Hafıza Merkezi’nin dokümantasyon çabası ve gözaltında kaybedilenlerle, Cumartesi Anneleri’nin yılmadan izini aradığı insanlarla ilgili verileri 10-21 Mayıs tarihleri arasında bu sefer sanatın ifade gücüyle buluştu. Karşı Sanat’ın Galatasaray’daki yeni yerinde düzenlenen “Aşikâr Sır” sergisinde 266 kayıbın vesikalığı mermer taşlarda vücut buldu, bazıları İstanbul’da son görüldükleri yerlere ulaştı. Serginin hikâyesini Hafıza Merkezi’nden Kerem Çiftçioğlu, sanatçılar Anıl Olcan, Asya Leman ve fotoğraf arşivini açan Hacer Foggo’dan dinliyoruz.
Aşikâr Sır nasıl bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıktı?
Kerem Çiftçioğlu: 2017 yılının ocak ayında Hafıza Merkezi olarak fotoğraf, film, tasarım ve belgesel gibi kreatif alanlardan insanlarla bir araya geldiğimiz bir toplantı yaptık. Şu soruyu sorduk: “Daha yenilikçi yaklaşımları kullanarak zorla kaybedilenlerin hakikatini nasıl anlatırız?” Toplantıya kırk civarında insan katıldı. Katılımcılardan Anıl’ın (Olcan) önerisi bu sergiye önayak oldu. Fakat 4x4x4 cm ebatlarında bir küpün üzerine kayıpların vesikalık fotoğraflarını cyanotype baskı kullanarak basalım dediğinde ne onun ne bizim bunun nasıl uygulanacağına dair bir fikrimiz vardı. Adım adım ilerledik. Hafıza Merkezi’nin zorla kaybedilenler veri tabanında doğrulaması yapılmış 500 kişi var. Bu kişilerden 266’sının fotoğrafı arşivimizde vardı. Böylece ilk etapta bu sayıda mermer taş olması gerektiğini anladık. Taşlar ortaya çıktıkça bunun bir de tanıtım videosu olsun dedik, o noktada Asya Leman devreye girdi. Aslında bunun bir tanıtım videosu olmasını düşünüyorduk, süreç içinde bu da öngördüğümüzden daha katmanlı bir çalışma oldu. Daha sonra, taşların insanların alıkonuldukları yerlere anonim kişiler tarafından bırakıldığı bir kurgu hayal ettik. Bunu imkânlarımız dolayısıyla ancak İstanbul’da yapabilirdik, İstanbul’da kaybedilmiş insanları veri tabanında filtreledik. Sonra, video kadrajlarında semt bilgilerinin de görülebileceği yerleri seçtik. Böylece video, kişilerin alıkonuldukları yerleri hafızalaştıran ve kendi başına da bir iş değeri olan bir nitelik kazandı. Sergiden üç ay önce de Hacer (Foggo) fotoğraf arşivini Hafıza Merkezi’ne bağışladı, arşivinin dijitalleştirilmesini istemesi üzerine o da sergiye dahil oldu.
90’larda açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının olduğu bir dönemde Cumartesi Anneleri başladı. Basında yargısız infazlar için “çatışma” denilip geçiliyordu. Yargısız infaz haberlerini duyuran haber yapan bir avuç muhabirle “çatışmada öldü” denilen infazları aydınlatacak haberler yapıyorduk. Olayın yaşandığı mekânı, kurşun izlerini çekiyorduk ve yaşananların infaz olduğunu haberlerimizle anlatıyorduk.
Hacer Foggo: 90’lı yıllarda Cumartesi Anneleri eylemlerinde çektiğim fotoğraflar vardı. Çoğu negatif haldeydi, o dönemde kullandıklarımın yanısıra henüz gün ışığına çıkmamış, basılmamış olanlar vardı. Hafıza Merkezi’ne kullanmaları için bağışlamak istedim.
O dönemde bu fotoğrafları bir eylemci olarak mı, yoksa gazeteci kimliğinizle mi çektiniz?
Foggo: O dönem Söz ve Öküz dergilerinde çalıştım. Cumartesi Anneleri eylemlerine de her hafta gidiyordum. Dönemin basınında bu haberler yazılmıyordu pek. Hasan Ocak’ın annesinin henüz Cumartesi Anneleri yokken İstanbul Valiliğinin önüne gidip kendini zincirleme hikâyesini, Altınşehir mezarlığında Rıdvan Karakoç ve Hasan Ocak’ın aranması zamanlarında Cumartesi Anneleri eylemlerine gelişini ve ‘99’daki bitiş sürecini gösteren bir arşiv bu.
Hasan Ocak’ın kaybedilmesinin ardından annesinin yaptığı eylemleri takip ederek mi başladınız?
Foggo: Hüseyin Toraman’ın hikâyesiyle tanıştım aslında. İlk kayıplardan biri. 27 Ekim 1991 tarihinde, pazar kahvaltısı için alışveriş yapmak üzere Kocamustafapaşa semtindeki evinden çıkıyor ve evinin önünden kaçırılıyor. Sonra annesi Hatice Toraman’ın Hüseyin’i arayışı başlıyor. İsmail Bahçeci ile ilgili o dönemde SHP’de açlık grevi yapılmıştı. Ama Cumartesi Anneleri eylemi Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesinin ardından başladı.
İlk buluşmalar nasıldı?
Foggo: Gazetecilik yaptığım dönemde insan hakları muhabirliği yapıyordum. Mehmet Ağar’ların, Necdet Menzir’lerin dönemi. Yargısız infazlar çoktu. Açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının olduğu bir dönemde Cumartesi Anneleri başladı. Basında yargısız infazlar için “çatışma” denilip geçiliyordu. Yargısız infaz haberlerini duyuran haber yapan bir avuç muhabirle “çatışmada öldü” denilen infazları aydınlatacak haberler yapıyorduk. Olayın yaşandığı mekânı, kurşun izlerini çekiyorduk ve yaşananların infaz olduğunu haberlerimizle anlatıyorduk. Hafıza Merkezi nasıl bir hafızayı ayakta tutmaya çalışıyorsa, bizim yaptığımız gazetecilik de öyleydi. Beykoz ormanlarında kayıpları aramak, Altınşehir mezarlığına gitmek biraz öyle bir takipti. Cumartesi Anneleri eylemlerine emniyet de “kayıpları bulma otobüsü” gönderiyordu. Bazen provokatörler geliyordu. Ülkücüler gelip yürüyorlardı. Gözaltına alınmış çocuğundan haber alamayan anneler o alana gelmeye başladı. Hatice Toraman’ın yanında Elif Tekin, Emine Ocak, Baba Ocak oturdu. Acayip bir iletişim vardı. İnsan Hakları Derneği yürütücüydü. Türkiye’nin en yaşlı komünisti Mehmet Bozışık geldi, kardeşi Salih Bozışık ilk kayıplardandır. O da ölünceye kadar her hafta gelmeye başladı. Sanatçılar da geliyordu: Zeki Demirkubuz, Edip Akbayram… SHP ve CHP milletvekilleri de geliyordu. Hanım Tosun beni en çok etkileyen kişilerden biriydi. Çocuklarıyla birlikte geliyordu. Besna Tosun orada büyüdü. Metin Göktepe’nin öldürülmesinden sonra onun annesi de gelmeye başladı…
1995-99 arasındaki Cumartesi Anneleri eylemlerinin sonucunda hiç somut bir kazanım elde edilmiş miydi?
Foggo: O dönemde bir sürü platform vardı. Orası aynı zamanda çocukları, yakınları ölüm orucunda olanların da gelip Cumartesi Anneleri’yle dayanıştığı bir yer olmaya başladı. Barış Anneleri de gelmeye başlamıştı örneğin. Asker olan eşi suikaste uğrayan Tomris Özden’in de Cumartesi Anneleri eylemine gelerek sesini duyurmak istediği bir yerdi aynı zamanda. Yani faili meçhullerin, suikastlerin, ölüm oruçlarının, köy yakmaların yaşandığı bir dönemdi 90’lar ve bu dönemin mağdurları orada toplanıyordu. Bir taraftan da Galatasaray meydanı öğrencilerin, sanatçıların, kadınların sesini duyurduğu bir alandı.
Çiftçioğlu: Hasan Ocak’ın 1995’te zorla kaybedilmesinin ardından bunun tekil bir vaka olmadığı, bir örüntü olduğu anlaşılıyor. Onun kaybından sonra kamusal görünürlüğü olan bir şey yapalım deniyor ve Arjantin’deki Plaza de Mayo anneleri örneğinden referansla şiddetsiz oturma eylemlerine başlanıyor. Bu kimliğin oturması, annelerin meşru zemininin 90’lı yıllardaki devlet konseptine rağmen güçlü bir şekilde ortaya çıkması başlı başına bir kazanım. Ve ilk etapta sadece politize kişileri değil, diğer kayıp yakınlarının da sürece dahil edilmesi ve orada öğrenilen pratik… Tabii o yıllar bugünle karşılaştırılmamalı. O dönemde bir insanın bu işlerle uğraşması hayatının riske girmesi demek. Bugün söz konusu olan kitlesel bir şekilde kriminalize edilme, hapsedilme ve hak kaybına uğramak. Ama o zamanlar infaz riski var. Ölüm riski o dönem çok hissedilebilir bir halde. Cumartesi Anneleri de 1999 yılında 31 hafta üst üste gözaltıyla sonuçlanan polis müdahalesi sorasında eylemlerine ara veriyor. 2000’li yıllarda yaşanan görece demokratikleşme adımları ve 2008 yılından itibaren faili meçhul cinayetlere karıştığı bilinen kimi askerler hakkında iddianameler düzenlenmesiyle beraber 2009 yılında, bu sefer daha da geniş katılımlarla devam etme kararı alınıyor.
Tekil örnekler süreç içinde çoğalıyor ve yüzlerce insan kayıplarını aramaya başlıyor. Cumartesi Anneleri de inatla kanıt arıyor ve sözünü yükseltiyor. Ve gözaltında kaybedilenler serginin adının imlediği şeye dönüşüyor. Hem sır hem de herkes her şeyi aslında biliyor…
Foggo: 24 yıl önce kaybedilen Düzgün Tekin’in annesinin sesi hep kulağımdadır: “Dağlar, kuşlar, oğlumu bulun, Düzgün’üm nerede?” Bu haykırışı ve ardından olduğu yere yığılışını unutamıyorum.
Zorla kaybetmenin, kaçırılmanın alelâde bir metrobüs durağının yanında, bir kuruyemişçinin önünde olması olayın tam olarak burnumuzun dibinde olduğunu gösteriyor. Hafıza mekânı dendiğinde simgesel yerlere bakıyoruz, ama Avcılar’da iki katlı bir evin önü de basbayağı bir hafıza mekânı. Türkiye’deki adaletsizliğin işleyiş biçimlerini tam da gündelik hayatın içinde bulabiliyoruz.
Çiftçioğlu: Aşikâr Sır ismini bize Özgür Sevgi Göral önerdi. Avustralyalı kuramcı Michael Taussig’in zorla kaybetmelerle ilgili kullandığı bir kavram bu. Kaybetme fiilinin özellikle Türkiye bağlamında uluorta, hiçbir şekilde saklama ihtiyacı duymadan yapılışı ve hâlâ bir sırmış gibi davranılışı, hedefe aldığı kişiyi de “sırra kadem bastırması”ndaki ikiliği iyi anlatan bir tanımlama. Hem sır hem aşikâr. Bu ikiliği göstermesi bakımından bu ifadeyi çok güçlü bulduk.
Biraz sergiyi konuşalım. Anıl, sen bu işi yapmaya nasıl karar verdin?
Anıl Olcan: Hafıza Merkezi’nin hazırladığı raporlar ve diğer faaliyetlerle ilgili tasarım desteğine ihtiyacı olduğunu öğrenmiştim, nasıl destek verebilirim diye tanışmaya gitmiştim. Toplantıda çok yetenekli tasarımcılar vardı, ben de kendi ilgi alanımla ilgili bir prototip hazırladım. Kerem’in ve Özgür Sevgi Göral’ın kaybedilme pratiğine dair sunumlarından ve tartışmalardan yola çıkarak kayıpların vesikalık fotoğraflarının temsilinin kafamda oluşan fikirle örtüştüğünü düşündüm. Cyanotype, fotoğraf üretirken kullandığım bir teknik, ama onun solüsyonunu mermerle kullanmakla ilgili bir tecrübem yoktu. Bu mermerlerin vesikalık boyutlarında olmasının nedeni, fotoğrafları görecek olan kişilerin yakın bir ilişki kurmasını istemem. Cüzdanda taşıdığımız bir vesikalık fotoğraf kadar gündelik hayatın içinde bir nesneymiş gibi göstermek istedim. Gündelik hayatla doğrudan bir bağı olsun istedim. Bir de, mezar, dünyadaki varlığımızın simgesi ve bu insanların bir mezarı yok. Bu çok çarpıcı, bir insanı buralardan kaybedebilme gücünü kendinde bulabilmek bir kere çok vahşice.
Vesikalık ebatıyla fotoğrafları gündelik hayata yaklaştırıyorsun, ama mezar taşını andıran mermer ister istemez bir anıtı çağrıştırıyor. Bu tezatla nasıl baş ettin?
Olcan: Hafızayı temsil eden bir şey yapmaya çalıştığınız zaman, örneğin otuz yıl önce yaşanmış bir olayı oraya, o âna hapsetmek gibi bir tehlikenin içine düşebiliyorsunuz. Tarihin içinde böyle katılaştırıcı bir etki var. Anıt da biraz bu demek. Cumartesi Anneleri’nin hikâyesi ve mücadelesi devam ediyor aslında. Bunu salt hafıza çalışmasına indirgersek, bu mücadeleye köstek de olabiliriz. O küçük taşlar bizim gündelik hayatımızın bir tarafında aslında. Bu işleri Depo’nun çatı katında üretirken o vesikalıklarla çok vakit geçirdim. Kaybedilmenin yaşandığı bir toplumda yaşıyoruz, ama bu mücadelenin dışındaki insanlar kendi içlerinde de bir kayıp olduğunu kabul etmiyorlar. Farkında da değiller, insan olma vasıflarını böyle kurmuşlar. Bunu göstermek gerekiyor gibi geliyor bana. Leman’la videoyu çekerken büyük bir sessizliğin içine gömüldük mesela. Kayıp hikâyesiyle karşılaştığın zaman şok oluyorsun. Benim açımdan böyleydi. Bu yüzden formu da böyle yapmayı uygun gördüm.
Kamera bu sürece nasıl dahil oldu, süreci kaydetmek sizin için niçin önemliydi?
Asya Leman: Anıl henüz heykelleri üretiyordu, bu sürecin kaydını alsak mı diye düşünüyorduk. İşin fiziksel boyutlarına baktığımız zaman çok devasa bir durum söz konusu, 266 tane mermer heykelin yan yana gelmesi, sonra üzerine bu fotoğrafların nakşedilmesi. Cyanotype, güneş ışığına maruz kaldığı zaman açığa çıkan bir kimyasal. Dolayısıyla bu işin kendisinde de bir sırrı açığa çıkartmakla ilgili kuvvetli bir hissiyat vardı. Perpa’ya, Florya’daki Çınar Otel’e, Kocamustafapaşa’da bir sokağa, Gazi mahallesine gittik. Politik bir iş yaptığımın farkındaydım. Nerede durduğunu da biliyorsun. Ama kaybedilen bir kişinin yakını da bizimle gelmek istediği gün çok zor geçti.
Fehim Tosun için nereye gittiniz?
Asya Leman: Onun kaybedildiği yer evinin önünü. Kendi mahallesine gittik. Bugünkü Avcılar metrobüs durağına çok yakın. Aile başka bir yerde oturuyor artık. Yakını “ben her yıl mahalleyi ziyarete gidiyorum, bu sefer de sizinle gitmiş olurum” dedi. Ailenin o zaman oturduğu ev yıkılmış, yerine villa yapılmış. Öncelikle hepimiz için şok oldu. Heykel çantada duruyordu ve Anıl, Kerem, ben, üçümüz de çıkartamıyorduk, heykelin üzerinde babasının sureti vardı ve gerçekten o anda başka bir bağlamdaydık. Bütün bu adaletsizlikle yüz yüze geldik. O mermer olduğundan daha ağır oldu, zaman durdu, garip bir şekilde mesafeler açıldı, kapandı. Bir belgeselci olarak karşılaştığım en zor anlardan biriydi. Bununla beraber bu filmde gördüğümüz yerlerin hafıza mekânlarına dönüşmesine dair bir görevi üstlenebileceğini düşündük. İstanbul’da, hafızalarımıza çok farklı şekilde kazınabilecekken tarihi sürecini kaçırdığımız bir sürü mekân var. Perpa bugün baktığımızda alelade bir alışveriş merkeziyken, başka bir açıdan baktığımızda Erdoğan Şakar’ın kaybedildiği yer. Çınar Otel Florya’da denize nazır muazzam bir otel, ama üç kişi otelin önünden kaçırılıyor.
Olcan: Zorla kaybetmenin, kaçırılmanın alelâde bir metrobüs durağının yanında, bir kuruyemişçinin önünde olması olayın tam olarak burnumuzun dibinde olduğunu gösteriyor. Hafıza mekânı dendiğinde simgesel yerlere bakıyoruz, ama Avcılar’da iki katlı bir evin önü de basbayağı bir hafıza mekânı. Türkiye’deki adaletsizliğin işleyiş biçimlerini tam da gündelik hayatın içinde bulabiliyoruz.
Karşı Sanat bir mekân olarak sergiyi birkaç şekilde tamamlıyor aslında. Birincisi, daha önce Elhamra Pasajı ve Erol Dernek Sokak’taki yerlerinden sonra galerinin üçüncü mekânın böyle bir konuma olması, Leman’ın ifadesiyle söylersek adeta bir “şiirsel adalet”. Bu durum sergiye bambaşka bir boyut kattı; gelen birçok kişi balkondan bakıp Galatasaray Meydanı’nın abluka altındaki bu halini gördüğünde bunun neredeyse kendi başına bir sergi unsuru olduğunu düşündü.
Foggo: Perpa’nın hafızamdaki yeri Selma Çıtlak’tır. 1993’te Perpa’da bir infaz oldu, beş kişiyi öldürdüler, onlardan biri Selma idi. Bu infazdan sonra haberini yapmak için Selma Çıtlak’ın evine gitmiştim, küçük bir çocuğu vardı. O zaman yine “çatışma”da öldürüldü diye haber yazılmıştı, bizler yine “yargısız infaz” olduğunu tanıkların anlatımıyla haberleştirdik. Yıllar sonra da polis Ayhan Çarkın itiraf etti: “Bir gaz bombasıyla hepsini gözaltına alabilirdik, Selma orada çalışan bir garson kızdı, biz onu asansörde infaz ettik…” ‘90 başlarında sol örgütleri hedef alan asılsız ihbarlar ve yargısız infazlar çok yaygındı.
Sergileme sürecinde dünyadan feyz aldığınızda örnekler oldu mu?
Çiftçioğlu: Hafıza Merkezi olarak dünyadaki farklı hafızalaştırma örneklerini takip etmeye çalışıyoruz. Çok sistematik olmamakla birlikte özellikle Latin Amerika’daki pratikleri biliyoruz. Mesela Peru’da “ağlayan göz” parkı, Şili’de Villa Grimaldi Parkı sayabileceğimiz örneklerin başında geliyor. Bu hafıza mekânları nispeten demokratik bir geçişin olabildiği yerlerde devletin desteklediği örnekler aynı zamanda. Arjantin’de Hafıza Parkı (Parque de la Memoria) diye bir yer var, burada gördüğümüz hafızalaştırma işleri gerçekten bizim çok hoşumuza giden sanatsal üslûplarla yapılmış. Mesela, 14 yaşında kaybolmuş çocuğun denizin içine yapılmış bir heykeli. Arjantin’de cunta, alıkoyduktan sonra bayıltıp uçakla okyanusa atıyor insanları. Bu ülkelerde yüzleşmeye dair çok ciddi adımlar atılmış, belli kurumsal işbirlikleri mümkün olabilmiş. Arjantin’deki örnek de Buenos Aires Üniversitesi’nin sanat bölümleriyle insan hakları örgütlerinin işbirliği sonucunda oluşmuş. Hafıza Merkezi olarak dokümantasyon yapıyoruz, elimizde kayıplarla ilgili çok ciddi bir arşiv var artık. Bunu sanatsal ve yaratıcı üslûpları kullanan insanlarla beraber nasıl anlatırız diye düşündük ve böyle bir ilişki yaratmak istedik.
Hafıza Merkezi daha önce bir lûgat çalışması yapmıştı, Aşikâr Sır’da bu lûgat sticker olarak veriliyor izleyicilere. Lûgattaki kelimeler zorla kaybedilmelerle, gözaltında kayıplarla ilgili ne söylüyor?
Çiftçioğlu: 2017’de yaptığımız toplantıya katılan Pınar İlkiz’in önerisiydi bu lûgat çalışması. Kelimelerin nesnel anlamları, farklı kavramların ve kelimelerin insan deneyimiyle kazandığı anlamlar üzerine düşünüyordu. O toplantıda sorduğumuz soruya “kelimelerin kayıpların yakınları açısından farklı anlamlarına bakalım” cevabını vermişti. Örneğin telefon, pijama, kapı, kemik, haber gibi kelimeler… Kemik kelimesinin mücadele ile ilgili görünür bir tarafı vardı: “Kemiklerimizi istiyoruz”… Ama pijama hiçbir şekilde ne mücadelede dile getirilen ne de politik bir referansı olan bir kelime. Kayıp yakınlarıyla yaptığımız görüşmelerde bir kısmının “en son üzerinde ne vardı” sorusuna verdikleri cevap pijama olmuştu. Evlerinden gece ya da sabahın köründe alıkonulma anlarını “üzerini değiştirecek vakti olmadı” diyerek anlatıyorlardı. Örneğin telefonun da, her çaldığında oğlunun, kızının ahizenin diğer tarafında olacağı umudunu ve yasın hiç bitmeyişi ve kaybı geride bırakamamayı anlatan yanı vardı. Kapı da mesela Berfo Ana’nın yıllarca oğlu gelir diye kapısını kilitlememesindeki benzer bir umudu anlatıyor… Bu şekilde yaklaşık otuz kelimeden oluşan bir içerik ortaya çıktı.
Şu an Karşı Sanat’ın bulunduğu mekân Cumartesi Anneleri’nin eylem yaptığı Galatasaray Meydanı’na bakıyor. Sergilemenin burada olmasının sizin için nasıl bir anlamı var?
Çiftçioğlu: Karşı Sanat bir mekân olarak sergiyi birkaç şekilde tamamlıyor aslında. Birincisi, daha önce Elhamra Pasajı ve Erol Dernek Sokak’taki yerlerinden sonra galerinin üçüncü mekânının böyle bir konumda olması, Leman’ın ifadesiyle söylersek adeta bir “şiirsel adalet”. Bu durum sergiye bambaşka bir boyut kattı; gelen birçok kişi balkondan bakıp Galatasaray Meydanı’nın abluka altındaki bu halini gördüğünde bunun neredeyse kendi başına bir sergi unsuru olduğunu düşündü. Bunun yanında, Karşı Sanat’ın kurulduğu günden bu yana muhalif sanatçılara ev sahipliği yapmış, destek olmuş, politik farkındalığı ve tavrı olan bir mekân olması çok önemli. Burada, kurulduğu 2000 yılından beri pek çok güncel siyasi ve toplumsal meseleye dair eleştirel sergi ve etkinlik düzenlendi. 1955’teki gayrimüslimlere yönelik saldırı ve yağma hareketini konu eden “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden: Ellinci Yılında “6-7 Eylül Olayları” sergisi de bunlardan biriydi ve açılış gününde ülkücülerin saldırısına uğramıştı. Ayrıca, Karşı Sanat’ın kurucusu Feyyaz Yaman da bir kayıp yakını. Kardeşi Hüsamettin Yaman 22 yaşındayken, İstanbul Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu öğrencisiyken gözaltına alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı.
Olcan: Aşikâr Sır’ı kamusal bir yere koymaktı en baştaki fikrimiz. Ama kamusal alanların daraldığı bir dönemde bunu başaramayacağımızı düşündük. Karşı Sanat’ın yeniden açılacak oluşu, yeni mekânının Galatasaray Meydanı’nı görmesi bizi memnun etti. Mekânın Galatasaray Meydanı’nı doğrudan görüyor oluşu meydanı sergiye dahil edebilmemizi sağladı. Aşikâr Sır’ı izleyiciyi balkona doğru yönlendireceğimiz bir şekilde düzenledik. Böylece sergi mekânı, dışarıdaki bir kamusal alanla doğrudan bir bağlantı kurabildi.