6 ŞUBAT DEPREMİ –DEPREMİN ARDINDAN HATAY’DA ÇOCUKLAR 

Söyleşi: Diyar Saraçoğlu
4 Haziran 2023
SATIRBAŞLARI

Her Yer Çocuk ekibi olarak deprem haberini aldıktan sonra bölgeye nasıl ulaştınız, çocuk çalışmalarına nasıl başladınız?

Hatice Göz: İlk gün hemen yola çıkamadık. Herkeste bir canhavli hali vardı. İkinci gün akşama doğru Toplumsal Özgürlük Partisi’nden (TÖP) yoldaşlar ve İstanbul’dan bir grup gönüllüyle Antakya’ya vardık. İlkin insanların sığındığı Armutlu semt pazarına konumlandık. Armutlu en çok yıkımın olduğu yerlerin başında geliyordu. Pazara sığınan 350-400 kişi içinde 50’ye yakın çocuk vardı. Önce sıcak bir şeyler hazırlamaya, en acil ihtiyaçları karşılamaya odaklandık. İlk andan itibaren dayanışma faaliyetlerini çocuk odaklı, çocukları önceleyen bir şekilde yapmayı amaçladık. Daha sonra kurulacak Harbiye, Samandağ, Serinyol ve Sevgi Parkı koordinasyon merkezlerinde de böyle hareket ettik.

Özellikle ilk günlerde çok kaotik bir ortam vardı. Her taraf duman içinde, su yoktu, hava çok soğuk, yiyecek çok azdı. Ortam çok güvensiz ve riskliydi. Herkes için, özellikle de çocuklar için hem fiziksel hem de ruhsal riskler söz konusuydu. Beslenme, temiz su temini, tuvalet organizasyonu sağlarken ortamdaki çocukları korumanın, onları öncelemenin önemini defalarca konuştuk. Yemek sırasında çocukların daha az beklemesini sağlamaya çalıştık.

İlk saatlerin ardından çocukların listesini çıkardık. Çocuklarla tanışmak, onlara kendimizi tanıtmak, “Buradayız, sizinleyiz” demek için bir ekip oluşturduk. Çünkü çocuklar hakikaten çok korkmuştu. Güvenli hissettikleri ortamlar ortadan kalkmış, rutinleri darmadağın olmuştu. Tanıştığımız çocuklarla yavaşa yavaş sohbetlere başladık. Fiziksel ve ruhsal iyiliği önceleyen, çok soru sormayan, daha çok anlatmak isterse çocuğu dinleyen bir iletişim kurduk. Yola çıkarken yanıma boya kalemi ve kâğıt almıştım. Çocuklarla iletişimimizde epey işe yaradı. Kendilerini ifade etmeleri için hiç alanı kalmayan çocuklarla resim üzerinden bağ kurabildik.

Hatice Göz

İlk günlerde, bir yandan arama-kurtarma çalışmaları sürüyor, bir yandan siren sesleri tüm şehre yayılıyor. Bu koşullar çocuklar açsından çok zor ve endişe verici olmalı.

Hem de nasıl! Artçı depremler de sürüyordu. Binalar her an yıkılabilirdi. Akşam ve gündüz atmosfer birbirinden çok farklıydı. Çocuklar akşamları herkes gibi ateşin etrafına toplanıyordu. Karanlığın içinden siren sesleri geliyor, arama-kurtarma çalışmaları sürüyordu. Her yer toz-duman içindeydi, çocuklar pek uzaklaşmıyordu. Gündüz olunca yaşananlar tüm sertliğiyle daha belirgin hale geliyor, çocuklar enkazlarda dolaşıyor, oyun oynamaya çalışıyordu. Yerleştiğimiz yerin biraz ötesinde kaldırımın üstüne üzerlerine battaniye örtülmüş cenazeler dizilmişti. Çocuklar hep cenazelerin etrafındaydı.

Gündüz olunca yaşananlar tüm sertliğiyle daha belirgin hale geliyor, çocuklar enkazlarda dolaşıyor, oyun oynamaya çalışıyordu. Kaldırıma üzerlerine battaniye örtülmüş cenazeler dizilmişti. Çocuklar hep cenazelerin etrafındaydı.

Haberleşme imkânı da çok azdı. Elektrik yoktu. Yanımızda telefon, powerbank gibi ekipmanlar getirmiştik, yine de ancak yakınlarıyla iletişim kurabildi pek çok insan. Temel ihtiyaçlarla ilgili eksikler günlerce sürdü.

İlk gün tanıştığımız çocuklara yerimizi, önlüklerimizi gösterdik. İstedikleri zaman bize gelebileceklerini, merak ettikleri, sormak istedikleri şeyleri bize sorabileceklerini söyledik. Ertesi günden itibaren çocuklar bütün o kaos ve karmaşanın arasında gezinirken, oynarken, bizimle bağ ve göz teması kurmaya başladı. Her türlü duruma karşı çocukların ceplerine yakınlarının numaralarını yazdığımız birer küçük kâğıt koyduk, çünkü sürekli sallanıyorduk, çocuklar gündüzleri küçük gruplar halinde yakın çevrede yürüyor ya da oyun oynuyordu. Neyse ki hiçbir çocuğun kâğıtları kullanmaya ihtiyacı olmadı. Şimdi tüm o çocuklarla hâlâ iletişimdeyiz, neredeler, nasıllar biliyoruz, takip ediyoruz. 

Çocuklar için sağlıklı besin sağlamaya çalıştık. Meyve, sebze ve protein barındıran yiyecekler dağıttık. Ayrıca, vitamin, ek gıda sağlamaya çalıştık. Fikir ve Sanat Atölyesi Derneği’nin (FİSA) Çocuk Hakları Merkezi’nin çağrısıyla Afet Sivil Koordinasyon Ekibi kuruldu. Ekipte daha önce İzmir ve Van depremlerinde de çocuklarla çalışmış 100’ün üzerinde uzman yer alıyor. Böylelikle çocukların durumuyla ilgili geniş bir ağ üzerinden çalıştık.

Çok sayıda kayıp çocuk vardı, değil mi?

Ne yazık ki evet. Kayıp çocuklarla ilgili bizim de yer aldığımız bir ekip kuruldu. Ulaşılamayan çocukların verilerini toplamaya başladık, ailelere ve koordinasyon merkezlerine bu bilgileri aktardık. Sadece ilk dört günde sekiz kişi bana kayıp çocuklarla ilgili bilgi verdi. Liste giderek uzadı.

Listeleri karşılaştırılarak çocukların yakınlarına ulaşmaya çalışıyorduk. Bazen annesini, babasını, bazen dedesini, ninesini buluyorduk. Kayıp çocuklar konusunda tarifsiz bir korku ve kaygı hâkimdi. Bir yandan da üçüncü günden itibaren, Hatay özelinde Suriyeliler üzerinden bir ırkçılık pompalanmaya başlanmış, nefret söylemi yayılmıştı. Halbuki bulunduğumuz yerde çok sayıda Suriyeli vardı. Onlar da aynı enkazlardan çıkmış, aynı dayanışmanın içindeydiler. Onların da çocukları kaybolmuştu.

Bu büyük afeti bir katliama çevirenler çocuklara karşı yükümlülüklerini de yerine getirmedi. Onları korumadı, ihtiyaçlarını hiç düşünmedi, ampütasyon gibi çok zor ameliyatları yanlarında yakınları olmadan geçirmelerine sebep oldu.

Kimi çocuklar enkazdan sağ çıkarılıyor, varsa bir sağlık çalışanının kucağına veriliyor, ardından çocuklar şehirdeki hastanelerin hepsi yıkıldığı için başka şehirlere gönderiliyordu. Bundan sonra çocuklar kayboluyor, ebeveynler çocuklarına ulaşamıyordu. Annesi, babası veya yakınıyla çıkarılan çocuklar ailelerinden ayrı hastanelere gönderiliyorlar ve sonra aile üyeleri birbirlerine ulaşamıyordu. Süreçle ilgili hiçbir kayıt tutulmuyordu. Ambulansa babasıyla konulan bir bebek günler sonra başka bir şehirde bulunabiliyor ya da ailesinin bir ay boyunca aradığı çocuk aslında çoktan hayatını kaybetmiş ve kimsesizler mezarlığına defnedilmiş olabiliyordu.

İnsanlar durmaksızın çocuklarını arıyordu. Biz de çocukların hangi hastanelere götürüldüklerini, yanlarında kimlerin olduğunun bilgisini dört koldan toplamaya çalıştık. Topladığımız verileri Sağlık Bakanlığı’nın verileriyle karşılaştırdık. Bulunan çocuklar da oldu. Bana bildirilen bir çocuk Adana’da hastanede çıktı. Kaybolan çocuklar da çoktu. Hâlâ bulunamayan çocuklar var.

Bu büyük afeti bir katliama çevirenler çocuklara karşı yükümlülüklerini de yerine getirmedi. Onları korumadı, ihtiyaçlarını hiç düşünmedi, ampütasyon gibi çok zor ameliyatları yanlarında yakınları olmadan geçirmelerine sebep oldu. Bunca kayıp çocuğu “asrın felâketi” diye açıklamak mümkün değil.

Çocuklar ilk şokla birlikte travma içindeyken onlarla nasıl çalışabildiniz?

Çocukların güvenebilecekleri, soru sorabilecekleri, danışabilecekleri birilerine ihtiyaç duydukları çok belirgindi. Deprem yaşamış ebeveynlerinden bu desteği almaları çok güçtü.  İlkin biraz o boşluğu doldurmaya, çocukları kısa süreli de olsa rahatlatmaya çalıştık. Fiziksel ihtiyaçlar dışında çocukların ruhsal ihtiyaçlarını giderebilecekleri, konuşabilecekleri insanlar yoktu. Genellikle ebeveynler “Korkma, artık geçti” dışında pek bir şey söyleyemiyordu. Onlar da depremin şokunu yaşıyordu. Resim yoluyla sohbet etmek çok iyi geldi. Akşamları karanlık bastırdıktan sonra ateş başlarını geziyorduk. Daha sonra çadırları ziyaret etmeye başladık. Psiko-sosyal destek açısından ilk yapılabilecek şey çocuklara güvende olduklarını söylemek, yanlarında olduğunuz hissettirmektir.

Birkaç gün sonra Armutlu’dan çıkıp diğer koordinasyon merkezlerine geçtiniz. Bu süreçte çocuk çalışmaları nasıl gelişti?

Armutlu’da sadece toz ve enkaz vardı, bir de dayanılmaz bir koku… Koşullar barınmayı iyice zorlaştırınca bir araç ayarlayıp önce bebekli ve çocuklu aileleri Armutlu’dan çıkardık. En son kalanlar sadece yetişkinlerden oluşan, yakınlarının cenazelerini bekleyen insanlardı. Biz çocuklarla diğer koordinasyon merkezlerine geçtik.

Zehirli kimyasal maddeler etrafa saçılmış haldeydi. Açıkta elektrik kabloları vardı. Çocuklar böyle son derece tehlikeli ortamlarda geziyor, oyun oynuyordu. Onları tehlikeli alanların dışında tutacak, güven içinde oyun oynayabilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri alanlar yaratmak hayati önemdeydi.

Serinyol, Harbiye ve Samandağ ve Sevgi Parkı’ndaki koordinasyonlara destek verdik. Bu merkezlerde çocuk çalışmalarını başlattık ve çocuk çadırları kurduk. Temel gayemiz şuydu: Bu ağır koşulları çocuklar çok yoğun bir biçimde kendi özgünlüklerinde yaşıyor, ancak kendilerine ait güvenli, oyun oynayabilecekleri alanları yok.  Çocuklara “Burası sizin alanınız” demek için sırf onlara ayrılmış çadırlar kurduk.

Koşulları tekrar hatırlatayım: Hâlâ yıkılabilecek birçok bina vardı etrafta. Zehirli kimyasal maddeler etrafa saçılmış haldeydi. Açıkta elektrik kabloları vardı. Çocuklar böyle son derece tehlikeli ortamlarda küçük gruplar halinde geziyor, oyun oynuyor, etrafı keşfe çıkıyordu. Bu koşullar altında çocukları tehlikeli alanların dışında tutacak, güven içinde oyun oynayabilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri alanlar yaratmak hayati önemdeydi.

Kurduğumuz çadırlar çocuklar için bir özel alan oldu, çocukların sorularına yanıt alabilecekleri bir bilgi noktasına dönüştü ve belki de en önemlisi çocukların haklarının korunduğunu, korunacağını bildikleri bir yere haline geldi.

Depremle okullar da yıkıldı ya da kapandı. Çocuklar bir araya gelebildikleri, zamanlarının büyük kısmını geçirdikleri, sosyalleştikleri yerleri yitirdi.

Kesinlikle. Çocukların sosyalleşme ihtiyaçlarını karşılayabildikleri yegâne yerler maalesef okullar, başka alanları yok. Sadece fiziksel mekân anlamında da değil. Çocuğun günlük yaşamını anlamlandırabileceği, sosyalleşebileceği, akranlarıyla ilişki kurabileceği, rutinini sürdürdüğü yer okul. Çocuklar depremle birlikte bu “güvenli ortamı” da yitirdi. Çocuk çadırları bir rutin edinmelerini sağladı.

Çadırlarda görev alan arkadaşlar dönem dönem değişse de bazı arkadaşlarımızı sabit tuttuk. Böylece çocuklar aşina oldukları kişilerle iletişim kurabildi. Her gün aynı saatlerde çadırlarda çocuklarla beraber etkinlikler yapılıyor. Diyelim ki Serinyol’da her gün saat 15.00-16.30’da çocuklarla buluşuluyor. Çocuklar bunu bilerek oraya geliyor. Tekrar tekrar duyurmamıza gerek kalmıyor. Harbiye’de de, Samandağ’da da benzer bir örgütlenme var. Bu çocuklarda güven duygusunun yeniden oluşmasını sağlıyor. Bıraktığı şeyi geri döndüğünde yerinde buluyor. Deprem maalesef güven duygusunu aldı hepimizin elinden. Bu, çocuklar için de geçerliydi.

Çocuk çadırlarında ne gibi etkinlikler oluyor?

Çocukların kendilerini ifade edebilecekleri, duyguları üzerine konuşabileceğimiz oyunlar oynuyor, atölyeler yapıyoruz. Her etkinlikte “duygu çemberi” yapıyoruz. Başlarken “Bugün en çok ne hissettin, buraya gelirken aklında ne vardı?” diye soruyoruz. Bitirirken “Şimdi buradan hangi duyguyla ayrılıyorsun?” sorusuna cevap arıyoruz. Aslında böyle zor zamanlarda hepimizin ihtiyacı olan bir şeyi çocuklarla yapmaya çalışıyoruz. Yetişkinler de çoğu zaman duyguları üzerine konuşmaktan kaçınıyor.

Oyun çocuklar için yaşamsal öneme sahip, su gibi yemek gibi olmazsa olmaz bir şey. Çocuklar her koşulda, her yerde ve her şeyle oyun oynuyor. Yıkılan binaların olduğu tehlikeli alanlarda da durum böyle. O yüzden çocuk çadırlarında oynamaları çok önemli. Çadırlar aynı zamanda kalabalık kalınan çadırlara alternatif mekânlar oluşturuyor. Çocuklar günün her saatinde çadırlara gelebiliyor, vakit geçirebiliyor. Bazen sadece yalnız kalmak için ya da kitap okumak için geliyorlar.

Diyelim ki, çocuk sürekli enkazdan, cenazelerden bahsediyor, kepçe ve kamyonla oynarken binaları yıkıyor. Bunlar yetişkinlerin zihninde korkunç şeyleri canlandırıyor. “Bu çocuk herhalde toparlayamayacak” diye düşünebiliyorlar, ama aslında çocuk yaşadığı şeyi canlandırarak kendisini sağaltmaya çalışıyor.

Yakında geniş çaplı atölyelere başlayacağız. Tiyatrodan satranca, müzikten bilime, felsefeden toplumsal cinsiyete uzanan farklı başlıklarda pek çok atölye planlıyoruz. Bir kısmına başladık. Başka şehirlerde çocuklarla gönüllü çalışmalar yapan arkadaşlarımızın bölgeye gelişini planlıyoruz. Her hafta farklı illerden gönüllüler gelip çocuklarla çalışıyor. Çadırlara gitmeden önce bolca eğitim ve toplantı yapıyoruz. Deprem bölgesine gelmek isteyen ve çocuklarla çalışan pek çok ekiple bağlantı halindeyiz. Düzenli gelişlerini organize ediyoruz. Mesela Şubadap çocuk konseri bunlardan biri.

Elbette çadır hayatını aşan bir genişliği de hedefliyoruz. Çünkü aslında çocuklar her yerde. TÖP’ün kuruculuğunu yaptığı Her Yer Çocuk ekibi yılların deneyimiyle epey bir yol aldı çocuk çalışmalarında. Partinin, kadın çalışmalarının olduğu her yerin doğal bir öznesi çocuklar. Yıllar içinde bulunduğumuz her alanda çocukları önceleyen, dinleyen ve gören bir bakışı edindik. Deprem sürecinde bunu tekrar gördük. Herkes çocuklarla birlikte hareket ediyor, kimse onları uzaklaştırmıyor, çünkü normalde zordur bu, hele de o karmaşada. Böylece aslında bulunduğumuz bütün alanlar çocukların alanı oluyor.

Çocuklara sadece oyuncak dağıtıp giden ekipler de var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Maalesef çocuklarla vakit geçirmek çocuklara oyuncak verip onları kendi haline bırakmak gibi algılanıyor. Kendilerini ifade edebilecekleri, yeni bağlar kurabilecekleri, yaşadıklarını sağaltabilecekleri müşterek oyunlar çoğu zaman gözardı ediliyor. Oyunu birlikte oynamak çocukla kurulan ilişkiyi geliştiriyor ve aslında çocuğu gözlemlemeyi, dahası birlikte iyileşmeyi sağlıyor. Oyun çocuk için hem çok temel bir faaliyet hem de iyileştirici, sağaltıcı bir özelliğe sahip. Bu olmadığında asıl sorun başlıyor.

Çocuk sürekli eğitimden geçmesi, şekil verilmesi gereken bir hamur gibi algılanıyor. Ebeveynler de doğal olarak çocukların eğitimlerinin aksamasının kaygısını taşıyor. Biz çocukların şu anda eğitimden ziyade, sosyalleşmeye, sohbet etmeye, oyun oynamaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyoruz, söylüyoruz.

Depremlerin ardından yas sürecinde çocuklarla oyun oynamak yetişkinler için zor olabiliyor. Bu çok doğal bir tepki ama çocuğun da oyuna ihtiyacı var. Biz nasıl konuşarak kendimizi ifade etmeye, yaşadığımız bir olayı anlamlandırmaya çalışıyorsak, çocuklar bunu oyun oynayarak yapıyor. Çocuklar yaşadıklarını oyunlar, oyuncaklar üzerinden yeniden kurgulayarak hem ifade ediyor hem de anlamlandırıyor. Çocuklar yaşadıklarıyla böyle ilişki kurar, bunu tekrar tekrar yapar. Depremin ardından çocuklar sürekli kepçelerle, kamyonlarla yıkılan binaları, enkazları canlandırıyor, yani yaşadığı şeyi anlamlandırıyor.

Oyuna ve deprem bölgesindeki çocuk çalışmalarına dair bakış özünde toplumdaki hâkim çocuk algısınca belirliyor. Çoğunluk çocuğa sadece mutlu edilmesi, bir şey verilip gidilmesi gereken bir canlı olarak bakıyor. Oysa o da toplumun bir parçası, toplumda bir özne olarak var. Onun da herkes gibi zamana ihtiyacı var, ama kendi özgün koşullarında bakmayınca çocuğu ister istemez nesneleştiren bir tutum takınılıyor. Bu sadece bir algı değil. Somut, maddi yapılarda vücut bulmuş, başka sistemlerle iç içe geçmiş dev bir sistem. Bu sistem, deprem bölgesinde de kendini çeşitli biçimlerde gösterdi, göstermeye devam ediyor maalesef. Bir tarafta çocuklarla çok yüzeysel, sadece alma verme ilişkisi kuran bir bakış var. Oyuncak vermek bunlardan biri, ama çocukla ilişkilenmeyip sadece bir şey verip gitmek çok sorunlu. Oysa dayanışmaya ihtiyacı var çocukların, kalıcı, yapıcı, derin bir ilişkiselliği barındıran bir dayanışmaya.

Depremlerin ardından ülkenin pek çok yerinden kamyonlarla, tırlarla bölgeye oyuncak gönderildi. Bu hakikaten kıymetli bir iş. En genel haliyle çocuğu önemseyen, ona değer veren bir edim, ama bu bazı şeylerin gözden kaçmasına sebep olabiliyor. Her çocuk kendine özgüdür. Oyuncakların da çocuğun ihtiyacı üzerinden belirlenmesi gerekir. Travmasını tetikleyecek bir oyuncakla karşılaşabilir ya da hiç ihtiyacı olmayan oyuncak gelebilir. Mesela, Samandağ’daki çocuk çadırına yaklaşık bir kamyon oyuncak geldi, kamyonun içinden sadece üç yaşına uygun oyuncak çıktı. Ancak orada üç yaşında hiç çocuk yoktu. O bir kamyon oyuncakla ne yapacağımızı bilemedik. Buna benzer pek çok tabloyla karşılaştık. Yine bir köye bir tır bebek maması gelmişti mesela. Oysa orada da neredeyse hiç bebek yoktu.

Oyuncakların otobüsten atıldığını bile gördük.

Maalesef. Bunlar az önce bahsettiğim hâkim çocuk algısının birer örneği. Tırdan oyuncak fırlatmak, çocuğun eline para sıkıştırmak. “Çocuk bu, zaten unutur”, “oyuncak verince acısı geçecek” gibi bir bakış geri planda durmaksızın işliyor. Çocuğun hakkını gözeten, özgün ihtiyacını gören bir bakış değil bu. Çocuklar etkileniyor bu durumdan. Birkaç gün önce yine yaşadık. Çadırlara gelen çocuklar “Bir şey dağıtıyor musunuz, bir şey vermeyecekseniz gideceğiz” demeye başladı. Hâkim algı çocuklara doğrudan zarar veriyor. Biz ise gelen oyuncakları doğru bir şekilde koordine etmeye çalışıyoruz. Köylere giderken oyuncakları yanımızda götürmeye çalışıyoruz ve tanıştığımız, sohbet edebildiğimiz, konuştuğumuz çocukların tek tek ihtiyacını gözeterek oyuncakları veriyoruz ve beraber oyun oynuyoruz. İkincisi, oyun çadırlarına oyuncaklar koyuyoruz. O oyuncaklar oyun çadırının oyuncakları oluyor ve çocuk ertesi gün geldiğinde oyuncağı yine orada görüyor. Oyuncak o alanla ilişkilenebilmesinin bir vesilesi haline geliyor.

Benzer bir durum resim için de geçerli. Nasıl ki oyun çocuğun kendisini ifade araçlarının başında geliyorsa, çocuk dünyayı bu yolla anlamlandırıyorsa, resim de benzer bir işlev görüyor. Çocuk duygularını ifade etmeyi bilmediği, henüz öğrenmediği için ya da yeterli kelime dağarcığına henüz erişmediği için resim yoluyla ifade etmek istiyor kendisini. Odağımıza çocukların kendilerini ifade edebilmelerini koyduğumuz için tüm araçlardan faydalanmaya çalışıyoruz. Bu oyuncak da olabiliyor, resim veya oyun hamuru da…

16-18 yaş arası birçok tutuklu ve hükümlü çocuk var. Deprem bölgesindekiler ailelerine ulaşamadan başka şehirlere sevk edildi. Aileleri onları uzunca bir süre ziyaret edemedi. Bir kısmı çok uzak şehirlere gönderildi. Ailelerin çocuklarına ulaşması iyice zorlaştı.

Ebeveynler çocuklarını bu süreçte nasıl görüyor?

Diyelim ki, çocuk sürekli enkazdan, oyun oynarken sürekli cenazelerden, ölülerden bahsediyor ya da resim çizerken çok koyu renkler kullanıyor, kepçe ve kamyonla oynarken binaları yıkıyor. Bunlar doğal olarak yetişkinlerin zihninde çok korkunç şeyleri canlandırıyor. İster istemez “Bu çocuk çok kötü etkilendi, herhalde toparlayamayacak” diye düşünebiliyorlar. Ama aslında çocuk yaşadığı şeyi çiziyor. Bunu tekrar canlandırarak, resim ya da oyunla anlatarak kendisini sağaltmaya çalışıyor. Çocukları yaşamın ve yaşanan bu büyük yıkımın parçası bireyler olarak görmeden “Çocuktur, unutur, hemen onu eğlendirelim” bakış açısı da var.

Çocuğun duygu durumunu geçiştirmek gibi mi?

Evet, geçiştirme ve önemsememe ya da çocuk odaklı bakmamak. Bir taraftan da ebeveynler açısından bu yeni bir şey değil. Günlük yaşamın olağan akışında çocukların duyguları olan bireyler olduklarını pek kabul etmiyoruz.

Bir benzeri de çocuklarla yapılan işlerde kendini gösteriyor. Hemen çok büyük şenlikli, eğlenceli şeyler düzenlememek gerekiyor. Bizim zihnimizde maalesef eğlence ile oyun çok iç içe geçiyor. Elbette çocuklar da eğlenebilir. Ama burada da yine sadece gelme, oyununu sergileme, şarkısını söyleme, ardından gitme hali söz konusu olabiliyor. Burada bir ilişkiden bahsetmek mümkün olmuyor. Tek taraflı, kendine odaklı bir durum. Halbuki çocuğun çocuk odaklı bir bakış açısına ihtiyacı var. Öbür türlü çocuklar eğleniyor, gülüyor, kahkaha atıyor, ama orada kalıyor her şey. Çocuk kendisini ifade edemiyor. Halbuki tiyatro, müzik çocukların kendilerini ifade edebilecekleri araçlar. Bu yüzden kurduğumuz ağlarda çocuk bakışını merkeze almamız gerekiyor. Tiyatro oyunu sergilemektense çocuklarla tiyatro yapan ekiplerle çalışıyoruz. Daha sürdürülebilir, sürekli bir ilişkiyi arayan, çocuğu merkeze alan bir bakışı önemsiyoruz.

Aksi takdirde durum şuna dönüşüyor: “Çocuk aktif bir özne değil, her şeyi hemen unutabilir, geçiştirebilir.” Oysa çocuklar da yetişkinlerle aynı yıkımın içindeler ve onların da yas tutma, üzülme hakkı var. En önemlisi, zamana ihtiyaçları var. Tabii bir de çocuklarla çok genel bakılıyor. “Şuraya yüz tane çocuk toplayalım, oynatalım, gönderelim” denebiliyor. Halbuki çocuklar bu süreci kendi özgünlüklerinde yaşıyor. Bazı çocuklar yas tutmak istiyor olabilir. Bazı çocuklar oynamak istemiyor ya da başka oyunlar istiyor olabilir.

Bu gibi büyük “kriz anları” mevcut hâkim paradigmadaki sorunları iyice belirginleştiriyor. Mevcut çocuk politikasındaki sorunlar neler?

Her Yer Çocuk çalışmalarında bütünlüklü bir çocuk politikası savunuyoruz. Depremden önce de bunu savunuyorduk. Aksi takdirde hâkim çocuk algısı eğitimden hukuka ve hatta mimariye, sistemin bütün kurum ve yapılarıyla kendisini sürekli yeniden üretiyor. Sistemin esası da kapitalizm ve patriyarka. Çocukların yaşamak zorunda kaldığı her şey özünde politik ve sınıfsal. Mücadele de böyle olmalı.

Özellikle ergenlik dönemindeki oğlan çocuklarında, “çok hızlı bir büyüme” hali vardı. Tanıştığım çocukların birkaçı yakınlarının cenazelerini çıkarmak zorunda kalmıştı. Biz fark etmesek de çocuklar yaşanan zorlukları görüyor ve şöyle düşünüyor: “Gerekenleri yapmak için hemen büyümem lâzım.”

Çocuğun oyun hakkını, yeşil alan hakkını savunmadığımızda kentler yine ranta tabi olacak. Çocuklar sadece okul içinde var olan canlılara, küçük insanlara dönüşecek. Tersini inatla kurmadığınızda hâkim çocuk algısı sürüyor. Depremde de bunu gördük. Çocuk sürekli eğitimden geçmesi, şekil verilmesi gereken bir hamur gibi algılanıyor. Ebeveynler de doğal olarak çocukların eğitimlerinin aksamasının kaygısını taşıyor. Biz çocukların şu anda eğitimden ziyade, sosyalleşmeye, sohbet etmeye, oyun oynamaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyoruz, söylüyoruz. Pandemide de benzer bir durum yaşamıştık. Çocuklar neredeyse bir buçuk yıl okula gidememişti. Okullar açılır açılmaz çok yoğun bir ders programına, ödeve maruz bırakıldılar. Halbuki çocukların tekrar yan yana geldikleri andan itibaren en az birkaç ay oyun oynamaya ihtiyacı vardı.

Ebeveynler çadırlarda ders anlatmanızı istiyor mu?

Evet, ama bunu yapmanın şu anda çok da doğru olmadığını, çocukların zamana ihtiyacı olduğunu belirtiyoruz. Elbette kaygılarını anlıyoruz. Sonuçta bölgede kalan ailelerin neredeyse tamamı yoksul, işçi sınıfından. Çocuklarının lise veya üniversiteye giriş sınavlarında başarılı olması aile açısından büyük önem taşıyor. Okuması çocuğun hayatını kurtarması demek. Ama şu anda çocukların böyle bir kaygısı yok. Zaten bunu belli ediyorlar. Okula gönderilmeye çalışılan çocuklar gitmek istemiyor. Şehir dışına giden çocuklar için de geçerli bu.

Çok vahim bir mesele de cezaevindeki çocuklar. Bu konuda bir çalışma yapabildiniz mi?

Bu konu maalesef çok az gündeme geliyor. Özellikle 16-18 yaş arası birçok tutuklu ve hükümlü çocuk var. Deprem bölgesindekiler ailelerine ulaşamadan başka şehirlere sevk edildi. Aileleri onları uzunca bir süre ziyaret edemedi. Bir kısmı çok uzak şehirlere gönderildi. Ailelerin çocuklarına ulaşması iyice zorlaştı. Afet Çocuk Sivil Koordinasyon Ekibi’nden arkadaşlar bu konuyla ilgili epey çalışma yapıyor.

Bir diğer zorluk da deprem bölgesindeki hapishanelerde ebeveynlerin, çoğunlukla annelerinin yanında kalan çocuklar açısından yaşandı. Küçük yaştaki pek çok çocuk ve bebek zor günler geçirdi. Sağlık, adalet, milli eğitim ve içişleri bakanlıkları işleyiş açısında birbirinde kopuk.

Şu anda hâlâ hastanelerde tedavi gören, deprem bölgesinin dışına giden, sağlık sorunu olan çok çocuk var. Bölgeye dönmeleri çok zor. Hangi yakınlarının yanında kalacakları belirsiz. Ayrıca, bu süreçten daha çok etkilenebilecek özel gereksinimi, misal otizmli, down sendromlu çocuklar da var. Ortada hiçbir ciddi devlet politikası yok.

Bir de ebeveynlerini, en yakınlarını kaybeden çocuklar ailelerinden herhangi birinin yanında kalıyor. Bu da çocuk açısından tehlikeli olabiliyor. Normalde olması gereken bakanlığın bu çocuklar ile ilgili koruma programı geliştirmesi, ama “Çocuk olumsuz bir şey yaşayana kadar müdahale edemeyiz” diyorlar. Kötü bir şey yaşanacak, öyle müdahale edecekler!

Toplumsal cinsiyet rolleri açısından gözlemleriniz neler?

Deprem bazı grupları daha fazla ve farklı etkiledi. Kadınlar bunların başında geliyor. Patriyarka her koşulda varlığını sürdürüyor. Hâkim çocuk algısını belirleyen, çocuğu nesneleştiren bakışı sürdüren sistemlerden biri patriyarka demiştik. Çocuğu eve hapseden, o evde annenin eteğine yapıştıran bir sistemden söz ediyoruz. Deprem sürecinde de çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamak, çocuğa dair kararları vermek, düşünmek, kaygılanmak hep kadınların üzerindeydi. İlk günden itibaren, çocuğun tuvaletini nereye yapacağını aramaktan üşümemesi için etraftan bir şeyler bulmaya kadar, pek çok sorumluluğu kadınlar alıyor. Erzak dağıtım noktalarında ya da dayanışma merkezlerinde kadınlar çoğunlukta. Deprem öncesinde de çocuklar için bir şey istemek, kuyruğa girmek, sosyal yardım merkezlerine gitmek hep kadının göreviydi, çünkü erkekler “isteyemez”, patriyarka buna izin vermez. Diyelim, bir erkek çocuğun ihtiyacını yazdıracak, “çocuk kıyafeti” diyor sadece. Çocuğun kaç beden giydiğini bilmiyor, hatta çocuğunun yaşından bihaber olabiliyor. Mama, bez, ilaç isterken de durum böyle.
Bölgede çocuk çalışmalarının yanında kadın çalışmaları da yapılıyor. Oralarda bu konular konuşulabiliyor, tartışılabiliyor mu?

Tabii. Çalışmalarımızı Mor Dayanışma’dan kadınlarla ortak yürütüyoruz. Ortada çok çıplak bir gerçeklik var. Kadınlar ve çocuklar depremden daha yoğun şekilde etkileniyor. Kadınların ped gibi kendilerine özgün ihtiyaçları var. Bunun için ayrı mekanizmalar kurulmalı. Herkesten isteyemiyorlar. Benzer bir şey çocuklar için de geçerli.

Çocuk ve kadın çalışmalarını yan yana kurmak patriyarkal sistemi de besliyor. Bu tartışmayı da yürütüyoruz. Ancak, kadın ve çocuğu deprem koşullarında birbirinden ayırmak zor, şu anda teknik olarak imkânsız. Sistem bu birliktelik üzerine kurulu. Mesela, kadın çadırında kadınlarla bir buluşma olacak, kadınların kendi gündemlerini ve sorunlarını konuşabilecekleri, sohbet edebilecekleri bir iş yapılacak, mecburen çocuklarla da bir iş yapmamız gerekiyor, çünkü kadınlar çocuklarını bırakamıyor. Belki deprem öncesinde evde bırakabilirdi, ama çadırlar güvenli değil. Anneler pek çok şeyi tek başlarına düşünmek zorunda kalıyor. Çocuğun eğitimi ne olacak, çocuk nerede kalacak? Ebeveynler, özellikle anneler olarak bunu hesaplamak zorunda kalıyorlar.

Çocuklar da bir yas sürecinde. Çocukların çoğunun en merak ettiği ve kaygılandığı şey arkadaşlarının nasıl olduğu. Ebeveynlere “Çocukların arkadaşlarıyla telefonla konuşmasını sağlamak gerekir” diyoruz. Biz fark etmesek de çocuklar arkadaşlarını düşünüyor, merak ediyor, çünkü onların da sosyal yaşamı, kendi çevreleri var.

Çocuklar açısından da toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkili durumlar yaşanabiliyor. Özellikle ergenlik dönemindeki oğlan çocuklarında, tırnak içinde “çok hızlı bir büyüme” hali vardı. Belki depremden hemen önceki güne kadar çocuktu, ama depremle birlikte durum tamamen değişti. Tanıştığım çocukların birkaçı neredeyse iki gün boyunca yakınlarının cenazelerini çıkarmak zorunda kalmıştı. Bütün o işlere çocuklar koşturdu. Onları uzak tutacak bir mekanizma yoktu. Yakınını, annesini kaybetmiş kız çocukları da var. Buralarda toplumsal cinsiyet devreye giriyor. Kaç yaşında olursa olsun, kurtarma gibi daha “ağır işlerde” oğlan çocukları çalışıyor. Evi temizleme, çadırı çekip çevirme, düzeni kurma, küçük kardeşe bakma, çocuklarla oynama işleri kız çocuklarınca yeniden üretiliyor.

Çocuklar çocukluktan çıkıp hızlı büyümek zorunda kalıyor. Biz fark etmesek de çocuklar yaşanan zorlukları görüyor ve şöyle düşünüyor: “Gerekenleri yapmak için hemen büyümem lâzım.” Deprem koşullarında çok zor, ama bir yandan da çocuklar bunu istiyor, çünkü hâkim çocuk algısı çocukları yok sayıyor. Onlar da var olduklarını, sözlerinin değerli olduğunu kanıtlamak istiyorlar. Bu yüzden de ağır işlere girişip kendilerini göstermeye çalışıyorlar.
Bu biraz da “duygusal olarak kötü durumda değilim” deme çabası var mı?

Evet, bunu dile getiriyorlar zaten. Bazıları “ben iyiyim” diyor. O an “iyi” de olabilirler. Kimi ruhsal belirtiler hemen açığa çıkarken kimisi uzun zaman alabilir, bunu bilemeyiz. Herkes, her duruma olduğu gibi, depreme de farklı tepki verdi, farklı duygu durumları yaşadı. Ortaklıklar da var tabii. İlla da “Kötüyüm” demelerine gerek yok, ama ebeveynlerinin yanında belli etmemeye çalışıyorlar, çünkü çocuklar ebeveynlerinin de çok etkilendiklerinin farkında. Yanlarında ağlarlarsa onları zorlayabilirler, bunu biliyorlar. Hem anne babalarını üzmek istemiyorlar hem de güçlü kalmaları gerektiğini hissediyorlar. Bir sebep de duyguları ifade etmenin, ağlamanın zayıflık göstergesi olduğunu düşünmeleri. Burada kadın erkek veya yaş çok fark etmiyor. Toplumda böyle algılandığı için çocuklar da öyle düşünüyor.

Çocuklar en çok neyi özlüyor?

Çocuklar da yetişkinler gibi bir yas süreci içinde. Bu dönemde kendilerini kolaylıkla ifade etmelerini beklemek biraz haksızlık olur. Depremin ikinci günü bölgeye ulaştığımızda, çocukların çoğunun en merak ettiği ve kaygılandığı şey arkadaşlarının nasıl olduğuydu. Aynısı yetişkinler için de geçerli. Biz de etrafımızda kim var, kim yok, onlar için kaygılandık. Nasıl olduklarını merak ettik, telefona sarıldık. Çocukların bu imkânı yoktu. Çocukların pek çoğu öğretmenlerinin ve okullarının da iyi olup olmadığını merak ediyordu.

Ebeveynlere “Mümkünse çocukların arkadaşlarıyla telefonla konuşmasını sağlamak gerekir” diyoruz. Biz fark etsek de etmesek de çocuklar arkadaşlarını düşünüyor, nasıl ve nerede olduklarını merak ediyor, çünkü onların da sosyal yaşamı, kendi çevreleri var. Çocuk belli etmiyor, dalga geçiyor, hiç etkilenmemiş gibi davranıyor olabilir, ama aslında birçok yetişkin de böyle yapıyor. Bu çok doğal, insani bir tepki. Çocuğun neyi ne kadar yaşadığını, hangi baş etme mekanizmalarını kullandığını, nasıl tepki vereceğini bilemeyebiliyoruz. Bu onu daha zayıf ya da umursamaz yapmıyor. Hepsi bu olağanüstü durum karşısında verilen olağan tepkiler. Bir yandan uzun zamandır Her Yer Çocuk çalışmaları yaptığımız için az çok neyi özlediklerini görebiliyoruz.

Bölgede daha önce Her Yer Çocuk çalışmaları yapıyor olmanız örgütlenmeyi kolaylaştırdı mı?

Çok faydasını gördük. Yapmaya çalıştığımızı daha rahat anlatabildik. İlk defa gelen bir ekip olsaydık ne yapmaya çalıştığımızı özellikle çocuklara anlatmak, göstermek uzun sürebilirdi, ama Hatay’da çocuk çadırları kurduğumuz her yerde daha önce çocuklarla bir araya gelmiştik. Tanıştığımız ebeveynler Her Yer Çocuk ekibini az çok duymuştu. Geçmişten bir parçayı tekrar yaşamak, deprem öncesindeki bir rutini tekrar görmek hem insanlara kendilerini iyi hissettiriyor hem de “Evet, eskiden vardı, hâlâ olabilir” duygusu veriyor.

Yüzlerce çocuk kayboldu, tek başına kaldı, haklarından mahrum bırakıldı, ihmal edildi, istismara uğradı, aç kaldı. Bunlar hâlâ sürüyor. Başlarını sokacak çadırları yokken 4-6 yaş arası çocuklara Kur’an kursu açıldı. Devletin bakmakla yükümlü olduğu çocuklar tarikat yurtlarına verildi. Kayıp çocuklarla ilgili etkin bir süreç yürütülmedi.

Depremlerden birkaç gün sonra iletişimde olduğumuz, daha önce düzenlediğimiz çalışmalara katılmış ebeveynlere mesaj gönderdik. Hem geçmiş olsun ve başsağlığı diledik hem de “Buradayız, çocuklarla beraber olmaya devam edeceğiz, gelebilirsiniz” dedik. Pek çok ebeveyn çok olumlu döndü, çok sevindi. Bizi tekrar karşılarında görmek onlara geçmişteki güzel zamanları hatırlatmış. Hep bundan bahsediyorlar.

Geçtiğimiz yaz Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali zamanında tanıştığımız çocuklar sürekli festivalden ve festival süresince Her Yer Çocuk ekibiyle yaptıklarımızdan bahsediyor. Bunun hafızasının oluşması çok kıymetli. Yaz boyu birlikte zaman geçirdiğimiz çocukların bir kısmına hâlâ ulaşamadık, onları merak etmeye, onlara ulaşmaya çalışmaya devam ediyoruz. Şehir değiştiren çocuklara, gittikleri yerlerdeki Her Yer Çocuk ekibinden arkadaşlar ulaşıp çalışmalarımıza dahil etmeye çaba gösteriyor. Bölgeden yoğun bir göçün yaşandığı Mersin’de Her Yer Çocuk çalışmaları aktif bir biçimde sürüyor. Yaz okullarımızda Her Yer Çocuk çalışmalarının aktif öznesi olan çocuklarla bölgede birlikte çalışıyoruz. Tüm işlere aktif katılıyorlar, bir parçası haline geliyorlar, tıpkı önceki yazlar gibi emek veriyorlar.

İktidar medyası bir süre önce Her Yer Çocuk çalışmalarını ve sizi hedef gösterdi. Sizce neden?

En temel neden iktidarın halkı enkaz altında bırakması. Enkaz başlarında ilk andan itibaren devrimciler, sosyalistler vardı. Devlet ve iktidar tarafından yalnız bırakılan halk müthiş bir dayanışma örgütledi. Devrimciler burada aktif rol aldı, güven yarattı, canla başla çalıştı. Bunlar iktidar cenahında elbette rahatsızlık yarattı.

Çocukları korumakla, güvenliklerini sağlamakla, haklarını hayata geçirmekle yükümlü devlet hiçbir şey yapmadı. Yüzlerce çocuk kayboldu, tek başına kaldı, haklarından mahrum bırakıldı, ihmal edildi, istismara uğradı, aç kaldı. Bunlar hâlâ sürüyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı üzerine düşeni ya hiç yapmadı ya da çok eksik yaptı. Tüm bunlar çok çıplak şekilde ifşa oldu. Öfkeleri, karalama çabaları, bizi hedef göstermeleri bundan kaynaklanıyor, çünkü onların yapmadığını özgücümüzle, halkla birlikte yaptık.

Erdoğan çocuklara para, oyuncak fırlattı. Başlarını sokacak çadırları yokken 4-6 yaş arası çocuklara Kur’an kursu açıldı. Devletin bakmakla yükümlü olduğu çocuklar tarikat yurtlarına verildi. Kayıp çocuklarla ilgili etkin bir süreç yürütülmedi. Tabii bizi tebrik etmelerini beklemiyorduk. Her zaman olduğu gibi çocuklardan yana olmaya, çocuk hakları temelli bir politikayı savunmaya ve her yerde pratiklerimizi yeşertmeye devam edeceğiz.

İnsanlar deprem bölgesinin yeniden inşasını iktidar ve müteahhitlerine bırakılmaması gerektiğini söylüyor. Bu süreçte, mahalle meclislerinde ya da taban örgütlenmelerinde çocuklar da karar alma süreçlerine dahil olabilir mi?

Çocukların karar alma süreçlerine dahil olmasını çok önemsiyoruz, koordinasyon merkezlerinde hayata geçirmeye çalışıyoruz. Tabii yetişkinler olarak çok sabit ve sınırlı mekanizmalar düşünüyoruz, ama çocuklar için bu çok geçerli değil. Daha geçişken, çok yönlü bir mekanizma söz konusu onlar açısından.

Çocuklar sözlerinin dinlendiğini görünce daha çok katılım sağlıyor. Çocukları özne olarak gördüğümüz sürece bu mekanizmaları daha iyi inşa edebiliriz. Halk meclislerinin bölge sakinlerinin geri dönmesiyle daha iyi işleyeceğini düşünüyoruz. Çocuklar da tıpkı şimdiki gibi çalışmaların parçası olacaklar.

Burada, 1918 Şubat ayında, Ekim Devrimi’nden birkaç ay sonra imzalanan Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi’ni anmakta fayda var. O günün koşullarında çocuğu özne olarak tarif eden, sağlıktan ailenin içindeki konumuna kadar çocukların bütün haklarını kabul eden ve anayasal güvence altına alan bir bildirgeden bahsediyoruz. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nden yıllar önce imzalanmış. Ekim Devrimi sonrası ülkenin yeniden inşası sırasında, çocukların haklarının korunduğunun ve birer özne olarak görüldüğünün simgesi bu bildirge. Biz de bu bildirgeyi hayata geçirmek, hâkim çocuk algısını yıkmak için çabalıyoruz.

Önümüzde çok zor yıllar var. Pek çok kriz iç içe geçiyor, artık felâket yaşanmayan bir yıl hatırlamıyoruz Öte yandan, başta sınıf mücadelesi ve kadın hareketi, mücadeleler de yükseliyor. Dünya halkları başka bir düzen için mücadele veriyor. Tam da bu noktada “Çocuklar da varlar” diyoruz. Onları dahil etmeden, aktif özne olarak görmeden, şimdiden onlarla yan yana gelmeden herhangi olumlu bir değişim mümkün değil. Her Yer Çocuk bu savununun pratiğini yapmaya çalışıyor. Çocuklardan öğrenerek ilerliyor. Çocuklarla genişliyor, şekillenip zenginleşiyor. Zorlandığımda içimden hep “Çocuklara güven” diyorum. “Çocuklara güven, onlar güçlü ve müthiş bir potansiyele sahipler.” Bu potansiyeli açığa çıkarmak, haklarını tanımak ve hayata geçirmek, çocuk hakları hareketini büyütmek hepimizin görevi. Diğer tüm mücadele alanlarıyla yan yana da getirebilirsek, ki pek çok yerde geliyoruz, ortaya çok zengin bir dinamik çıkacak. Hem de çocuklarla birlikte, daha eğlenceli ve renkli bir dinamik.

^