“BÜYÜK İSTANBUL DEPRESYONU” İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
27 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI
39. İstanbul Film Festivali Ulusal Kısa Film yarışmacılarından biri de “Büyük İstanbul Depresyonu”. Genç yönetmen Zeynep Dilan Süren’in senaryosunu da yazdığı film, iki genç kadının, Didem ve Ayşe’nin üniversite mezuniyetinin ardından içine düştükleri işsizliğin yol açtığı gelecek kaygılarını, plazaların arasına sıkışmış gecekondudan bozma apartman dairelerinin terasındaki varolma sancılarını, tutunma çabalarını, umutlarını, kopuşlarını konu alıyor. Sosyal medya çağında 20’li yaşları sürmenin yarattığı çelişkileri, pandemi döneminin etkilerini, sinemada ve sahnede kadın olmayı, tiyatroların ve setlerin durumunu Zeynep Dilan Süren ve filmin hem oyuncusu hem yapımcısı Nazlı Bulum’dan dinliyoruz…

Büyük İstanbul Depresyonu’nda üniversiteyi henüz bitirmiş, iş bulamamış, İstanbul’da bir eve sıkışıp hayat mücadelesi veren, farklı sanat dallarında tutunmak için çabalayan iki genç kadınla tanışıyoruz. Ayşe hâlâ umudunu koruyup iş ararken Didem bundan vazgeçmiş, pek evden de çıkmıyor, bu farklı ruh halleri ilişkilerini de etkiliyor …

Zeynep Dilan Süren: İkisinin de işsizlikle mücadele etme biçimi farklı. Senaryoyu yazdıktan sonra ve çekim sürecinde kendime “acaba ben hangisine yakınım?” diye sordum. Geçmişe baktığımda dönem dönem ikisini de yaşadığımı fark ettim. Önce Didem’e yakın hissediyordum, ama sonra fark ettim ki, bir sürü staj yapmışım, işlere başvurmuşum, Ayşe gibi çabalamışım. Etrafımdaki insanlar için de benzer bir durum geçerli. Kişiler arasındaki ilişkiler de Didem ve Ayşe’ninki gibi değişebiliyor. Bazen bir arkadaşımı umutsuz görüyorum, tavsiyeler veriyorum, ama benim motivasyonumu görünce o daha da düşebiliyor. Ama iki hafta sonra ben düşmüşüm, o yerden kalkmış.

Nazlı Bulum: Bir saat içinde Ayşe de, Didem de olabilir, birinden diğerine dönüşebilirsin. Bu zaten içinde yaşadığımız dönemin bir özelliği. Hayat bir an bir şeylere dair hayal kurdurabilirken bir anda önündeki tüm seçenekleri kapatabiliyor. 20’li yaşlar bu açıdan çok kafa karıştırıcı.

Sıkça duyduğumuz bir şey: Bazen bir köye, küçük bir kente ya da İstanbul olmayan bir şehre yerleşme fikri çok mantıklı geliyor ve büyük bir karar almaya yakın hissediyorsun. Ama hemen sonra YouTube’dan nasıl para kazanabileceğinin peşine düşüp arkadaşlarınla proje geliştirirken buluyorsun kendini.

İş bulup çalışma umudunu yitirmiş olan Didem Ayşe’nin çabalarına içten içe öfkeleniyor, bunu dile de getiriyor, ama içten içe bir YouTuber olma hevesi taşıyor…

Zeynep Dilan: Bu çelişkileri ben de sonuna kadar hissediyorum. Filmde bir küçük şehre gitme meselesi var, Didem İstanbul’un bütünüyle yıkılması fantezisini anlatırken Kastamonu’daki köylerine gidebileceklerini söylüyor. Birlikte çalıştığımız insanlardan da sıkça duyduğumuz bir şey bu, sadece bizim nesil için değil, daha ileriki yaşlar için de geçerli. Bazen bir köye, küçük bir kente, İstanbul olmayan herhangi bir şehre yerleşme fikri çok mantıklı geliyor ve büyük bir karar almaya yakın hissediyorsun. Ama hemen sonra YouTube’dan nasıl para kazanabileceğinin peşine düşüp arkadaşlarınla proje geliştirirken buluyorsun kendini.

Nazlı: O sahne bana çok çarpıcı gelmişti. YouTube’da makyaj videosu çekmek isteği aslında yazar olmak isteyen Didem’in bir nevi sırrıydı. Anlamakta güçlük çektiğim yerler vardı ilk başta. Halbuki Didem bu mecra için bir persona yaratmıyor, orada da akıntıya ters gidiyor. Bu senaryo öncesinde baktığım bir yer değildi Youtube. Lise ve üniversite hayatımda hep tiyatro ve sinema ürettim, ama sonra bir anda “içerik üretmek” diye bir şey çıktı. Sanki 90’lardaki performans sanatı buna evrildi. İnsanlar kendilerini seyredilir kılmak üzerine çalışırdı, kendilerini kurgulardı, bunları izlemek ilgimi çekerdi. Şimdi mesela birilerinin Danla Bilic’i aşağıladığını gördüğümde sinirleniyorum. Bazı güzellik kalıplarının farkında oluşuyla ve filtresiz söylemiyle, özellikle bazı videolarında o kadar protest ki, ürettiği içerik için doğrudan doğruya sanat diyebilirim. Mesela neresinde estetik varsa kanlarla orayı çizdiği bir Halloween makyajı videosu var, çok etkileyici, kendini protest bir anlatıya dönüştürüyor. YouTube kendini anlatıya dönüştürebildiğin bir mecra, oyunculuk bunun hem zıddı hem de benzeri.

Ayşe (Kübra Balcan) ve Didem (Nazlı Bulum)

Ayşe ve Didem şehrin kıyısında bir apartman dairesinin teras katında yaşıyor, üzerlerine plaza ve gökdelenlerin gölgesi düşüyor…

Zeynep Dilan: Bir yaz atmosferi aradık, sıcaklığı hissetmek istedik. Gültepe’de, o evde yaşıyorum, o teras benim terasım, o görüntünün bizzat içindeyim. Alışık olduğum bir manzara, ama görüntünün etkileyiciliğini teaser’a gelen yorumlardan anladım. Evime gitmek için metrodan inip Kanyon’a giriyorum, asla alışveriş yapamayacağım mağazaların önünden, birkaç plazanın içinden geçip evime varıyorum. Senaryo ne kadar evin içinden çıktıysa, bir o kadar da o manzaradan çıktı.

O manzaraya dahil olmak sana nasıl geliyor Nazlı?

Nazlı: İstanbulluyum, şehrin birçok yerinde yaşadım, birçok yere girdim çıktım. Gültepe gibi yerlere aşinayım, kentsel dönüşüm süreci bu aşinalığı artırdı, çünkü benim de derdim olan bir süreçti. Ama öte yandan orada yaşamaya yabancıydım, Didem de belli açılardan öyleydi. Onun aksine ben hep içinde olmaktan mutlu olduğum şeyler yaptım, ailemin burada olmasının güveni vardı, hiç öyle bir boşluğa düşmedim. Tuhaf bir şekilde, senaryoyla ve Dilan’la tanıştığımda ailem daha yeni Kuşadası’nda bir köye göçmüştü. 20’lerimde bir anda yapayalnız kaldım, Didem’le rahat bir ilişki kurabildim. Aslında beni Didem’e esas yakınlaştıran Ayşe’yle kurduğu güçlü ilişki oldu. İki yakın kadının beraber kötücülleşebileceği ya da birbirlerini anlayabileceği yerlerin filmdeki seçimi beni etkiledi, bu benim de o dönem büyük derdimdi. Çünkü bu gerçekten de bir seçim ve Didem’le Ayşe birbirlerini bırakabilecek bir noktaya gelebilecekken bunu yapmıyorlar. Bu beraber durma halini, filmdeki bu umudu seviyorum.

Lise ve üniversite hayatımda hep tiyatro ve sinema ürettim, ama sonra bir anda “içerik üretmek” diye bir şey çıktı. Sanki 90’lardaki performans sanatı buna evrildi. Mesela birilerinin Danla Bilic’i aşağıladığını gördüğümde sinirleniyorum. YouTube kendini anlatıya dönüştürdüğün bir mecra, oyunculuk bunun hem zıddı hem de benzeri.

Büyük İstanbul Depresyonu’nun çıkış noktası neydi, Ayşe ve Didem’le benzer kaygılar mı?

Zeynep Dilan: Senaryoyu yazmaya başladığımda lisans üçüncü sınıftaydım. Tam da Didem ve Ayşe’nin içinde olduğu duruma düşebilirdim. İstanbul’a 2008’de lisede yatılı okumaya gelmiştim, o zamandan beri ailemin parasıyla geçiniyordum. Üniversiteden sonra böyle devam etmesini istemiyordum, ama mezuniyet sonrası için endişeliydim. Sinema-TV alanında iş bulmak kolay değil. Çok güzel yerlerde staj yapmama rağmen zorlandım. Gerçi şu an bu birçok meslek için geçerli. Lise buluşmamızda iyi bir üniversitede hukuk okumuş bir arkadaşım işsizlikten şikâyet ediyordu, benzer süreçleri yaşamıştık. Kişinin ailesinin maddi durumuna, sınıfına göre değişkenlik gösterebilir elbette.

Araya yüksek lisans ve iş deneyimleri girdikten sonra bu senaryonun artık çekilebilir olmasını sağlayan neydi?

Zeynep Dilan: Dördüncü sınıfta sinema ve dramaturji dersi alıyordum. Senaryomu yorumlaması için hocam Ceren Ercan’a verdim, ilk adım buydu. Nazlı’nın filme dahil oluşu da onun vasıtasıyla oldu.

Görüntü yönetmeni Deniz Eyüboğlu ve yönetmen-senarist Zeynep Dilan Süren

Nazlı, sen nasıl yollardan geçerek geldin, filmin senaryosunda seni çeken neydi?

Nazlı: Oyunculuğa lisede Dot’un Karatavuk oyunuyla başladım. Aynı dönem GalataPerform’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti’yle ortak projesi Liseli Gençler Oyun Yazıyor programına katıldım. Ceren Ercan’ın yürütücülüğündeki bu proje çağdaş tiyatro üzerine yoğun bir çalışma dönemi oldu, farklı liselerden gençler oyunlar yazdık. Ardından yine Ceren’in yönetiminde GalataPerform Genç’te beş kişi çalışmaya başladık. Hepsi sokakta performe edilen işler ürettik. Mavi Dalga’nın (Zeynep Dadak, Merve Kayan, 2013) kadrosuna bu sayede dahil olduk, sinema böylece hayatıma girdi.
Aynı günlerde kolektif olarak bir kamera aldık. Gezi döneminde arşiv için çektiğimiz görüntüler Ceren’in önerisi ve projelendirmesiyle Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda belgeseline dönüştü. Teknik olarak amatör bir belgeseldi, ama yoğun ve uzun süre düşündük, çalıştık; bir şekilde ekipçe sinemanın arka tarafını da görmüş olduk.
Son olarak karantina döneminde Pınar Öğünç’ün GazeteDuvar’daki söyleşi dizisinin podcast’ini hazırlarken bu metinlerdeki bir cümleden özellikle çok etkilendim: “Kendimi değil, ekonomimi var edecek işler yaptım.” Benim için hep tam tersiydi. Mezuniyetimin hemen ardından Oyun Atölyesi’nde Köprüden Görünüş oyununda oynamaya başladım. Tiyatro hayatını kuracak bir para kazandırmasa da, mesleğim adına kendimi çok iyi hissettiğim bir dönemdi. Sonra dizide oynamaya başladım, fakat o günlerde ülke yine çalkantılı bir döneme girdi. Oyun da, dizi de bitti. Ne yaptığımı sorguluyordum, o psikoloji ve ekonomik panikle geleceğe dair hayal kurmak zorlaştı. Tiyatro ve sinemadan hayatını kazanmanın bu denli zor olduğunu ya da bunun için bambaşka bir yolu da işi üretirken düşünmen gerektiğini anladığım zaman psikolojik olarak biraz zorlandım. Severek çalıştığın bir alanın mesaisinin hayatını idame ettirmeye yetmemesi büyük bir çelişki. O sıralarda Berlinale Talents’a davet edildim. Berlin’de Almanca eğitimi almayı, çocuk bakıp bir süre para kazanarak orada yeni bir hayat kurmayı düşünüyordum. Uzun süreli vize alma kararıyla İstanbul’a döndüğümde Ceren Ercan, Dilan’ın senaryosunu önüme koydu. Buradaki dert ve mesele bana dokundu, Almanya’ya dönmeyip işe koyuldum.

İki yakın kadının beraber kötücülleşebileceği ya da birbirlerini anlayabileceği yerlerin filmdeki seçimi beni etkiledi. Çünkü bu gerçekten de bir seçim ve Didem’le Ayşe birbirlerini bırakabilecek bir noktaya gelebilecekken bunu yapmıyorlar. Bu beraber durma halini, filmdeki bu umudu seviyorum.

Büyük İstanbul Depresyonu’nda kolektif bir kadın emeği göze çarpıyor.

Zeynep Dilan: Senaryoyu özellikle feminist bir bakış açısıyla yazmadım, ama bu mesele benim birincil derdim olduğu için filme de yansımış olabilir. İlk profesyonel setimde kaygı duymadan sadece işime odaklanabilmemde çoğunlukla kadınlardan oluşan bir ekiple çalışmanın etkisi var. “Male gaze”e, “erkek bakışı”na, kameranın ardındakinin cinsiyetinin bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum. Sinemada erkek yönetmenler, erkek görüntü yönetmenleri çok fazla. Herkes setteki cinsiyet dağılımını gözetse bir şeyler değişmez miydi?

Nazlı: Oyuncu performansını görüntü yönetmeni doğrudan etkiliyor. Dar bir mekânda geçen, sinematografisi zor ve performans odaklı bir film olduğu için senaryoyu okur okumaz daha önce beraber çalıştığım Deniz Eyüboğlu’nu düşündük. Tiyatro sahnesinde nasıl seyirciyi bir baskı gibi değil, beraber hareket ettiğin bir unsur olarak görmen gerekiyorsa, burada da kamerayı öyle görmen gerekiyor. Deniz’in kamerasıyla öyküye dahil oluş biçiminden etkilenmiştim. Setten çok önce yardımcı yönetmen olarak Merve Toz’dan emindik. Türkiye’de, özellikle dizi camiasında, yardımcı yönetmen sadece bir koordinatör ya da asistan gibi görülüyor. Oysa yönetmenin tamamlayıcısı, filmi beraber kuruyor ve düşünüyorlar. Dilan’la “hadi kadın ağırlıklı bir ekip kuralım” demedik, organik bir şekilde gelişti. Mesela saç ve makyajcımız Esma Keskin gibi film setlerinde işlerine hayran kaldığım kişileri önerdim. Sektörde işinin en iyisi olan birçok kadın var.

“Bir saat içinde Ayşe de, Didem de olabilir, birinden diğerine dönüşebilirsin. Bu, içinde yaşadığımız dönemin bir özelliği. Hayat bir an bir şeylere dair hayal kurdurabilirken bir anda önündeki tüm seçenekleri kapatabiliyor. 20’li yaşlar bu açıdan çok kafa karıştırıcı.”

Film festivallerine çağrılan kadın yönetmenlerin azlığı dünyada çok tartışılıyor, filmlerde kadın karakterlerin yorumlanışı zaten ezeli bir problem. Günümüz sineması eski prototiplerden ne ölçüde sıyrılabiliyor?

Nazlı: Mesleğe başladığımdan beri güçlü kadın sanatçılarla ve yönetmenlerle çalıştım, onlardan ilham aldım. Şu an esas problem, bir hikâyeyi yalnız başına “başarma” gayesinden doğuyor gibi geliyor bana. Bir yapım izlediğimde şunu düşünmeye başlıyorum: Bu yönetmen bunu herhalde kimseyle tartışmamış, kimsenin fikrini almamış, merak etmemiş… İlk çalıştığım ve çok sevdiğim yönetmen Ümit Ünal’ın son filmi Aşk, Büyü vs. bu noktada ayrışıyor. Hem kendi sinemasında yeni bir üslûp denemesi hem de duygusu yüksek bir eser var orada.

Zeynep Dilan: 12 yaşımdan beri bir kadın olarak yönetmen olmak istiyorum. Eskiden bu konuları konuşamazdım. Kısa Film Derneği, sinema-TV öğrencisi kadınlara burs vereceğini duyurduğu sosyal medya hesaplarının altında eleştirilmiş: “Neden sadece kadınlar” diye! Kadın ve erkek eşitmiş gibi davranınca kendiliğinden eşit olacağımızı zannediyoruz galiba. Kadın cinayetlerini işleyenler başkaları çünkü. Kadınları dövenler, taciz edenler başkaları. Biz böyle insanlar değiliz, başkaları düzelirse her şey çözülecek…
Sinema yapmak isteyen bir kadının karşılaştığı zorlukların içinde sokakta rahat yürüyememek de var. Özgüven sorunu da var. Bunlar birbirinden bağımsız şeyler değil. Yürütücü yapımcımız Rana Ekin ile bir sette tanışmıştık. Akşam eve dönüyoruz, “sen ne yapmak istiyorsun” dedim. “Sanat yönetmeni olmak istiyorum” dedi. Bir süre sonra “ya aslında yönetmen olmak istiyorum galiba” dedi. Onu o kadar iyi anladım ki. Ben de yönetmen olmak istediğimi söylerken zorlanıyordum. Yönetmen olmak için önce “ben yönetmen olmak istiyorum, film yapmak istiyorum” demek gerekiyor. Biz daha burada takılı kalıyoruz. Erkek egemen bir sektöre, akademiye girmeye çalışan bir kadın daha en başta en basitinden maruz kaldığı “mansplaining”lerle, değil sinemadan, hayattan soğuyup pes edebilir. Hem de neye maruz kaldığını, neden bu kadar soğuduğunu anlamadan olabilir bu. Artık maalesef gündelik olaylar şeklinde birbirimize anlattığımız tacizlerden bahsetmiyorum bile. Bir işe girerken yüz kere düşünmek zorundayız. Girdikten sonra her an tetikte olmak zorundayız…

12 yaşımdan beri bir kadın olarak yönetmen olmak istiyorum. Eskiden bu konuları konuşamazdım. Kısa Film Derneği, sinema-TV öğrencisi kadınlara burs vereceğini duyurduğu sosyal medya hesaplarının altında eleştirilmiş: “Neden sadece kadınlar” diye! Kadın ve erkek eşitmiş gibi davranınca kendiliğinden eşit olacağımızı zannediyoruz galiba.

Festivalde bu kadar az sayıda kadın yönetmen olması da üzücü, ama sanırım şaşırtıcı değil. Erkek yönetmenlerin kadın karakter algısı da tüm bu konuştuklarımızdan bağımsız değil. Ama bu bir becerememe hali değil bence. İçine doğduğumuz toplumda gelişen bakış açımızla alâkalı. Bunlar konuşuldukça bizler de başka yerlerden bakmaya başlayacağız ve bu durum değişecek diye umut ediyorum. Tabii erkek yönetmenler diye genelleyerek yıllardır kadınlara yapılan şeyi tersine çevirmek de istemem. Kadın yönetmenler şöyle filmler yapıyorlar, böyle davranıyorlar demek kadınlar üzerinde belki de farkında bile olmadıkları bir baskı yaratıyor. En azından benim için öyle olduğunu fark ettim. Bunun üzerine derinlemesine düşünüp emin olmam da kadınların bir erkeğin kurduğu böyle bir cümleye karşı seslerini çıkarmaları sonrası olmuştu.

Filmin adındaki “depresyon” bireysel bir ruh haline işaret etmiyor sanki. Bu depresyonda yaşanan şehrin ne kadar payı var, Kastamonu’da yaşasalar ne kadar farklı olacaktı?

Zeynep Dilan: Depresyon ilaçla ya da terapiyle tedavi edilebilen bir hastalık, tıbbın konusu. Öte yandan gündelik hayatlarımızdaki olumsuz ruh halleri için de kullandığımız bir kavram ve metropol hayatının depresyonu tetiklediği bir gerçek. Bunu ses üzerinden çok düşündüm. Üniversite hazırlığı ABD’de okumuştum, yedi ay sonra döndüğümde havalimanından metroya bindim, sesler, kalabalık ve insanların tavırları beni çok kötü hissettirmişti. İstanbul’un bazı noktalarına gittiğim anda kulaklarım dört bir yerden küfür algılıyor, bu cinsiyetçi küfürleri bu kadar çok duymanın insana iyi gelebileceğini düşünmüyorum. Bu açıdan Kastamonu’da yaşayan genç bir kadınla İstanbul’da yaşayan genç bir kadının depresyonu arasında bir fark olabilir. Öte yandan, internet ve sosyal medya çağında, özellikle pandemi döneminde hepimiz evden sosyalleşmeyi başardık, mesela Zoom toplantılarına alıştık. O bakımdan küçük bir şehirde yaşayan bir kadınla Didem arasında YouTube’a çekilmek istenen videonun yarattığı çelişkilerde de benzerlikler olabilir.

Nazlı: Bir dönem Moda’da oyun oynuyordum ve Yeldeğirmeni’nde oturuyordum. Aradaki mesafe 10-15 dakika, ama eve dönene kadar mahvoluyordum. Bir gün kutlama adı altında bir barbarlık görüyorsun, binalar yakılıyor, sanki iç savaştasın. Ama ertesi gün hiçbir şey yok. Havaalanında bomba patlıyor, üç saat sonra açıyorlar, her şey normal. Uzun zamandır bizi hafızasızlaşmaya iten bir yerde yaşıyoruz. Bu durum, görüşü ya da inancından bağımsız olarak her insanda mutsuzluk yaratıyor, o mutsuzluk metroya, vapura bindiğin anda kişisel hayatında işlerin nasıl gittiğinden bağımsız bir şekilde sana sirayet ediyor. Eğer kendini şehrin içinde tamamen izole edecek bir maddi kuvvetin yoksa ya da hayatın içine karışmayı seviyorsan yara almamak bir süre sonra imkânsızlaşıyor.

Didem neden İstanbul’un yıkılması fantezisi kuruyor, çözümü ancak bir yok oluşta mı buluyor?

Zeynep Dilan: Umarım öyle değildir. Bu sanırım bireysel olarak rahatlatan bir fantezi. Bizi İstanbul’da ihtimaller tutuyor, ama gitmek de istiyoruz, bu da büyük çelişki, fakat bu fantezi çok net bir çözüm! Halbuki her şey yıkılırsa ihtimaller de kalmaz, kurtuluş da. Ama depresyondayken her şeyin yıkılmasını istemek farklı, o zaman diğer insanlar için de o ihtimaller kalmayacak çünkü. Ben başaramayacaksam İstanbul’da kimse başaramasın! Hep birlikte aynı hayatı yaşayalım! Hayatta hepimize aynı imkânlar verilmediği için isteklerine, hedeflerine daha çabuk ulaşabilecek insanları net bir şekilde kıskanabiliriz. Didem’in bütün İstanbul’un pert olmasını istemesi bu açıdan önemli.

Nazlı: ’99 depremi gibi bir travma yaşamışsın ve biliyorsun ki içinde yaşadığın şehir güvensizliklerle dolu, inşaatı odağına almış bir kent politikasıyla burun buruna yaşıyorsun. Değersizliğinin karşılığını en tepede görüyorsun, bu da bir yerde Didem’i bilinçaltında sıkıştırıyor. “Tamam, ne olacaksa olsun, görsünler” gibi bir bakış açısı geliştiriyor. Kıskançlık, oyunculuk üzerine çalışırken üzerinde çok durduğumuz bir meseleydi. O kötücüllüğün inceliğini filme iyi bir şekilde yansıttığımızı düşünüyorum. “Ben yapamayacaksam kimse yapamasın” çok güdüsel bir fikir olarak düşünülebilir, ama içinde yaşadıklarını Ayşe’yle paylaştıktan sonra Didem’e ne oluyor, bu önemli. Bu iletişimin kendisi ve dönüştürücü gücü kıymetli geliyor bana.

Tiyatrocuların bakanlıkla görüşmelerinde konu dönüp dolaşıp “size erzak yardımı yapalım”a geldi. Sahneler makarna armağanıyla ayakta kalamaz. Sivil oluşumlar bu tip destekleri organize etti zaten. Bir Kültür Bakanlığı’ndan bahsediyorsak orada başka bir sorumluluk devreye girmeli.

Koronavirüs de bir yıkım süreci yaşattı, siz bundan nasıl etkilendiniz?

Zeynep Dilan: İş görüşmelerine gidiyordum patladığında. Hatta ilk vakanın açıklandığı gün bir görüşmem vardı, gitmedim. “Ne olacak şimdi, nasıl para kazanacağım” derken garip bir rahatlık geldi. Bir süre çok kitap okudum ve film izledim. Çok iyi geldi, Didem’in yaşadığı gibi bir fantezi gerçek olmuştu sanki… Karantina sürecinde benim için çok bir şey değişmedi aslında, çünkü uzun süredir evdeyim. Zaten uzun zaman önce işsizlik gibi nedenlerden ötürü bir tür karantinaya girmiş insanların rahatlığını yaşıyorum.

Nazlı: Karantina başladığında turnedeydim. İlk vaka açıklandığında trenle Ankara’ya gidiyorduk. Üç gün boyunca oyunu oynadık, seyirci maskeliydi. Başka bir şehirde olmak, eczanelerin ihtiyacı karşılamadığına tanıklık etmek, her şey tuhaftı. Eve döndükten sonra ilk 15 gün biraz tatil gibiydi, yorgundum, ama ölümlerin hızla artmasıyla korkmaya başladım, ne film izledim ne kitap okudum. Mesleğimle ilgili her şey saçma geldi. Bu da yaralayıcı, ama gerçek. Çünkü oyunculuk, tiyatro böyle bir durumda hiç romantize edilecek bir şey değildi. O an sahneye çıkamıyor olmamız değildi üzüleceğimiz şey. Bir yandan şu da sarstı: Yıllardır ailem ben istediğim işi yapayım diye maddi, manevi kendinden bir şeyler veriyor. Şu an yoğun bakıma alınsam devlet tarafından bana gösterilen bir sigorta güvencem yok! Neye güveneceğim? İşime dair kendimi çok değersiz ve zayıf hissettim. İş deneyimi olarak çok iyi bir yerdeyim, çok istediğim bir oyunda oynuyorum. Ama bütün bunların bir hayat güvencesi olmadığını gördüğü anda insan tuhaf bir çelişki yaşıyor. O çelişki bana çarptı. Ama sonra “iyi ki bu filmi yaptık” derken topladım kendimi! Çünkü bu iki kız da sanatçı olmak istiyor, biri yazar, biri tasarımcı olma hayalini yaşıyor. Tamam dedim, evdeyim ve çalışacağım. Filmin post-prodüksiyon işleri, festival süreci de karantina sürecinde şekillendi.

Oyuncular Sendikası’nın “setleri durdurun” mücadelesi, Tiyatro Kooperatifi’nin örgütlenme çalışmaları, karantinayla birlikte artan güvencesizliği ve sektörün sorunlarını gözler önüne sermede etkili oldu. Söyleşi yaptığımız günlerde Moda Sahnesi’nin önünde özel tiyatroların başını çektiği bir eylem yapıldı. Bu örgütlenme çabalarını nasıl görüyorsun?

Nazlı: Çok olumlu buluyorum. Sendikayı daha önce hiç bu kadar yakından takip etmemiştim. Karantina esnasında sendika küçük ağlar oluşturdu, yaşlı tiyatrocuların evlerine destek paketlerinin ulaştırılmasına yardım etmek gibi. Bu küçücük iş o kadar işe yaradığımı hissettirdi ki. Gösteri Sanatında Kadın adında bir oluşum var. Şahsen tanıdığım, tanımadığım değerli sanatçı kadınlarla tiyatronun bu dönemde neye evrilebileceği konuştuğumuz, yaşamsal olarak tiyatrocuların, tiyatrocu kadınların, LGBTİ’lerin neye ihtiyacı var, bu ihtiyaçlar günümüz koşullarında nasıl sağlanır, elden ne gelir gibi soruları tartıştığımız, bazen çözümler geliştirdiğimiz bir iletişim ağı. Tiyatro Kooperatifi de çok aktif çalıştı, sahneler kurulması ve sanatçıların haklarının verilmesi için çok uğraştı. Hayatımda ilk defa mesleğime dair benim de bir sözüm olabileceğini hissettim. Kadıköy Platformu’nun ilk çıktığı metni sorguladım ve eksik kaldığını düşündüğüm yeri söyledim. Başka zaman bu tavrı asla göstermezdim, imzalayıp geçerdim. Ama geleceğimiz söz konusu olduğu için, kendimi ifade etmeye ihtiyaç duyup konuyla ilgili her bir detayı ciddiye aldım. Süreçle ilgili genel olarak bakanlıkla görüşmeler de iyi gidiyordu, fakat konu dönüp dolaşıp “size erzak yardımı yapalım”a geldi. Sahneler makarna armağanıyla ayakta kalamaz. Sivil oluşumlar bu tip destekleri organize etti zaten, Dayanışmanın 100’ü Şiir var mesela. Bir Kültür Bakanlığı’ndan bahsediyorsak orada başka bir sorumluluk devreye girmeli.

Karantina sonrası sete çıkan ilk dizi ekiplerinden birinde çalışıyorsun. Set ortamı an itibariyle nasıl işliyor? Nasıl bir değişim söz konusu?

Nazlı: Hayatımıza yeni giren maske, dezenfektan, havalandırma uyarıları, pandeminin tüm gereklilikleri, hepsi yabancılaştırıcı birer unsur. Oyunculuk zaten kendine bir oyun alanı yaratmaktır. Bunun için de başka bir konsantrasyon alanı yaratmalısın kendine. Bu sert gerçekliğin içinde bunu sağlamak neredeyse imkânsız gibi. Zaman zaten sıkıntılı bir gerçekliktir sette. Ama şimdi tamamlanan her bir sahnenin başka bir anlamı var. İşi tamamlamak her şeyin ötesine geçiyor. Dolayısıyla, bir hikâyeyi çekmeye dair bildiğim her şeyden farklı bir biçimde çalışıyorum. Kimsenin bir şeyleri erteleme lüksünün olmadığı koca bir piramidin bir parçasısın. Ama bu da bizim işimiz, diğer sektörlerde olduğu gibi hayatımıza devam etmek için çalışmak zorundayız. Bu durum yakın zamanda geçecek gibi değil. Çalışma ekiplerinin deneyimlerini paylaşmaları çok önemli…
Pınar Öğünç’ün söyleşi dizisini başka bir estetikte katmanlandırmak, podcast’e dönüştürmek o süreçte bizim için yapılabilecek en iyi şeydi bana göre. Ses odaklı böylesi bir çalışma yapmamıştım daha önce. Başta zorlandım, biraz belgesel radyo tiyatrosu sahneler gibi çalıştık. Tarihi belgelemekle ilgili bir sorumluluk da vardı, Pınar’ın metinleri oluşturduğu, bizim metinleri algıladığımız çizginin merkezini bulmaya uğraştık hep beraber. O anlatılar hepimiziz. Anlatılan hiçbir şey yalnız pandemi sürecine ait değil. Her iş sektöründe, toplumun her çemberinde varolma ve yaşam hakkını savunabilme anlamında ciddi boşluklar, güvensizlikler var. Hepimiz aynı şeyi yaşıyoruz, dolayısıyla yalnız değiliz.

^