Tüm dünyada içilebilir su potansiyeli hızla azalıyor. 2023, 2053 hedeflerini bilemeyiz ama, önlem alınmazsa Türkiye’nin 2040 itibarıyla su fakiri bir ülke haline gelmesi çok muhtemel. Peki içilebilir suların azalmasına sadece sanayi atıkları, toksik kimyasalların bolca kullanıldığı endüstriyel tarım, kirli kanalizasyon suları ve iklim değişikliği mi neden oluyor? Peki yetersiz kontrol ve denetim, laboratuvar çalışmaları, hakkında henüz pek bilgi sahibi olmadığımız suya karışan binlerce kimyasal maddenin etkisi? Dünyadan yola çıkıp Türkiye’ye dönüyor, suyla ilgili sorunlara, işlemeyen, işletilmeyen kurumsal yapıya odaklanıyoruz.
Su bir gezegende hayatın var olabilmesi ve devamlılığının sağlanabilmesi için en önemli fiziksel varlıklardan biri. Bir gezegen sıvı formda su içeriyorsa orada hayat ihtimali çok büyük. Bu nedenle, dünya dışında bir başka gezegende hayatın olup olmadığını belirlemeye yönelik astrofizik çalışmaları, incelenen gök cisimlerinde suyun varlığına dair izlere odaklanır. Uzayda gök cisimleri arasındaki mesafenin büyüklüğünden dolayı mevcut gözlem araçları ile hayatın doğrudan kendisini, yani yabancı bir yaşam formunu gözlemek olanaksızdır. Dolayısıyla hayatı mümkün kılan su gibi fiziksel unsurların varlığına işaret edecek bir iz aranır. Bir gezegende su yoksa, bildiğimiz şekliyle hayatın gelişmesi mümkün değil. Yeryüzündeki hayatın ortaya çıkışı ve devamlılığı da susuz gerçekleşmeyecekti.
Susuzluk medeniyetleri çökertir
Hayatın büyük bir çeşitlilikle serpildiği gezegenimizde susuz kalmanın ne gibi sorunlara yol açacağı iyi biliniyor. Medeniyet tarihi su varlıklarına yakın yerlerde kurulan ve kuraklık ya da su varlıklarının kirletilmesi gibi nedenlerle su temin etmek zorlaştığı için çöken uygarlıklarla dolu.[1]
İklim krizi, kimyasal kirlenme, nüfus artışı, orman ekosistemlerinin tahribi gibi günümüz uygarlığının güncel sorunları bir kez daha ciddi bir su krizine neden olacak gibi görünüyor. Ancak bu kez durum farklı. Geçmişte bölgesel ölçekte yaşanan su krizleri şimdi gezegen ölçeğinde yaşanabilir ve geçmişte olduğu gibi tekil medeniyetlerin değil, yeryüzündeki hayatın bütünüyle çökmesi sonucuna yol açabilir.
İklim krizi önümüzdeki yıllarda pek çok ülkede su kıtlığına yol açacak. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) üçüncü tahmin raporunda, iklim değişikliğinden etkilenmeyecek ülke veya coğrafi bölgenin bulunmadığı belirtiliyor.[2] Rapora göre Türkiye’nin güneyi önümüzdeki yıllarda ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya kalacak. Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan bölgelerde kış yağışları yüzde 20-50 arasında azalacak.
Nüfus artışı ve iklim krizi nedeniyle önümüzdeki yıllarda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarında yüzde 40 ila yüzde 50 oranında azalma tahmin ediliyor.[3] Türkiye su fakiri bir ülke olmaya doğru hızla yol alıyor. Ancak bu meseleye daha geniş bir çerçeveden bakabilmek için önce Türkiye’nin su bütçesini incelemeliyiz.
Türkiye’nin su bütçesi
Türkiye’nin yağışlarla elde ettiği su miktarı ortalama 501 milyar metreküp suya karşılık geliyor. Bu miktarın 158 milyar metreküpü yüzey suyu olarak akarsulara ve göllere gidiyor. Kullanılabilir su miktarı ise yıllık 112 milyar metreküp. Türkiye’de suyun yüzde 11’i sanayi, yüzde 15’i evsel ve yüzde 74’ü ise tarımsal amaçlı kullanılıyor. Toplam su tüketimi 46 milyar metreküp. Bu rakam Türkiye’nin toplam su potansiyelinin yüzde 41,1’ine karşılık geliyor. Yapılan tahminlere göre kişi başına yıllık 1652 metreküp su potansiyeli, nüfus 2030 yılında 100 milyona ulaştığında 1120 metreküpe düşecek.[4]
Ancak bu tahminlere iklim değişikliği nedeniyle yaşanacak ve su kıtlığına yol açacak sorunlar dahil değil; iklim değişikliğinin olumsuz etkileri de hesaba katıldığında, 2030-2040’lardan itibaren kişi başına düşen su potansiyeli 700 metreküpe kadar gerileyebilir. Kişi başına su potansiyeli 2 bin metreküpün altındaki ülkeler “su azlığı”, bin metreküpün altındaki ülkeler ise “su fakirliği” çeken ülkeler diye tanımlanıyor.3 Dolayısıyla yakın gelecekte su temini ile ilgili ciddi sorunlarla yüz yüze kalınacağını söylemek yanlış olmaz. Ancak su bütçesiyle ilgili tahminlerde yer almayan çok daha ciddi bir başka sorun var: Sulardaki kimyasal kirlilik.
Sularda kimyasal kirlenme ve arıtma faaliyetleri
Sulardaki kimyasal kirlenmenin boyutlarını ölçmek kolay bir iş değil. Bu yüzden kirliliğin yol açacağı sorunlara su kriziyle ilgili tartışmalarda yeterince yer verilmiyor. Oysa nüfus artışı ve iklim krizinin doğuracağı su kıtlığının sulardaki kimyasal kirlenme sorunuyla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Kimyasal kirlenme suları içilemez kılabilir. Kimyasal maddelerle kirlendiği için içilebilir özelliğini yitirmiş bir su varlığını tükenmiş bir varlık olarak görmek gerekir. Böyle bir durumda su kıtlığının yol açacağı sorunlar çok daha şiddetlenecek.
Kimyasal kirlenmeye neden olan kaynaklar, kirlenme etkenleri ve Türkiye’de bu konuda yapılan çalışmalara değinmeden önce, kirliliği azaltmak amacıyla yapılan su arıtma işlemlerinin yeterliliğine dair kısa bir bilgi verelim.
Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) üçüncü tahmin raporunda Türkiye’nin güneyi önümüzdeki yıllarda ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya kalacak. Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan bölgelerde kış yağışları yüzde 20-50 arasında azalacak. Ülkede 2030-2040’lardan itibaren kişi başına düşen su potansiyeli 700 metreküpe gerileyebilir. Kişi başına su potansiyeli 2 bin metreküpün altındaki ülkeler “su azlığı”, bin metreküpün altındaki ülkeler ise “su fakirliği” çeken ülkeler diye tanımlanıyor.
Türkiye’de kanalizasyon şebekesinden deşarj edilen atık suyun yüzde 18’i herhangi bir arıtma işlemine tabi tutulmadan direk çevreye bırakılıyor, kalan yüzde 82’si arıtılıyor. Ancak arıtılan suyun sadece yüzde 41,6’sı kapsamlı bir arıtmadan geçiyor.4 Dolayısıyla ülkemizde kanalizasyon şebekesi sularının üçte ikisine doğru düzgün bir arıtma işlemi yapılmıyor. Yeterli arıtma işlemine tabi tutulmayan kirli sular akarsulara ya da denizlere boşaltılıyor. Atık sular akarsu yatağı boyunca temas ettiği ve sızdığı her ortamı kirletecek, yeraltı sularına sızarak kirlenmelerine neden olacaktır.
Sadece sızma değil, kullanım da bir sorun. Kirli akarsulardan çekilen sularla tarım arazilerinin sulanmasıyla, toprak ve topraktan sızan sularla birlikte yeraltı suları da kirleniyor. Bu toprakta yetiştirilen gıda ürünlerinin çeşitli toksik kimyasalları içermesi kaçınılmaz. Ergene Çayı Havzası bu tip bir kirlenmeye verilebilecek tipik örneklerden biri. Bu kısa bilgiden sonra sulardaki kimyasal kirliliğe yol açan kaynakların neler olduğuna yakından bakalım.
Sularda kimyasal kirlilik kaynakları
Suyun elde edildiği coğrafi bölgenin yapısı, kentsel kanalizasyon atıkları ve tarım ile sanayi faaliyetleri sonucu açığa çıkan çeşitli atıklar sularda kimyasal kirlenmeye yol açan en önemli kaynaklar. Geniş bir çerçeveden bakıldığında suyun çıktığı ya da temin edildiği noktadan içilmek için ulaştığı son noktaya uzanan bir yol haritası var. Bu harita üzerinde yer alan çeşitli unsurlar bir kirlilik kaynağı olarak görülebilir. Dolayısıyla içme suyunu arıtmak için yapılan işlemler sırasında suya karışan ya da nakil şebekesinden ve binalardaki tesisattan suya bulaşan tüm kimyasal maddeler bir kirlilik etkeni olarak görülmektedir.[5]
Bu geniş çerçeveden bakıldığında sularda kimyasal kirlenmeye yol açan binlerce etken maddenin mevcudiyeti anlaşılır. Ancak bu kimyasalların tamamı suya bulaşmaz. Bir bölgedeki coğrafi yapıya, kentleşmeye, tarımsal ve endüstriyel faaliyetlerin doğasına bağlı olarak sulara bulaşması muhtemel kimyasal maddelerin sayısı ve niteliği farklılık gösterir. Suların kimyasal kirlenmesi bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye farklılık arz eder.
Kentsel atıklarla madencilik, tarım ve endüstri faaliyetleri sonucu açığa çıkan atıklar dışında, radyoaktif maddeler, kozmetik ürünler, tıbbi ilaç ve ecza ürünleri, deterjanlar gibi pek çok kirlilik kaynağı sayılabilir. Küresel ölçekte üretilen kentsel atıkların yüzde 80’i, endüstriyel faaliyetler sonucu ortaya çıkan milyonlarca ton tehlikeli atık herhangi bir arıtma işlemine tabi tutulmadan, doğrudan bir su kaynağına boşaltılıyor. Dünya genelinde suyun yüzde 70’i tarımsal faaliyetlerde kullanılıyor. Sadece modern tarımda kullanılan pestisitler ve yapay gübreler bile suların kirlenmesine neden olan binlerce toksik kimyasalı doğaya saçıyor.[6]
Sulara bulaşması muhtemel kimyasalların sınıflandırıldığı listeye her yıl yeni kimyasallar ekleniyor. Bu kimyasalların çoğu insan ve doğadaki diğer canlılar için zehirli etkiler gösteriyor. Bazıları ise kanserojen (kanser yapıcı), mutajen (genetik yapıda mutasyonlara yol açan) ve teratojen (embriyon gelişimini olumsuz etkileyen) etkisi bulunan çok tehlikeli kimyasallar.[7]
Kimyasal kirlenme, kapsamı çok geniş, bir ülkedeki mevcut teknolojik üretim deseni, tarımsal teknikler, kentleşme, ithalat ve ihracat rejimi, arıtma ve geri dönüşüm prosesleri gibi çeşitli parametreler içeren bir konu. Bunların tamamına değinmek bu yazının çerçevesini çok aşacağı için burada ülkemizde kimyasal kirliliğe yol açan etmenlerin kontrol, denetim ve izleme çalışmalarının durumuna, yapılan çalışmaların yeterliliği meselesine odaklanalım. Su konusunda yapılan koruyucu, önleyici bütün çalışmaların etkinliğini belirlemek için kontrol ve izleme çalışmaları yapmak gerekiyor; dolayısıyla bu konuda yapılacak bir durum tespiti genel duruma dair sağlam bir fikir verecektir.
Su konusunda sorumlu kurumlar
Türkiye’de mevcut su yönetimine genel yaklaşım kirliliği önleme odaklı, ancak önleme faaliyetinden söz edebilmek için kapsamlı, iyi planlanmış, düzenli aralıklarla, uygun analitik donanıma sahip kurumlar eliyle yürütülecek bir kontrol ve izleme çalışması gerekir.
Suyla ilgili konularda düzenli kontrol ve izleme faaliyetleri yapmakla sorumlu kurumlar Sağlık Bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile yerel yönetimlerdir.
Bu konuda neler yapıldığı, yapılan çalışmalardan elde edilen bilgiler dahilinde hangi önlemlerin alındığı kamusal erişime kapalı. Her şeyden önce hangi kimyasal kirlilik etmenlerinin hangi kurum tarafından kontrol edildiği ve izlendiği bile yeterince açık değil. Dolayısıyla büyük eksiklikler olduğu aşikâr. Neden böyle düşündüğüme açıklık getirmeden önce, noktasal ve yayılı kirlilik kaynaklarından yeraltı ve yerüstü sularına bulaşma ihtimali olan kimyasal maddelerin tespitine yönelik bir çalışmaya değinmek gerekiyor.
Türkiye sularında noktasal ve yayılı kirlilik etmenleri
Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2014 yılı sonunda tamamladığı bir çalışmayla Türkiye genelinde yeraltı ve yerüstü sularına bulaşması muhtemel bütün noktasal ve yayılı kaynaklı kirlilik etmenlerini belirlediğini açıkladı.[8]
Kirletici kaynakların niteliğine göre su kirliliği noktasal kirlilik ve yayılı kirlilik olmak üzere iki farklı sınıfta inceleniyor. Noktasal kirlilik bir arıtım tesisi veya fabrika gibi belirli bir noktadan kaynaklanan kirliliği, yayılı kirlilik ise bir tarım havzası gibi belirli ve tek bir kaynağı olmayan, geniş bir sahadan ya da çeşitli noktalardan yayılan kirlilik etmenlerinin zamanla belli bir yerde birikmesi sonucu açığa çıkan kirliliği ifade ediyor.
2014 yılında açıklanan söz konusu çalışma Türkiye’ye özgü 116 noktasal ve 133 yayılı kaynaklı kirletici tespit ediyor. Uluslararası uygulamaların taranması ile 116 noktasal kirleticiden 33’ü ve 133 yayılı kirleticiden 52’si için içme suyu standardı tespit edildiği açıklandı.[9] Peki bütün bu teknik veriler ne anlama geliyor ? Meselenin düğüm noktası burada.
Çalışmada ülkemizdeki endüstriyel, tarımsal, evsel çeşitli kaynaklardan sulara karışması muhtemel toplam 249 kimyasal kirleticinin 85’i için uluslararası içme suyu standartlarında bir hüküm var. Bir etken madde içme suyu standardında yer alıyorsa, o etken maddenin bir litre içme suyunda aşmaması gereken miktar belirlenmiştir. Bir kimyasalın eşik değeri aşması durumunda sağlık sorunlarına neden olduğu kabul edilir. Örneğin içme sularında bulunması muhtemel zehirli maddelerden arsenik için bu değer bir litre suda 10 mikrogram (gramın milyonda biri) olarak belirlenmiştir. İçinde 10 mikrogramdan fazla arsenik bulunduran sular içme suyu olarak kullanılamaz.
Bu bilgiler ışığında ülkemizdeki Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’nce tespit edilen 249 kirleticinin yüzde 34’üne denk gelen 85 tanesi için uluslararası mevzuatta bir hüküm olduğunu, dolayısıyla standartların doğrudan alınıp kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Bu, işin kolay kısmı. Zor olan geriye kalan yüzde 66’lık kısımda yer alan 174 adet kirletici için mevzuatta yer alacak hükümleri tespit etmek. Bu kirleticilerin sularda aşmaması gereken değerleri belirlemek gerekiyor. Bunu yapmak için de bu kirleticilere yönelik çevresel kalite standartlarının çıkarılması zorunlu.
Çevresel kalite standartları
Avrupa Birliği’nce çıkarılan 2000/60/EC sayılı Su Çerçeve Direktifi (SÇD), su varlıklarının kalitesini ve sucul ekosistemlerin sağlığını korumak amacıyla çevre koruma ve yönetimi konusuna bütünleşik bir yaklaşım getirdi.10 Bu yaklaşım çerçevesinde yeraltı ve yerüstü suları için risk teşkil eden tehlikeli kimyasal maddelerin çevresel kalite standartlarının belirlenmesi gerekiyor. Sulardaki kimyasal madde kalıntılarını izlemek için öncelikli olarak yapılması gereken budur.
Çevresel kalite standartları, tarım ve endüstriyel faaliyetlerin homojen olmaması nedeniyle ülkeden ülkeye farklılık gösterebiliyor. Dolayısıyla öncelikle bir ülkede mevcut noktasal ve yayılı kirletici kaynaklarının hangi tehlikeli kimyasalları açığa çıkardığı konusunda bir çalışma yapmak gerekiyor. Bu çalışmanın yukarıda da bahsettiğimiz gibi 2014 yılında tamamlandığı anlaşılıyor. Ancak tespit edilen 249 kimyasal kirlilik etmeni için çevresel kalite standartları oluşturulup oluşturulmadığı belli değil. Bu standartların 85 adeti uluslararası mevzuatta bulunuyor, ancak ülkemize özgü kirleticiler için standartların oluşturulup oluşturulmadığını bilmiyoruz.
Çevresel kalite standartları oluşturulmadan insan ve çevre sağlığının korunması için bir kimyasal maddenin belli bir ortamda maksimum ne miktarda bulunacağına ilişkin bir şey söylemek olanaksız. Ayrıca su kalitesinin kontrol ve izlenmesi amacıyla yapılacak analitik çalışma sonuçlarının değerlendirilmesi için de bu standartlara gerek var. Standartların oluşturulmasından sorumlu kuruluş Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü. Kurumun internet sitesinde çevresel kalite standartlarının oluşturulduğuna dair bir bilgi yer almıyor. Buraya kadar anlatılanlardan yola çıkarak ülkemiz sularındaki kimyasal kirliliği kontrol ve izleme çalışmalarının durumu hakkında bazı tespitler ve tahminler yapmak mümkün.
Su kirliliğini kontrol ve izleme çalışmaları?
Su kalitesini korumak için tehlikeli kimyasal kullanımını azaltmak, tarımsal, endüstriyel ve kentsel atıklardaki tehlikeli kimyasalların sulara bulaşmasını engellemek yapılacak en doğru şey. Ancak bütün bu çalışmaların iyi yapılıp yapılmadığını, alınan önlemlerin yeterli olup olmadığını anlamak için laboratuvar çalışmaları elzem. Analitik çalışmalarla su kalitesinin korunması amacıyla yapılan çalışmaların etkinliği düzenli olarak kontrol edilip izlenmeli. Bunun için analitik cihazlarla donatılmış ciddi bir laboratuvar altyapısı oluşturulması, ülke genelinde yeraltı ve yerüstü sularından belirli aralıklarla alınan örneklerin bu laboratuvarlarda analize tabi tutulması gerekiyor.
Bu laboratuvarların çeşitli illerde kurulmasının gerekeceği de açık. Bu donanıma sahip laboratuvarlar Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesinde mevcut değil. Sağlık Bakanlığı bünyesinde su kalitesini belirleme konusunda çalışan laboratuvarlar var, ancak o laboratuvarlardaki analitik donanım sulara bulaşması muhtemel bütün kimyasal maddeleri analiz etme yeterliliğine sahip değil. Bu kimyasalları tespit edebilmek için doğru ve kesin bilgi üretecek güvenilir analiz yöntemlerinin mevcut olmadığını da söyleyebilirim.
Dolayısıyla ülkemizde sulara bulaşması muhtemel 249 adet kimyasal maddenin sularda bulunup bulunmadığını tespit etmeye yönelik bir çalışma yapılmadığı söylenebilir. Bu kimyasal maddelerin sulara bulaşıp bulaşmadıkları, eğer bulaştılarsa ne miktarda bulaştıkları, bu durumun insan sağlığı için bir risk oluşturup oluşturmadığı hakkında herhangi bir bilginin olmadığı öne sürülebilir.
Küresel ölçekte üretilen kentsel atıkların yüzde 80’i, endüstriyel faaliyetler sonucu ortaya çıkan milyonlarca ton tehlikeli atık herhangi bir arıtma işlemine tabi tutulmadan, doğrudan bir su kaynağına boşaltılıyor. Türkiye’de kanalizasyon şebekesinden deşarj edilen atık suyun sadece yüzde 41,6’sı kapsamlı bir arıtmadan geçiyor.
Bu eksikliğin ya da yetersizliğin nelerden kaynaklandığını ve nelere yol açacağını açıklığa kavuşturmak için bir parantez açıp laboratuvarlarda yürütülen enstrümantal analiz çalışmaları hakkında kısa bir bilgi vermek gerekiyor.
Enstrümantal analiz, en basit tanımıyla, bir cihaz kullanılarak ve belirli bir analiz yöntemiyle yapılan deneysel çalışmalara verilen isim. Tek bir analiz yöntemi içinde birden fazla cihazın kullanılmasına da sıklıkla rastlanır.
Bir kimyasal maddeyi herhangi bir ortamda (kimya diliyle matriks’te) tespit edebilmek için nerede başlayıp nerede biteceği adım adım tasarlanmış bir deneysel çalışma yapmak gerekir. Bu deneysel çalışma bütünü analitik kimya dilinde “analiz yöntemi” olarak adlandırılır. Analiz yöntemi geliştirme çalışmaları analitik kimya disiplininin en gözde konularının başında gelir. Bir analiz yöntemi en temelde doğaya belirli bir fiziksel nesne hakkında bilgi edinebilmek, belirli yanıtlar alabilmek için sorular sormak, sınırlar çizmek olarak tanımlanabilir.
Görünmeyene yakından bakabilmek
Doğada sınırlar yoktur. Her nereye bakılırsa bakılsın görülecek olan kesintisiz bir akıştır. Ancak bilgi edinebilmek için akışı dondurmak, sınırlamalar yapmak veya çerçeveyi daraltmak gerekir. Deneysel çalışmalarda sınırları önceden ve iyi çizilmiş bir alan üzerinde oynarız.
Gerek insan eliyle üretilmiş, gerekse doğal yollardan oluşmuş kimyasal maddelere ilişkin bilgimiz büyük oranda deneysel çalışmalara yaslanır. Sularda, gıda ürünlerinde, toprakta, arkeolojik buluntularda, kısacası aklımıza gelebilecek her türlü ortamda “ne var” ve “ne kadar var” sorularının yanıtlarına deneysel çalışmalar vasıtasıyla ulaşırız.
Eğer ne aradığımızı bilmiyorsak bu sorulara yanıt vermek çok zordur. Su örneğinde “arsenik kalıntısı var mı, yok mu, varsa ne kadar var?” sorusuna yanıt vermek daha önce yapılmış çalışmaların bolluğundan dolayı kolaydır. Arsenik elementinin fiziksel ve kimyasal özelliklerinin neler olduğuna, bir su örneği içindeki arsenik elementinin suda bulunan diğer kimyasal maddelerden nasıl ayırt edileceğine, ayırt edilen arsenik elementinin hangi özelliğini dikkate alarak, hangi cihazla belirleme işlemi yapılacağına dair analiz yöntemi elde mevcuttur. Geriye deneysel protokolü uygulamak kalır. Dolayısıyla çoğu kez ne aradığımızı bildiğimiz ve aradığımız şey(ler)i tespit edebilecek bir deneysel çalışma yaparız. Ancak bir analiz örneğinde daha önce analiz yöntemi oluşturulmamış bir kimyasal maddeyi tespit edebilmek ya da bildiğimiz, kimliğini tespit edebildiğimiz kimyasalların dışında kalan “şeyleri” belirlemek çok zor, çoğu kez imkânsızdır. Bu amaçla yeni analiz yöntemlerinin geliştirilmesi gerekir, ancak ondan sonra su örneklerinde çalışmak mümkün hale gelir. Özetle, sadece sorduğumuz sorulara yanıt alırız; bir analiz yönteminin temel esprisi de budur.
Su ile ilgili konularda düzenli kontrol ve izleme faaliyetleri yapmakla sorumlu kurumlar Sağlık Bakanlığı, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile yerel yönetimlerdir. Ancak neler yapıldığı, yapılan çalışmalardan elde edilen bilgiler dahilinde hangi önlemlerin alındığı kamusal erişime kapalı. Her şeyden önce hangi kimyasal kirlilik etmenlerinin hangi kurum tarafından kontrol edildiği ve izlendiği bile yeterince açık değil.
Tüm bunlar yapılsa bile bir kimyasal maddeyi tespit etme çalışmalarının performansını sınırlayan önemli bir sorun daha var. Bu da analizde kullanılan analitik cihazın tespit yeteneği ile ilgili. Her analiz cihazı bir tür dedektör (belirleyici, tespit edici) gibi düşünülebilir. Bir madde miktar açısından ancak belli bir eşik değeri aşarsa cihaz tarafından tespit edilebilir. Kimya dilinde o eşik değere “tespit sınırı” denir. Tespit sınırının altındaki miktarları analiz cihazı algılayamaz. Kimya dilinde söylemek gerekirse “sinyal gürültüye karışır” ya da gürültüden ayırt edilemez. Bu nedenle bir analiz raporunda, araştırılan bir kimyasal için “yok” ya da “bulunmuyor” yazılmaz; “tespit edilebilir düzeyde bulunamadı” denilir. Herhangi bir analiz örneğinde düşük miktarlarda bulunan kimyasal maddeleri tespit etmek çok zordur. Su, bu tip örneklerin en zorudur. Suları kirleten kimyasal maddelerin bazılarının miktarı o kadar düşüktür ki, analiz cihazlarının tespit yeteneğinin dışında kalır.
Bir analiz yönteminde tespit sınırı üzerinde en çok etkisi olan iki parametre, örnekleri analize hazırlama ve analitik cihazda ölçüm yapmaktır. Analitik cihazların hassasiyeti geliştirildikçe ortamda var olduğu halde tespit edilemeyen kimyasallar görünür olmaya (sinyal vermeye) başlar. Bunlardan bazıları daha önce bildiklerimizdir. Bazen daha önce saptanamayan bir veya birden fazla kimyasal da tespit edilebilir. Yeni bir bulguya rastlamak toksik kimyasal kalıntısı analizlerinde ender görülen bir olay değildir.
“Bu kadar düşük miktarlarda bulunan kimyasal maddelerin sağlık için bir zararı var mı?” sorusu akla gelir. Zehirli kimyasal maddelerin belli bir eşik dozu aştığında zehirli etki gösterdikleri biliniyor. Ama bu kurala uymayan kimyasal maddeler de var. Örneğin hormonal sistem bozucu kimyasallar çok düşük dozlarda bile sağlık sorunlarına yol açıyor. Sulara bulaşması muhtemel pek çok kimyasal, hormonal sistem üzerinde bozucu etkiler gösterdiklerinden kuşkulanılan kimyasallardır. Bu konu yeni yeni araştırıldığı için bilgi birikimi henüz az. Ancak mevcut bilgiler son derece önemli bir halk sağlığı sorunu oluşturabileceklerine işaret ediyor.
Gündelik hayatımızda kullandığımız çeşitli ürünler yaklaşık 100 bin kimyasal madde içeriyor. Bu kimyasal maddelerin yüzde 85’inin insan ve çevre sağlığına zararlı etkisinin mevcudiyeti, sulara ya da gıdalara bulaşıp bulaşmadıkları, bulaşma varsa ne miktarda gerçekleştiği hakkında bir bilgi yok.
Örneğin, gündelik hayatımızda kullandığımız çeşitli ürünler yaklaşık 100 bin kimyasal madde içeriyor. Bu kimyasal maddelerin yüzde 85’inin insan ve çevre sağlığına zararlı etkisinin mevcudiyeti, sulara ya da gıdalara bulaşıp bulaşmadıkları, bulaşma varsa ne miktarda gerçekleştiği hakkında bir bilgi yok. İşin aslına bakılırsa, bu kimyasalların büyük bir çoğunluğunu su, gıda, toprak ya da hava gibi ortamlarda tespit etmeyi sağlayacak analiz yöntemleri de yok.
Enstrümantal analiz konusunda açtığımız parantezi burada kapatalım. Şimdi biraz geriye doğru gidelim ve ülkemizdeki sularda varlığının araştırılması gereken 249 adet noktasal ve yayılı kirleticiyi belirlemek için yapılan kontrol ve izleme çalışmalarının neden yetersiz kaldığı sorusunu tekrar ele alalım.
Neler eksik, neler yapılabilir?
En önemli yetersizlik, kontrol ve izleme faaliyetlerinin kapsamlı ve hassas bir şekilde yapılmasını sağlayacak, analitik altyapıya sahip laboratuvarların eksikliği. Bu altyapı var olsa bile izleme çalışmalarının ne ölçüde yapılacağı belirsiz. Örneğin, gıdalarda toksik kimyasal kalıntıları tespit etmek ve gereken önlemleri almakla sorumlu Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın bünyesinde güçlü bir laboratuvar altyapısı bulunmasına rağmen gıda kontrol ve izleme faaliyetlerinin berbat yapıldığı aşikâr. Dolayısıyla bir düzeltme yapıp en önemli yetersizliğin bu çalışmaların yapılmasını sağlayacak siyasal irade yokluğu olduğunu söyleyebilirim. Peki eğer çalışmaları ciddiyetle ele alacak bir siyasi irade mevcutsa ne yapılması gerekirdi? Yanıtları kısaca özetleyelim.
Öncelikle laboratuvar donanımının ve kullanılan analiz yöntemlerinin sulara bulaşması muhtemel 249 adet tehlikeli kimyasal maddenin tamamını tespit etme yeterliliğine sahip olması gerekli. Aksi takdirde yapılan çalışmalar kısmi bilgi vermenin ötesinde hiçbir işe yaramayacaktır. Ne yazık ki şu an ülkemizdeki durum da budur. Ayrıca, sadece 120 adet tehlikeli kimyasalın analizi yapılabiliyorsa, geriye kalan 139 kimyasal maddenin sulara bulaşıp bulaşmadığı hakkında hiçbir fikrimiz yok demektir.
Kontrol ve izleme çalışmaları iyi yapılamadığı sürece sağlıklı bir durum tespiti yapmak imkânsız. Mevcut durumu tespit etmenin ötesinde, bu çalışmaları yapmayı zorunlu kılan başka nedenler de var: Sularda kimyasal kirlilik etmenlerinin varlığı ve düzeyi periyodik olarak kontrol edilmediği sürece önümüzdeki yıllarda su varlıklarının ne oranda kirleneceğini ve hangi önlemlerle bu kirliliğin kontrol edilebileceğini anlamak da olanaksız.
Su kalitesinin korunması için yapılması gereken kontrol ve izleme çalışmalarındaki eksiklikleri bir an önce gidermek gerekiyor. Bu çerçevede öncelikle su varlıklarını sadece insan için değil, doğadaki bütün canlılar için güvence altına alan ve suyu meta değil, varlık olarak tanıyan bir su yasası çıkarılmalı.
Kimyasal kirlenme doğal bir olgu değil. Kirliliğe yol açan uygulamalar ve aktörler var. Dolayısıyla hangi iktisadi faaliyetlerin, işletmelerin ya da kurumların sularda ne ölçüde kirliliğe yol açtığını belirleyebilmek ve gereken önlemleri alabilmek için ülke genelinde yürütülecek izleme çalışmalarına büyük ihtiyaç var. Su kalitesinin korunması için yapılması gereken kontrol ve izleme çalışmalarındaki eksiklikleri bir an önce gidermek gerekiyor. Bu çerçevede öncelikle su varlıklarını sadece insan için değil, doğadaki bütün canlılar için güvence altına alan ve suyu meta değil, varlık olarak tanıyan bir su yasası çıkarılmalı. Böylece su kalitesinin korunması konusunda faaliyet gösteren bütün kamu kurumlarını tek bir çatı altında toplamak, kirlilik önleme, kontrol ve izleme çalışmalarındaki dağınıklıkları ve eksiklikleri gidermek mümkün olabilecektir.
Öte yandan il bazında örgütlenmiş, yeterli analitik donanıma ve personele sahip laboratuvarların kurulması için yasanın çıkarılmasını beklemeye gerek yok. Sağlık Bakanlığı bünyesinde su analizleri konusunda faaliyet gösteren laboratuvarların donanım ve personel altyapısı güçlendirilerek analitik çalışmaların yürütülmesi de sağlanabilir. Analitik çalışma sonuçları mutlaka şeffaf bir şekilde kamuya açıklanmalı. Kamu yararı gütmesi gereken kurumların çalışma disiplinine müdahil olabilmenin yollarından biri de bu çünkü.
Bunları ve burada yer verilmeyen daha pek çok şeyi yapabilmekse kamusal hayatı yeniden canlandırmayı gerektiriyor. Kamu fikrinin aşındığı, kamu kurumlarının tasfiye edildiği, halk ve çevre sağlığını korumak için yapılması gereken kamusal çalışmaların savsaklandığı bir zamanda bütün bunların nasıl başarılacağı ise apayrı bir tartışma konusu elbette. Ancak içilebilir su temininin önümüzdeki yılların en hayati sorunlardan biri haline geleceği de aşikâr. Sadece bu sorunla baş edebilmek için bile her zamankinden daha güçlü bir kamu fikrine ve kamu kurumlarına ihtiyaç duyulacak. Dolayısıyla kendimizi bir parçası hissedebileceğimiz, bizi birbirimizden sorumlu kılacak bir kamusal yaşama hayatiyet kazandırmanın yollarını aramaktan vazgeçmemek gerekiyor. Dünya çok küçük ve yapılan her şey er veya geç herkese değen bir iz bırakıyor.