14 MAYIS SEÇİMLERİ –YEŞİL SOL PARTİ İSTANBUL 2. BÖLGE ADAYI CENGİZ ÇİÇEK

Söyleşi: Bekir Avcı, Anıl Olcan
30 Nisan 2023
SATIRBAŞLARI

Milletvekili adayı olduğunuz kenti, İstanbul’u nasıl tarif edersiniz?

Cengiz Çiçek: İstanbul hem bir tarih hem bir gün, hem de bir gelecek. Tarih, çünkü yüzyıllar boyunca farklı imparatorluklara başkentlik yapmış, birçok kadim halkı bağrında taşımış. Talan politikalarına, kent suçlarına rağmen hâlâ bu dokusunu taşıyor. Sokaklarını gezdiğinizde görüp hissedebiliyorsunuz. İstanbul gün, yani an, çünkü günümüzün en hakiki fotoğraflarını veren, bütün dünyaları içinde barındıran, neşeyi ve hüznü, umudu ve umutsuzluğu, günlük yaşamın tüm çelişkilerini, hakikatini bağrında taşıyan bir yer. Ama İstanbul aynı zamanda, şairin dediği gibi, kavgamızın şehri. Yani, sadece gün değil, gelecek. Çünkü İstanbul’da ortaya çıkan her gelişme, ezilenler adına ortaya çıkan her türlü kazanım İstanbul’la sınırlı kalmıyor, tüm Türkiye’ye, Kürdistan’a, Ortadoğu’ya, dünyaya sirayet ediyor. Bunu söylüyorum, çünkü İstanbul aynı zamanda Taksim’in direniş ruhu demek, Gezi demek. İktidara karşı isyan bayrağının öncülüğünü yapmış Gezi’yi bağrında taşıyor İstanbul. Türkiye’de her şehre kelebek etkisi misali tesir edecek bir kent burası.

Sarıyer’den Bayrampaşa’ya, Fatih’ten Şişli’ye farklı seçmen kitlelerine ev sahipliği yapan 2. Bölge için ne dersiniz?

İstanbul bir göçmen, mülteci şehri aynı zamanda. Her ilçesinde farklı sınıfları, kimlikleri görüyoruz. Özellikle 2. Bölge bir iç göç bölgesi olarak da değerlendirilebilir. Hem ekonomik hem siyasal nedenlerle göç almış; Alevi nüfus var, Kürtler var, Çerkesler var. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler gibi kadim halklar ve bu halkların kendi varlıklarını koruma mücadelesi var. Neticede, kozmopolit bir yapı var.

Yeşil Sol Parti’nin 2. Bölge’de tedrici bir yükselişi var. 2018 seçimlerinde İstanbul’da 12 vekil çıkardık. 14 Mayıs’ta bu sayıyı 16-17’ye çıkarabilecek bir potansiyelimiz var, yirmi vekil hiç sürpriz olmaz.

Bu beraberinde farklı kesimlerle bir araya gelmeyi getiriyor. Bu bir dezavantajmış gibi görünse de, Türkiye’de faşist iktidarın son yirmi küsur yıllık ayrıştırma, düşmanlaştırma politikalarının en fazla boşa düşürülebileceği merkezlerden biri yapıyor İstanbul’u ve 2. Bölge’yi. Çünkü çok fazla etkileşim alanı var. Diğer iller gibi yalıtık, kapalı değil. Farklı topluluklar her gün ekonomik ve kültürel olarak birbirleriyle temas halinde, iç içe. Bu hem bizim partimize hem de diğer partilere daha fazla genişleme imkânı sunuyor. İstanbul’un, özellikle 2. Bölge’nin bu yönü çok özgün. Hemen hemen herkesle oturup kalkabiliyorsunuz. Karşıt görüşlü de olsa en azından bir selamlaşma aralığı var. Diğer kent merkezleriyle kıyasladığınızda bu hem seçim çalışması için, hem demokrasi ve emek mücadelesi için ciddi bir avantaj.

Sahada bunu görüyor musunuz?

Tabii. Siyasal kutuplaşmanın, partizanlığın veya kimlik siyasetinin önüne set çeken şey de ekonomi oluyor. Çünkü ekonomik kriz sadece işsizin değil, herkesin sorunu. Bu kriz gerçeği Yeşil Sol Parti’ye fazlasıyla 7 Haziran sürecine benzer bir fırsat ve zemin sunuyor.

7 Haziran’da o fırsatı sunan zemin nasıldı, bugünkü nasıl?

7 Haziran’da Kürt sorununda normalleşmenin olduğunu, o normalleşme süreciyle beraber Kürt sorununa dair tartışmaların kamusal alana taşındığını, devletin tekelinden çıkarak toplumsal alana taşınmasının yarattığı diyalog ve hoşgörü zemininden HDP’nin yükselişini gördük. Bugünse dönemin ağır kriz koşullarında, vahim ve zor şartlarında kitlelerin başka bir yaşam arayışına, başka siyasal seçeneklere doğru yelken açtığını iktidarla, devletle olan ilişkisini sorguladığını görüyoruz. Bu sorgulamanın kendisi beraberinde bize farklı kesimlerle diyalog zemini sunuyor.

Daha önce de birçok seçim çalışmasına katıldım. Bazı yerlere çekinerek gittiğimiz olurdu. Ama bugün en azından ortaklaşabildiğimiz konular var. Yoksulluk, açlık, kriz ve bununla birlikte geleceğe dair öngörülemezlik herkesin sorunu. Gelecek sorunu herkesin ortak sorunu. Bilinmezlikler içindeyiz. Seçim de tek başına insanların gözünde her şeyi çözecek bir şey olarak görülmüyor. Buradan bakınca ben bu süreci yeni bir 7 Haziran sürecine benzetiyorum.

Ortak kesenin ekonomi olması “kaygan” bir zemin değil mi? 2. Bölge özelinde, örneğin Nişantaşı-Feriköy, Cihangir-Tarlabaşı gibi sınıfsal çelişkilerin keskin olduğu yerler var. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın sözünü ettiğiniz kitleleri politize etme olanağı, ortamı var mı?

Fazlasıyla var. Bunu değerlendirip değerlendiremediğimiz ayrı bir tartışma konusu. Ev ödevleri bağlamında tartışılması gerekiyor. Ama Emek ve Özgürlük İttifakı gibi ezilenlerin toplumsal politikasını kendi önüne koymuş yapılar için toplumsal politizasyon sürecinin çok elverişli olduğunu, anti-faşist mücadele bağlamında ekonomik krizin, yoksulluğun, açlığın çok ciddi toplumsal örgütlenmelere kapı araladığını görüyoruz. Aynı zamanda toplumun, halkın, ezilenlerin politikaya müdahale etme zeminini daha da güçlendiren bir ortam var. O yönüyle 7 Haziran diyorum zaten. Çok ciddi bir potansiyel var. Ağır ekonomik koşullar işin tek boyutu değil. Bunun üstünde kendi sermayesini, kendi yandaşını zenginleştiren ve insanların hayatına hem kültürel hem sınıfsal hem de politik olarak müdahale eden faşist bir iktidar bloku var. Yakıcı ekonomik sorunlarla birlikte bunu düşündüğümüzde, insanlar açısından gelecek tahayyülü bakımından öngörülemez bir tablo var. Bu öngörülemezlik geleneksel partizanlığın keskin köşelerini yontuyor. Bu da Emek ve Özgürlük İttifakı’na ciddi bir hareket alanı oluşturuyor.

Kasımpaşa, Eyüpsultan, Fatih gibi milliyetçi-muhafazakâr nüfusun baskın olduğu yerlerde manzara nasıl? Çözülme var mı buralarda?

AKP-MHP iktidarının temel başarılarından biri, Erdoğan’ın deyimiyle, kindar ve dindar nesiller yaratmaktı. Yirmi yılı aşkın sürede bu politikada bir düzeyde sonuç alabildiler. Az değil, cumhuriyet tarihinin beşte birlik zaman diliminden bahsediyoruz. Devletin ve sermayenin imkânlarıyla bunu gerçekleştirdiler. Bugün AKP-MHP’yle yürüyen kesimlerin azımsanmayacak bir bölümünün bu iktidarın ekonomik, siyasal, kültürel ve inanç rantından beslenen insanlar olduğunu söylemek mümkün. Buralara söyleyecek bir sözüm yok. Onları “seçmen” olarak değerlendirmenin de doğru olmadığını düşünüyorum.

Hem parlamenter çoğunluğu iktidardan almak hem de cumhurbaşkanlığında Erdoğan’ı devirmek bir siyasal hesaptır. Ama bu siyasal hesabın altına mutlaka bir sayısal hesap, matematik hesabı koymak zorundayız.

Bizim bahsettiğimiz, bu organik ilişkilerin dışında kalan kitleler, topluluklar. Evet, buralarda bir çözülme var. Tamamen bir çözülmeden bahsetmek mümkün değil, ama AKP-MHP iktidarının o organik merkezi örgütlenmesi dışında, onun periferisinde çözülmeler, yol arayışları var. Mesele sadece ekonomi değil. İnsanlar fark ediyor. Biz “Durumunuz nasıl, iş yapabiliyor musunuz” diye sorduğumuzda, iş yapmadığını söyleme gereği bile duymuyorlar. “Onu boşverin, bu ceberut yapıyı, bize zulmedenleri gönderelim de, iş yapmasak da olur” demeye getiriyorlar. Bu bile kendi içinde seçmen refleksinin ne kadar değiştiğinin, iktidara yaklaşımın klasik tepkilerin ötesine taştığının göstergesi. Klasik, genel geçer bir durumla karşı karşıya değiliz. O yüzden, bu saha verileri üzerinde, 7 Haziran benzetmesi yapıyorum. “Tersine” bir 7 Haziran var.

Bu hava oylara nasıl yansır? Şu anki seçim sistemini hesaba kattığımızda, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kimi yerlerde iki logoyla seçime gireceğini düşündüğümüzde, ne olur?

Bu kemikleşmiş seçmen topluluğu dışında “gri alanlar” diye tarif ettiğimiz geçişken alanlar var. Bu alanlar ekonomik kriz koşullarında çok daha fazlalaştı. Bunu bir saha verisi olarak da söyleyebilirim. Bu durum özellikle Beşiktaş, Şişli ve Beyoğlu gibi ilçelerde epey yoğun gözüküyor.

24 Haziran 2018’deki konjonktürle şimdiki farklı tabii. O dönemin konjonktürü şimdi var dersek kendimizi de yanıltmış oluruz. Bu hususta tespit etmemiz gereken ve inanmamız gereken şey şu. Emek ve Özgürlük İttifakı ve onun en büyük bileşeni olan HDP’nin, AKP-MHP iktidarına dönük son genel ve yerel seçimler olmak üzere faşizm karşıtı mücadelede oynadığı rol, başta CHP olmak üzere, hâlâ kimi seçmen topluluklarında bir vefa duygusunu canlı tutuyor.

Özellikle son yerel seçimlerde, HDP’nin büyükşehirlerde AKP belediyelerini yıkması, bu yıkılışta aslan payına sahip olması, belli seçmen kitlelerinde Yeşil Sol Parti’ye dönük teveccühü koruyor. Bu bizim için çok önemli. Çünkü sahada dolaştığımızda bu sohbetleri rahat yapabiliyoruz. Eskiden bizi belli ideolojik kalıplarla kodlayan seçmen kitlesinin bugün faşizme karşı mücadelede bizim oynadığımız rolün kritikliğini son iki seçim deneyimi üzerinden görmesi ciddi bir geçişken seçmen profilini ortaya çıkarıyor.

2. Bölge’de bir milyonun üzerinde yeni seçmenin sandığa gideceği tahmin ediliyor. Sinan Oğan katıldığı bir TV programında, “Yeni seçmenlerin yüzde 35’i HDP’li” diyerek “endişelerini” dile getirmişti. Seçmen sayısındaki artışın siyasal etkisi nasıl olur?

Henüz net bir veri yok. Ama bu seçmen artışını matematiksel olarak okumamak gerekiyor. Yeşil Sol Parti’nin 2. Bölge’de tedrici bir yükselişi var. 2018 seçimlerinde İstanbul’da 12 vekil çıkardık. 14 Mayıs’ta bu sayıyı 16-17’ye çıkarabilecek bir potansiyelimiz var, yirmi vekil hiç sürpriz olmaz. İlk defa oy kullanacak gençlerin Kürt hareketine yakınlığı sadece nüfus artışıyla ilgili değil. Gençler erken yaşta kültürel, inançsal, sınıfsal sorunlarla boğuşarak politikleşiyor. Hepimiz genç olduk. Bu coğrafya gençleri doğal olarak erken yaşlarda politikleştiriyor, bir arayışa sürüklüyor. Bu sadece Emek ve Özgürlük İttifakı güçlerinin güncel olarak öznel başarısı değil. Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketlerinin attığı tohumun yeşermesi ve kuşaklar arası politik hafızanın, kültürün aktarımının da bir sonucu. Ayrıca, nesnel koşullar gençliği iktidarın karşısında konumlandırıyor. Bu yönüyle gençlerin iktidar karşısında konumlanırken eşitlikçi ve özgürlükçü politikalara, yani Yeşil Sol Parti’ye yönelmeleri gayet doğal.

Tüm bu “çarpanlar” seçim aritmetiğini nasıl etkiler?

Hem parlamenter çoğunluğu iktidardan almak hem de cumhurbaşkanlığında Erdoğan’ı devirmek bir siyasal hesaptır. Ama bu siyasal hesabın altına mutlaka bir sayısal hesap, matematik hesabı koymak zorundayız. En azından seçimler düzlemi bağlamında.

A partisi 80 bin, B partisi 50 bin oy alıyorsa, eskiden 130 bin olarak hesaplanıyordu ve 130 bin kendi içinde dağılıyordu. Şimdi 130 bin sadece toplam oy, vekillik paylaşımında 130 bin olmuyor. Sadece 80 + 50 oluyor.

Yeni bir seçim sistemiyle karşı karşıyayız. 2018’de ilk defa ittifaklı seçim gündeme geldi. 2018 seçimlerinde, bir ittifakın altındaki partiler ayrı logolarla seçime girseler bile ittifakın aldığı toplam oy, ittifaktaki partilerin oy sayısına göre bölünüyordu. Yani ittifakın aldığı oy ittifak içinde dağılıyordu. Alınan oyla elde edilen vekillik arasında doğru bir orantı vardı.

Bugün tersi bir durum var. Son yasa değişikliğiyle, ittifakın aldığı toplam oy, ittifak altında ayrı ayrı seçime giren partilerin toplam oyu olarak hesaplanmıyor. Her parti kaç oy almışsa ona göre belirleniyor. Belki bir barajı geçiyorsunuz, evet. Ama sonuç itibarıyla, A partisi 80 bin oy alıyorsa sadece kendisine yazılıyor, B partisi 50 bin oy alıyorsa o da kendisine yazılıyor. Eskiden 130 bin olarak hesaplanıyordu ve 130 bin kendi içinde dağılıyordu. Şimdi 130 bin sadece görünürde toplam oy, ancak vekillik paylaşımında 130 bin olmuyor. Sadece 80 + 50 oluyor.

Bu matematiği somutlaştırırsak, bunun anlamı ne?

Emek ve Özgürlük İttifakı bir seçim bölgesinde oylarını yükseltse dahi, daha önce vekil çıkardığı bir yerden vekil çıkaramayabilir. Örneğin, Antalya simülasyonu. Antalya’da Emek ve Özgürlük İttifakı altında iki logo var: Yeşil Sol Parti ve TİP. Bu seçimde ittifakın veya TİP ve Yeşil Sol Parti’nin toplam oyları artsa bile, Antalya’da daha önce HDP olarak kazandığımız vekilliği kaybedebiliriz. Diyelim ki 85 bin oyu 130 bine çıkardık. YSP 80 bin oy aldı, TİP de 50 bin. Normal koşullarda ikinci vekilliği zorlayacakken şu durumda eldeki vekillikten oluyoruz. İstanbul’da 2. ve 3. Bölge için de bu risk söz konusu. İttifakın oylarını genel olarak yükseltmesi gelecek tahayyülümüz, siyasal hesap ve toplumsal mücadele hedeflerimiz bağlamında çok kıymetli. Ama seçim matematiği açısından ittifakın oylarını yükseltmesi daha önce vekil çıkardığı yerlerde kaybetmesi demek olabilir.

Peki, kaybedilmesi durumunda bu vekillikler nereye gidecek?

Özellikle kaybettiğimiz illerde yaptığımız simülasyona göre, AKP-MHP iktidarına gidiyor bu vekillikler. Bu da parlamentoda AKP-MHP iktidarının çoğunluğu ele geçirmesine, sayısal üstünlüğü ele geçirmesine hizmet ediyor. Yani yaptığımız matematik hesabı, yaptığımız siyasal hesapla çelişiyor bazı yerlerde. Seçmenin bu siyasal hesapla oy kullanmasını istiyoruz.

Hal böyleyken “seçim ittifakı” nasıl oluyor?

Emek ve Özgürlük İttifakı bir toplumsal mücadele ittifakı olmak zorunda. “Faşizmi devireceğiz” dediğimizde bu bizim için bir romantizmden ya da güzellemeden ibaret değil. Tüm çıplaklığıyla kendi hayatlarımızla ilgili bir şey. O yüzden faşizme karşı mücadelede her türlü hesabın yapılması gerekiyor; seçim hesabının, parlamento hesabının, sayısal ve siyasal hesabın. Kişisel olarak bu konuda çok netim. Bu yönüyle seçime iki listeyle girmenin faşizme karşı siyasal mücadele bağlamında son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. Bunu daha önce de söyledim. Arkadaşlarımızla da bunu ittifak hukuku içerisinde tartıştık. Sonuçta her siyasal partinin kendi hedefleri var. TİP’li yoldaşlarımızla konuştuğumuzda, kendilerine yönelik toplumsal teveccühe güvendiklerini ve bu riski göze aldıklarını, kararlı olduklarını söylediler.

Peki, sizce seçim matematiği bağlamında bir seçim ittifakı nasıl olmalıydı?

Biliyorsunuz, HDP de bir ittifak zemini. 2012’den 2023’e kadar olan serüvenine bakın. Toplumsal muhalefetin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Türkiye devrimci hareketinin, sosyalistlerin ittifakına bakın. Türkiye’de Üçüncü Yol diye adlandırılan birleşik mücadele, mevcut örgütlerin kendi gerçeğinin çok üstünde bir toplumsal karşılık buldu, toplumsal temsiliyetlerin çok üstünde sinerji yarattı. Türkiye ve Kürdistan halklarının, Türkiye emekçilerinin de aradığı tarihsel buluşmaydı bu. Bu sinerjiye, bu ortaklığa 2023 seçimlerine giderken daha fazla itibar etmek, bu ortaklık zemininde daha fazla ısrarcı olmak hep bizim çağrımızdı. Türkiye’nin ezilenlerine lâzım gelen de buydu. Bu ortak birleşik mücadele zemininin korunması, gözbebeği gibi sakınılması, bir arada tutulması ve büyütülmesi gerekiyor. Çünkü siz topluma buradan güven veriyorsunuz. Toplumun beklentilerine ve ihtiyaçlarına yönelik politika yapmak, mücadele yürütmek zorundasınız. Peki, toplumun bizden beklentisi ne? Herhalde iki logolu seçim değildi. Aksine, tek logo ve tek parti ile seçime girip aldığımız oya paralel, onun hak edişi olan çok sayıda vekillik çıkarmaktı. Bizi enerji olarak da, moral motivasyon olarak da güçlendirecek şey buydu. Sokakta karşılaştığımız ve neredeyse her seçmenin bize söylediği şey bu aynı zamanda. Bunu inkâr edemeyiz.

İttifakımız bir seçim bölgesinde oyunu yükseltse dahi, daha önce vekil çıkardığı bir yerden vekil çıkaramayabilir. Örneğin, Antalya’da kazandığımız vekilliği kaybedebiliriz. Diyelim 85 bin oyu 130 bine çıkardık. YSP 80 bin, TİP 50 bin aldı. İkinci vekilliği zorlayacakken eldeki vekillikten oluyoruz. İstanbul 2. ve 3. Bölge için de bu risk söz konusu.

Ayrıca, tek adamı devirmek için özel olarak ittifak kurmanıza gerek yok ki, Emek ve Özgürlük İttifakı içindeki herkes zaten tek adama karşı. Tek adamı cumhurbaşkanlığından indirmek için ittifak kurmaya gerek yok. Hem 2018’deki genel seçimlerde hem de 31 Mart 2019’daki yerel seçimlerde HDP ve bileşenleri bunu oynadığı rolle gösterdi zaten.

Ancak, bu iki başlığı bir yana bırakırsak, parlamentoda muhalefetin ve toplumsal muhalefetin çoğunluğu için bu ittifak zeminine ihtiyaç vardı, seçim ittifakı bağlamında. İnsanlar size oy verirken faşizmi sandıkta geriletmek için vermiyor sadece, faşizme karşı toplumsal mücadelenin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir kredisi olarak veriyor. “Ben size inanıyorum” diyor, “siz birleşik mücadele zemininde olunca bana güven veriyorsunuz ve bu ceberut yapıyla, tekçi sistemle, yüz yıllık bu ulus devletçi sistemle hesaplaşacak olanlar sizlersiniz” diyor. Yani toplumsal özgürlük mücadelesini büyütelim diye oy veriyorlar.

Buradan baktığımızda, bir seçim ittifakı bağlamında Yeşil Sol Parti’nin, dolayısıyla Türkiye devrimci hareketinin, Kürt hareketinin daha fazla vekille, parlamenterle, halk temsilcisiyle parlamentoya girmesini hem de Cumhur İttifakı’nı parlamentoda azınlığa düşürme hedefini riske sokan bir durum ortaya çıkıyor. Seçim ittifakı denklemine uygun bir formülasyon değil diyebilirim rahatlıkla. Seçim ittifakının formülü, sonucu bu olmamalıydı.

Fakat sonuç bu oldu. Şimdi ne yapmalı?

Bu ittifakı korumamız gerekiyor. Özellikle anti-faşist mücadele, faşizme karşı toplumsal mücadele bağlamında gözümüz gibi korumak zorundayız. Tarih ve gün bizi faşizme karşı toplumsal özgürlük mücadelesinde daha fazla bir arada kalmaya zorluyor. Eleştirilerimiz olabilir, ama şimdi mevcut hal bunları aşmamızı gerektiriyor. Sonuçta, Yeşil Sol Parti ve TİP “demokratik bir rekabetin”, “yarışın” içinde. Biz bütün oyların Yeşil Sol Parti’de birikmesi, toplanması, buluşması için canhıraş bir şekilde çalışacağız.

Faşizme karşı mücadelede her türlü hesabın yapılması gerekiyor; seçim hesabının, parlamento hesabının, sayısal ve siyasal hesabın. Seçime iki listeyle girmenin faşizme karşı mücadele bağlamında son derece yanlış olduğunu düşünüyorum.

Yeşil Sol Parti’nin kazanımının sadece Yeşil Sol Parti içindeki müttefiklerinin değil, toplumun ortak kazanımı olduğunu da ısrarla söyleyeceğiz. Buna inanıyoruz çünkü. Hem sayısal veriler hem de siyasal hedeflerimiz bunu gösteriyor. Sadece Yeşil Sol Parti kazanmayacak. Türkiye’de tekçilikten, tek adamdan ve onun rejiminden kurtulmak isteyen herkes kazanacak. 31 Mart 2019 ve 2018 seçimlerinde nasıl ki HDP’nin kazanımı sadece kendi kazanımı değil, tüm Türkiye’nin kazanımı oldu, bugün de aynısı olacak.

Parlamentoda faşist blokun temsilcilerine karşı Yeşil Sol Parti’nin varlığına ihtiyaç var. AKP’nin, MHP’nin, hatta İyi Parti’nin sayısal olarak parlamentoda üstün olduğu bir durumda Yeşil Sol Parti’ye hem nitelik hem de nicelik olarak ihtiyaç duyulacak. Bu yüzden Yeşil Sol Parti’nin Meclis’e güçlü bir şekilde girmesi CHP’li seçmenin de sorumluluğu olmalı. Çünkü bu kazanım sadece Emek ve Özgürlük İttifakı’nın lehine olmayacaktır. Yeşil Sol Parti sayısal ve siyasal olarak Meclis’te güçlü bir şekilde var olmalı. Bu durum TİP ile yaşanan tartışmanın ötesindedir. Hal böyleyken yoldaşlarımız meseleyi TİP ve Yeşil Sol Parti arasına sıkıştırmadan ufkunu genişletmeli, farklı seçmen profilleriyle de diyalog kurmalıdır.

Nasıl bir ufuktan bahsediyorsunuz?

Seçmenler bize “Yeşil Sol Parti’nin baraj sorunu yok. X partisine oy vereceğim” diyebiliyor. Ama mesele baraj değil ki. İnsanlara Emek ve Özgürlük İttifakı’nın Meclis’te güçlü bir temsilinin önemini anlattığımızda “bunu bilmiyordum” diyor. Yeşil Sol Parti ve TİP arasında süren tartışmaları bırakıp Yeşil Sol Parti ve ittifak güçlerinin parlamentodaki temsiliyetinin güçlenmesi için çalışmamız gerekiyor.

Ayrıca, Emek ve Özgürlük İttifakı’nı toplumsal bir ittifak zeminine dönüştürecek çalışmayı yapmak gerekiyor. Seçim çalışması seçim sonrasına toplumsal bir duygudaşlık ve dayanışmanın bakiyesini bırakmalı. Emek ve Özgürlük İttifakı’nı direniş ve toplumsal mücadele ittifakına nasıl dönüştürebiliriz? Seçim sürecinin avantajlarını ittifakı güçlendirmek için nasıl kullanırız? Bu gibi sorulara cevap aramamız gerekiyor. Çünkü toplumsal mücadele sadece sandık değil. Dünya görüşümüzle çelişmeden, gücümüzü her açıdan faşizmi yıkmak için örgütlemeliyiz.

Bizler umutluyuz, çünkü direnişçiyiz. Neyi istediğimizi veya istemediğimizi biliyoruz. Umut kararlılığımızın bir sonucudur. Ama bazen nesnellikten uzak umut, bizi hakikatten kopartabiliyor. Böyle bir umudun içi koftur. Hakikatle nesnel koşullarda yüzleşmek gibi bir sorumluluğumuz var.

Bugünün hakikati nedir? Örneğin, seçim güvenliğine dair bir plan var mı?

Somut durumun somut tahlilini yapalım. “Bizi seçimden sonra ne bekliyor?” sorusunun 2 x 2 = 4 gibi bir cevabı yok. Toplumsal mücadelenin matematiği farklı. Kesin cevaplar devrimci teoriye de aykırı. Ama elimizde karşımızdaki güçlerin dizilişiyle ilgili somut veriler var. Cumhur İttifakı’nın seçim sonuçlarını kabul etmeme olasılığını yüksek görüyoruz, değil mi? Devlet içi dizilişe baktığımız zaman bunu görmek güç değil. Parlamento seçimlerini tıpkı İstanbul seçimleri gibi kabul etmemek için örgütlenmiş bir yapıyla karşı karşıya kalabiliriz.

2012’den 2023’e kadar toplumsal muhalefetin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Türkiye devrimci hareketinin, sosyalistlerin ittifakına bakın. Üçüncü Yol diye adlandırılan birleşik mücadele örgütlerin kendi gerçeğinin çok üstünde bir toplumsal karşılık buldu, sinerji yarattı. Türkiye emekçilerinin aradığı buluşmaydı bu.

Böyle bir durumda toplum hem seçim güvenliği hem de faşizme karşı toplumsal mücadele tartışmasını birlikte yürütmeli. Yani sandık güvenliği için sadece müşahitlere değil, bilinçli bir halk örgütlülüğüne ihtiyacımız var. Şimdiden bu olasılıkları öngörerek anti-faşist mücadeleyi güçlendirmemiz gerekir. Faşizm karşısında toplumsal örgütlenmeyi politik bir güce çevirecek bir dizilişe ihtiyacımız var. Karşımızda hırsız ve özel savaş taktiklerine hâkim bir iktidar bloku var, zora başvurabilirler.

Hakikatimizin diğer tarafında da Millet İttifakı’nın seçimi kazanması durumunda sistemin iç restorasyonunun sınırları meselesi var. Çünkü restorasyoncu güçlerin devletçilik ve neoliberal ekonomide ısrar gibi yeni sınırları olacağı kuvvetle muhtemel. Bu iki ideolojik sınırla mücadeleyi daha fazla yükseltmek zorundayız. Bu kandırmacaya da toplumsal muhalefetin izin vermemesi gerekiyor. Bu yüzden Emek ve Özgürlük İttifakı “üçüncü yol”dur. Üçüncü yol sadece bir gücün yıkılışı için değil, kendi toplumsal, politik öz örgütlenmesini güçlendirerek tahkimat yapmak ve yeni bir sistemsel kuruculuğa soyunmak anlamına da geliyor.

Cumhur İttifakı Hüda-Par’ı ittifaka dahil etti. Yeni oluşan iktidar mimarisi bize ne söylüyor?

AKP sıkıştı, daraldı. Sahada vurucu, kaos yaratacak güçlere ihtiyacı var. Devletin zor aygıtlarını elinde tutmasına rağmen ittifaklarını genişletmeye çalışıyor ve her türlü denklemi repertuarında tutuyor. Bizler de liste temelli tartışmaların ötesine geçmeliyiz. Örneğin, seçim güvenliği ve seçim sonrası olası bir iktidar darbesine engel olmak bizim sorumluluğumuz değil mi? Seçim sonrası sistem krizi karşısında nasıl formüller üretebiliriz? Ezilenler adına olumlu bir tablo ortaya çıkarmak zorundayız. Bu süreçteki talihsizlikleri, hataları ancak bu motivasyonla telafi edebiliriz.

Eşsözcülüğünü yaptığınız Halkların Demokratik Kongresi çok bileşenli bir yapı, bir ittifak. Bu süreçte çok tartışılan ittifak kültürünü HDK bağlamında düşünmek mümkün mü?

Az önceki tartışmayı yapabiliyor olmamın nedeni HDK’nin fikriyatıdır. Cesaretle konuşabilmemizin, yaralarımıza dokunabilmemizin nedeni HDK’nin varlığıdır. Nesnel düşünüp iddialı olmalıyız. Çünkü ancak devrimciler hayatın gerçekleriyle politikanın gerçeklerini birbirine yakınlaştırabilir. Burjuvazinin önümüze koyduğu, halkların seçeneği değil. Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler için parlamento mücadele mevzisidir, mevki, makam değil. Bu yüzden seçim sürecinde toplumsal ittifakı büyütmek zorundayız. HDK zaten bu amaçlarla kuruldu.

HDK yüz yıllık tekçi cumhuriyetin, ulus devletin yok saydığı kimliklerin, inançların üzerindeki sömürünün ortadan kaldırılması gibi tarihsel bir hedefle kuruldu. Partisi HDP’yi de bu anlayışla inşa etti. Halkları hapsetmiş Türk-İslâm sentezci ve ulusalcı iki siyasete karşı ezilenlerin üçüncü yolunu öneriyor. Bu sadece seçimlere sıkıştırılacak bir yol değil. Tarihsel ve toplumsal bir yol açmamız gerekiyor.

HDK fikriyatını toplumsal ve siyasal bir iktidar perspektifi haline getirmek sorumluluğumuz. HDK ayrıca yüz yıldır yeterli düzeyde yan yana gelmemiş ezilenlerin tarihine dönük bir özeleştiri ve sistemle hesaplaşma sözüydü. Yani HDK, içe dönük özeleştiri, dışa dönük de mücadele sözleşmesi. Bu yüzden HDK “başaracağız” diyor. Çünkü devrimci gelenekte sadece direniş olmaz. Bizler direniş türkülerini söyledik, söylemeye devam da ederiz. Ama özgürlüğün ve kurtuluşun türkülerini de birlikte söylemek zorundayız. Devrimcilerin tarihi direnmekten ibaret değildir. Devrimciler toplumla, ezilenlerle birlikte özgürleşme sürecine girmek, hayatı yeniden kurmak zorundadır. HDK bu yüzden doğrudan demokrasiyi, komünal yaşamı mümkün bir seçenek haline getirme çabasının kendisidir. HDK halkın öz gücüyle, örgütlenmesiyle karar alma süreçlerine katıldığı bir kolektiviteyi öneriyor, kendisine yabancılaşan bir temsil sistemi tahayyülü yok. Parlamentonun en büyük handikapı da bu değil mi? HDK bu kültüre itiraz ediyor.

HDK gibi bir yapıdan temsil mekanizmasının göbeğine, TBMM’ye girecek olmak size ne hissettiriyor?

Kolektif akla, toplumsal örgütlülüğe inananların dünyasında, geri çağırma hakkının olması lâzım. Bu hak yoldaşlarımızın, örgütümüzün, halkımızındır. Beni istediği zaman geri çağırabilirler. Mücadeleyi buradan kurduğunuzda bahsettiğiniz çelişkiyi yaşamıyorsunuz. Yabancılaşmaya karşı denge ve denetleme sitemini kurmak zorundayız. Meclis halktan ve mücadeleden yalıtık bir mekân değil. Oradaki varlık gerekçenizi unutmayın yeter. Sokağı hissettikçe, yaşamı duyumsadıkça kendi sınıfınızın kavgasını savunursunuz. Zorlanacağım tek konu kılık kıyafet zorunluluğu. (gülüyor)

Parlamento seçimlerini tıpkı İstanbul seçimleri gibi kabul etmemek için örgütlenmiş bir yapıyla karşı karşıya kalabiliriz. Sandık güvenliği için sadece müşahitlere değil, bilinçli bir halk örgütlülüğüne ihtiyacımız var.

“Geri çağırma” parlamenter sistemde tecrübe etmediğimiz bir şey. HDK’nin bu yetkisi var mı?

Elbette parlamentoda aritmetik önemli. Ama HDK bir yoldaşını geri çağırabilir. Topluluğa bu hak verilmezse kolektifin üstüne basmış olursunuz, kolektife yabancı bir varlık haline gelirsiniz. Bu hem insanın kendi içinde hem de örgütün içindeki bir mücadele alanıdır. Kolay değil. Ama sağlam bir kökümüzün olduğunu bilip esas özgürleştirici ilişkilerin bu kökten kurulduğuna inanmak ve bu inancı yaymak önemli. Bunun aksi düşünülmez.

Express’te yayınlanan bir söyleşinizde “HDP’nin 7 Haziran seçimlerindeki başarısı HDK’nin de başarısıdır” diyordunuz. HDK 14 Mayıs’tan sonraki siyasal ortamda nasıl bir rol üstlenebilir?

HDK’yi bileşenlerinden ve partisi HDP’den ayrı bir örgüt olarak değerlendirmemek gerekir. Mesela şu an yapılan seçim çalışmalarının hepsi aslında HDK’nin çalışmalarıdır. Çünkü Yeşil Sol Parti de HDK’nin bileşenidir. Çoğunlukla HDP ve Yeşil Sol Parti’nin HDK’den ayrıştırıldığını görüyorum. Bu son derece tehlikeli. Seçim süreci ve sonrasında Yeşil Sol Parti’nin HDK içi bir kuvvet oluşturması gerekir. Bu yüzden mesele mücadele kültürünün ve hattının kendisidir. HDK kendinden menkul, ayrıksı bir küme değil, paydaş kümelerin kazanmasını amaçlayan bir siyasallığı ve toplumsallığı ortaya çıkarma çabasıdır. Bu konuda bir zayıflık varsa bu zayıflık en başta HDK’de görevli olan bizlerindir. Bu özeleştiri zeminimizi hep canlı tutmak zorundayız. Ancak kişilerle sınırlı bir özeleştiriyi de doğru bulmuyorum. Bu konuda bir eksiklik varsa toplamımızın bir eksikliği olarak da değerlendirilmeli.

Toplum 14 Mayıs günü kendi sorunlarını çözmek için rejime müdahale edecek, kendi geleceğine dair bir söz kuracak. Bu, kolektif iradenin açığa çıkışıdır. Bu süreçleri kalıcı toplumsal örgütlenmelere dönüştürmek HDK perspektifinin kendisidir. Çünkü faşizme karşı kalıcı zaferi toplumun öz örgütlenmeleriyle, komünleriyle, meclisleriyle, kooperatifleriyle kazanacağız. Halkın komünal yaşamı mümkün ve gerçekçidir. Devlet olmadan da halklar yaşamayı bilir. İnsanlığın tarihsel deneyimlerinde ve hafızasında bu var zaten. HDK olarak bu hafızayı kazıyoruz. Bize ait olan derinlerde değil. Kapitalizme, faşizme karşı komünlerde, halk meclislerinde direnişi ve özgür yaşamı örgütlemek hepimizin ödevi.

Deprem bölgesinde, “HDP’nin belediyelerine kayyum atanmasa ne olurdu?” diye düşündüm. Muazzam bir güç açığa çıkacaktı. Belediyeler fiili, yerel ve toplumsal bir iktidar gibi çalışacaktı. Kayyum atanmayan Çınar ve Silopi belediyelerinin Maraş ve Adıyaman’da yaptığı çok önemli işler birçok yerde fazlasıyla yapılabilecekti.

6 Şubat depremlerinin ardından ortaya çıkan kolektif iradeyi nasıl görüyorsunuz? Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri deprem bölgesinde önemli çalışmalar yaptı.

İnsanları deprem bölgesinde canla başla dayanışmaya iten güç, ittifakın mayası. Deprem sonrası en iyi sınavı olanakları oranında devrimciler, sosyalistler verdi. Ben de deprem bölgesindeydim. Bir an “Acaba HDP’nin belediyelerine kayyum atanmasa ne olurdu?” diye düşündüm. Muazzam bir güç açığa çıkacaktı. Belediyeler fiili, yerel ve toplumsal bir iktidar gibi çalışacaktı. Kayyum atanmayan Çınar ve Silopi belediyelerinin Maraş ve Adıyaman’da yaptığı çok önemli işler birçok yerde fazlasıyla yapılabilecekti.

Deprem sürecinde toplum sosyalistlerle, devrimcilerle uzun bir aradan sonra ilk defa bu düzeyde doğrudan tanıştı. Bu çaba tarihsel kimliğimizin toplumla buluşması açısından kıymetli. Ancak devrimcilerin, komünistlerin, sosyalistlerin bu fedakârlığın üzerine yeni bir toplum inşa etmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin mevcut durumu sistem karşıtı anti-kapitalist mücadele tarihini de ilgilendirir. Direnişle yeni bir sistem kurmak, komünal hayatı somutlayabilmek; deprem bölgesinde hep bu konuları tartıştık. Bayrak fetişizmi yapmadan depremzede yurttaşlarla birlikte yaraları sarmanın olanaklarını aradık.

İstanbul 2. Bölge’de sosyalist-feminist Özgül Saki ve Toplumsal Özgürlük Partisi’nden Nilay Kuş da Yeşil Sol’un adayları. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın farklı bileşenlerinden gelen adaylarla sahada nasıl bir kampanya yürütüyorsunuz, neler yaşıyorsunuz?

Saha ortaklığı bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Birbirimizi daha iyi tanıyoruz, pratik ve fikri ortaklık kurabileceğimiz zeminleri bulabiliyoruz. Maalesef seçim süreci dışındaki zamanlarda mücadele ortaklığımızı seçim sürecindeki kadar büyütemiyoruz. Bu yüzden 14 Mayıs’a kadarki süreç tarihsel olarak da önemli. Bu tarihsel süreç hepimizi dönüştürecek. Bu dönüşüm ortaklaşmayı bir dinamik olarak bağrında taşıyor. Koşullar ve zorluklar ne olursa olsun bizlerin zafere inanmaktan başka çaresi yok. Mücadeleyi zorlukların üstesinden gelmek için yürütüyoruz. Doğal olarak sahada bizi görenler diğer partilerin vekil adayları gibi sanıyorlar. Ama hikâyemizi onlara anlattığımızda duygusallaşıyorlar. Kimi yerlerde önyargılı davranmalarının mahcubiyetini yaşıyorlar.

Sizin nasıl bir hikâyeniz var?

Kürt ve Alevi, emekçi bir ailenin çocuğuyum. Altı-yedi yaşından üniversiteye kadar kendi emeğiyle geçinip ailesinin bütçesine katkı yapan bir çocuk işçiydim çoğunlukla. Ekonomik nedenlerle, 1985’te Dersim’in Roşnek (Alacık) köyünden İzmir-Urla’ya göç ettik. Urla’da çok küçük yaşlarda sınıf çelişkisiyle tanıştım. İzmir gibi bir sahil kentinde zenginlik ve fakirliği keskin bir şekilde görmek beni erken yaşlarda politikleştirdi. Kürt ve Alevi kimliğinin gizlenmek zorunda bırakılmasının da bu erken politikleşmede katkısı elbette belirleyici oldu. İzmir’de sahil kenarlarındaki inşaatlarda çalışarak üniversite sınavına hazırlanırdım. 1997’de üniversite için İstanbul’a gittim. Hukuk okudum.

Para kazanma amaçlı avukatlık hiç yapmadım. Halkı savunanları savunmaya çalıştım. Bugünden yarına verebileceğim tek söz de halkımın ve tüm ezilenlerin özgürlük mücadelesinin yılmaz ve mütevazı bir emekçisi olmaktır.

Anne ve babamın ailesinin ve akrabalarının neredeyse üçte ikisi Dersim katliamında katledilmiş. Dersim’de bu hikâyeler herkesin bildiği sırdır. Yıllar geçse de canlı kalıyor, sağaltılamıyor. Sistem de bu sırlarla yüzleşmiyor. Dersim katliamında ilk eşi, çocukları ve kardeşlerinin katledilmesini bizzat dedemden, daha sekiz-dokuz yaşlarındayken dinledim. Neredeyse her Kürt çocuğu gibi atalarının yaşadıkları katliam bizim de “ninnimiz” oldu ve bunlarla büyüdük. Bu “ninniler” bizi erken yaşlarda kendi iç dünyamıza daha fazla yönelten, olgunlaştıran ve her an tehlike karşısında tetikte tutan özellikler kazandırdı. Dedemin katliam “ninnilerinin” üniversite yıllarında Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle tanışmasıysa bugüne kadar olan politik yolculuğumun temel belirleyeni oldu. Bir taraftan katliamların ninnileriyle büyüyen çocuklar, diğer taraftan katliamcı zihniyetten ve sistemden hesap sormaya çalışan politik toplumsal örgütlenmeler var. Direnişimizin harcı böyle karılıyor. Her Kürdün hikâyesi buna benzer.

Birçok Kürt gencinde bu hikâyeye hukuk okumak da ekleniyor. Sizin hukuk okuma nedeniniz neydi?

Bana üniversite tercihim konusunda yol gösteren olmadı. Aslında hukukçu olmak gibi bir düşüncem yoktu. Tercih yaparken “Marmara Hukuk”taki yan yana üç “a” harfi görsel olarak dikkatimi çekti. (gülüyor) Üniversitede Kürt özgürlük mücadelesiyle tanıştım. Çok kısa bir süre sonra HADEP Pendik Gençlik Kolları’nda özgür basının dergilerini dağıtmaya başladım. ‘98’den 2005’e kadar HADEP ilçe gençlik kolunda, DEHAP İstanbul il gençlik kolunda, DEHAP merkezi gençlik kolunda, Özgür Parti merkezi gençlik kolunda aktif olarak çalıştım. 2008-2017 arasında aktif olarak Sayın Öcalan’ın avukatlığını yaptım. 2017-2020 arasında HDP İstanbul il eş başkanlığı, 2020-2021 HDP MYK üyeliği yaptım. 2021’den bugüne HDK eşsözcülüğü yapıyorum. Para kazanma amaçlı avukatlık hiç yapmadım. Halkı savunanları savunmaya çalıştım. Bugünden yarına verebileceğim tek söz de halkımın ve tüm ezilenlerin özgürlük mücadelesinin yılmaz ve mütevazı bir emekçisi olmaktır.

Son söz?

Oyların Yeşil Sol Parti’de buluşması Türkiye’deki bütün ezilenlerin lehinedir. Seçmenleri YSP’nin etrafında buluşmaya davet ediyorum. Ortak kazanımlarımız ileride mücadelelere önemli katkı sağlayacak. Türkiye halklarının mücadele azmine, devrimcilerin tarihsel birikimine güveniyorum. Şimdiden seçim sonuçlarının önünde saygıyla eğiliyorum.

^