BİR OKUMA TİYATROSU OLARAK "DEVRAN"

Söyleşi: Adalet Çavdar
18 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

11 Ocak Cumartesi günü Jülide Kural, Selahattin Demirtaş’ın ikinci öykü kitabı Devran’dan seçtiği beş öykü ile bir okuma tiyatrosu sahneledi. Kenter Tiyatrosu’ndaki oyun içeriğiyle, izleyicileriyle, bir araya getirdiği isimlerle, deyim yerindeyse, taşları yerinden oynatan bir rüzgâr estirdi. Devran’ın sahneye taşınmasını, sanatın hikmetini ve kadın hareketinin ivmesini Jülide Kural’dan dinliyoruz.


Devran
’ı sahneye taşıma fikri nereden çıktı? Sizi harekete geçiren ne oldu?

Jülide Kural: Şöyle bir temel vardı tabii ki: Bizim, hepimizin, bu ülkede yaşayan, meseleleri dert edinen sanatçılar, aydınlar olarak bu hukuksuz adaletsiz durum karşısında bir tavır almamız gerektiğini düşünenler arasındayım her zaman. Selahattin Demirtaş gibi bu ülkenin bence gelecekte en önemli, en parlak siyasi figürlerinden olacak bir kişinin, zaten hukuksuz bir şekilde duvarların arkasında tutuluyor olması karşısında bir şey yapmak gerektiği de hep içimizde bir yerde tuttuğumuz bir şey. Ben siyasetçi değilim, kendi bildiğim, düşündüğüm alandan ancak bir sanatçı olarak, sanatsal üretimle bunu nasıl ortaya koyabilirim diye düşündüm.
Devran’ı ilk okuduğumda bir okuma tiyatrosu olarak düşündüm. Öncesinde Seher’i düşünmüştüm, bazı kişisel nedenlerden ötürü Seher’i yapamadım. Daha sonra Gülten Kışanak’ın kitabından hareketle bir okuma tiyatrosu yaptık. Tek tek kadınların hikâyelerini, kendi yaşamlarını, hakikatlerini anlattığı bir kitaptı o. Sonra da Devran yayınlandı. Öyküleri seçtim, onları biraz kısalttım. Kendimce daha dramatik bir hale dönüştürmeye çalıştım ana yapılarını bozmadan. İki müzisyen, dört erkek, bir kadın oyuncu olacaktık sahnede, ama en sonunda sahnede bir erkek, bir kadın oyuncu ve iki müzisyen kaldık. Beş hikâye okuduk.

Duvarları aşmak, Demirtaş’a bir selam göndermek, bu dayanışma ağını biraz daha var etmek istedik. Birbirimizi anlamak için sanatın iyileştirici yanını kullanalım dedik. Bu tür işlerin duygusal olarak yan yana gelebilmeyi sağlayan bir yanı var: Kalplerimizi birleştirebilir. Meseleleri sunulduğu gibi değil de, bir başka yerden yeniden hissetmenin kapısını aralamak istedim.

Biz buradan o duvarları aşmak, Selahattin Demirtaş’a bir selam göndermek, bu dayanışma ağını biraz daha var etmek istedik. Bir kültür ürününün yaygınlaşması için, birbirimize daha çok yakınlaşabilmemiz için yaptık. Aslında birbirimizi anlamak için sanatın iyileştirici yanını kullanalım dedik. Bu tür işlerin duygusal olarak yan yana gelebilmeyi sağlayan bir yanı var: Kalplerimizi birleştirebilir. Yan yana gelmenin, meseleleri sunulduğu gibi değil de, bir başka yerden yeniden hissetmenin kapısını aralamak istedim.
Selahattin Demirtaş’ın haksız bir şekilde içeride tutulduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin demokrasisinin kurulabilmesi adına çok önemli bir kimlik olduğu için içeride tutulduğunu düşünüyorum. Çünkü her gün demokrasiden bu kadar uzaklaşırken, otoriterleşme bu kadar artarken bunun tam tersini yapabilecek güce, kalbe, dile sahip olduğunu düşünüyorum. Hem kendi memleketimizde demokrasinin inşa edilmesi, hem de onun bu güzellikteki hikâyeleriyle edebiyatçı kimliğini de ortaya koyabilmek için yaptık bu okuma tiyatrosunu. Bütün bunların hepsi birleşti.
O hikâyeleri en iyi şekilde anlatmak için çaba sarfettik. İnsanların da buna ihtiyacı olduğunu sahnedeyken anladım. Çok özel bir buluşma oldu, çok farklı kesimlerden hep aynı cümleyi duydum: Üzüldük, sevindik, kızdık, âşık olduk, öfkelendik, isyan ettik… Bütün o duyguları yaşadık dediler. Ben siyasetçi değil, bir sanatçıyım ve sanatın elbette bir duruşu, bir dili, bir söylemi vardır. Ama ben onu üretirken meselem, söyleyeceğim şeyi en estetik boyutta, en sahici, en hakiki boyutta anlatmaktır.

Tek bir oyunla kalacak mı, devam edecek mi?

Tek bir oyun. Bu bir proje değil. Bu sadece bir kereliğine, tarihe bir küçük not düşmek niyetiyle yapıldı. Hem kişisel olarak, bir sanatçı olarak, bu tarihe bir küçük not düşmek adına yaptım. Türkiye’nin ve Avrupa’nın neredeyse bütün şehirlerinden turne teklifi alıyorum. Hepsine de aynı şeyi söylüyorum. Bu bir proje değil, bu bir selam durma, buradayız deme hali. Umarım asıl duyması, anlaması gerekenler anlar.

Başak Demirtaş, Selvi Kılıçdaroğlu, Pervin Buldan, Canan Kaftancıoğlu ve Dilek İmamoğlu gibi isimleri yan yana getirmiş oldunuz… Nasıl bir buluşmaydı, ne hissettiniz?

Çok güzel bir buluşmaydı, birçok farklı kesim bir aradaydı. Gerçek bir buluşma oldu. Tam da benim söylemek istediğim şey gerçekleşmiş oldu; seyircilerin çok büyük kısmı kadındı ve gençti. O kadınlar oraya birileri tarafından gönderilmedi, kendileri geldi. Başak Demirtaş onların dostuydu ve “hadi gelin Jülide Kural’ın yaptığı işi hep birlikte seyredelim” dedi. Burada önemli olan, bu yan yana gelişte en temel birlikteliği sağlayan şeyin demokrasi talebi olması. Bir de korkmamak hali. Size sürekli tekrar edilen, “bunu yaparsan şöyle olursun, oraya gidersen şöyle görünürsün, bunu dersen böyle olursun” diyerek terör başlığı altında tüm değerlerimizden bizi koparmaya çalışan bir otoriter bakışa karşı, kadınlar dediler ki, “biz bunu kırarız, bu oyunu seyrederiz ve bu oyunu seyrederek demokrasi adına bir adım daha atarız, birilerinin eşleri olduğumuz için değil, biz kadınlar olarak bunu yaparız”. Benim yorumum bu.

Birilerinin eşi, kızı değil, kendimiz olabilmek için o kadar çok mücadele etmek zorunda kalıyoruz ki. Bizim mücadelemiz uykudan uyandığımız an başlıyor, uyuyana kadar devam ediyor. Bu mücadele çok kapsamlı. “Bir hedefe vardım, bitti” değil, hep bir süreç var. Kadının özgürlük mücadelesinde diyalektiğin kendisi gerçekleşiyor. Hep adım atıyor, hep değişiyor, yeniden kendini kuruyor.

O kadınlar orada, o akşam kendileri olarak bulundular. “Eşi olma” halini aşan bir durumdu. “Biz kadınlar bunu kuracağız; bu öğrenilmiş, öğretilmiş, bu korkuyla bezenmiş bir türlü yan yana gelememe halini biz aşacağız” dediler diye yorumladım. Yaşadığım, gördüğüm gerçeklik de oydu. Demokrasiyi, yan yana gelmeyi, bu ülkenin özgürlükten yana olan tavrını destekledikleri, sanata değer verdikleri, sanatın bu ülke için vazgeçilmez olduğunu bildikleri için oradaydılar.
Hepsi gerçekten kızkardeşim oldu, bizler için kızkardeşlik en temel duygudur. Biz yapacağız, bu ülkenin, bu baştan kuralları konmuş ataerkil bakış açısını biz yıkacağız.


Çok uzun zamandır, ne zaman ortalık bir kargaşaya, savaşa, şiddete meyletse hep kadınları ortada görüyoruz. Yıllardır yaşadığımız bu toplumsal şiddet ve baskı ortamında kadın hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında kadın hareketi o kadar güçleniyor ki, bir taraftan kadına yönelik şiddet de güçleniyor. Otoriterleşmenin en belirgin olarak kendini ifade ettiği yer her zaman kadının hayatı, bedeni ve kimliği.  Kadın yaşamı yeniden kurabilecek kadar güçlü bir varlık. Bizim de bugüne kadar getirdiğimiz mücadele tarihinde, her seferinde, o küçük gibi görünen, ama ağır bedelleri göze alarak attığımız her adımda kadın hareketi biraz daha güçlendi. Şu anda her ne kadar her gün kadınlar öldürülüyor olsa da, her ne kadar erkek şiddeti en baştan otoriterliğin en tepesinden en altına kadar yeniden, yeniden türetilse de, bir o kadar güçlü bir kadın hareketi de var.
En temel kavramlarımız olan barış, özgürlük, dayanışma, şiddete karşı durma, dayanışma gibi meselelerde kadının bugüne kadar öğretilmiş o erkeklik halinden bir farkı var: Kadın hareketi çok özeleştirel ve eleştirel davranan bir harekettir. Her durumda şunu yapmayı başarır, diyalektik olarak kendini bir taraftan değiştirirken bir taraftan da her mücadeleyi sürdürür. Sınırları yumuşaktır, söyleyeceği her ne kadar bütün kuralları altüst etse de onu erkek yöntemi olan şiddetle ortaya koymaz. Bu, çok önemli bir fark yaratıyor.

Hamlet’i canlandırırken “ben ne söyledim, ne oynuyorum” diye hiç mi düşünmüyorsun, sadece güzel mi tonluyorsun? Herkesi aynı kefeye koyamam, ama bu soruyu da soruyorum. Sanat hem düşünsel hem de duygusal derinliğe ihtiyaç duyar. Bu derinliğin içine girdiğin zaman da bir sorumluluk alırsın, artık bir yükün vardır.

Evet, kadın hareketine baktığınızda milyonlarca kadını bir arada göremeyebilirsiniz, ama her yerden, tek tek evlerden çıkarlar. Bugün bu kadar kadının öldürülmesinin nedeni de o hiçbir şeyi olmayan, nereye gideceğini bilemeyen kadının birinin malı olmayı reddetmesinin başarısında yatıyor. Bir kadın evlilik kurumunu aşıp ne yapacağını bilmediği halde oradan kaçmaya çalışıyorsa, kadın mücadelesinin burada çok önemli bir kazanımı var. Bir erkek mücadeleden çok daha çabuk vazgeçebilir, ama bir kadın binlerce yıllık yaptırımın içinden ürettiği için asla vazgeçmez. Hepimiz aynı cümleleri kurmayabiliriz kadınlar arasında, ama ana duygumuz, bir gün bu ülkede gerçek barışı inşa edeceksek, sürükleyici gücün kadınlar olacağı. Bir gün özgürlük konusunda daha gelişkin bir bilince sahip olacaksak, bunu yine mümkün ve en görünür kılan kadınlar olacaktır. Çünkü birilerinin eşi, kızı değil, kendimiz olabilmek, istediğimiz gibi giyinebilmek, istediğimiz okula gidebilmek, istediğimiz mesleği yapabilmek için o kadar çok mücadele etmek zorunda kalıyoruz ki. Bizim mücadelemiz uykudan uyandığımız an başlıyor ve tekrar uyuyana kadar devam ediyor. Bu mücadele çok kapsamlı, ama aynı zamanda da çok güçlü. “Bir hedefe vardım, bitti” değil, hep bir süreç var. Kadının özgürlük mücadelesinde diyalektiğin kendisi gerçekleşiyor. Hep adım atıyor, hep değişiyor, yeniden kendini kuruyor.

Beş bin yıldır susturulmuş bir cinsiyet; birinin malı olan, hiçbir şey yapmasına izin verilmeyen, biraz düşüncesini ifade ettiğinde “sen anlamazsın” denen bir varlık birdenbire dedi ki, “ben varım”. “Ben buradayım, vardım, varım ve varolacağım” dedi. Bir gün bu ülkede gerçek anlamda demokratik ortam oluşacaksa en temelde biz kadınlar yükleneceğiz yine bunu ve biz başaracağız, bundan eminim. Yeni bir dille hareket etmemiz gerektiğini biliyoruz ve bu dili çoktan kurmaya başladık.

Bir saatlik bir okuma tiyatrosuyla gündem yarattınız, birçok sesin çıkmasına sebep oldunuz. Sizin deneyiminizden yola çıkarak başka bir meseleyi konuşuyoruz aslında. Bunun çok daha fazlası yapılabilir elbette. Sanat buna açık bir alan. Ülkedeki sanatsal üretimi nasıl görüyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlarda çok büyük kaygılar var. Sistem en başında insanı esir alıyor. “Şunu yaparsan şu alanlarda çalışamazsın” diyor. Kara listeler var. Örneğin Gezi’ye katılan oyuncuların bir kısmı o listelerden çıkabilmek için ne kadar çok ödün verdiler. İnsanları yargılamak doğru gelmiyor bana. Bu mesleği yapan insanlar aç kalamazlar. Maalesef kendi alternatif alanlarımızı oluşturamadık, bunu yapamadığımız için sistemin sunduklarıyla ancak varolabiliyoruz. İnsanların çocukları var, aileleri var, aç kalmakla karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla, herkese rol biçip bunu yapmayanı “olmaz böyle sanatçılık” diyerek yaftalamak istemiyorum. Ama şu soruyu da soruyorum: Mesela tiyatroda, Çehov’u, Molière’i, Shakespeare’i, Brecht’i oynarken ya da okurken, sadece klasiklerden, hepimizin okuduğu, çoğumuzun oynadığı metinlerden yola çıkarak soruyorum: Nasıl oluyor da bütün o yazarların karakterlerinden biri olup bütün bu hayati meselelerin, varolmanın anlamı üzerine tartışırken… bütün bunlar teknik bir anlatım mı, bunu soruyorum. Hamlet’i canlandırırken “ben ne söyledim, ne oynuyorum” diye hiç mi düşünmüyorsun, sadece güzel mi tonluyorsun? O zaman sanatçı değilsin. Herkesi aynı kefeye koyamam, ama bu soruyu da soruyorum. Sanat hem düşünsel hem de duygusal derinliğe ihtiyaç duyar. Bu derinliğin içine girdiğin zaman da bir sorumluluk alırsın, artık bir yükün vardır. Sanatçının gerçek sanatçı olup olmadığını tarih belirler. Devletin kara listesi olabilir, ama asıl halkın bir kara listesi var. Oraya girdiğin zaman sen artık bitmişsindir. Diğer türlü sadece iş bulamazsın, zorluk çekersin.

^