DGD-SEN'LE MİGROS DEPO DİRENİŞİ

Söyleşi: Bekir Avcı
1 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Kazanımla sona eren direnişin ardından Migros’un Esenyurt deposunda durum, işçiler arasında hava nasıl?

Neslihan Acar: Direniş boyunca zor aygıtının her yüzüyle karşılaştık: patron, polis, şiddet, gözaltı… Buna çetesi, cemaati, tarikatı da dahil. Bu kadar kuşatılmışlıktan inanılmaz güçlü çıktık. İçerideki arkadaşlar dik, eyvallahları yok. Daha önce güvenliği görünce dizleri titreyen işçiler şimdi karşılarına geçip tartışabiliyor. Yönetim doğrudan baskı kuramıyor. Amirler işçilere isimleriyle hitap ediyor artık. 

Önceden nasıldı?

Acar: Önceden “o Vanlı salak” ya da “transpaleti bozuk adam” diye sesleniliyordu. Yaptığı işe göre, mesela “çikolatacı” diye hitap ediliyordu. Hakarete, aşağılanmaya maruz kalıyorlardı. İsimleriyle çağrılıyorlar artık, hatta “hanım” ya da “bey” konuyor artık isimlerin peşine. 

İşçilerin kuşatılmışlığından bahsederken tarikat ve cemaatleri de andınız. Bu ilişkilerin direniş alanına yansıması oldu mu? 

Acar: Tüm ülkede olduğu gibi Esenyurt’ta da işçilerin cemaat bağları var. O cemaat figürleri direniş alanına gelmiyordu belki ama, işçileri köşeye çekip konuşuyor, ev ziyaretleri yapıyorlardı. “Bizim şeyh geldi, şöyle dedi, böyle dedi, o yüzden geç kaldım, ailemi atlatmak uzun sürdü” diye anlatıyordu bazı işçiler.

Neslihan Acar ve Murat Bostancı

Depoda kaç kişi çalışıyor? Direnişe tüm işçiler katılmış mıydı?

Acar: Depoda 400’e yakın işçi var. İçerideki iş bırakma eylemine işçilerin hepsi katıldı. Ancak, direnişe geçildiğinde, taşeron firma US Grup’un patronu Veysel Cingöz iş bırakma eyleminin güçlü olacağını öngörerek Ağrı ve Sivas’tan yalan dolanla, apar topar 80 kadar işçi getirmişti depoya. Sonra da işçileri birbirine kırdırtmaya çalıştı. Sivas’tan getirdiği işçilere içerideki kimi amirler “bunlar Kürt, PKK’li, bunlarla yan yana gelmeyin” diyordu mesela. Ama iş bırakma eylemi başladığında içerideki işçiler dışarıdan getirilen işçilere “Sizinle sorunumuz yok, size iş bırakın demiyoruz” diye anlattılar. Fakat iş bırakmadıkları takdirde kavgaya tutuşmak zorunda kalacaklarını, yönetimin amacının da bu olduğunu söylediler. Öyle olunca, “biz bu oyuna gelmeyiz, hiçbir işçi kardeşimizin ekmeğiyle oynamayız” dedi gelenler. Otobüslere binip kaldıkları kamplara gittiler. İçeride çok az işçi kaldı.

Daha önce Carrefour’un Esenyurt deposunda direniş olmuştu. O direnişin Migros’a yansıması oldu mu?

Acar: Ebette, hatta Migros direnişinin o direnişin yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Depo işçiliği asgari ücret işçiliğidir. Carrefour’da mücadele sonucunda 5.500 liraya çıkarttırmıştık ücretleri. İş bırakarak bunu elde etmemiz üzerine, bu durum hızla havzaya yayıldı. Doğal olarak hiçbir işçi 4.250 liraya çalışmak istemedi.

Carrefour direnişi nasıl gelişmişti?

Acar: 300 küsur işçinin çalıştığı şirketin Esenyurt deposunda 50’ye yakın işçi sendika üyesi ve toplu sözleşmeden faydalanıyor, geri kalan 250 işçiyse taşeronda, kötü koşullarda, güvencesiz, asgari ücrete çalıştırılıyordu. Carrefour’da Tez-Koop-İş’in işyeri temsilcisi Murat Polat taşeron işçilerin de kadroya alınmasını, toplu sözleşmeden yararlanmasını talep ediyor, bunun için örgütlenme yapıyordu. Tez-Koop-İş Murat Polat’ın temsilciliğini elinden aldı. Böylece pandemide konan işçi çıkarma yasağı kalkınca patronun onu işten atmasının önünü açmış oldu. Çünkü temsilciyi işten atamazsınız. Yasak kalkınca, Murat Polat küçülme gerekçesiyle işten atıldı. Depo önünde eyleme başladı. Beraber 32 gün direndik. Tez-Koop-İş’in yapıp ettiklerini bütün gerçekliğiyle anlattık. Deponun bütün bölümlerinde komiteler kurduk, onları bir meclis haline getirdik. Bu süreçte dört işçi “işçileri kışkırttıkları” bahanesiyle işten çıkarıldı. Ama diğer işçiler arkadaşlarını yalnız bırakmadı. Dayanışma için yüzlerce Carrefour depo işçisi işbaşı yapmayınca patron işten çıkarmaları iptal etmek zorunda kaldı. 

“Sömürü var, kapitalist bunlar” deyince olmuyor. “Saat ücretine dört lira zam istiyoruz” dedik. “Dört lira bir ekmek parası” simgesel bir ifadeye dönüştü.

Bu direniş neticesinde depodaki yoğun baskı ve mobbing kalktı, alınmayan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmaya, işçilere daha önce verilmeyen mesai yemekleri verilmeye başlandı. Yönetim işçilerin komitelerini de, sözcülerini de tanımak zorunda kaldı. Maaşlara ek zam yapıldı. O direniş ve kazanımlar buraları etkiledi. 

Esenyurt’ta depolar arasındaki bağlar hem işçilerin akraba bağları hem de oluşturduğumuz komite ve meclisler vasıtasıyla çok güçlü. Deneyim sürekli aktarılıyor. Migros ve Carrefour bağımsız örgütlenmeler gibi görünse de bağları var. Çünkü bir konsey ve meclis oluştu. Migros direnişini de bu meclisle örgütledik. 

DGD-Sen’in Migros örgütlenmesi oldukça eskiye dayanıyor. Sendikanın çıkışı da bir Migros direnişinden. O direniş ve sendikanın kuruluşu nasıl olmuştu?

Murat Bostancı: 2009’da Migros’un Şekerpınar’daki deposunda çalışıyordum. Otuz kadar arkadaşla üç taşeron firmadan işten atıldık. Sendikamız yoktu. Ataşehir Migros’un önünde o zamanki Bir Umut Derneği (şimdi Umut-Sen’deki arkadaşlar) ve Nakliyat İş’in dayanışmasıyla basın açıklaması yaptık. Migros depodaki arkadaşlarımızla Bir Umut’ta yaptığımız toplantılarda sendika kurma fikri ortaya atıldı. Yedi işçi yan yana geldik, 2012’de bağımsız sendika DGD-Sen’i kurduk.

Bugüne dek yedi Migros direnişimiz oldu. Her direnişte yüzlerce işçi işten atıldı. Ama atılan arkadaşlarımızın hepsi işe iade ve sendikal tazminat hakkını kazandı. Migros depolara bakın, sürekli işçi çıkarma ve işçi alımı vardır. Esprisini bile yapıyoruz hatta, Gebze’de yoldan on kişiyi çevirseniz rahat beşi Migros depoda çalışmıştır diye. Ciddi bir sömürü ve güvencesizlik var. 

Son Migros direnişinin diğerlerine kıyasla daha çok ses getirmesinin sebebi ne sizce?

Acar: Hem tavizsiz direnmenin etkisi var hem de pandemideki yalnızlaşmanın. Pandemide sınıf meselesi teşhir oldu. Migros müşterisi olan “beyaz”, şehrin merkezlerinde oturan, korunaklı profil de yoksullaştı. Geçinememe sorunuyla bu kesim de yüzleşti. Bu yüzden Migros direnişi onların da sesi oldu. Toplumun tüm kesimlerinin onuru ve haysiyetiyle oynanıyor. Migros bu ekonomik sıkışmışlık içerisinde haysiyet mücadelesinin, fiili meşru mücadelenin merkezi haline geldi. Herkes isyanını buradan anlattı. Geçen sene bize küfreden, tepki gösteren, yaygara koparanlar bu sene bizimle dayanışma gösterdi. 

Nasıl?

Acar: Geçen yılŞekerpınar’daki Migros direnişini anlatmak için mağazalarda eylem yaptığımızda müşteriler bizi neredeyse dövüyordu. “Siz BİM’e gitmiyorsunuz, bulmuşsunuz cumhuriyetçi, Atatürkçü, demokrasiyi savunan insanları, onların marketlerini batırmaya çalışıyorsunuz” diyorlardı. Migros da söylemini buna göre kuruyordu: “Bunlar provokatör, Migros’a özel husumetleri var.” Çünkü tüketici profilinin politik tutumunu biliyorlar. Üç sene anketörlük yaptım, Migros müşterilerine sorular soruyordum. Marka bağları o kadar güçlü ki. Anadolu Grubu kendi cephesinden bu işi iyi yapıyor. Duygusal bağ kurmanın, demokrasi söylemi üzerinden marka imajına dönük çalışmanın karşılığı var. Ama son Migros direnişi hızla yoksullaştırılanların, güvencesizleştirilenlerin de sesi oldu. 

İş işçinin kâbusu oluyor. “Tuvalet kâğıdı kanatlanmış benimle konuşuyordu, sonra hepsi tepeme biniyordu” diye anlatmıştı bir işçi. Bir kadın işçi uçuk çıkartmıştı gördüğü kâbus nedeniyle. Rüyasında ürünleri parçalamış, ceza yemiş, cezaevine girmiş…

Talepler kesişti, peki boykot da direnişi destekleyen düzeye erişti mi? 

Acar: Boykotun işe yarayıp yaramadığını ölçmek için Migros’ların kasası olan 5M’lere gittik. Bu iş sadece sosyal medyada mı kalıyor, insanlar bize nasıl bakıyor, bunu anlamak istiyorduk. Normalde hıncahınç dolu olan mağazalarda müşterilerin azaldığını gözlerimizle gördük. Bu ekonomik krizle de ilgili elbet. İçeri girdiğimizde müşteri kendisi ürünleri bırakıyordu. Migros direnişiyle beraber onların tapınakları olan AVM’lerin hepsi eylem alanına döndü. Başka markaların müşterileri de mağazaları terk etti destek için. 

Direnişin dili de dikkat çekiciydi: “Dört lira bir ekmek parası!” Taleplerin bu yalınlıkta dile getirilmesi de etkili oldu mu?

Acar: Direnişin dilinin halkın diliyle örtüşmesi lâzım. “Sömürü var, kapitalist bunlar” deyince olmuyor. Biz yüzde 70 zam talebini dile getiriyorduk. Migros da “yüzde 54 zam yaptık” diyordu. Ama yüzde 52 zaten asgari ücrete gelen zam. Yani şirket sadece yüzde iki zam yapmış. Fakat biz yüzde 70 zam isteyince, “yüzde 70 ne demek biliyor musunuz, bunu doktor, mühendis almıyor” tepkileri geliyordu sosyal medyadan. Anlatmaya çalışsak da hemen manipüle ediliyordu. “Saat ücretine dört lira zam istiyoruz, Migros’ta dört liraya bir şey yok” dedik. Herkes açlıkla o kadar yüz yüze ki, bunun bir ekmek parası almanın mücadelesi olduğunu insanlar anladığında, o bağı kurmakta etkili oldu. “Dört lira bir ekmek parası” simgesel bir ifadeye dönüştü. 

Tüketicinin işçiyle kurduğu bağ için sınıf dayanışması denebilir mi?

Acar: Tüketici, sınıftan bağımsızmış gibi tartışılıyor, sanki işçilerin karşısında büyük burjuvalar gibi, ama o da işçi. Direniş esnasında Bizi Farplas’tan, Karınca Lojistik’ten işçiler arıyordu, gemi söküm işçileri arıyordu destek için. Migros müşterileri onlar da. Migros’a giden eş-dostlarına da bıraktırıyorlardı alışverişi. Gerçek bir sınıf dayanışması bu.

Bostancı: Boykotla birlikte insani değerlerin öne çıkmasıyla sınıf dayanışması da açığa çıktı. Ekmek, süt, çocuk bezi talebi, evde tencerenin kaynamaması, faturaların ödenememesi… Önceden çalışanların yarıdan azı asgari ücret alırken, bugün çalışanların yüzde 80’e yakını asgari ücretle tanıştı. İşçi “faturamı ödeyemiyorum, evime ekmek götüremiyorum” dediği zaman beyaz yakalı da bu isyanda kendisini görebiliyor. İşçinin kazanımının kendi kazanımı olduğunu fark ediyor. 

Direnişte bazı dalgalanmalar oldu. 3 Şubat’ta iş bırakma eylemi başladı, 5 Şubat’ta Migros sizden süre istedi ve tekrar iş başı yapıldı. Ancak, Migros yönetimi talepleri kabul etmeyince 8 Şubat’ta yeniden iş bırakıldı. O gün toplu işten çıkarmalar oldu ve gece depoya polis girdi, 150’yi aşkın işçi ve sizler gözaltına alındınız. Bu dalgalanmalarda işçilerin ruh hali nasıldı?

Acar: Biz maaş zammı bekliyorduk, ama asgari ücretin üzerinde bir şey vermeyecekleri belli oldu. Bir kısım işçi bize iş bıraktıklarını söyledi, ama bir kısmı da çalışıyordu. Komiteyi aradık. Komiteden herkesin istisnasız hemfikir olduğu direniş kararı çıktı. 3 Şubat’ta toplu iş bıraktık. Sosyal medyada “Migros Depo İşçisi Ayakta” kampanyası karşılık bulunca, işçiler kazanana kadar direniş kararı aldı. 5 Şubat’ta bizden süre istendi, 8 Şubat’ta bordroların açıklanacağı söylendi. Bunun üzerine depodaki işçi meclisinin ortak kararıyla işbaşı yapıldı. Ama 8 Şubat’ta beklenen olmayınca işçiler kendilerini kandırılmış hissetti, öfke daha da arttı. Bir panik havası oldu. Onlara, daha güçlü gelebilmek için bazen geri çekilmek gerektiğini anlattık. Tekrar talepleri belirledik. Sonra toptan iş bırakıldı. Gözaltıyla dışarı atıldık. Gözaltıları yapabilmek için patron birkaç saat öncesinde işçilerin çıkışlarını yaptı. “İşten atılmış ve içeriyi terk etmesi gereken işçiler olduğu” söylenerek depoya girildi ve işçiler gözaltına alındı. O gün 257 kişi işten atıldı.

Gözaltılardan sonra bir yenilmişlik hissi, “ne yapacağız şimdi” endişesi oldu mu?

Acar: Direnişteki düşme anları “şimdi ne yapıyoruz” diye diye ilerledi. Bir kısım işçi “asıl şimdi başlıyor direniş” dedi. Yan yana gelmenin gücüyle ayağı kalkılmıştı, ama artık iş de yoktu. E kira var, faturalar var, çocuk var, okul var… Bunlara rağmen, “ne kaybedeceğiz ki” dendi. “Asgari ücret kaybettik, yarın başka yerde işbaşı yaparız, şimdi Migros düşünsün” dedik ve yola devam ettik. 

Bütün depolar içinde Migros depoları çalışma şartlarının en korkunç olduğu yerler. Günde 15-16 saat çalışırsınız, ama maaş hiçbir şeydir. İşçiler günü ayrı mesaiyle kurtarır. İş kazalarının en çok olduğu yerdir Migros depoları. Ama bütün bunlar olurken “Geleceği İnşa” raporu da hazırlayabiliyor TÜSİAD.

Migros patronu Tuncay Özilhan’ın evinin önüne gitme kararı nasıl alındı? 

Acar: Örgütlenme yaptığımız yerde taşeronu muhatap almayız. Bizim zaten kurulma ve varlık nedenimiz taşeron. Migros’taki taşeron US Grup’un patronu Veysel Cingöz’ü bizzat aradım. “Çözülmeyecek mesele değil, talepler karşılanmayacak talepler değil” dedim. Ama o bana işçileri şikâyet edip örgütlenmeye kızıyordu. Sonuç olarak bu iş Migros’a gitmek zorundaydı. 

Bütün depolar içinde Migros depoları çalışma şartlarının en korkunç olduğu yerler. Günde 15-16 saat çalışırsınız, ama maaş hiçbir şeydir. İşçiler günü ayrı mesaiyle kurtarır. İş kazalarının en çok olduğu yerdir Migros depoları. Ama bütün bunlar olurken “Geleceği İnşa” raporu da hazırlayabiliyor TÜSİAD. O raporda gelir adaletinden, çocuk işçiliğinden falan da söz ediliyor. Sendikalarla, partilerle, toplumun her kesimiyle geleceği inşa edeceğiz diyorlar raporda. Biz de “sizin gelecek inşası dediğiniz şey Migros depolarıdır, bütün toplumu Migros işçisi yapmak istiyorsunuz” diyoruz. Bu yüzden adreslerimizden biri TÜSİAD, sonra da Özilhan’ın evi oldu. Çünkü depolardaki o vahşi sömürü koşullarını örgütleyen akıllardan biri TÜSİAD. Diğeri de MÜSİAD, Odalar Birliği vs. Devletin sahipleri bunlar zaten.

Eylemin özel alanı ihlâl ettiği öne sürüldü… 

Acar: Kimse kusura bakmasın, biz ev basmadık. Eve en az elli metre uzakta kaldırımdan seslenip muhataplık istedik. Orada sadece Özilhan yaşamıyor, onun statüsünde bir sürü başka patron yaşıyor. Kendi benzerlerine de işçinin emeğini yiyenin evinin önüne kadar gelebileceğimizi söyledik. Eğer hayatımıza, emeğimize çökülüyorsa o villaya gideriz. 257 işçiyi bir anda kapının önüne koyuyorlarsa o insanların öfkesini enselerinde hissetsinler. 

Esenyurt’tan kalkıp Çubuklu’ya, o korunaklı zenginliğe giden işçilerin ruh hali nasıldı?

Acar:Özilhan’ın evinin önüne gideceğiz” diye karar aldığımızda işçiler heyecanlandı. “Belki bizden birkaç temsilciyi eve kabul eder, evde görüşürüz” diye düşündüler. Daha ulaşılabilir bir ev hayal etmişlerdi yani. Ama orası bir kale. Eve doğru giderken işçiler evi saran devasa duvarların maliyetini tartışıyordu aralarında. Bunun kendi emekleriyle yapıldığını söylüyorlardı. Çok öfkeliydiler, sesleri titriyordu. Öfkeden ağlayanlar oldu. Gülabi abinin evinde çekyat dışında bir şey yok, ama karşısında kocaman bir kale duruyordu. Fakat iradenin çelikleştiği an da evin önünde oldu. Karşılarındaki manzara her şeyi anlatıyordu: Polisin hizaya geçerek sırtını villaya dayayıp yüzünü işçiye döndüğü o karşılaşma… Sırtını “kaleye” yaslayan polislerin yüzü bize, işçilere dönüktü, yani bize saldıracaktı. Sermaye-devlet birliğinin teşhiri karşımızdaydı.

Siz de depo işçiliği yaptınız, depoda çalışma şartları nasıl? 

Bostancı: Depoda işçi kendini robot gibi görür. Eşinle, annen ya da babanla problem mi yaşıyorsun, hastan mı var, sağlık sorunun mu var, bunlar patronu, amiri ilgilendirmez. Her durumda verimli çalışmak zorundasın. Akşam eve geliyorsun çocuk uyumuş, sabah işe giderken yine çocuk uyuyor. Sürekli mesaiye kalan bir arkadaşımıza takılırdık: “Eve gittiğinde çocuklar soracak bir gün, ‘anne bu adam kim’ diye.” Buna karşılık “mesaiye kalma” denebilir, ama bu zorunlu mesai. Mesaiye kalmazsan türlü bahanelerle işten atmanın yolları yapılır. 

Acar: Aileler direnişten çok memnundu, eşlerini, çocuklarını görebiliyorlardı. İşçilerden biri üç yaşındaki çocuğunu ilk defa direniş zamanında parka götürmüştü. Direnişin bu açıdan birleştirici bir yanı da oldu. Diğer türlü öfkeyi atamıyorsun, eve taşıyorsun. Güçsüz hissedişin, bütün o ekonomik ve psikolojik şiddet, öfke eve yansıyor. Dolayısıyla bu gerginliği de bitiriyor direniş. Kadın-erkek yan yana direniyorsun…

Bu yan yanalık erkeklerde bir dönüşüme neden oldu mu? 

Acar: Şekerpınar Migros direnişinde bir direnişçinin eşi bizi aramış, teşekkür etmişti. “Kocam evi süpürüyor artık, çocuğa bakıyor, sorumlulukları paylaşıyor” demişti. Bu tabii çok bir şey değil belki, ama yine de bir şey. Hayatı dönüştürüyor direniş.

Bostancı: Direniş bir okul. İşçi direnişte kendi gerçekliğini görüyor. Tabii direniş haricinde de yüzleşmeler olabiliyor. İşçi bir depoda çalıştı, sonra işten çıkarıldı ya da çıktı diyelim, bir süre sonra yaşadığı travmayı geriye dönük olarak görüyor. Buna “depo sendromu” diyorum. Psikolojik birikmeler açığa çıkıyor. 

Acar: İşçiler çalıştıkları bölümün ürünlerini yiyemediklerini söylüyor genellikle. Şarküteri bölümünde mi çalışıyor işçi mesela, bütün öfkesini oraya akıtıyor. Bir zaman sonra, rüyasında o ürünlerin üzerine yürüdüğünü görebiliyor işçi, iş kâbusu oluyor.“Tuvalet kâğıdı kanatlanmış ve benimle konuşuyordu, sonra hepsi tepeme biniyordu” diye anlatmıştı bir işçi arkadaş. Fatma abla vardı Şekerpınar direnişinde, o da bir kâbusunu şöyle anlatıyordu: “Ben on santim kadarım, bütün ürünler üzerime geliyordu, transpaletin altına girip böcek gibi davranıyordum.” Bir kadın işçi uçuk çıkartmıştı gördüğü kâbus nedeniyle. O da rüyasında ürünleri parçalamış, ceza yemiş, cezaevine girmiş. Murat abinin söylediği “depo sendromu” böyle bir şey. 

İşçilerin birbirine düşürülmeye çalışıldığından söz ettiniz. Bu durum zorladı mı ortaklaşmayı?

Acar: 257 işçinin arasında çekişmeler olmuyor değil. İşçiler birbirine düşmanlaştırılmış çünkü. Prim sistemiyle birine mağaza verilmiş, öbürüne verilmemiş. Biri “sen Tokatlısın” denip kayırılmış, öbürü “sen Kürtsün” denip aşağı çekilmiş, faşist amir Kürtlerin başına verilmiş, işçileri birbirine kırdırmış. Bu akılla yönetiliyor depo. O yüzden, direnişte işgal de etsek, dayak da yesek o ortaklaşma hemen sağlanmayabiliyor. Ama kadınlar bu noktada yardımcıydı. Asla direniş alanında dedikodu yaptırmadılar.

Esenyurt’taki direnişte kadınlar öndeydi. Erkeklerin sayıca daha çok olduğu bir direnişte kadınların öne çıkması nasıl oldu?

Acar: Migros depolarında en az kadın işçinin çalıştığı yer Esenyurt depo, 14 kadın işçi var. Direnişte de baskıcı bir erkek işçi profili vardı. Kadınlar yanlarındayken biri diğerine “sen niye gelmiyorsun, bak kadınlar duruyor” diyor, öbürü “sen delikanlısın, bayanları yalnız bırakmamamız gerekiyor” diyordu. Kadının örgütlenmesi erkeğinki gibi olmuyor. Erkek direnişi babasıyla konuşup tartışabilir ya da hiç söylemeyebilir. Günlerce eve gitmeden direnebilir. Ama kadın işçi önce eşiyle, babasıyla, abisiyle bu durumu konuşmak zorunda kalabiliyor. Hemen her kadın işçi, ailesi politik dahi olsa, önce bir “hayır” cevabıyla engelleniyor. Bunları aşıp geldiğinde de erkek işçi örneğin polis karşısında “sen dur bacım, ben giderim” diyor. “Kadınları sonra katarız” diyebiliyor. Bunları aşmak için kadınların komitesini mutlaka ayrı kuruyoruz. Erkek işçi 300 kişiyse on kişiyle onların komitesini kurabiliyoruz, ama kadın işçi 25 kişiyse hepsini komiteye alıyoruz. 

Direnişler kadın işçilerin önünü daha çok açıyor denebilir mi?

Acar: Direniş işçiler arasındaki eşitsiz ilişkiyi dönüştürüyor. Kadınların iliklerine kadar hissettiği eşitsiz ilişki, o boğulma hali direniş alanında yok oluyor. Özgürce sözlerini söyleyebilecekleri bir alan açılıyor. Kendimde de hissediyorum, sonuçta sadece işçilikte ya da sokakta değil, örgütlü yaşamın içinde bile bir kadın olarak hep sizi aşağı çeken bir sürü şeyle kuşatılıyorsunuz. Bu yüzden, direniş alanında dünyayı yere serecekmiş gibi hissediyorum. İçindeki güç devasalaşıyor. Çünkü orası özgür olduğun, sözünü özgürce söylediğin bir yer. Özgürlük duygusuyla bir alan açılmışken oradan yürüyorsun zaten. Sınırsız söz söylemek ve eylemek istiyorsun. O alan açıldığı ve kadınlar eşitlendiği an, geri basmıyorlar. Kendi gücünü fark etmiş ve kararlı bir kadın işçiyle kazanılmayacak direniş yoktur. Kadının önündeki çakıl taşlarını ayıklamak yeterli. Devrimcilik görevi de bu olmalı bence. 

Kadın işçi önce eşiyle, babasıyla, abisiyle bu durumu konuşmak zorunda kalabiliyor. Hemen her kadın işçi, ailesi politik dahi olsa, önce bir “hayır” cevabıyla engelleniyor. Bunları aşıp geldiğinde de erkek işçi örneğin polis karşısında “sen dur bacım, ben giderim” diyor. Bunları aşmak için kadınların komitesini mutlaka ayrı kuruyoruz.

Bu direniş sizde, işçilerde nasıl izler bıraktı?

Acar: Direniş küçük gibi gözükse de işçinin dünyasında güçlendirici bir rol oynuyor. Birçok işçi çekingendi. Ama şimdi hepsinin havası değişti. Özellikle kadın işçilerde bu değişimi görüyorsunuz. Esenyurt semt meydanı kadınlar için hızla geçilmesi gereken bir meydandı. Ama artık orada oturuyor, çay içiyorlar. Başka hangi depoları örgütleyebiliriz diye tartışıyorlar. 

Birçok işçi İddaa oynuyordu. Bu yüzden çoğu borçlanmış, kredi çekmiş. Direnişle beraber İddaa’yı bıraktılar. Kahvede okey oynamayı bıraktılar. Onları dar alana sıkıştıran şeylerden bir kopuş var. Mekânları, sosyallikleri farklılaştı. Henüz çok sıcak, o gücü hâlâ hissediyorlar. Uzun vadede bu ilişkileri ilerletmezsen bu dönüşüm söner gider. Bu yüzden, “komite yoksa hiçbir şey yok” diyoruz. Sendika işçilerin mücadelesinde bir araç. İşçinin komitesi varsa, işyerinin meclisi varsa sendikaya ihtiyaç yok ki, hakkını koparıp alıyor zaten. Asıl denetim mekanizması işçilerin kendisi.

Önümüzdeki günlerde böyle direniş örneklerini daha sık görür müyüz?

Acar: Özellikle tekstilde görürüz. Çünkü en çok sömürü orada, güvencesizlik yaygın. Ama sendikalı yerlerde daha az görebiliriz. Çünkü sendika bir frenleme görevi görüyor. Çimsataş’ta işçilerin haklı fiili grevi, Gebze’de birçok fabrika onlarla beraber iş bırakmaya hazırlanırken, işveren-sendika işbirliğiyle durduruldu. Antep’teki grev dalgası tesadüf değil. İşçiler sendikalara güvenmediği yerde kendi örgütlülüğüne güveniyor. O yüzden bu direniş dalgası güllük gülistanlık görünen yerlerde de yayılabilir. Ama sendikalı yerlerde bu kadar yoğun yaşamayabiliriz.

Bu bir çelişki değil mi, nasıl açıklıyorsunuz bu durumu? 

Acar: Tabii ki çelişki. Sendikanın varoluş sebeplerine aykırı yaptıkları. Ama sonuçta düzen aparatı olma misyonunu yüklenmişler. Pandemide kıyamet kopabilir, hak kazanımları elde edilebilirdi, ama aksine, işçinin elindeki hakların da alındığı bir zemine çekildi. Pandemi işçi sınıfına ayna tuttu. Sendikalar teşhir oldu. “Yasal – yasadışı” diye grevi boğamazsınız. Meşru, fiili bir mücadele yürütülür, yürütülmelidir de. Migros örnekleri çoğalacaktır.

Gülabi Aksu gözaltı aracında. Fotoğraf: Hasan Doğan

Migros taşeronu US Grup’un patronu Veysel Cingöz 1980’lerdeki Migros grevinin öncülerindendi, şimdi Migros’ta patron ve grev kırıcı. Cingöz’ün portresi bize ne anlatıyor?

Acar: Migros’ta daha önce taşeron firma MBM vardı, başındaki kişi Mehmet Emin Meriç’ti. Tez-Koop-İş şube başkanlığı yapmış. Sonra, Us Grup geldi. Başında Veysel Cingöz. O da Tez-Koop-İş genel merkez yöneticiliği yapmış. 1987’de Aynur Karaaslan’la beraber Migros grevini örgütlüyorlar. Bugün biz ne istiyorsak, talepleri aynı. 1989’da, Cingöz grevin karşısında, grev kırıcı bir pozisyon örgütlüyor. Ayak oyunları ve karşı propagandayla bugün ne yapıyorsa o gün de onu yapıyor. Ve Koç’lar bunu keşfediyor. Kâğıthane’de derede oturan sendikacı birden kırmızı bir Mazda’yla gezmeye başlıyor, kısa sürede şirket kuruyor… 

“Migros’a taşeron girmeyecek” denirken, ‘90’lara kadar Migros işçisi birçok işyerinden çok daha iyi sözleşmelere sahipken, sendikalı ortalama bir yerin üzerinde maaşlar alırken Cingöz’lerle, Meriç’lerle taşeron giriyor Migros’a. O günden bugüne Migros işçisi kaybediyor. Ne zaman bir taşerona dokunsak, “bu kimmiş” diye baksak, altından bir sendikanın eski yöneticisi çıkıyor. Cingöz’ler ve benzerleri olmasa taşeronluk sistemini bu kadar kolay getirebilirler miydi? Hâlâ güçlü bir karşı koyuş yok taşerona. Sendikalar bu alanı örgütlemiyor. Bu uzlaşı değil mi? Parçaları birleştirdiğimizde görüyoruz ki, taşeron sistemi sendika aracılığıyla getiriliyor. Halen Tez-Koop-İş’i Mehmet Emin Meriç ve Veysel Cingöz dizayn ediyor. O yüzden, Veysel Cingöz sadece Veysel Cingöz değil. Veysel Cingöz bu ülkede çürümüş olan ne varsa onun vücut bulmuş hali. 130 bin üyesi olan bir sendikayı, parası, olanakları, basın gücü olan bir aklı da organize ediyor. İç içe geçmiş çürümüş yapının temelinde bunlar var. Bunları çektiğinizde o yapılar yıkılıyor. 

Haluk Levent’in arabuluculuğuyla müzakere görüşmelerinin bağlanması eleştiri konusu oldu. “Neden işçi temsilcisi yok masada” eleştirisine ne diyorsunuz?

Acar: Sendika avukatımız Mürsel Ünder de masadaydı. Bizim avukatlarımız sadece avukat değil ki, sendikanın örgütlenme uzmanları aynı zamanda. Anadolu Grubu ve Migros’tan birer kişi, Veysel Cingöz, Haluk Levent ve sendika avukatımız Mürsel Ünder saatlerce görüştüler. Sadece işe iadeyi kabul etseydik, bir hafta önceden çözülecekti. Ama, zam, işçi güvenliği konuları da masadaydı. Bu taleplerde iş yokuşa sürülüyordu. Ne kadar maaş alacağımıza, işçi güvenliği meselesinin nasıl belirleneceğine Haluk Levent karar vermiyor sonuçta. Kendisi de işçilerin direnişiyle bu kazanımın geldiğini net bir biçimde söyledi. 

Esenyurt Migros depoda kazanım oldu, ama taşeron gerçeği ortada. Genel olarak depo işçilerinin temel talepleri neler? 

Bostancı: Öncelikli yapılması gereken taşeronların kaldırılıp depodaki işçilerin kadroya alınması. Esenyurt depoda fiili meşru mücadeleyle, işçilerin dik duruşuyla bir kazanım elde edildi. Bu daha başlangıçtır. Bunu başarabilecek güçte olduklarını gösterdi işçiler.

Gülabi Aksu’nun gözaltı aracında camın ardındaki bakışları zihnimize kazındı. Direniş kazanımla sonuçlandığında birbirinize sarıldığınızda ne hissettiniz?

Acar: Gülabi abi Migros’ta temizlik işçisi. Direnişin simgesi haline geldi. O gün gözaltına alındığımızda onu üzen gençlerin dayak yemesiydi. Direnişte de gözleri doluyordu sık sık, “çocuklarım” diyordu, “onları işten attılar”. Kazanımın olduğu gün “Patronları biliyorum, kazandık ama, işçiler işbaşı yapana kadar bir pürüz çıkar mı” diye endişeleniyordum. O gerginlikle depo önüne gittiğimde, işçiler gülerek yanıma geldi, tek yapmak istediğim hepsine sarılmaktı. Gülabi abi geldi karşıma, onu ilk defa gülerken gördüm. O güldüğünde benim içim rahatladı. Sarıldık.

1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022

^