İmroz’la ilgili bir kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Serdar Korucu: 2015’te Atina’ya gitmiştim. Aynı yıl, bu kitabın da danışmanı olan Laki Vingas’ın aracılığıyla tanıdığım Niko Manginas’ın katkılarıyla Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül 1955 serisinin ilk cildini çıkarmıştık. Manginas da o dönemde Atina’daydı, buluştuğumuzda yanımızda Konstantinos Delikostantis de vardı ve kendisiyle sohbetimizde geçmişini anlatmak istemese de şu cümle çıktı ağzından: “Babamı İmroz’da öldürdüler.” Bu cümle üzerinden de bu kitap çıktı. Aralarında Ekümenik Patrik Bartholomeos’un da olduğu 28 İmrozluyla konuştum. Başlarda sadece İmroz’da yaşayan Rumlarla söyleşi yapmayı planlıyordum. Sonra bu düşüncem değişti. Çünkü İstanbul’da yaşamak bir İmrozlu için farklı. Burada da pek çok ayrımcılığa uğradılar, aşağılandılar. Ayrıca yurtdışındaki İmrozluların da yaşantılarını eklemek istedim. Böylece Şimdi Kim Kaldı İmroz’da? ortaya çıktı.
Peki, kim kaldı İmroz’da, eskiden kim vardı?
Adanın geçmişi, İmrozluların da ifade ettiği gibi, Yunanların bile öncesine dayanıyor. Kadim bir topluluk bölgenin yerleşik halkı. Egemenlikler değişse de kültürleri hep devam etmiş. Yüzlerce yıldır aynı yerde yaşayan, bir zamanlar çok sayıda tanrıya inanan, sonra Rum-Ortodoks olan, dindar ama asla bağnaz olmayan bir halk. Uzun zaman altı-yedi bin, bazen dokuz bine çıkmış bu nüfus. Çok artmamış, çünkü adanın sınırı belli, balıkçılık ve tarımın geliri belli. Bir dönem süngercilik de popüler, ama adanın habitatının besleyebildiği insan nüfusu yüzlerce yıl pek değişmiyor. Türkler sadece yönetici sıfatıyla gönderiliyor, İmroz’un geçmişinde bir Türk mahallesi, bir Türk köyü olmamış. Tamamen Rum nüfusa sahip bir adadan söz ediyoruz.
Egemenlikler değişirken adada isyan çıkmıyor mu hiç?
İmroz isyan etmeyen bir ada. Kültüründe yok. Çünkü savaşla elde edilmemiş. “İsyan” kelimesi Latincede “yeniden savaşmak” anlamında, “rebellum”dan geliyor. Bir savaşı yine ve yeniden yapmaktır. Hiç savaşmamış ki İmroz. Osmanlı’ya geçişi II. Mehmed döneminde, o da savaşsız bir şekilde. Ada halkının direnişi olmuyor. Aldıkları imtiyazlar var zaman içinde, sorunsuz bir geçiş yaşanmış. Osmanlı yönetimiyle büyük bir sorunu yok. Zaten küçük bir ada, kendi içinde yaşıyor. Kimse ona, o da kimseye karışmıyor.
1928’deki İmroz ve Bozcaada Raporu’nda “hissiyat olarak koyu Yunan” denen ada halkı korkudan evlerini mavi-beyaz renklere boyayamıyordu. Bugün turizm için bu yapılıyor, ama o zaman imkânsızdı. Uzun yıllar kimse kıyafetinde bile mavi-beyazı kullanmadı.
Kitabın altbaşlığındaki tabirle, “mutlular adası”na mutsuzluk nasıl hâkim olmaya başlıyor?
Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ortada kalıyor ada. 1910’larda bir ara Yunan egemenliğine geçiyor, Osmanlı geri istiyor, İngiltere araya giriyor, arkasından da Birinci Dünya Savaşı başlıyor. İtilaf Güçleri hem Gökçeada’yı (İmroz) hem Bozcaada’yı (Tenedos), ama özellikle İmroz’u Çanakkale Savaşı’nda Gelibolu’ya karşı askeri üs olarak kullanıyor. Bu da Lozan Antlaşması’na konu oluyor. Boğaz’ın güvenliği için bu adaların Türkiye’nin egemenliğinde olması gerektiği düşünülüyor ve bu görüş kabul görüyor. Bu önemli bir kırılma noktası.
Nasıl bir kırılma?
Feryal Tansuğ’un derlediği İmroz Rumları –Gökçeada Üzerine (Heyamola Yayınları, 2012) adlı kitaptaki Alexis Alexandris imzalı makalede, idarenin devir teslimiyle ilgili nihai karar açıklandığında İmroz ve Tenedos’ta bir paniğin yaşandığı belirtiliyor. Bu makaleye göre, ada halkı 1923 Ağustos’undan itibaren İmroz limanına toplanıp adanın derhal boşaltılmasını talep eder. Bazı İmrozlular Anadolu ve Trakya’dan Rum göçmenlerle dolup taşan yakındaki Limni adasına çoktan kaçmıştır zaten. Bu Tenedos’ta da yaşanıyor. Öyle ki, Yunan makamları adalıları sakinleştirene kadar Tenedos nüfusu yarıya iniyor. Özellikle Yunan ve İngiliz güçleriyle işbirliği yapan adalıların, adalarda kalma konusunda ikna edilmesi zor oluyor. Lozan af kararı getirse de bunun Türkiye tarafından ne kadar uygulanacağına dair güvensizlik var.
İmroz’da kimler kalıyor, kimler gidiyor?
Alexandris’in ifadesiyle, İngilizler ve Yunanlarla işbirliği yapan Rum yetkililer, münevverler ve iş insanları Yunanistan’a kaçıyor. Böylece siyasi olarak meramını anlatmaktan yoksun bir ahali kalıyor ve bu ahali kendisini İngiltere ve Yunanistan tarafından ihanete uğramış hissediyor. Venizelos Lozan görüşmelerinde adada 9207 Rumun yaşadığını söyler. 1923 Eylül’ünden önce, 1500 İmrozlu adayı terk ediyor. Ayrıca Türkiye, İmroz ve Tenedos ahalisinden 64 Rumu “istenmeyen kişi” ilan ediyor. Bu da açıkça Lozan’ın ihlâli, çünkü af ilan edilmesi açıkça anlaşma metninde yer alıyor.
Lozan’da adanın durumu nasıl tartışılıyor? 14. maddeyle mesela, bir otonomi veriliyor adaya, ama hayata geçmiyor, değil mi?
Evet, Lozan’da 14. maddeyle İmroz’a özel bir yönetim veriliyor. “Kendi içinde bir yönetim” kurulması, hatta düzeni de yerel halktan seçilmiş bir polis kuvvetinin sağlaması öngörülüyor. Türkiye’nin en büyük korkularından biri bu özel yönetim kararı. Korku yaratan şu: Osmanlı’nın son döneminde Sisam’da beylik kurulmuştu ve Sisam Beyliği’nin çok geniş hakları vardı. Sonrasında bu ada Osmanlı’dan ayrılmıştı. Lozan’ın 14. maddesiyle Türkiye’nin korkusu yeniden uyanıyor. Çünkü anlaşma uyarınca, adanın kendi iç yönetimi olacak ve bu yönetim Rumlardan kurulacak. Tabii, “Türkiye Cumhuriyeti toprağı olacak” deniyor, ama “kendi içinde yönetimi olacak” diye de net bir tarif var.
Bu net tarife rağmen, “özyönetim”in önüne nasıl geçiliyor?
Türkiye, “on kişilik nahiye meclisine girebilmek için ‘gerekli koşullar’ var, bunların başında da Türkçe okuma-yazma bilmek geliyor” diyor. Böylece adalıların önüne en büyük engel konuyor. Yani meclis toplanamıyor.
Ankara İmroz’un nüfus yapısından rahatsız belli ki. 1928’de hazırlanan bir raporda, “ada koyu Yunandır” deniyor.
Ada merkezi hükümete bağlılığını ne kadar gösterirse göstersin, asla yeterince “sadık” görülmeyecek. Çünkü nüfusu Rum. Osmanlı’da yüzlerce yıl boyunca asla isyan yaşanmayan bir ada sadece nüfusu Rum olduğu için “itaatkâr” görülmeyecek, sadakati sürekli sorgulanacak. 1 Kasım 1928’de Başvekâlet’e sunulan İmroz ve Bozcaada Raporu’nda bu net bir şekilde görülüyor. Orada “hissiyat olarak koyu Yunan” denen ada halkı korkudan evlerini mavi-beyaz renklere boyayamıyordu. Bugün turizm için bu yapılıyor, ama o zaman imkânsızdı. Anlatılara göre, uzun yıllar kimse kıyafetinde bile mavi-beyazı kullanmadı.
Bugün adadaki bazı yapılarda, mekânlarda mavi-beyaz kullanılıyor, değil mi?
Evet. Küçük meyhanelerde mavi-beyaz renkler, dekorlar görürsünüz. Fakat bunlar Rum işletmelere değil, daha sonra adaya getirilen veya gelen nüfusa ait. Öte yandan, 1928 Raporu’nda neye dayanarak “hissiyatlarının koyu Yunan olduğuna” kanaat getirildiği tartışma konusu, görünürde buna sebep olabilecek hiçbir şey yok.
Kitabınızda, Nikos Dolduris “ben Yunanım, Rum değilim” diyor. Ada halkının bir kısmının kendisini Rum, bir kısmının Yunan hissetmesi kimlik konusuna dair ne diyor bize?
Yunanlık ve Rumluk kavramları hep tartışmalı oldu. Yorgo Ksinos da kitaptaki anlatısında şöyle diyor: “Türkiye’de Türkleştirme varken Yunanistan’da da Yunanlaştırma vardı. Anadolu’dan gelenlerin gelenekleri değişik, şiveleri farklıydı. Kapadokya’dan gelenlerin zaten anadili Türkçeydi. Bunların hepsi bir rol oynamıştı Yunan toplumunda. Devlet bu çoğulculuğu bırakmıyordu, çok sert davranıyordu. ‘Yunanistan’a geldiysen Yunan olacaksın’ diyordu. Bunu görmemiz gerekiyor.” Dolduris’e dönersek, o Rumluğu Romalılık olarak görüyor ve bu nedenle kendisini Yunan olarak tanımlıyor. Öte yandan, hemen sonrasında, “Ben aynı zamanda Türküm de. Belki Türklerden de daha Türküm. Öyle hissediyorum” diye ekliyor. Bu anlatılarda kişilerin yaşadıklarına da bakmak gerek.
“Türkiye ve Yunanistan iki anneydi bizim için. İkisi de istemedi. Türkiye vatandaşlıktan çıkardı, Yunanistan vatandaşlık vermedi. O zaman biz kimiz? Kimin vatandaşıyız? Kimsenin. Çok uzun zaman böyle kaldık.”
Ksinos, Avustralya’dan gelen Dolduris’le İmroz’a yaptığı ilk yolculuğu anlatırken, “Sabahtan akşama kadar ağlıyordu. Çok etkilenmişti. Bir türlü adanın değiştiğini kabul edemiyordu. Ben daha soğukkanlıydım. Çok fena bir haldeydi her yer” diyor. Travmanın kimi, nasıl etkilediği de önemli bir değişken. Dolduris kimlik olarak “arada kalma” halinin çok iyi bir örneği. Sonuçta, aralarında “Yunanız” diyenler de olsa, İmrozlular Yunanistan’da Yunan kabul edilmediler. Öyle olsaydı Yunanistan’ın vatandaşlık vermesini beklersiniz, değil mi? Bu olmuyor. Bulgaristan’da Türkler, Sofya yönetiminin gadrine maruz kaldıklarında Ankara kapıları açtı ve Bulgaristan Türkleri olabildiğince az sorunla karşılaştı. Türktüler, Türkiye’ye geldiler, Türkiye onlara kucak açtı. Elbette Bulgaristan göçmenleri de çok sıkıntı yaşamıştır, ama İmrozlular onları “iyi örnek” olarak gösteriyor. Çünkü kendileri Yunanistan’da kabul edilmedi, iş kuramadı, vatandaşlık alamadı uzun zaman. Bu yüzden onlar için Yunan kimliği hâlâ tartışmalı bir kimlik. Diasporadaki İmrozlular yaşadıkları yerde gelecek göremediler. Oturma izinlerinin bile iptal edilme olasılıkları vardı. Göçmen veya mülteci statüsü de alamadılar. Peki, bu insanlar kimlerdi? Pavlos Stamatidis, bu hal için “Türkiye ve Yunanistan iki anneydi bizim için. İkisi de istemedi. Türkiye vatandaşlıktan çıkardı, Yunanistan vatandaşlık vermedi. O zaman biz kimiz? Kimin vatandaşıyız? Kimsenin. Çok uzun zaman böyle kaldık” diyor.
II. Dünya Savaşı zamanında nasıl bir pozisyonu var İmroz’un?
Türk-Yunan dengesinin arasında kalış hali, II. Dünya Savaşı’nda şekil değiştiriyor. Naziler Yunanistan’ı işgal ettiğinde savaşın kıyısında kalıyor İmroz. Yunanistan’a çok yakın, sahile bakıyor, gördüğü yer Samothraki / Semadirek, o da ana karayı görüyor. Yunanistan Nazi işgali altında olunca Ankara da bu sınır hattına gözünü çeviriyor. Çünkü Naziler işgal ederken oradan Yunan ya da İngiliz subayları, askerleri kaçıyor. Sığındıkları yerlerden birisi de kendisini tarafsız ilan etmiş olan Türkiye. Öte yandan, bu süreçte Ankara ilk istimlâklarına başlayacak.
İlk istimlâk nasıl oluyor?
İmroz manastırlarıyla ünlü. İkonaları ve aziz eşyaları Metropolitliğe götürülmüş olan Aynaroz’daki Megistis Lavras Manastırı’na bağlı Ayios Theodoris köyündeki Ayios Konstantinos Vakfı, Shinudi köyündeki Kastelianos Ayios Yeorgios Vakfı ve Kalamidiotis Arhistratigos Mihail Vakfı ile Kutlumuş Manastırı’na bağlı Arhistratigos Vakfı ortadan kaldırılıyor. Aya Konstantin Manastırı’nın mülkiyetine el konduktan sonra oraya selzede Karadenizli aileleri yerleştiriyor. Bu aileler mutsuz oluyor. Coğrafyayı bilmiyorlar, yaşam şartları zor, alıştıkları iklim değil, zeytin yetiştirmemişler mesela. Haliyle zorlanıyorlar. İlk yerleştirilen bu ailelerin büyük bölümü kaçacak, hem de devletin onlara verdiği arazileri Rumlara satıp kaçacaklar.
1950’lerde nasıl bir tablo var adada? 1952’deki NATO üyeliği İmroz’u nasıl etkiliyor?
1950’ler genel olarak iyi. Menderes hükümeti ülkenin Hristiyanlarına nispeten yumuşak davranıyor. Mesela adada Rumca eğitim başlıyor. Bu bir lütuf değil elbet. Lozan Anlaşması’na göre adada Rumca eğitim verilmesi zaten gerekirken tek parti döneminde bu yapılmıyor. 1950’lerde Rumca eğitimin başlaması bir heyecan yaratıyor. Çünkü çocuğunuza Rumca eğitim verebilirseniz adanızda gelecek de kurabileceksinizdir. Bir umut ışığı bu. Bu nedenle 1950’ler ada için iyi yıllar.
6-7 Eylül’e rağmen mi?
Ona rağmen İmroz’da hayat iyi. 6-7 Eylül’ün İmroz’a yansıması az çünkü. Saldırganlar oraya da gelmekteymiş, ama gelmemişler, gelememişler. 6-7 Eylül sonrasında İstanbul’da bile çok büyük bir göç dalgası yaşanmıyor. Gidenlerin sayısı az. “6-7 Eylül sonrasında Rumlar akın akın gitti ve İstanbul boşaldı” algısı yanlış. Pogromun arkasından yaralar sarılmaya çalışılıyor. Cinayetler, tecavüzler gibi üstesinden gelinemeyecek pek çok konu olsa da Rumlar kalıyor. Çünkü Ekümenik Patrikhane de, hükümet de, basın da Rumların kalması gerektiğini vurguladıklarından buna inanmak istiyorlar, kalıyorlar. Yani 6-7 Eylül nedeniyle İmroz’dan kaçış yok. Ta ki 1960’lara kadar.
1960’larda ne ne değişiyor? Niye bir dönüm noktası 60’lar?
Kıbrıs gerilimi giderek tırmanıyordu. Üstüne Türkiye’de darbe oldu ve tüm sistem değişti. Bu değişim içinde Ankara İmroz’a bakışını da değiştirdi. Biraz daha geriye gidersek, Naziler uluslararası siyasete “irredentist” hareketlerin zaman zaman başarılı olabileceğini göstermişti. Naziler komşularındaki Cermen toplulukların anavatanla bir arada yaşaması gerektiğini savuna savuna, bunun bir “yaşam alanı” meselesi olduğunu öne sürerek, o ülkeleri işgal ede ede Avrupa’da ilerlemişti
Türkiye de bu “irredantizm” dalgasını mı kullanıyor?
Evet. Ankara bu dalgalanmayı iyi okudu. İskenderun Sancağı meselesi gündeme geldiğinde, Almanya’nın talepleriyle ile birlikte Milletler Meclisi’nde konuşuluyordu ve Ankara dünya kamuoyuna “sınırının tam yanıbaşında Türk nüfusu yoğun” bir yerin olduğunu, burası için de düzenleme yapılması gerektiğini savunuyordu. Savında haklı olan bir yer vardı, doğrudur, Sancak’ın tamamında Türk çoğunluğundan söz edilemese de, Antakya’da önemli bir Türk nüfus yaşıyordu. Bunu gerekçe göstererek Türkiye sınırını değiştirdi. Bu süreçte elbette Fransa ile dengeleri, Paris’in Almanya’nın eski müttefiki Türkiye’nin Nazilerin safına geçmemesi için verdiği tavizi de konuşabiliriz. Sonuçta, dönemin ruhundan yararlanıldı. Bunun bir benzerinin, yarın öbür gün, Yunanistan tarafından İmroz için dile getirilmeyeceğini kim taahhüt edebilirdi? Çünkü “irredentist” dalgalar her ülke için geçerli olabilir. Bu da Sisam Beyliği korkusu gibi her zaman Ankara’nın gündeminde yerini alıyor. En azından basında, üstü kapalı bir şekilde yer aldığı üzere. 1960’taki darbe sonrası bu korkuya karşı harekete geçildi, adanın Rumsuzlaştırılmasına karar verildi. Hazır Kıbrıs gerilimi de vardı. Güvenlik politikaları üzerinden eritme politikası uygulamaya başladılar.
İmroz’un isminin Gökçeada’ya dönüştürülmesi de 1960’larda mı?
Gökçeada olması 1970’i bulacak. Bu konuyla ilgi çok sayıda söylenti var. Bir valinin İmroz’a gelip İmroz ismini beğenmediği için değiştirdiğini söyleyenler de var. Gökçeada ismini kimin nasıl seçtiği belli değil. Barba Yorgo, “Öyleyse İzmir’in de Bursa’nın da adı değişsin” demişti. Haklı. Çünkü zaten İmroz Türkçeleşmiş hali. Rumcada adaya İmvroz deniyor. Türkçeleşmiş hâli İmroz. Fakat Türkçesi de yeterli olmamış, Gökçeada diyerek bir kere daha Türkçeleştirmişler.
“Eritme programı”nın üç aşaması vardı. Birincisi, Rumca eğitimi sona erdirmekti. İkincisi istimlâklardı. İstimlâk edilen yerler en verimli arazilerdi. Üçüncüsü, en korkutucu olanı, adada açık cezaevi kurulması. Oraya ağır ceza mahkûmlarını getiriyorlar. Adada serbest bırakılıyorlar.
Türkleştirme yerine “Rumsuzlaştırma” tabirini tercih ediyorsunuz. Neden?
Özellikle Rumsuzlaştırma diyorum, çünkü Kürtlerin ve Arapların adaya gelmesine göz yumuyor devlet. Hatta üstü kapalı teşvik ediyor. Bu yeni de değil. Ermeniler, Rumlar söz konusu olduğunda “Milli-Müslüman kardeşlik” devreye girebiliyor. Bunu Ermeni soykırımında da görmüştük. Fail olarak ortaklığa girebiliyor bu gruplar. Rumsuzlaştırma dediğimiz de, demografik bir planlama. 1940’lardaki istimlâkın ardından en büyük nüfus taşıma cezaevi ile olacak. Çünkü tahliye olanlar adaya yerleşmeye başlayacak. Bir de adanın “boşaltıldığı” hızlıca duyulunca mal paylaşımı yaşanacak. İşin ilginç yanı, failler arasında etnik gerilimler çıkarak kendi aralarında da tansiyon yükselecek. Adaya en son gelen gruplardan olan, görece eğitimli, bazıları tarafından “beyaz Türk” olarak adlandırılan kesime sorduğunuzda “Kürtlerin, Arapların burada ne işi var”ı duyabiliyorsunuz. Herkes orada mülkiyetin peşinde ve tek fark yöntemde. Adada temiz kalabilenleri bulmak zor. İmroz örneği bir kez daha bize şunu gösteriyor: Her kimlikten fail olur. Bir başka yerin ezileni, uygun ortamda faile dönüşebilir.
Konuştuğunuz önemli isimlerden biri olan Bartholomeos, “Zorla bir sürgün olmadı, bir Eritme Programı ile İmrozluları gitmeye mecbur ettiler” diyor. O program nasıl uygulandı?
“Eritme Programı”nın üç aşaması vardı. Birincisi, Rumca eğitimi sona erdirmekti. Rumca eğitime son verirseniz zaten çocuklar eğitim alamaz, toplum da geleceğini adada göremez. İkincisi istimlâklardı. İstimlâk edilen yerler en verimli arazilerdi. Yaşam kaynağı sona eriyor. Üçüncüsü, en korkutucu olanı, adada bir cezaevi kurulması. Bu açık bir cezaevi, oraya ağır ceza mahkûmlarını, katilleri, hırsızları getiriyorlar. Adada serbest bırakılıyorlar. Bir cezasızlık hüküm sürüyor elbette. Yani ne yaparlarsa yapsınlar ceza almayacaklarını biliyorlar. Çünkü anlatılara göre, mahkûmlara “Siz adadakileri korkutun” deniyor. Adada bıçakla gezmeler, Rumların bir araya geldiği kafelere ellerinde bıçakla gelip masanın altına o bıçağı saplamalar. İnsanlar tedirgin oluyor. Hırsızlıklar başlıyor. İnsanlar ses çıkarmaya bile korkuyorlar. Hırsız ne alacaksa alsın ve gitsin diye bakıyorlar. Ve böylece hızlıca kaçmak istiyorlar adadan. Bu dönemde birkaç olay daha var, sadece cezaeviyle de sınırlı kalmıyor. Mesela, Rumcada “inşallah” anlamına gelen “Makari” diye bir söz var. Gemi beklerken “Makari” diyorlar aralarında. “Makarios” dedikleri iddiasıyla soruşturma başlatılıyor adalılar hakkında. Çünkü Kıbrıs’ın lideri Makarios. “Adada Kıbrıs havası esiyor” çarpıtmasını yaratmak için medya bu yola gidiyor.
Kitaptaki söyleşilerden anladığımız kadarıyla İmroz’da 1974’te açık cezaevinin kurulması adalılar için çok travmatik…
Yorgo Ksinos’a göre, 1974’e kadar adanın Rum nüfusunda yarı yarıya erime yaşanmıştı. 1974’ten sonraysa neredeyse tamamen boşalıyor ada. 1974’te kuş avlamak için kullanılan tüfekler bile toplatılıyor. Zaten basit tüfeklerden başka silah yok adada. Tüfekler toplandıktan sonra adanın önde gelen erkekleri Metropolitliğin bahçesine getirilip kapatılıyor. Ermeni Soykırımı başlamadan önce şehrin önde gelen kişilerinin buna benzer şekilde toplandığını biliyoruz. Yaptığım söyleşilerde toplananların öldürüleceğine dair endişe açıkça ifade ediliyor. Sonra bırakılıyorlar, ancak bu güvensizlik onlarda büyük iz bırakıyor. Zaten cezaevi kurulması sonrasında yaşam imkânı çok azalmıştı. 1974’le birlikte kayboluyor. Cezaevi adanın en fazla nüfusuna sahip Dereköy’e inşa edilmişti. Dereköy adanın arazilerinin neredeyse yarısına sahip. Cezaevi diğer köylere çok uzak. Açık cezaevinin Dereköy’ün yanına kurulması adalıları, nüfusun büyük bölümünü hızlıca göçe zorlamak demek.
Öyle mi oluyor?
Evet. Bu plan başarılı oluyor. Ada halkı Yunan adalarına kaçmaya çalışıyor.
Cezaevi inşa edildikten sonra neler yaşanıyor?
Mahkûmlarla ilgili iyi bir anlatıya rastlamadım. Sadece bir aile, “‘Bizi getirdiler buraya ki size fenalık yapalım, ama siz iyi adamlarsınız. Size fenalık yapamayız’ dediler, sonra gittiler” diye anlattı o günleri. Üstüne bir de adada cinayetler işleniyor. 10’un üzerinde cinayet var o yıllarda. Çok azının faili bulunuyor.
Faili meçhul olarak mı kalıyor bu cinayetler?
Faili meçhul demek doğru olmaz. O cinayetler İstanbul’da işlense katilin daha rahat kaçabileceğini düşünebiliriz. Dört tarafı denizle çevrili bir adadan kaçabilir misiniz? Fail adanın içinde bir yerlerde ve katili bulmak zor değil. Cezasızlıkla bu cinayetlerin önü açılıyor.
Halbuki Melih Cevdet Anday’ın İmroz’a taşınmak isteyen avukat bir arkadaşına söylediği bir sözden, İmroz’da suç oranının düşük olduğunu varsayabiliyoruz. Arkadaşına şöyle diyor: “İmroz’a taşınırsan iş bulamazsın. Çünkü adada suç işlenmiyor.”
Suç devlet eliyle adaya taşınmış. Ada halkı yıllardır birbiriyle komşu insanlardan oluşuyor. Ağır cezalara mahkûm edilmiş suçluların adaya getirilmesi adanın sonunu hazırlamak demek. Melih Cevdet Anday demişken… Fethi Naciler, Melih Cevdetler, Azra Erhatlar İmroz’u Fransa’nın güney köylerine benzetirler, çok medeni bir yer olduğunu yazarlar. Fakat övmekle bitiremedikleri adanın başına bir felaket geldiğinde, takip edebildiğim kadarıyla, sessizliğe boğulmuşlar. Bugün bile İmroz’la ilgili sessizlik bana ilginç geliyor.
Neden böyle sizce?
Nurdan Gürbilek, “Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır. Bazı konularda aynı anda ısrarla susabiliyor olmaları” diyor. Türkiye’de karanlık dönemlerde herkes köşesine çekilir, sessizliğe boğulur. O sessizliğin içinden bir tek Sevgi Soysal çıkmış İmroz özelinde. Ama bu sadece benim yaptığım tarama. Keşke daha çok olsaydı bu sesler. Malûm, Sevgi Soysal’ın Yürümek kitabı çok ünlüdür. Yürümek’te Sevgi Soysal pek çok konuya değinir, ama İmroz da önemli bir yer tutar. Soysal adanın askerileşmesini sert bir şekilde eleştirir, “Şimdi ben bu sabah, birlikte hora teptiğim insanları, ansızın karşı adaya işaret veren düşmanlar olarak görürsem ya! Saçma başlamaya görsün. (…) Bir gün önce bayram diye sarılıp öpüşenler, ertesi gün birbirlerini ihbar ederler” diye tepki gösterir “düşmanlaştırma” siyasetine. Buna rağmen Yürümek hakkındaki yazıları taradığımda İmroz vurgusunun yeterince işlenmediğini görüyorum.Soysal kendi döneminde sessizliği yırtıyor, ama çoğunluğun sessizliğine yenik düşüyor.
İmroz’daki askerileşme bugün bile hissediliyor. Kitapta da bahsedilen bir “ıssızlık” hâkim gibi. İmroz’a geri dönen Rumlar bu ıssızlığı nasıl değerlendiriyor?
Adaya dönen insanlar özlem duygusuyla evlerine, köylerine odaklanıyor. Bizler de çocukluğumuzun geçtiği yerlere döndüğümüzde o dönemimizin izlerini ararız. Beş yaşında yürüdüğün basamağı, yemek yediğin sofrayı, kar yağarken dışarıyı izlediğin pencereyi bulmaya çalışırsın. Filmlerde görmeye alışkın olduğumuz o geçmişe dönme sahneleri aslında gerçek. O harabe evin içine girdiğinde, 70 yaşındaki bir insan tekrar yedi-sekiz yaşlarına dönüyor. Ne kadar değişmiş olursa olsun İmroz’daki evin penceresinden baktığındaki manzara ona çocukluğunu hatırlatıyor. Köyü, toprağı hepsi geçmişini hatırlatıyor… Pavlos Stamatidis şöyle anlatmıştı:
“Biz de otuz yıl sonra gittik eski evimize. 200 metre tabanlı koskoca ev. Yıkıntıydı. Unutmamıştım evimi. Kalbim çıktı o anda. Hepsi geri geldi o an bana. Bir odaya giriyordum, her şeyi görüyordum. Kokular burnuma geliyordu, renkleri görüyordum, üstüme üstüme geliyordu. Dedemi görüyordum bir köşede. Büyükannemi görüyordum. Ocağın nerede olduğunu hatırlıyordum. Delirdim zannettim. Hepsi geliyordu bir arada. Kırık dökük de olsa masanın eski halini görüyordu gözüm.” İmroz’a dönen Rumların yaşadığı bu.
Ayrıca, çocukluklarında hatırladıkları İmroz’u kaybettiklerini de biliyorlar. İmroz artık değişti, Gökçeada oldu. Yüksek katlı binalarıyla kimliksiz bir yere dönüşmeye başladı. Bu Bozcaada’da yaşanmıyor. Gökçeada özelinde var. Eskiden Panayia denen Gökçeada’nın merkezi artık Anadolu taşrasına benziyor. Çok katlı binalar, zincir marketler, büyük mağazalar. Sadece militarizasyon değil, korkunç bir dönüşüm de var. İmroz dört tarafı denizle çevrili, yüzen bir Şişli, Kadıköy gibi. Adalılık kimliği kayboluyor.
Çok farklı yaşlardan insanlarla konuşmuşsunuz. Nesiller arasında İmroz’a bakışta bir farklılık sezdiniz mi?
Yetişkin olarak bu korku dolu süreci yaşayan Rumlardan geri dönen, dönebilen çok az. Mesela Vasso Ksinu, “Babam hiçbir zaman dönmedi, dönmek istemedi. O kadar üzülüyordu ki, Yunanistan’da yaşadığı bütün yıllarda düşüncesi hep İmroz’daydı. Rüyalarında İmroz’u görüyordu” diye anlatıyor. Makis Butaras da 1993’te evini yaptırırken babası ona “Niye atıyorsun paranı, niye istiyorsun orayı, niye gidiyorsun?” diyormuş. Butaras’ın deyişiyle, “Öyle bir dert kaldı onlara. Bu dertle göçtüler bu dünyadan.” Özellikle 1974’ü de orada görenler İmroz defterini kapatıyor. Korkunç travmalarla yüzleşmemek için yurt özlemiyle ölüyorlar.
1+1 Express, sayı 181, Güz 2022