MANCHESTER’DAN BARCELONA’YA YENİ BİR İNTERNET ANLATISI

Ben Tarnoff
15 Mart 2020
SATIRBAŞLARI
Dünyanın en zengin 10 patronundan 6’sının teknoloji şirketlerinin sahibi olması tesadüf değil. Üstelik karun gibi zengin olmalarını biz kullanıcılara borçlular. Bu şirketler kişisel verileri sermayeye tahvil ederken diğer yandan da devasa bir gözetim mekanizması kuruyor. Peki, internet ve teknoloji başka türlü bir değer yaratabilir mi? Muhtemel farklı rotaların nüveleri nerelerde? Logic dergisi editörü, teknoloji yazarı Ben Tarnoff’a bağlanıyoruz.
Nathan Lerner, Eye on Window, 1943

Uzun süredir dijital hayal gücümüze belli bir dizi varsayım hâkim. Bu varsayımlar kulağa yeterince tanıdık gelecektir: “Enformasyon özgür olmak ister. İnsanları birbiriyle ilişkilendiren her şey iyidir. Hükümet kötüdür. İnternet, eski kuralların geçerli olmadığı bambaşka bir dünyadır. İnternet, her şeyden önce insanın kendisini ifade edebildiği bir bireysel özgürlük alanıdır.

Bu tür fikirler elbette hiçbir zaman yüzde yüz hegemonik hale gelmedi. Değişen derecelerde kabul gören itirazlara konu oldu. Bilhassa hükümetler çevrimiçi alanlarda egemenlik iddia etmek için farklı yollar buldu. Akademisyenler, beyaz üstünlükçü ağın yükselişi konusunda –1996’da piyasaya sürülen kötü şöhretli neo-Nazi sitesi Stormfront– uyarıda bulundu ve yerinde bir öngörüyle internetin dünyayı daha da beter hale getirebileceğini gözlemledi.

Buna rağmen, bu varsayımlar ve ortaya çıktıkları entelektüel gelenek (tekno-ütopyacılık, siber-özgürlükçülük, California İdeolojisi) büyük ölçüde ortak aklı etkilemeyi sürdürdü. “Uzun 1990’lar”ın 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladığı ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla sona erdiği söylenir. Ancak, internetle ilgili popüler söylemimiz söz konusu olduğunda, “uzun 1990’lar” çok daha uzun sürdü.

Zamanımızı bu kadar ilginç kılan tam da bu: Geleneksel bilgelik çatırdıyor, ancak, yerine geçecek çerçeve konusunda henüz bir mutabakat şekillenmedi. İnternet ve  internet ile ilgili düşünme biçimimizde yanlış giden bir şeyler var, fakat neyin yanlış gittiğine ve nasıl düzeltileceğine dair bir fikir birliği yok. 

Teknolojinin ters tepmesi

Sonra Snowden çıkageldi. NSA’nin (Ulusal Güvenlik Dairesi) eski sözleşmeli çalışanı 2013’te, internetin Amerikan güvenlik devleti için geniş bir casus makinesi olduğunu ifşa etti. Beraberindeki sarsıntıyla teknoloji hakkındaki kötümserlik toplum bilincine nüfuz etti. Sonra Trump çıkageldi. Medyanın onun 2016 zaferini öngörememesi, sosyal medya vasıtasıyla gerçekleştirilen Rus müdahalesinin önemini büyüttü. Müdahale elbette gerçekti, ancak o müdahale büyük bir şaşkınlık anında açıklanması imkânsız bir sonuca anlam vermeye çalışan deus ex machina’ya iyice metastaz etti. Yine de bu açıklama çabasından bir umut ışığı sızmıyor da değildi: Böylece “teknolojinin ters tepmesinin” işaret fişeği ateşlendi.                

Gazeteciler, siyasetçiler internete ve onu kontrol eden şirketlere daha çok dikkat etmeye ve daha az inanmaya başladı. Dezenformasyon önemli bir endişe kaynağı haline geldi. Ancak bu tek endişe olmaktan da uzaktı. Sayısız teknolojik skandal ateşi iyice harladı. Sağ da atışmaya katıldı: Büyük internet platformlarının muhafazakâr sesleri susturduğuna dair (gülünesi) görüş gerici düşünce dünyasında kök salarken çeşitli sağ figürler Silikon Vadisi’ne sert eleştiriler yöneltti.

Ortaya çıkan değişim epey sarsıcı. New York Times ve Fox News’da, hükümet binalarında ve Capitol Hill’de giderek keskin bir ton galebe çalıyor. Bir zamanlar akademik veya The Baffler ve Valleywag gibi daha muhalif çevrelerle sınırlı eleştiriler genelgeçer, hatta harcıâlem hâle geldi. Aniden aklı başına gelenler, birden hidayete erenler hakkında merhametsiz olabiliriz: Son dönemde bir anda teknolojinin azılı eleştirmeni haline gelmiş sinir bozucu tiplerin sayısı hiç de az değil. Ancak, “teknolojinin ters tepmesi” çok iyi bir şey. Sonunda internet hakkında daha dürüst konuşmaya başladık. Uzun 1990’lar bitti. Eski tanrılar nihayet öldü.

Daniel Canogar, Enredos (Birbirine Geçme), 2008

“Gözetim kapitalizmi”

Peki yeni tanrılar kimler? Zamanımızı bu kadar ilginç kılan tam da bu: Geleneksel bilgelik çatırdıyor, ancak, yerine geçecek çerçeve konusunda henüz bir mutabakat şekillenmedi. James Bridle’ın dediği gibi, internet ve internet ile ilgili düşünme biçimimizde yanlış giden bir şeyler var, fakat neyin yanlış gittiğine ve nasıl düzeltileceğine dair bir fikir birliği yok. 

Farklı kamplar krizin kökenlerini açıklamak ve onu aşmak adına bir yol haritası çizmek, internet hakkında yeni bir anlatı oluşturmak için yarışıyor. Kimileri tekelcilikten ve tekelcilik karşıtlığından dem vuruyor. Kimileri kişisel gizliliği ve onayı vurguluyor. Shoshana Zuboff internet ve ilgili teknolojilerin mümkün kıldığı yeni tür kâr amaçlı gözetleme ve manipülasyon faaliyetlerini tanımlamak için “gözetim kapitalizmi” terimini öneriyor

Bu analizler arasında önemli farklar var. Ancak, aşırılıkları törpülemek için zaman zaman devlet müdahalesine ihtiyaç duyan, temelde faydalı bir sistem olarak liberal bir kapitalizm anlayışını paylaşma eğilimindeler. Ayrıca, kapitalizmi piyasalarla eşitleme yaklaşımı da söz konusu. Bazen piyasalar çok konsolide olabilir ve daha rekabetçi hale getirilmeleri gerekir (tekel karşıtı görüş). Bazen piyasa faillerinin adil ticareti ihlâl ettikleri için kısıtlanmaları gerekir (Zuboff’un görüşü).

Dijital teknolojiler, kapitalizmin temel çelişkisini, yani zenginliğin kolektif olarak üretilmesine rağmen özel mülkiyet haline gelmesini yoğunlaştırıyor. Manchester modelini aşırı noktalara taşıyor. Zenginliğin üretimini önceye göre çok daha kolektif hale getirip muazzam bir servet birikimine yol açarken, tıpkı Engels’in zamanındaki gibi, bu serveti bir avuç mülk sahibine aktarıyor.

Fakat her halükârda iki şart geçerli. Birincisi, kapitalizm insanların haysiyet talepleri ve kendi kaderlerini tayin etme arzularıyla az çok uyumludur (veya yerinde düzenlemelerle buna uygun hale getirilebilir). İkincisi, kapitalizm aşağı yukarı piyasalarla aynı şeydir. Peki ya iki kanı da doğru değilse? İşte tam da bu sorgulama internet hakkında daha iyi bir anlatı oluşturmanın başlangıç noktasını teşkil ediyor.

Kapitalizm nedir?

Kapitalizm eğer –sadece– piyasalar değilse, o halde nedir?

Piyasalar her zaman varoldu. Kapitalizm ise aksine, görece yeni. Hareket yasaları 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da şekillendi ve kendi ayakları üzerinde duracağı ivmeyi 18 ve  19. yüzyıllardaki sanayileşme hamlesiyle kazandı.

Kapitalizm piyasaları kurmasa da, onları çok daha önemli hale getirdi. Tarihçi Robert Brenner, kapitalizmin her şeyden önce piyasa bağımlılığı ile tanımlandığının altını çiziyor. Kapitalizm öncesinde köylüler ticaret yapabiliyor ve ürün takas edebiliyordu. Ancak hiçbiri yaşamsal ihtiyaçları için piyasaya bağımlı değildi. Kendi yiyeceklerini yetiştiriyorlardı. Kapitalist toplumlarda ise piyasa geçimlik ihtiyaçlarınıza erişiminize aracılık eder. Hayatta kalmak için ihtiyaçlarınızı satın almalı ve bunun için emek gücünüzü ücret karşılığında satmalısınız.

Piyasa bağımlılığı kerameti kendinden menkul bir amaca sahip değil. Önemli bir işlevi yerine getiriyor, yani birikimi kolaylaştırıyor. Herhangi bir kapitalist düzenleme birikimi, yani bir değer toplamından daha fazla değer elde etmeyi amaçlar. Piyasalar kapitalizmde merkezi rol üstlense de, onu aslen birikim temellendirir. Daha marksist bir deyişle, “sermaye hareket halindeki değerdir.” Hareket ettikçe yayılır. Öyleyse, kapitalizm, sermayeyi harekete geçirmek için toplumları örgütlemenin bir yoludur.

Teknolojik toplumda yabancılaşma ve insansızlaşma (Photography Montreal)

Sermayeyi harekete geçirmek için birkaç farklı yöntem vardır. Birincisi, kapitalistlerin insanların emek gücünü satın almaları, onu metalar biçiminde yeni bir değer yaratmak için kullanmaları ve daha sonra bu metaları satarak bu değeri kâr haline getirmeleridir. Kârın bir kısmı yeniden üretime yatırılır, böylece daha düşük maliyetle daha fazla meta elde edilir. Böylece kapitalist aynı metaları satan diğer kapitalistlerle etkili bir şekilde rekabet edebilir.

Bu verili bir durum gibi görünebilir, ancak aslında bir şeyler yapmanın çok özgün bir yoludur. Diğer toplumsal örgütlenme biçimlerinde, üretimin amacı doğrudan insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır: Çiftçilerin aileleri için geçimlik üretimini düşünün. Ya da amaç hükümdarları zenginleştirmektir: Seçkin sınıfın sefahat içinde yaşamaları adına tüm tatsız işleri yapan Antik Roma kölelerini düşünün.

Kapitalizmi bu kadar farklı kılan, üretimin (ve birikimin) daha fazlasını üretmeyi (ve biriktirmeyi) mümkün kılmak dışında bir amacının bulunmamasıdır. Bu takıntı kapitalizme olağanüstü dinamizmini ve devrimci gücünü verir. İnsanların nasıl yaşadıklarını ve hepsinden önemlisi nasıl ürettiklerini tamamen dönüştürür. Kapitalizm insanları giderek karmaşıklaşan emek süreçlerinde birlikte üretmeye zorlar. Üretim artık  tek başına değil, toplumsaldır.

2018’de Facebook 22 milyar dolar net gelir bildirdi. Şirketin 40 bin kadar tam zamanlı çalışanı var. Facebook maliyetle karşılaştırıldığında uçuk derecede para kazanıyor. Üstelik fiiliyatta bir hükümet gibi faaliyet gösteriyor. Şirketin Mark Zuckerberg’in kişisel denetimini koruyan hissedar yapısı bu hükümetin otokratik yapısını gözler önüne seriyor.

Bu dinamik en canlı şekilde fabrikada vücut bulur. Modern fabrika büyük ölçüde 19. yüzyılda, Friedrich Engels’in babasının bir pamuk fabrikasına ortak olduğu Manchester’da doğdu. Bu durum, genç Engels’e fabrikanın ortaya çıkışını yakından gözlemleme fırsatı verdi. Engels yüzlerce, hatta binlerce işçinin devasa yapılara tıkıştırıldığına, makinelerin etrafına dizildiğine ve karmaşık bir işbölümü içinde farklı roller üstlenip yekvücut halde ürettiğine şahit oldu. Ne ürettilerse beraber ürettiler.

Gizlenen çelişki

Kapitalizm öncesinde Avrupa’da, bir kişi veya bir topluluk ürettiği ürün üzerinde hak talebinde bulunabilirdi. Ancak, kapitalist fabrikada durum böyle değildi. Engels “Fabrikadan çıkan iplik, dokuma, madeni eşyalar tamamlanmadan önce zorunlu olarak sırayla birçok işçinin elinden geçen ortak ürünlerdi. ‘Bunu yapan benim, bu benim ürünümdür’ diyebilecek tek bir kişi yoktu” diye yazıyordu.

Yine de burada gizlenen bir çelişki vardı. Hiçbir işçi bir ürün için tek başına hak talep edemese de, fabrika sahibi hâlâ işçilerin müşterek faaliyetlerinin mülkiyetini talep edebiliyordu. Zenginlik yeni modelde, toplumsal olarak yaratılıyordu, ama hâlâ eski modeldeki gibi özel mülkiyete tabiydi.

Çelişki, ekonomiye kuşbakışı bakınca daha da keskinleşti. Manchester’da bir fabrikayı işletmek için birçok işçi gerektiği gibi, dokuma tezgâhlarını ve diğer makineleri üreten ve onlara bakım yapan makinistlerden, bu makineleri besleyen pamuğu toplayan ABD’nin güneyindeki kölelere kadar üretimi mümkün kılmak için çok daha fazla işçiye ihtiyaç vardı. Fabrika içindeki kolektif emek, fabrika dışındaki birçok eşzamanlı kolektif emek tarafından sürdürülüyordu.

Polandeze, Connexions (Bağlantılar)

Takımada ve ağ

Kapitalizm öncesi ekonomi bir adalar kümesine, bir takımadaya benziyordu. Birbirinden nispeten yalıtılmış ve çoğunlukla kişisel kullanım amaçlı üreten küçük üreticiler yığınını içeriyordu. (Marx Fransız köylülüğünü patates çuvalı ile karşılaştırmıştı.) Kapitalist ekonomi ise aksine bir ağa benziyordu. Sermaye ağı kitleleri daha büyük üretim düğümlerinde kümeledi ve birbirine bağımlı sayısız üretim dişlileri aracılığıyla birleştirdi. Ancak, bu ağın yarattığı zenginlik onu kolektif olarak üreten işçilere aktarılmadı. Ağa sahip olan bir avuç kapitalistin eline geçti.

Üretimin daha bireysel temelde gerçekleştiği kapitalizm öncesinde böyle bir düzenleme mantıklı olabilirdi. Eğer ekonomi bir adalar kümesiyse, her adanın kendi ürettiklerini sahipleneceği sonucuna varılabilirdi. Ancak, kapitalizm üretimde gerçekleştirdiği devrimle bir çelişki ortaya çıkardı: Zenginlik şimdi bir ağ tarafından yaratılıyor, ama hâlâ bir takımada olarak sahipleniliyordu. Böylece Engels’in babası gibi kapitalistler zenginleşti. Manchester işçileri açlık sınırında ücretler alıyor ve kolera istilası altında virane mahallelerde yaşıyordu.

Peki bunun internet ile ne ilgisi var?

İnternet ve daha genel anlamıyla dijital teknolojiler, kapitalizmin temel çelişkisini, yani zenginliğin kolektif olarak üretilmesine rağmen özel mülkiyet haline gelmesini yoğunlaştırıyor. Manchester modelini aşırı noktalara taşıyor. Zenginliğin üretimini önceye göre çok daha kolektif hale getirip muazzam bir servet birikimine yol açarken, tıpkı Engels’in zamanındaki gibi, bu serveti bir avuç mülk sahibine aktarıyor.

Teknolojik emek çeşitlilik arz etse de, hâlâ geleneksel emeğe benzer. İster internet protokollerini icat etsinler, ister fiber optik kablo döşesinler, insanlar emekleri karşılığında ücret alır. Ancak, teknoloji geleneksel emeğe benzemeyen faaliyetlerden de değer hortumlar. Facebook’un iki milyardan fazla kullanıcısı gönderileri, yorumları ve beğenileriyle şirket için değer yaratır.

Yeni Manchester

Manchester’da  bir fabrika işçisi, mamul bir iplik parçasına işaret edip “Bunu ben yaptım” diyemezdi. Muhtemelen ancak birkaç bin işçi (ve köle) bunu beraberce dile getirebilirdi. Öte yandan, teknoloji temelli servet bugün hayatta olan ve olmayan milyarlarca insanın katkılarıyla dokundu.

Bu durum teknoloji endüstrisinin akıl durduran kârlılık oranlarını açıklamaya yardım eder. Örneğin, Facebook’u ele alalım. 2018’de Facebook yüzde 45 faaliyet kârı ile 22 milyar dolar net gelir bildirdi. Şirketin açıklanmayan sayıda yükleniciyle birlikte yaklaşık 40 bin tam zamanlı çalışanı var.

Başka bir deyişle, Facebook maliyetle karşılaştırıldığında uçuk derecede para kazanıyor. Facebook’un gücü sadece paradan da ibaret değil: Dünyanın birçok ülkesinde baskın medya ekosistemi konumuyla Frank Pasquale’in “işlevsel egemenlik” diye adlandırdığı hâli somutlaştırıyor. Fiiliyatta bir hükümet gibi faaliyet gösteriyor. Bu durum özellikle yeni küresel dijital para birimi Libra örneğinde ete kemiğe bürünüyor.

Selçuk, Evrensel Kütüphane

Şirketin Mark Zuckerberg’in kişisel denetimini koruyan hissedar yapısı bu hükümetin enikonu otokratik yapısını gözler önüne seriyor. Manchester’da tek bir milyarderin yönettiği iki milyardan fazla insandan oluşan bir toplumsal ağdan daha aşırı bir çelişki sergilendiğini hayal etmek zor. Sermaye ağı, Engels’in hayal edebileceğinden çok daha yoğun ve somut hale gelirken, ağın kontrolü çok daha az sayıda elde yoğunlaştı.

Facebook’un nispeten az çalışanı bulunması, yaptığı işin önemini azaltmaz. İçerik denetleyicileri, veri merkezi teknisyenleri, site güvenilirlik mühendisleri ve diğerleri olmaksızın, Facebook’un ürünü kullanılamaz ve işletimi çöker. Fakat onların kolektif emeği de tıpkı Engels’in babasının fabrikasındaki işçiler gibi, birçok başka kolektif emeğin eş merkezli döngüsüne bağlıdır. Facebook ve teknoloji şemsiyesi altına giren diğer firmalar için, bu dış katmanların sağladığı değerin payı muazzamdır.

Hortumlanan değer ve “bedava emek”

Kaynaklardan biri, günümüzün teknoloji endüstrisinin temelini oluşturan yazılımı, donanımı, protokoller ve programlama dillerini icat eden işçilerdir. Bu icatlar 1940’larda ilk modern elektronik bilgisayarların yaratılmasına müteakip birkaç on yıl boyunca çoğunlukla yalnızca ABD askeri fonlarıyla hayata geçirildi. Başka bir kaynak da günümüzde teknolojik kârlılığın devamını sağlayan işçilerdir. Farklılık gösterse de çalışma biçimleri sıradan veya tehlikelidir. Akıllı telefonların üretimini, nadir toprak elementleri madenciliğini ve makine öğrenme modelleri için eğitim verilerinin gruplanmasını içerir.

İnsanlar farklı görünür; farklı diller konuşur; farklı topluluklardan ve kültürlerden gelir. Ancak kapitalizm bu farklılıkları daha fazla fark olarak yeninden üretir. Farklılıklar daha ayrımcı hale gelir. Kapasite ve değer farklarına dönüşürler. Bir insanın değerini, hatta insan olarak kabul edilip edilmeyeceğini belirler.

Bu işler çeşitlilik arz etse de, hâlâ geleneksel emeğe benzer. İster internet protokollerini icat etsinler, ister fiber optik kablo döşesinler, insanlar emekleri karşılığında ücret alır. Ancak teknoloji, geleneksel emeğe benzemeyen faaliyetlerden de değer hortumlamayı becerir. Facebook’un iki milyardan fazla kullanıcısı, siteye gönderileri, yorumları ve beğenileriyle şirket için değer yaratır. Platformdaki etkinliklerinin geri kalanıyla eşleştirilen bu içerik, Facebook’a gelirinin büyük çoğunluğunu oluşturan hedefli reklamları satmak için kişisel veri tedarik eder.

Bütün bu gönderi ve tıklamaların “emek” sayılıp sayılmayacağı, eğer sayılırsa ne türden olacağı kuramsal tartışmaların merkezinde yer alıyor. Konuyla ilgili özgün makalesinde Tiziana Terranova, ticari internetin ilk günlerinde, America Online’daki gönüllü moderatörlükten açık kaynak yazılım geliştiriciliğine kadar uzanan kâr amaçlı, teşvik edilen ücretlendirilmemiş faaliyetleri “bedava emek” diye tanımlıyor. Terranova’nın 2000’de yayınlanan makalesinden bu yana bu tür faaliyetlerin kapsamı önemli ölçüde genişledi: Şimdilerde giderek daha da az emeği andırıyorlar. Teknoloji şimdilerde sadece varolduğumuz için bizden giderek daha fazla değer hortumlayabiliyor.

San Francisco’dan Çin’e “toplumsal fabrika”

Bu duruma iyi bir örnek San Francisco’daki Brainwash adlı kafedir. Kafede müşterileri filme alan bir kamera mevcuttu. Bir grup araştırmacı bu kayıtları, başları ve yüzleri tespit etmek amacıyla makine öğrenme modellerini eğitmek için veri kümesine dönüştürdü. 2016’da yayınlanan veri kümesi, yüz tanımada küresel bir lider olan Çinli Megvii firması tarafından kendi yazılımını geliştirmek için kullanıldı. Megvii Çin Komünist Partisi’nin batıdaki Sincan eyaletinde inşa ettiği totaliter gözetim devletinde de kullanılıyor. Diğer bir deyişle, San Francisco’da bir kafeye girerek, altı bin mil uzakta milyonlarca vatandaşını baskı altında tutması için Çin hükümetine ürün satan bir teknoloji şirketinin para kazanmasına yardımcı olabilirsiniz. (Megvii’ye 2019 itibarıyla 4 milyar dolar değer biçiliyordu.)

Brainwash Cafe, San Francisco

Bu türden garip ve karmaşık değer zincirleri önümüzdeki yıllarda daha da yaygınlaşacak. Ağa bağlı küçük bilgisayarlar evlerimize, mağazalarımıza, sokaklarımıza ve işyerlerimize yerleştikçe, daha fazla veri üretilecek. Bu arada, makine öğrenmesindeki ilerlemeler ve bulut tabanlı işlem gücünün artması, yüz tanımadan tüketici tercihleri tahminine kadar, her şey için otomatik sistemleri besleyen yakıt olarak veriyi daha da değerli hale getirecek.

Bu şekilde zenginlik üretimi hiç olmadığı kadar kolektif hale geliyor. 19. yüzyılda Engels kapitalizmin üretimi nasıl da “bir dizi bireysel eylemden bir dizi toplumsal eyleme” dönüştürdüğü üzerine kafa yordu. Dünyamızın bilgi işlem tarafından topyekûn kuşatılması, bu kolektif eylemlerin artık tüm toplumları kapsayacak şekilde gerçekleşebileceği anlamına geliyor. Sanayi fabrikası, Terranova ve diğerlerinin İtalyan otonomist terminolojiden ödünç aldıkları üzere, “toplumsal fabrika”ya dönüştü. Yeni Manchester artık her yerde.

Kapitalizm: bağlayıcı ve farklılaştırıcı

Sürekli birikim zorlamasıyla kapitalizm insanları yeni alanlara ve kolektif zenginlik üretim çevrimlerine sürükler. Ancak kapitalizm bağlayıcı olduğu kadar farklılaştırıcıdır da. Servet üreten bir ağ kadar fark yaratan bir mekanizmadır.

Bu farklılaştırıcı dinamiği gözlemlemek için bir anlığına Manchester’a dönelim. Şehrin zenginliğini kolektif şekilde yaratan insanlar homojen bir kitle değildir. Tam tersine, erkek ve kadın, İngiliz ve İrlandalı, beyaz ve siyah diye ayrıştırılmışlardır. Ve bu ayrışmalar, değerli bir amaca hizmet ettikleri için sürekli pekiştiriliyordu: Sömürünün haklı, hatta doğal gözükmesine el veriyorlardı.

İnsanları “varsayılan ekonomik veya siyasal değerlerine göre” sınıflandırmak için birçok kaynaktan, veri toplanıyordu: Bu işin panoptik kısmıydı. Bugün, algoritmik tasnif kimin kredi alacağını, kimin işe gireceğini, kimin hapsi boylayacağını belirlemeye yardım ediyor.

İrlandalıların daha az ücret almaları ve sefil mahallelerde yaşamaları doğaldı. Daha beş yaşındayken fabrikalara koşulan çocuklar için ücretsiz bakım emeğini üstlenen kadınlara daha az ücret ödenmesi doğaldı. Afrika kökenli insanları köleleştirmek ve fabrikalarda tekstil ürünlerine dönüşen pamuğun hasadında çalıştırmak doğaldı. Yerli halkları mülksüzleştirmek, katletmek, ardından topraklarında pamuk üretmek doğaldı.

“Irksal kapitalizm”

İnsanlar arasındaki farklılıkları elbette kapitalizm icat etmedi. İnsanlar farklı görünür; farklı diller konuşur; farklı topluluklardan ve kültürlerden gelir. Ancak kapitalizm bu farklılıkları daha fazla fark olarak yeninden üretir. Farklılıklar daha ayrımcı hale gelir. Kapasite ve değer farklarına dönüşürler. Bir insanın değerini, hatta insan olarak kabul edilip edilmeyeceğini belirler.

Siyaset bilimci Cedric J. Robinson bu fark yaratımının başından beri kapitalizmin temel bir özelliği olduğunu öne sürdü. Bu sürece ırksal kapitalizm adını verdi. Robinson’a göre feodal Avrupa fazlasıyla ırk ayrımcılığına dayalıydı. Avrupalılar birbirlerini fethedip sömürgeleştirdiklerinde, örneğin Slavların neden köle olması gerektiğini haklı göstermek için, ırksal farklılıklara dair fikirler öne sürdüler. (Slavlar ortaçağda öylesine köleleştirilmişti ki, İngilizce ve diğer bazı Avrupa dillerinde “köle” kelimesinin kökeni Slav’dan gelir.)

Miao Xiaochun, Fluoroscopy, 2012

Irkçı düşünce, kapitalizmin ilk ortaya çıktığı toplumlara nüfuz etmişti. Kapitalizm bu kavramları sahiplendi ve genişletti. Özellikle Avrupalılar Asya, Afrika ve Amerika’yı bölüşmeye başladıkça, birikim zorunluluğunun talep ettiği yeni tahakküm ilişkilerini haklı çıkarmak için ırksal farklılık hakkında daha derin ve çeşitli fikirler ürettiler. Robinson’a göre “Avrupa kapitalizminin eğilimi, bölgesel, altkültürel ve dilsel farkları homojenleştirmekten ziyade abartmak ve ‘ırksal’a doğru genişleterek ayrıştırmaktı.”

Robinson’ın meseleyi kavrayış şekli teknolojinin işleyişinin önemli bir veçhesini açıklamaya yardım eder. Eğer teknoloji kapitalizmin servetin kolektif üretilmesine rağmen özel mülkiyete tabi olmasına dair çelişkiyi yoğunlaştırırsa, bu durum kapitalizmin insanları farklı gruplara ayırma, onlara farklı kapasite ve değerler atfetme eğilimini de yoğunlaştırır. Gerçekten de bu iki süreç yakından ilişkilidir. Kuramcı Jodi Melamed “Sermaye ancak biriktirirse sermaye haline gelir ve ancak insan toplulukları arasında vahim eşitsizlikler üreterek birikebilirdiyor. Bir başka deyişle servet üretme ağı fark üreten mekanizmaya dayanır.

Kapitalizmin ürettiği farklılıkların doğal farklılıklar olduğu izlenimi yaratmak için bilgisayarların sözde yetkinliği ve tarafsızlığından faydalanılır. Bir bilgisayar siyahların daha fazla suç işlediğini veya kadınların yazılım mühendisi olamayacağını söylediğinde, bu doğru addedilmelidir. Makine öğrenmesi sadece eşitsizlik üretimini değil, onun rasyonelleştirilmesini de otomatikleştirir.

Bu mekanizma şimdi yazılımdan yapılmıştır. Farklılaştırma algoritmik bir düzeyde gerçekleşir. Kitlesel sayısallaştırmayla ortaya çıkan devasa veri, makine öğrenme algoritmalarının bu verilerdeki örüntüleri bulma yeteneğiyle birleştiğinde, kapitalizme insanlığı bölmek ve sınıflandırmak için çok daha güçlü araçlar sağladı.

Her şeyi gören göz: panoptik sınıflandırma

Medya uzmanı Oscar H. Gandy, Jr. 1993’te bu mekanizmanın nasıl çalıştığına dair son derece öngörülü bir tespitte bulundu. Aynı isimli kitabında mekanizmayı “panoptik sınıflandırma” diye tanımladı. “Panoptik sınıflandırma bireyleri rutin ölçümler temelinde kategorilere ve sınıflara ayıran bir fark makinesidir” diye yazdı. “Bu mekanizma ölçümlere dayalı idari modellerle fırsatları ve seçenekleri üleştiren ayrımcı bir teknolojidir.

Gandy bilgi işlemin yaygın hale geldiği, ancak günümüze göre epey ilkel olduğu bir dönemde şirketlerin ve hükümetlerin kişisel bilgileri nasıl topladığını ve işlediğini inceliyordu. Ticari internetin ortaya çıkışına hâlâ yıllar vardı. Buna rağmen, Gandy şimdilerde çok tanıdık gelecek bir mantığı daha o zaman fark etmişti. İnsanları “varsayılan ekonomik veya siyasal değerlerine göre” sınıflandırmak için birçok kaynaktan, veri toplanıyordu: Bu işin panoptik kısmıydı. Ve bu işleyiş kapitalizmin tali veya tesadüfi bir özelliği değildi. Aksine onun ayrılmaz bir parçasıydı: Gandy, panoptik sınıflandırmanın “küresel kapitalist sisteme yön veren fark makinesinin her şeyi gören gözü” olduğunu öne sürdü.

Erró, Control Board, 1958

Bugün, bu “her şeyi gören göz” çok daha fazlasını görüyor. İnsanları sınıflandırmanın riskleri daha da arttı. Algoritmik tasnif kimin kredi alacağını, kimin işe gireceğini, kimin hapsi boylayacağını belirlemeye yardım ediyor. Dahası Gandy panoptik sınıflandırmanın ırksal olan dahil, tüm eşitsizlikleri nasıl katmerlendirdiğini de gözlemledi.

Son yıllarda, akademisyenler ve gazeteciler “algoritmik önyargı” sorununa dikkat çekiyor. Bu önyargı makine öğrenmesine özgüdür. Çünkü makine toplumsal dünyamızdan kotarılan veriler üzerinde çalışarak “öğrenir.” Bu veriler kaçınılmaz olarak yüzlerce yıllık kapitalist fark üretimini yansıtır. Bu yüzden polisin birçok siyah insanı tutukladığını gösteren verilerle eğitilmiş “tahmine dayalı emniyet algoritmaları” daha fazla siyahı tutuklamayı önerir. Veya çoğunlukla erkek çalışanların özgeçmişleriyle eğitilmiş bir Amazon algoritması, kadınların işe alınmamasını salık verir.

Eşitsizlik üretimi ve eşitsizliğin doğallaştırılması

Bu sistemler sadece eşitsizlikleri yeniden üretmez, aynı zamanda onları doğallaştırır da. Kapitalist fark üretimi, sürdürülebilirlik adına her zaman ideolojik emeğe ihtiyaç duydu. Yüzlerce yıl boyunca filozoflar, rahipler, bilim insanları ve devlet adamları, bazılarının diğerlerinden daha az insan olduğunu, kimi insanların topraklarına veya özgürlüklerine el konulmasını, bedenlerinin yönetilmesini veya tüketilmesini, hayatlarının ve emeklerinin değersizleştirilmesini hak ettiklerini bıkmadan usanmadan dile getirmek zorunda kaldılar.

Sadece entelektüeller düşünmez. Hareket halindeki kitleler de düşünür. Ve bu ikisinin birlikte düşünmesinden, sürekli etkileşiminden kaynaklanan yaratıcılık, sosyalizm diye adlandırılmaya değer her şeyin biçim ve içeriğini sağlar. Sol teknoloji ve diğer her şeye dair yapılacaklara ilişkin soruyu böyle cevaplayacaktır: Zor dönemlerde beraber ve hareket halinde düşünmek.

Bu fikirler kendiliğinden filizlenip yayılmaz. Zaman ve mekânda, kuşaklar ve kıtalar arasında bilinçli şekilde aktarılmaları gerekir. Okul ve kiliselerde vazedilmeleri, kanunlara ve pratiklere yedirilmeleri, evde ve sokakta zorla uygulatılmaları gerekir.

Bu da epey iş demektir. Makine öğrenme sistemleri bu işi otomatik hale getirmeye yardım eder. Kapitalizmin ürettiği farklılıkların doğal farklılıklar olduğu izlenimi yaratmak için bilgisayarların sözde yetkinliği ve tarafsızlığından faydalanılır. Çünkü bir bilgisayar siyahların daha fazla suç işlediğini veya kadınların yazılım mühendisi olamayacağını söylediğinde, bu doğru addedilmelidir.

Sağcı bir yorumcundan alıntıyla söylersek, algoritmalar matematikten ibarettir ve matematik ırkçı olamaz. Böylece makine öğrenmesi sadece eşitsizlik üretimini değil, onun rasyonelleştirilmesini de otomatikleştirir.

“Kolektif ürün”ü ortak mülkiyete geçirmek

Hareket eden her şeyin hareketi için ideal bir ortamı vardır. Bir balık en iyi suda hareket eder, bir araba ise asfaltta. Sermaye hareket halindeki değerdir, bu nedenle daima hareket etmelidir. Sermaye en iyi hem örülmüş hem yarılmış, hem bağlanmış hem parçalanmış, hem birleştirilmiş hem de ayrıştırılmış özel türden bir toplumsal dokuda hareket eder.

Bu durum teknoloji dediğimiz şeyi anlamamıza yardımcı olur. Melamed’den ödünç alarak söylersek, teknoloji “yoğun bir şekilde bağlanmış toplumsal ayrışmanın” hem faili hem de katalizörüdür. Bu da teknolojinin zenginlik ve iktidarda büyük dengesizlikler yaratma ve insanları ırk, cinsiyet ve diğer kategorilere göre hiyerarşik olarak ayrıştırma eğilimini açıklar.

Denis Darzacq, La Chute #20 (Düşüş), 2006

Ancak analizimizin faydalı olması için sadece tanımlayıcı değil, aynı zamanda öngörülü olması, ne yapılması gerektiğine dair bazı yanıtlar sunması gerekir. Beklenebileceği üzere, bu noktada işler bulanıklaşır. Yine de en azından bir nokta nettir. Eğer teknoloji zenginliğin pek çok kişi tarafından yaratılmasına rağmen azınlık tarafından sahiplenilmesi çelişkisini yoğunlaştırırsa, o zaman bariz çözüm bu çelişkiyi ortadan kaldırmaktır. Yani toplumsal olarak üretilen zenginliği toplumsal olarak sahip olunan zenginliğe dönüştürmek gerekir. Veya Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da söylediği gibi, sermayenin “kolektif ürünü”nü ortak mülkiyete, “toplumun tüm üyelerinin mülkiyetine” geçirmek gerekir.

Olağanüstü basitlikte bir mantık: Eğer zenginliği ağ oluşturuyorsa, onun zenginliğe sahip olmasına izin verin. Peki nasıl? Toplumun ortaklaşa ürettiği zenginliği toplumun ortak mülkü haline getirmek ne demek? Bu, radikal sol tarihin en hararetli tartışmalarından biridir. Yirminci yüzyıl sosyalizmlerinin çoğu için yanıt Sovyet modelindeki kamulaştırmaydı. Bu cevap rüştünü pek ispatlayamadı.

Kapitalizm öncesi ekonomi bir adalar kümesine, bir takımadaya benziyordu. Birbirinden nispeten yalıtılmış ve çoğunlukla kişisel kullanım amaçlı üreten küçük üreticiler yığınını içeriyordu Kapitalist ekonomi ise aksine bir ağa benziyordu. Sermaye ağı kitleleri daha büyük üretim düğümlerinde kümeledi ve birbirine bağımlı sayısız üretim dişlileri aracılığıyla birleştirdi. 

Yeni Barcelona

Günümüzde yeniden popülerlik kazanan bir başka yaklaşım da işçi özyönetimi geleneği. Bu geleneğin birçok farklı tarihsel örneği mevcut. Ancak belki de en epik ânı, İspanya iç savaşı sırasında Katalunya’da insanların fabrikaları, çiftlikleri, hatta çiçek dükkânlarını ele geçirdiği ve her şeyi kendilerinin yönettiği kısa dönemdi. Lois Orr adlı Kentuckyli genç bir marksist, anarşist Barcelona’da gezinirken “önlerine asılan kızıl veya kızıl siyah pankartlarda el konuldukları ya da kolektifleştirildikleri belirtilen kafe, lokanta, otel ve tiyatroları görmenin” yarattığı unutulmaz heyecanı hatırlar.

Öyleyse, Manchester’a bir alternatif Barcelona’dır. Fakat teknoloji söz konusu olduğunda özyönetim ne anlama gelir? Bir dizi farklı deney olası bir yanıta yönelik başlangıç mahiyetinde malzeme sağlıyor. Halihazırda ulaşım için araç paylaşmaktan sosyal medyaya uzanan çeşitlilikte küçük kooperatif platformları mevcut. Yerel topluluklar tarafından yönetilen belediyeye ait genişbant internet ağları da var. Elbette yine Barcelona’da, müşterek mülkiyeti haiz akıllı bir şehir yaratma girişimi de söz konusu.

Büyük internet platformlarını demokratikleştirmek adına kooperatiflere dönüştürmeye veya verileri toplumsallaştırmaya dair kısa vadede uygulanabilir gözükmeyen daha iddialı planlar da mevcut.

Bu proje ve önerilerin hepsi somut olma erdemine sahip. Hepsi, üzerine kafa yorulacak çok değerli hipotezler. Ancak, özellikle kapitalizmi aşmak adına muhtemel yönelimler olarak ele alındıklarında mecburen eksik ve gelgeç kalıyorlar. Kapitalizm altındaki kooperatifler diğer herkesle aynı piyasa şartlarına tâbi kaldıkları için genellikle normal şirketler gibi davranır. Öyleyse, özyönetim deneylerinden, sonsuz birikim mantığından kopuşa ve toplumu tamamen farklı bir temelde yeniden inşa etme hedefine uzanan düz bir hat bulunmuyor.

Barcelona’da içsavaş sırasında “kolektifleştirilen” bir lokanta

Mülkiyetin demokratikleştirilmesi ile kapitalist fark üretimine içkin çeşitli baskılarla mücadele arasında doğrudan bir ilişki de mevcut değil. Örneğin, müşterek mülkiyeti haiz bir platform algoritmik ırkçılığa son vermez. Bu da bizi başka bir önemli noktaya getiriyor: Bazen en özgürleştirici seçenek, altyapıların mülkiyetini ve örgütlenme biçimini dönüştürmektense onları tamamen ortadan kaldırmaktır.

Ludist seçenek

Yıllardır Los Angeles’ta polis gözetimine karşı örgütlenen bir ittifak olan “Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nün Casusluk Faaliyetlerini Durdurun Koalisyonu”nu [Stop LAPD Spying Coalition] ele alalım. İttifak Emniyet Müdürlüğü’nü iki adet “tahmine dayalı suç önleyici” programı lağvetmeye zorladı. Bu programlar beyaz olmayan işçi sınıfı topluluklarına yönelik polis şiddetinin artmasına neden oluyordu. Örgütlenenler programların yenilenmesini değil, durdurulmasını istedi. Yani algoritmik inzibat aygıtının mülkiyetinin “demokratikleştirilmesini” değil, ortadan kaldırılmasını talep ettiler.

Kısaca teknolojinin kapitalist fark üretimini yoğunlaştırma eğilimine karşı onu lağvetme taktiği kullanan bir örgütlenme söz konusuydu. Kamu kurumlarının yüz tanıma yazılımı kullanmasını yasaklayan bazı belediyeler de benzer bir yaklaşım sergiler. Bu türden mücadelelerin arkasında bazı teknolojilerin varolamayacak kadar tehlike barındırdığı inancı yatar. Gandy’nin “panoptik sınıflandırması”nı engelleyecek çözümlerden biri de onu mümkün kılan araçları parçalamaktır.

19. yüzyılda Engels kapitalizmin üretimi nasıl da “bir dizi bireysel eylemden bir dizi toplumsal eyleme” dönüştürdüğü üzerine kafa yordu. Dünyamızın bilgi işlem tarafından topyekûn kuşatılması, bu kolektif eylemlerin artık tüm toplumları kapsayacak şekilde gerçekleşebileceği anlamına geliyor. Sanayi fabrikası, Terranova ve diğerlerinin İtalyan otonomist terminolojiden ödünç aldıkları üzere, “toplumsal fabrika”ya dönüştü.

Pekala Ludist diye adlandırabileceğimiz bu seçenek demokratik bir geleceğin temel yapı taşlarındandır. Tarihçi David F. Noble bir zamanlar teknolojiyi “şimdiki zaman kipinde” algılamanın önemini yazmıştı. Ludistleri bu nedenle övüyordu: Ludistler geçinmelerine yönelik tehdidi fark ettikleri için 19. yüzyıl İngiltere’sinde tekstil makinelerini imha etti. Daha iyi bir gelecek için sabırla beklemelerini vazeden teknolojik ilerleme amentüsünü yutmadılar. Aksine, bazı teknolojilerin “şimdiki zamanda” kendilerine ne yaptığını görüp harekete geçtiler. Teknolojiye soyut düzlemde karşı çıkmadılar. Bazı somut teknolojilerin hayata geçirdiği tahakküm ilişkilerine karşı durdular. Bu teknolojileri sökerek tahakküm ilişkilerini de parçaladılar. Böylece tabandan yenilerinin yaratılmasını zorladılar.

Hareket halinde düşünmek

Makine kırmak genellikle iyi bir fikirdir. Daha fazla fikir için başka hareketlere bakabiliriz. Teknoloji işçileri Pentagon ve ICE ile yapılan sözleşmelere karşı kolektif eyleme geçiyor, cinsiyet ayrımcılığına ve tacize son verilmesini talep ediyor. Uber gibi platformların kısa süreli çalışanları daha iyi ücretler, sosyal haklar ve çalışma koşulları için örgütleniyor. Bu hareketler içinde, farklı doğrultuda örgütlenmiş bir toplumun ana hatlarına dair epey malzeme bulabiliriz.

Sadece entelektüeller düşünmez. Hareket halindeki kitleler de düşünür. Ve bu ikisinin birlikte düşünmesinden, sürekli etkileşiminden kaynaklanan yaratıcılık, sosyalizm diye adlandırılmaya değer her şeyin biçim ve içeriğini sağlar.

Bu süreç epey dağınık ve dolambaçlıdır. Birçok açmazı ve başarısız deneyi barındırır. Çelişkileri ortadan kaldırmak yerine onları bir yerden diğerine taşımaya ve yenilerini üretmeye daha çok zaman harcanır. Ancak, sermayenin hareketinin nihayet durduğu ve farklı bir dizi kaygının (insani ihtiyaçlar, yaşanabilir bir gezegen) ortak  hayatımızı şekillendirdiği bir geleceğe giden tek yol budur. Sol teknoloji ve diğer her şeye dair yapılacaklara ilişkin soruyu böyle cevaplayacaktır: Zor dönemlerde beraber ve hareket halinde düşünmek.

Çeviri: Diyar Saraçoğlu
Kaynak: Ben Tarnoff, “From Manchester to Barcelona”, Logic, Issue 9, 7 Aralık 2019

^