Derelerin Kardeşliği Platformu’na göre, 1929’dan bu yana Doğu Karadeniz bölgesinde yaşanan 49 sel, taşkın ve heyelanda 650 kişi yaşamını yitirdi. Rize Valiliği, 13 Temmuz’da iki kişinin ölümüne sebep olan selin ertesinde, “alışkınız, doğa ile ancak bir yere kadar mücadele edebiliyorsunuz” dese de bölgedeki ölüm ve yıkımlarda HES’lerin, “ıslah” adı altında derelerin betona hapsedilmesinin ve yol çalışmalarının etkisi gün gibi ortada. 12 Temmuz’da selin vurduğu Artvin-Yusufeli’ndeki baraj şantiyesinde dört kişi yaşamını yitirdi. Daha büyük bir faciadan kıl payı dönüldü. Zira, burada çalışan binlerce işçi 20 Mart’tan beri fiili karantinadaydı. Temmuz ayında duruma tepki göstererek iş bırakmışlardı ve ancak bu eylem sonrasında karantina kaldırılmıştı. Eğer işçiler karantinada olsaydı son sel ve heyelanda büyük bir işçi kıyımıyla karşı karşıya kalacaktık. Barajların ve HES’lerin kuşattığı Doğu Karadeniz’de doğa nasıl bir mesaj veriyor, hangi dersler çıkarılmalı? Hopa’ya, ekoloji aktivisti Eren Dağıstanlı’ya bağlanıyoruz.
Rize’de iki kişinin yaşamını yitirdiği sel sonrası, valilik “Rize olarak alışkınız, doğa ile ancak bir yere kadar mücadele edebiliyorsunuz” açıklaması yaptı. Artvin ve Rize’de yaşananlar valiliğin dediği gibi sadece bir doğa olayı mı?
Eren Dağıstanlı: Vali bey kaç yıldır Rize’de? Görev süresince hemen alışmış demek ki, tebrik etmek lâzım kendisini. Evet, sel bir doğa olayıdır, ilk defa da olmadı. Ancak, Rize-Çayeli’ne metrekareye 260 kilograma yakın yağışın düşmesini, iklim krizini derinleştiren projeleri de sorgulamamız gerekiyor.
Hangi projeler bunlar?
Dere ıslahı adı altında dereleri betonlara hapseden uygulamalar, kent merkezlerinde derelerin denize kavuşmasını engelleyen deniz dolgusu benzeri projeler, kentlerin denizle arasına barikat olarak çekilen Karadeniz Sahil Yolu, vadilerde kurulan taş ocakları, HES projeleri, yaylalardaki yol çalışmaları… Bunların hepsini sorgulamamız gerek. Bunların tamamı sellerin daha büyük boyutlarda doğaya ve insanlığa zarar vermesine sebep oluyor. Saydıklarımın birinin bile olmadığı vadi, yayla, il, ilçe veya belde kalmadı. Karadeniz bölgesinde nereye gitseniz bu faaliyetlerden birine rastlamak mümkün. Çayeli ve İkizdere’de hem yapılmış hem de yapılması planlanan HES projeleri var, dere ıslahı var, taş ocağı var. Yusufeli’nde de zaten heyelanın olduğu bölge Yusufeli barajının şantiyesi, Limak Holding’e ait bir şantiye.
Çayeli’ndeki sel 13 Temmuz’da yaşandı. İlginçtir, geçen yıl aynı tarihte, yani 13 Temmuz 2019’da, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı açıkladı. Bu planın 5. maddesinde şöyle deniyordu: “Karadeniz Sahil Yolu’nun sel sularının denize ulaşmasına engel olan bölümlerinde menfez ve köprülerin kapasitesi ve sayılarının arttırılması için ilgili bakanlıklarla ortaklaşa işbirliği halinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz.” Yani Karadeniz Sahil Yolu’nun yağış sularının denize ulaşmasını engellediğini kendileri de kabul etti sonunda. Karadeniz Sahil Yolu’nda ve risk altında olan karayollarının altyapısının belli noktalarında ani oluşan taşkınların denize iletilmesini sağlayan su hatları ve tüneller oluşturulacağı belirtilmişti. Yıllarca hukuk ve bilim insanlarının uyarıları dikkate alınmadan yapılan bir yol bu. Bütün itirazları hiçe saydılar, şimdi de mevcudu düzeltmek için uğraşıyorlar. Yine aynı eylem planında yüksek heyelan riski bulunan bölgelerdeki binalar tespit edilecek, bunlar uygun alanlara taşınacaktı güya. Bu bölgelerde inşaat faaliyetlerine izin verilmeyecekti. Bunlar yapıldı mı? Hayır. Şu anda dere yataklarında yüzlerce ev var. Oralara imar izni verildi. Birçok dere yatağı kurutulup imara açıldı. Bu rapor, bir yıl önce Trabzon Araklı’da yedi kişinin öldüğü selden hemen sonra açıklanmıştı. Aradan bir yıl geçti ve kendi dedikleri şeyleri bile yapmadılar. En azından dere yataklarındaki evlerin ya da afet riski taşıyan bölgelerin tespiti yapılsaydı. Bir senede ne yaptılar? Hiçbir şey. İklim krizi gün geçtikçe derinleşiyor, iklim krizine dair eylem planı hazırlanıyor, ama en azından uygulanabilecek bölümler dahi yapılmıyor. Bazı bölgelerde dere yataklarında TOKİ konutları olduğunu biliyoruz. Şimdi “Ayder yaylasına TOKİ sokacağız” diyorlar. Bakalım Ayder’de yapacakları inşaatın hafriyatını nereye dökecekler, hangi vadiden, hangi yamaçtan aşağı yuvarlayacaklar da o zaman da hangi dere taşacak, göreceğiz.
İlginçtir, geçen yıl aynı tarihte, yani 13 Temmuz 2019’da, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı açıkladı. Bu planın 5. maddesinde, Karadeniz Sahil Yolu’nun yağış sularının denize ulaşmasını engellediğini kendileri kabul etti. Bir yıl geçti, kendi dedikleri şeyleri bile yapmadılar.
Çevre ve Şehircilik Bakanı, son sel ve heyelanlardan sonra gittiği Rize’de, bahsettiğiniz İklim Değişikliği Eylem Planı’nı hatırlatıp “çalışmaları sürdürüyoruz” dedi ve iklim değişikliğinin etkilerine değinerek, “tüm vatandaşlarımızın el birliğiyle yönetmesi gereken bir süreç” dedi, ama bölgedeki HES’lerin ve barajların iklim değişikliğine etkisine değinmedi.
Gerçekten samimilerse, çağırsınlar hukuk ve bilim insanlarını, çağırsınlar doğa ve yaşam savunucularını, çağırsınlar meslek örgütlerini, kent plancılarını; konuyla ilgili bütün kesimleri yan yana getirsinler. Bu projelere karşı çıkan insanları “vatan hainleri” veya “ülkenin gelişmesini istemeyenler” diye yaftalamak yerine uyarıları dikkate alsalardı bunlar olmazdı. Beton zihniyetinden, rant politikalarından vazgeçilmediği müddetçe iklim değişikliği ile mücadele edilemez.
Birkaç gün önce Danıştay, Yeşil Yol projesinin durdurulduğuna dair bir karar verdi. Samsun’dan Artvin’e, Doğu Karadeniz’deki yaylaları birbirine bağlayan bir koridor oluşturan 2600 kilometrelik bir yol projesi Yeşil Yol. Ne yazık ki, projenin büyük bir bölümü bitti ve her zamanki gibi karar sonra geldi. Bu yol projesinin yapımında da hafriyatlar vadilere döküldü. Doğal olarak bu hafriyat dere yataklarına gidiyor ve burada bir taşkına sebebiyet verecek şekilde o dere yataklarını ya da vadileri daraltıyor.
Cumhurbaşkanı, Artvin’deki Yusufeli barajı için, geçtiğimiz haziran ayında, “Ekonomimize yılda 1,5 milyar lira katkı sağlamanın yanında Çoruh Vadisi’ni taşkınlardan da koruyacaktır” demişti. Bugünse baraj şantiyesi şiddetli yağıştan etkilendi, heyelan meydana geldi ve dört kişi yaşamını yitirdi.
Yusufeli’nde sadece Limak’ın bir şantiyesini konuşuyoruz, şu anda heyelan orda olduğu için. Ancak baraj çalışması kapsamında birçok şantiye alanı var. Komple sular altında kalacak bir kent Yusufeli. Yeni bir kent dizayn ediliyor. Bu çalışmalar devam ettiği müddetçe de bir taşkın ya da selin olmaması mümkün değil. Her yağışta aynı şekilde bunlar yaşanacak. Çünkü geçici yollar, geçici çözümlerle bu çalışmalar yapılıyor. Mesela Borçka’daki Muratlı barajının zemininde çatlaklar oluşmuştu birkaç sene önce. Yani barajların da taşkınlara sebep olmayacağını söylemek de gerçekçi değil. Sonuç olarak, yapılan çalışmaların tamamında doğal akışa müdahale ediliyor. HES’ler de kezâ aynı şekilde, dere yatağını kurutacak biçimde, suyun bir yerden alınıp bir yere taşınmasıyla yapılan projeler. Doğal olarak bunlar bir taşkını ya da seli önlemiyor, aksine dere yataklarını bozup sele davetiye çıkarıyor. Doğaya dönük plansız ve tamamen rant merkezli politikaların tamamı sel ve heyelan faktörlerini hızlandırıyor.
Yusufeli taşınmıyor, ilçedekiler zorla göç ettiriliyor. Baraj manzaralı bir kent kuruyorlar ve ne eski Yusufeli’ne benziyor o kent, ne tarım alanı kalıyor, ne de Çoruh kalıyor. Yusufeli Hasankeyf’in kaderini paylaşacak. Baraj bittiğinde, Hasankeyf’teki gibi bir ucubeyle karşılaşacağız Yusufeli’nde de.
Baraj nedeniyle Yusufeli ilçesi altı kez taşınmış, yedinci kez taşınmayı bekliyor. Cumhurbaşkanı “lebiderya bir Yusufeli inşa ediyoruz” diyor. Siz ne dersiniz?
“Yusufeli’ne denizi getirdik” demek istiyor tabii, baraja ve baraj gölüne kıyısı olan bir kent inşa ediyorlar çünkü. Ancak Yusufeli’nde vatandaşların çoğunun arazileriyle, ödemeleriyle alâkalı sıkıntıları var. İlçedeki sulanabilir tarım arazilerinin yüzde 70’i baraj suları altında kalmış durumda. İnsanlar Yusufeli’nden sürülüyor demek daha doğru; arazilerini bırakıyorlar, evlerini satıyorlar. Orada bir kent inşa ediliyor, ama orada kim kalacak, bilmiyoruz. Bazı vatandaşların arazileriyle ilgili davalar da sürüyor. Bu insanlara ne yapıldığı, ne kadar yer gösterildiği de şu an çok belirsiz. Yusufeli taşınmıyor, ilçedekiler zorla göç ettiriliyor. Baraj manzaralı bir kent kuruyorlar ve ne eski Yusufeli’ne benziyor o kent, ne tarım alanı kalıyor ortada, ne de ortada bir Çoruh kalıyor. Yusufeli Hasankeyf’in kaderini paylaşacak. Baraj bittiğinde, Hasankeyf’teki gibi bir ucubeyle karşılaşacağız Yusufeli’nde de.
Ayrıca, Yusufeli barajı ve HES projesinde ciddi bir emek sömürüsüyle de karşı karşıyayız. Burada çalışan işçiler pandemi döneminin başlangıcından bu yana, 20 Mart tarihinden beri fiili karantina altında tutuldu. Yaklaşık 5 bin işçinin çalıştığı bir projeden bahsediyoruz. Ve bu insanlar karantina bahanesiyle şantiye alanına temmuz ayının başına kadar hapsedildi. Temmuz ayında da işçiler bu duruma tepki göstererek iş bıraktı. Bu eylem sonrasında karantina kaldırıldı. Eğer kaldırılmasaydı bu heyelanda daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalabilirdik.
Artvin ve Rize’deki son örneklere baktığımızda, doğa nasıl bir mesaj veriyor, hangi dersleri çıkarmalı?
Rant ve talan politikalarıyla, şirket ve devletlerin işbirliğiyle iklim krizi derinleştiriliyor. İklim krizi derinleştikçe de doğanın dengesi bozuluyor. Yağmur yağıyor, dere büyüyor ve taşıyor… Bu ilk defa olmuyor. Ama beton zihniyeti ve rant projeleriyle seli büyük bir felaket haline getiriyoruz. O derenin önüne barikatlar kurmasak akıp geçecek, onu duvarlara ya da borulara hapsetmesek bu denli büyük yıkıma yol açmayacak, bu projeler olmasa Karadeniz’e, Çayeli’ne metrekareye 260 kilogram yağış düşmeyecek. Bu projeler iklimin değişmesine neden oluyor. Eğer doğa bir mesaj veriyorsa “Artık yeter” diyordur. Bu sese kulak vermek lâzım. Rize Valiliği “alışkınız” diyor, ama biz alışmak istemiyoruz. Ne Rize ne Artvin ne de başka bir yerde rant projeleri, talan ve beton politikaları yüzünden insanların ölmesine alışmamalıyız. Bu ne kader ne de felaket, tamamen yanlış çevre ve enerji politikaları sonucu başımıza gelen bir şey. Doğayla uyumlu bir yaşamı kurmak için mücadele etmeliyiz.