince temsil edilmiyor.
Bu durum parti devletinde kurumsallaşmış yerleşik menfaatlerle ilişkili. Sanayiciler ve müteahhitler siyasi sistemde kurumsal olarak temsil edilirken çiftçiler ve işçiler yeterince temsil edilmiyor. Bağımsız çiftçi ve işçi örgütleri de yok.
Üst düzey yöneticiler yeniden bölüşüme dair iyi fikirlere sahip olsalar bile kurumsal çıkarlar onları bunu yapmaktan alıkoyuyor, tıpkı kömür enerjisi kapasitesini azaltma meselesinde olduğu gibi. Ortada çok heybetli sloganlar var, ama kömür santralleri ve kömüre bel bağlayan bölgelerin çıkarları o kadar baskın ki, sloganların hakkını vermek zor.
Peki, ABD-Çin arasında iklim meselesine dair bir işbirliği mümkün mü? ABD iklim elçisi John Kerry iklim müzakerelerini diğer tüm konuların dışında tutmak istediğini söyledi. Ancak bunun pratikte nasıl işleyeceğini görmek zor.
Tam olarak neden bahsettiğimize bağlı. Veriler Çin’in şimdiden dünyanın en önde gelen güneş paneli ve rüzgâr türbini üreticisi olduğunu gösteriyor. Bu, kesinlikle ABD’nin bu tür Çin yapımı yeşil enerji ürünlerin ithalatını artırması için bir teşvik. Ancak, ABD şirketlerinin Obama yönetimi dönemindeki şikâyetlerinin nedenlerinden biri, bir ABD yeşil teknoloji şirketinin Çinli bir şirketle işbirliği yaparak yüksek teknolojili bileşenler ve yazılımlar tedarik etmesi, akabinde Çin’in yeni rüzgâr türbinleri inşa etmesiydi.
Daha sonra, Çin’in bu teknoloji ve tasarımları aşırmak için söz konusu ABD şirketinin bir çalışanını işe aldığını öğrendiler. Çinli şirket mahkemede suç işlediğini kabul etti ve büyük bir para cezası ödedi.Bu tür sorunlar yeşil ürünler konusunda ABD-Çin arasındaki işbirliğine ket vuruyor. Bu nedenle, yeşil girişimleri fikri mülkiyet ihtilafları ve ticaret savaşı gibi diğer sorunlardan ayırmak çok zor.
Öte yandan, Çin rüzgâr türbinleri ve güneş panelleri gibi yeşil teknolojileri etkileyici bir hızla piyasaya sürerken kömür sektörünü de genişletiyor ve kömür üretim kapasitesini Kuşak ve Yol ülkelerine ihraç ediyor. Xi Jinping Çin’in kömür ihracatını ve santrallerini finanse etmeyi bırakacağını söylese de veriler bunun devam ettiğini gösteriyor.
Çin liderliğinin bu vaadinin söylem aşamasında kalıp kalmayacağını anlaşılması biraz zaman alacak.Çin’in daha yeşil bir ekonomiye geçişi için, kömür sektörünün siyaset üzerindeki kontrolünün kırılması gerekiyor. Çin-ABD arasında yeşil işbirliği desteklenmeli, ama korumacılıktan, ticari anlaşmazlıklardan, fikri mülkiyet meselesinden ve siyasi sisteme hâkim menfaat gruplarından sıyrılmak çok zor.
Derleyen ve çeviren: Yiğit Atılgan
[1] “Aşırı birikim” kapitalizmin iç çelişkilerinden birini ifade etmek için kullanılan Marksist bir tanımdır. Kapitalizm artık sermayeyi erimemesi için durmaksızın yatırıma yönlendirir. Ancak bir noktadan sonra talep doygunluğa ulaştığı için yeni yatırımlar kâr getirmez ve piyasada sert devalüasyonlarla beraber sermaye fazlası ortaya çıkar.
Kaynak: Jacobin