ÜTOPYACILIK, YENİDEN

Emre Yeksan
30 Ekim 2021
Konstatin Yuon, Geleceğin İnsanları (1929)
SATIRBAŞLARI

Bambaşka bir dünyanın hayalini kurmak kendi başına bir eylem olarak devrimci bir pratiğe dönüştürülebilir mi? Bu yazı bu basit, ama önemli sorudan hareketle ortaya çıktı. Kapitalizmin kendisini tek ve mutlak küresel gerçeklik olarak dayattığı, kapitalizmin sonrasını düşünmeye dair imkânların neredeyse ortadan kalktığı, içinde yaşadığımız düzeni yansıtan distopik anlatıların popüler kültüre egemen olduğu bir çağda, ütopyacı hayal gücünü muktedir kılmanın yollarını aramayı yeterince başarabildiğimizi söylemek zor.

Bugün bize dayatılan korkunç koşullara, baskıya, gittikçe artan yoksulluğa ve yoksunluğa karşı harekete geçebilmek için bunların ötesine bakabilmeye, başka türlü bir hayatın hem mümkün olduğuna inanmaya hem de onu arzulamaya ihtiyacımız var. Neyse ki, içimizdeki ütopik arzuyu canlandıracak güce sahip bir fikir, aldığı bütün yara berelere rağmen, hâlâ elimizin altında.

Bir ütopya olarak komünizm

Bu fikrin adı, tahmin edilebileceği üzere, komünizm. Fakat bugün onu yıkıma uğramış bir ideal olarak geçmişe sıkıştıran bir hatalar ve yenilgiler tarihi var. Ütopik arzunun bir dışavurumu olarak komünizm fikrinin güncelliği ve onu saplandığı melankolik geçmişten koparıp yeniden geleceğe taşıma gerekliliği uzun yıllardır üzerine yazılıp çizilen, tartışılan bir konu[1]. Komünizmi kitlelerin mücadele azmini yeniden harekete geçiren bir hedef haline getirmek “tarihin sonu”nun geldiğine ikna olmayı reddeden, kapitalizmin ötesinde bir hayatın mümkün olduğunu düşünen insanlar için önemli bir çaba. “Ütopyalar neye yarar?” sorusu tam olarak burada devreye giriyor.

Marksist düşünürler arasında ütopyaların mücadele açısından önemini savaşa dair bir metaforla ifade eden belki de tek kişi Walter Benjamin. Baudelaire üzerine tuttuğu notlarda, siyasi ütopyanın işlevinin “imha edilmesi gereken hedefin bulunduğu mıntıkayı aydınlatmak” olduğunu söylüyor.

Bu konu üzerine çalışmış marksist düşünürler arasında ütopyaların mücadele açısından önemini savaşa dair bir metaforla ifade eden belki de tek kişi Walter Benjamin. Baudelaire üzerine tuttuğu notlarda, siyasi ütopyanın işlevinin “imha edilmesi gereken hedefin bulunduğu mıntıkayı aydınlatmak[2] olduğunu söylüyor.

Bu açıdan baktığımızda, ütopyalar işçi sınıfı ve mücadelesi için birer silah değilse de vurulacak hedefi ortaya çıkaran, onu görmemize yardımcı olan araçlar. O anlamda silah kadar da kullanışlılar, çünkü geleceğe doğru ışık tutarken o geleceğin önündeki engelleri aydınlatırlar.

Peki, o gelecekte ne var? Aslında komünizm dediğimiz bu karmaşık ve katmanlı idealin özünü tek bir cümleyle ifade etmek mümkün: Herkesin becerisi ölçüsünde katkı verdiği, ihtiyacı ölçüsünde aldığı, sömürü ve tahakküm ilişkilerinden arındırılmış bir toplumsallık. Ama bundan bir adım öteye gidip bu toplumsal varoluşun koşulları ve işleyişi üzerine düşünmek birçok soru işaretini de beraberinde getiriyor.

Teorik soruların ağırlığı bir yana, kapitalizmin ötesinde, eşitlik temelinde inşa edilecek bir topluma dair gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız sıradan, basit ve pratiğe yönelik sorulara gereken dikkat pek verilmiyor. Devlet olmadan yaşam nasıl örgütlenecek? Mülkiyet ilişkileri nasıl olacak? Kimse hiçbir şeye sahip olamayacak mı? Patronların kazanç motivasyonu olmadan üretim nasıl sürdürülecek? Fabrikalar nasıl ayakta kalacak? Enerji üretimi ve dağıtımı nasıl yapılacak? Suya ve kaynaklara erişim nasıl sağlanacak? Kent yaşamı nasıl örgütlenecek? Hangi evlerde kimler oturacak? Aile kurumu bütün marazlarına rağmen var olmaya devam edecek mi? Cinsiyetler, ırklar, kültürler ve türler arası ilişkiler nasıl düzenlenecek? Bireysel ve toplumsal düzlemde şiddet nasıl önlenecek? Asayiş nasıl sağlanacak? Ceza sistemi nasıl olacak? vb.

Konstantin Yuon, A New Planet (1921)

Bu sorular toplumda komünizme dair en yaygın şüpheciliğin de araçları genelde. Biraz da bu yüzden olsa gerek, başa bela olan bu soruları cevaplama gerekliliğine farklı açılardan karşı çıkılıyor. Örneğin, bunların bugünkü mücadelenin meselesi olmadığı, böylesi “geleceği tasarlama” girişimlerinin bizi yanılgılara sürükleyeceği söyleniyor. Ya da bunların tam olarak şimdiki düzenin meseleleri olduğu, kapitalizm sonrası oluşacak toplumsallıkta bu soruların da geçersiz kalacağı iddia ediliyor.

Bu reddedici tavırların işimizi kolaylaştırmadığı bir gerçek. Çünkü bunlar istesek de kaçamadığımız, örgütlenme ve mücadele süreçlerinde sürekli karşı karşıya kaldığımız sorular. Bu nedenle de üzerine düşünülmesi gereken esas mesele şu olabilir: Bu sorulara cevap aramanın ve bu konularda somut fikirler önermenin kendisi başlı başına örgütlenmenin hem aracı hem de fikri dayanağı haline getirilebilir mi? Bu mümkün, hatta bugün için devrimci siyasetin elindeki yeterince denenmemiş önemli imkânlardan biri. Fakat bunun pratikte nasıl yapılacağının arayışına girmeden önce, marksizm geleneğinde bildiğimiz anlamıyla ütopyacılığa dair eleştirilerdeki önemli vurgulara dönüp bakmak iyi olur.

Bildiğimiz biçimiyle ütopyacılığın sınırları

Hem Marx ve Engels’in metinlerinde hem de sonraki marksist literatürde ütopyacı sosyalizmlere dair öncelikli eleştiriler bu akımların düşünsel içeriğinden çok, ortaya koydukları pratik öneriye, ütopyacı düşünme biçimlerinin toplumu doğal bir evrimle eşitlikçi bir varoluşa yönelteceği fikrine yönelikti. Ütopyacılığa atfedilen karşı-devrimcilik başka türlü bir dünyanın nasıl olabileceğine dair düşünme çabasının kendisini sorunlu bulmaktan ziyade, bu tahayyülün kendiliğinden gerçekleşeceğine ya da salt bu tahayyülün varolmasının kendisini gerçekleştirmeye yeteceğine dair idealist yoruma tepkinin bir sonucuydu[3].

Hatta Ulus Baker de bu ilk dönem sosyalistlerinin “ütopyacı” oldukları için değil de “adam gibi” ütopyacı olmadıkları için Marx’ın şimşeklerini üzerlerine çektiğinden bahseder[4]. Dolayısıyla, bu eleştirilerde ütopyacı akımların sosyalizmin gelişmesine yaptığı önemli katkılara da değinilirken esas vurgunun ortaya konan toplumsal tasarımların tarihin doğal akışı içinde kendiliğinden gerçekleşeceği beklentisine ve bunun atıllaştırıcı etkilerine yapıldığı söylenebilir.

Günümüz marksizminin yeniden keşfetmekte pek geç kaldığı bir ‘ütopya’ düşüncesinin ruhsuz bir dünyaya ruh olabileceğini” söyleyebilir miyiz? Üç temel eleştiriyi, ütopik fikirlerin atıllaştırıcı olma ihtimalini, içerdikleri imkânsızlık imasını ve içinde yaşadığımız maddi koşulların hayal gücü üzerindeki sınırlayıcı etkisini akılda tutarak nasıl hareket edilebilir?

İkinci olarak, ütopya kavramının uzun bir süre boyunca imkânsızlık düşüncesini içinde taşıyan, negatif bir anlamda kullanılması ütopyacı sosyalizme dair itirazların bir diğer kaynağıydı. Geleceğin toplumuna dair üretilen tasarıların daha en baştan bu imkânsızlık yargısıyla geçersizleştiğini ve bunun mücadeleyi yükseltmek bir yana, her türlü devrimci girişime ket vuracak bir özellikte olduğu çokça vurgulandı[5]. Politik mücadelenin hedeflediği hayatın mümkün olduğunun tartışmasız olması gerekiyordu.

Eleştirilerin temel dayanaklarından kanımca en önemlisi, ama bir o kadar tartışmaya açık olanı ise hayal gücümüzü belirleyenin içinde yaşadığımız nesnel koşullar olduğu, bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünüleceği tespitiydi. Buradan hareketle, Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde komünizmi oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal olarak değil de “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” olarak tanımlamayı tercih ediyordu[6].

Geleceğin komünist toplumunun kendi içinde oluşacak devinimi ve o devinimden ortaya çıkacak ihtiyaç, arzu ve potansiyelleri bugünden tasvir etmenin, o devinimi öngörmenin içinde yaşadığımız kapitalist gerçekliğin yarattığı nesnel koşullara tabi olan zihnimizin sınırlarının ötesinde olduğu düşüncesi de materyalist açıdan ütopik düşüncenin imkânsızlığına dayanak kabul ediliyor.

Peki, Ulus Baker’in iddia ettiği gibi, “günümüz marksizminin yeniden keşfetmekte pek geç kaldığı bir ‘ütopya’ düşüncesinin ruhsuz bir dünyaya ruh olabileceğini”[7] gerçekten söyleyebilir miyiz? Bahsi geçen üç temel eleştiriyi; ütopik fikirlerin atıllaştırıcı olma ihtimalini, içerdikleri imkânsızlık imasını ve içinde yaşadığımız maddi koşulların hayal gücü üzerindeki sınırlayıcı etkisini akılda tutarak nasıl hareket edilebilir?

Yüksel Arslan, Sınıflar, Arture 156, Kapital VI (1971)

Ütopyacılığı bir pratik olarak yeniden ele alacaksak eğer, geleceğin toplumunu ve toplumsal ilişkilerini tasarlamanın veya öngörmenin bu riskli taraflarını göz önünde bulundurarak hareket etmek yine de mümkün mü? Şimdi bu soruları cevaplayabilmenin ipuçlarını aramaya başlayalım.

Yeni bir ütopyacılık mümkün mü?

Bu arayışın ilk aşaması ütopyayı sabit ve mutlak değil de kendi içinde değişen, sürekli devinim halinde olan bir pratik olarak tanımlamak olabilir. Henüz gelmemiş olan bir zamana dair net ve detaylı ifade edilmiş, fakat mutlak olmadığı baştan kabul edilen, her an yeniden şekillenen, olumsal tahayyüller üretilebilir mi? Ütopyacılığı kati bir hedef tasarımı olarak değil de akışkan bir pratik olarak düşünmek marksist geleneğin işaret ettiği eleştirileri aşıp hayal gücünü yeniden örgütlememize ve mücadelenin pratikleri arasına katmamıza yardımcı olabilir.

Ütopya denince akla gelen metinler, ister Thomas More, Edward Bellamy veya Aleksandr Bogdanov’un kitapları gibi edebi formda, ister Charles Fourier ya da Robert Owen’daki gibi teorik bir üslupla yazılanlar olsun, çerçevesi belirlenmiş, bütünlüklü ve, anlatısal özü itibarıyla, kurmaca evrenlerin tasvirlerinden oluşuyor. Ütopyayı bu sınırları çizilmiş, kapalı ve neredeyse mühürlenmiş anlatılardan başka nasıl düşünebiliriz? Kapitalizm sonrası bir toplumsal yaşamın ayrıntılarını mutlaklaştırıcı olmayan, sürekli devinen bir formda tahayyül edebilmek için hayal gücünü alıştığımızdan farklı bir biçimde mücadele süreçlerine dahil etmeye ihtiyacımız olabilir.

Ne Yapmalı?’da, Lenin ütopyacılığa dair eleştirilerini ortaya koyduktan sonra bir şerh düşüp hayal gücünün aslında devrimci siyaset açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için Dmitry Pisarev’in şu sözlerini alıntılıyordu:

Lenin Pisarev’in şu sözlerini alıntılıyordu: “İnsan hayal kurma yeteneğinden büsbütün yoksun olsaydı, henüz şekillenmeye başlayan yapıtını hayalinde bütünlüklü ve tamamlanmış olarak canlandırmasaydı, insanı sanatta, bilimde ve pratik yaşamda büyük ve yorucu işlere girişmeye hangi itkinin sevk edeceğini kesinlikle düşünemiyorum.”

Eğer insan bu şekilde hayal kurma yeteneğinden büsbütün yoksun olsaydı, eğer ara sıra ileri koşup ellerinin altında henüz şekillenmeye başlayan yapıtını hayalinde bütünlüklü ve tamamlanmış bir tablo olarak canlandırmasaydı, o zaman insanı sanatta, bilimde ve pratik yaşamda büyük ve yorucu işlere girişmeye ve sonuna kadar yürütmeye hangi itkinin sevk edeceğini kesinlikle düşünemiyorum.[8]

Lenin bu vurgusunda haklı. Politik olarak harekete geçebilmek için hayal gücüne, hedeflediğimiz hayatı bütünlüklü biçimde tahayyül etmeye ihtiyacımız var. Geçen yıl sonunda yayınlanan “Bir diyalektik sıçrama tasavvuru” başlıklı yazıyı şu cümleyle bitirmiştim: “…var olanı yıkabilmek için öncelikle başka türlüsünü hayal etmek gerekiyor.”

Fakat diğer yandan, zihnimizin, dolayısıyla hayal gücümüzün sınırlarını bizi çevreleyen nesnel koşulların belirlediği de bir gerçek. Yine de, içinde yaşadığımız o kulübenin, bizi çevreleyen nesnel alanın ütopik izler, başka dünyalara açılan çatlaklar içermediğini, kaskatı, aşılmaz bir gerçeklikte yaşadığımızı kim iddia edebilir? Mevcuttan hareketle henüz varolmayan şeyleri hayal edebildiğimiz herkesin kendi gündelik deneyimlerinden, gündüz düşlerinden, geleceğe dair kurduğu hayallerden bildiği bir şey. Öte yandan, tarihte bugüne kadar gerçekleşen büyük kırılmalar yaşanan her ânın kendisinden sonra gelecek zamanların tohumlarını da içinde taşıdığının kanıtı değil mi? Hal böyleyken, devrimci siyasetin amacı “o tohumları çatlatıp yeşertecek olan gücü ortaya çıkarmak” olarak tanımlanabilir herhalde.

Yüksel Arslan, El, Arture, 153, Kapital II A

Komünizm: kolektif bir rüya

Ernst Bloch’un ifadesiyle, bir “somut ütopya” olarak komünizmden, elle tutulur bir eşit ve müşterek toplumsallıktan bahsediyorsak eğer, onu yeşertecek olan gücün tekilliklerdense kolektivitede saklı olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Ne var ki, bugüne kadar hem edebi hem de teorik formda üretilen ütopyalar kapalı metinler oldukları kadar, neredeyse bütünüyle bireysel üretim modellerine yaslanan, tek bir yaratıcı figürün ortaya çıkardığı anlatılardan oluşuyor. Bu yüzden de kurmaca evrenlere ve edebi formlara sıkışmaya, kolektif arzuların belli yazar ve teorisyenlerin tekil zihinlerinden damıtılıp indirgenmiş biçimleri olmaya mecbur kalıyorlar.

Peki, esas etkili olabilecek ütopyalar kolektif üretim yöntemleriyle ortaya çıkacaklar olabilir mi? Ya da bir geleceği tasarlama girişiminin tamamlanmış bir çıktısı olarak değil de ucu açık bir süreç olarak kolektif ütopya yazımının kendisi özgürleştirici bir örgütlenme pratiğine dönüştürülebilir mi?

Tarihte bugüne kadar gerçekleşen büyük kırılmalar, yaşanan her ânın kendisinden sonra gelecek zamanların Tarihte bugüne kadar gerçekleşen büyük kırılmalar yaşanan her ânın kendisinden sonra gelecek zamanların tohumlarını da içinde taşıdığının kanıtı değil mi? Hal böyleyken, devrimci siyasetin amacı “o tohumları çatlatıp yeşertecek olan gücü ortaya çıkarmak” olarak tanımlanabilir herhalde.

Marx’ın Alman İdeolojisi’nde yaptığı komünizm tanımını, “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket”i, ütopyaya alan açan bir dokunuşla yeniden ele alırsak, komünizmin “kolektif hayal gücünün eylem halindeki gerçekliği” olduğunu söyleyebiliriz belki de. Başka türlü bir hayatın ancak ona giden yolu katederken inşa edilebileceğini, bir kopuş ânıyla birlikte bir anda zuhur etmeyeceğini söyleyebiliriz. Kapitalizmi aşan, mutlak eşitliğe dayalı bir toplumsal tahayyül bireylerin tekil olarak kurgulayabilecekleri bir hayal, kendi başımıza gördüğümüz bir rüya değil de kalabalıklaştıkça büyüyüp somutlaşacak kolektif bir anlatı olabilir olsa olsa.

Ayrıntılara girmekten kaçınan, soyut ve parçalı bir gelecek tahayyülü, özellikle en başta saydığımız basit sorulara cevap aramaktan da kaçınıyorsa eğer, insanları mücadeleye ikna etmekte zorlanıyor. Ulus Baker de “20. yüzyılın sonlarından itibaren ‘marksizmin bunalımı’ adı verilen şeyin ütopyanın yitirilişi, rüyaları görmenin başkalarına bırakılışı[9] olduğunu söylüyordu. İnşa etmek istediğimiz dünyayı hayal etmeden, ona dair bir arzu geliştirmeden yola çıkmak, o inşa faaliyetine girişmek pek mümkün görünmüyor.

Marx’ın yaptığı komünizm tanımını, “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket”i, ütopyaya alan açan bir dokunuşla yeniden ele alırsak, komünizmin “kolektif hayal gücünün eylem halindeki gerçekliği” olduğunu söyleyebiliriz belki de.

Gelgelelim, kendi benliğiyle sınırlı bireyler olarak kurduğumuz hayaller de genellikle bizim için ürettikleri anlamı herkes için aynı biçimde üretemiyor. Bir rüya nasıl ancak ve ancak tek bir kişi tarafından görülebiliyorsa, ütopik düşünceler de onları tahayyül eden bireylerin zihinleriyle sınırlı anlatılar olarak kalıyor.

Bu durumu aşmak için belki de yapmamız gereken şey, başka bir dünya tahayyülünü mutlaklaştırmadan, onu sınırları çizilmiş bir proje haline getirmeye çalışmadan, ona dair arzunun bir örgütlenme pratiğinin içinde yeşermesini sağlamak, birlikte hayal etmenin, bir rüyayı kolektifleştirmenin henüz denenmemiş yeni yollarını aramak.

Yüksel Arslan, Arture, 55, (1964)

Devrimci bir ritüel önerisi: Ütopyacı temrinler

Bu arayıştan hareketle pratik bir öneride bulunmak istiyorum. Başka bir dünyanın hayalini birlikte kurabileceğimiz, onun ayrıntıları üzerine tartışabileceğimiz, kapitalizmi aşacak eşitlik temelli bir hayatın gündeliğine dair bütün sorularımızı birbirimize sorabileceğimiz buluşmalar yaratmak, bu tartışmaları örgütlenme pratiklerinin parçası yapmak hem sayısal anlamda çoğalmayı hem de mücadelelerde ortaklaşmayı kolaylaştırabilir.

Bu pratikler forumlar, grup seansları, yazma ve okuma kolektifleri, birlikte kurmaca metinler üretmeye yönelik oyunlar ve bunlara benzer başka bir arada düşünme denemeleri şeklinde tasarlanabilir. Bunlara toplu halde “ütopyacı temrinler” diyebiliriz.

Her ne kadar şimdiki zamanın bize dayattığı aciliyet hissi ve krizlerle dolu gündemin yakıcılığı karşısında naif, tali, hatta keyfî gelse de böylesi çabaların içerdiği potansiyelin ilk anda görünenden daha fazla olabileceğini düşünebiliriz.

Örgütlenmenin, programın, fiili mücadelenin yanında bu tip önerilere devrimci pratik içinde pek sıcak bakılmaması da aslında solun uzun süredir içinde bulunduğu krizi aşmak için yönteme dair elinin altındaki imkânları yeterince değerlendiremediğinin bir işareti olarak yorumlanabilir. Örneğin, araştırmalarında işçilerin düşünsel ve sanatsal üretimlerine odaklanan Jacques Rancière bu tarz işçi özgürleşmesi pratiklerinin “geleceğe hazırlanmanın bir yolu olduğu kadar kapitalist bir dünyada hayatta kalmanın da yolu[10] olduğunu söylüyor.

Bir rüya nasıl tek bir kişi tarafından görülebiliyorsa, ütopik düşünceler de onları tahayyül eden bireylerin zihinleriyle sınırlı anlatılar olarak kalıyor. Bunu aşmak için yapmamız gereken başka bir dünyaya dair arzunun bir örgütlenme pratiğinin içinde yeşermesini sağlamak, bir rüyayı kolektifleştirmenin yeni yollarını aramak.

Diğer yandan, Benjamin’in savaş metaforundaki gibi, bu tarz bir ütopik düşünme deneyiminin bugün dünyaya hâkim olan düzenin neden yıkılması gerektiğine de ışık tutacak olması en az işaret edeceği gelecek tasavvuru kadar önemli. Dolayısıyla, kolektif bir ütopya yazımı, geleceği görünür kılmanın ötesinde, bugünün dünyasını daha iyi anlamanın da bir yolu olabilir.

Bunlara ek olarak, bu tarz bir ütopyacı temrinler pratiği ütopya kavramının tarihsel dönüşümüne ve devrimci mücadele açısından işlevselliğine dair yukarıda bahsi geçen eleştirilere ve onlardan hareketle ortaya konan yapısal sorunlara da iki farklı açıdan çözüm üretebilir.

Bu sorunların ilki, ütopyaların bireysel olarak üretilen anlatı formları olması. Geri planında her ne kadar tarihsel birikim ve kolektif bir akıl olsa da, ütopya dediğimiz anlatıların çoğunlukla tekil bireylerin zihninden süzülen tahayyüllerden oluştuğundan bahsetmiştik. Bunları kendi kurduğumuz hayallere değil de daha çok başkalarından dinlediğimiz ve parçası olmadığımız hayallere benzetebiliriz. Ortaya konacak ütopyacı temrin pratikleri kolektif üretim yöntemleri ve tekil bireylere bağlı olmayan ortak anlatıların kurgulanması sayesinde bu sorunu aşabilir.

Yüksel Arslan, Kapital, Arture XII 163, (1972)

Forum tarzı çalışmalarla, karşılıklı diyalog ve tartışmalarla pratiğe dökülecek yaratıcı süreçlerin tek bir kişinin zihinsel birikimine bağlı olmayacak olması kolektif ve katmanlı bir hayal gücünün dışavurulmasını sağlayacaktır.

Bu konudaki diğer önemli yapısal sorunun ise ütopyaların kapalı, mutlak, mühürlenmiş bir yapıda olması olduğundan bahsetmiştim. Bir kitap ya da metin formunda, sınırları ve detayları net biçimde ifade edilmiş ütopik anlatıların etkisi ister istemez edilgen bir okuma düzeyinde kalıyor. Bu özellikler yazılı edebiyatın anlatı formlarıyla ve aktarım tarzıyla tamamen örtüşüyor. Fakat buna karşılık, ütopyacı temrinler yoluyla üretilecek ve her buluşmada yeni baştan şekillenecek anlatıların –kayıtları tutulsun ya da tutulmasın– sözlü edebiyatın uçuculuğuna, sürekli dönüşüme açık olan formuna ve olumsallığına daha yakın bir karakterde olacağını söyleyebiliriz. Bu da bize yazının kalıcılığından, keskinliğinden, mutlaklaştırıcı basıncından uzak, sözün uçuculuğuna, hayat gibi geçici oluşuna sığınabileceğimiz bir pratiğin de imkânını sunuyor. 

Peki, ütopyacı temrinler fiiliyatta nasıl düzenlenecek ve siyasi çalışmaların, örgütlenme faaliyetlerinin içine nasıl yedirilecek? Daha somut yöntemler ortaya atmaya çalışmak bu aşamada yanıltıcı olabilir, çünkü bu sorunun cevabı ancak daha kapsamlı tartışmaların ve yapılacak denemelerin sonucunda verilebilir. Bu yazının amacı yalnızca bir başlangıç noktası önermek; henüz sadece kaba hatlarıyla düşünülmüş, üzerine konuşulup tartışılması, geliştirilmesi gereken bir pratik arayışını paylaşmak.

Benjamin’in savaş metaforundaki gibi, ütopik düşünme deneyiminin bugün dünyaya hâkim olan düzenin neden yıkılması gerektiğine de ışık tutacak olması en az işaret edeceği gelecek tasavvuru kadar önemli. Dolayısıyla, kolektif bir ütopya yazımı bugünün dünyasını daha iyi anlamanın da bir yolu olabilir.

Ancak, bu önerinin kesinlikle mücadeleye dışarıdan eklenecek, ona yabancı bir unsur olmadığının da altını çizmek gerek. Çünkü bireysel olarak icra edilen bir ütopyacı düşünme pratiğinin aslında işçilerin, özellikle örgütlü ve devrimci işçilerin gündelik hayatına içkin bir eylem olduğuna sıkça tanık oluyoruz. Mesele bunun kolektifleştirilmesinin yollarını aramak.

9 Temmuz’da kaybettiğimiz genç maden işçisi, Bağımsız Maden-İş üyesi işçi önderi Ali Faik İnter 1+1Express’te yayınlanan video söyleşisinin sonunda, her geçen gün çetinleşen sınıf mücadelesini tırmandığımız sarp bir dağa benzetiyor ve o dağın ardında bizi bekleyen bir sahilden, müreffeh bir yaşamdan ve güzelliklerden bahsediyordu. Maalesef hayalindeki o güzelliklerin neler olduğunu, o sahilde nasıl bir hayatı düşlediğini bize daha net ayrıntılarıyla anlatamadan aramızdan ayrıldı.

Ali Faik bu düşleri tek başına kurmuyordu. Yoldaşları olarak o sahilin hayalini kuruyoruz her birimiz, ayrı ayrı. Ve biliyoruz ki, dağın ardındaki güzellikler henüz orada değil. Onları ancak biz, kendi ellerimizle yaratacağız. Bunun için de vakit kaybetmeden çalışmaya başlamak, ayrı ayrı kurduğumuz düşleri bir araya getirmenin, kolektif hayal gücünü örgütlemenin yeni yollarını aramak gerek.


[1] Melankoli buradaki anlamıyla en kapsamlı biçimde Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi (İletişim, 2018) isimli kitabında ele alınmış olsa da kavramın tarihi Walter Benjamin’in “Sol Melankoli” başlıklı yazısına kadar gidiyor. Bu konuda geçtiğimiz yıllarda yapılan tartışmalar için Wendy Brown’ın “Sol Melankoliye Direnmek” başlıklı yazısına da bakılabilir.

[2] Walter Benjamin, “Baudelaire”, La fabrique, 2013

[3] Fransız sosyalistlerine dair Komünist Manifesto’da ortaya atılan bu kendiliğindencilik eleştirisini Marx ve Engels daha sonraki metinlerinde de genişleterek ele alıyor.

[4] Ulus Baker, Marx’ın bir çift sözü var…

[5] Marx’ın (ve sonrasında daha kapsamlı biçimde Engels’in) Fourier ve Saint-Simon gibi erken dönem 19.yüzyıl sosyalistlerini eleştirel bir vurguyla “ütopyacı” olarak nitelemesinin önemli nedenlerinden birinin kavrama içkin bu negatif anlam olduğunu, başta Ernst Bloch ve Walter Benjamin olmak üzere, ütopya kavramını devrimci siyaset açısından yeniden kullanışlı hale getirmek isteyen birçok yazar dile getiriyor.

[6] ”Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz.” Karl Marx, Alman İdeolojisi, s. 43, Evrensel Basın Yayın, 2013, Çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez

[7] Ulus Baker, Marx’ın bir çift sözü var…

[8] Pisarev, “Olgunlaşmamış Bir Düşüncenin Yanılgıları”nı alıntılayan Vladimir İlyiç Lenin, Ne Yapmalı, s.186, Evrensel Basın Yayın, 2013, Çev: Arif Berberoğlu

[9] Ulus Baker, “Marx’ın Bir Çift Sözü Var” 

[10] Jacques Rancière, ”The issue is to manage to maintain dissensus

^