Ahmet Refik Altınay’ın vefatının 82. yıldönümünü idrak ediyoruz. II. Meşrutiyet sonrasının, yani modern Türkiye’nin ilk popüler tarihçisi, “tarih galerileri”ne “geniş halk tabakaları”nı çağıran kişiydi. Tehcirde görev aldığı düşünülüyor, ancak soykırımın Türkçede en etkin tasvirleri de ilk onun kaleminden çıkmıştı. İçinde bulunduğu İttihatçıları terki biraz da 1915’te gördüklerinin sonucuydu. Gördüklerini alt perdeden de olsa ifade ettiği ve sonraları İtilafçılara yaklaştığı için cumhuriyet kadroları tarafından hiç affedilmedi, dışlandı, görmezden gelindi. Anısını ve yazdıklarını yaşatmak Reşad Ekrem Koçu gibi öğrencilerine, tarih meraklılarına düştü. Milliyetçiliğin faili ve kurbanı, modern popüler tarihçiliğin öncü ismi Ahmet Refik’i yakından tanıyalım…
Reşad Ekrem Koçu, 1938 yılında iki kitap yayınlar. Bunlardan bir tanesi, altı yıl önce vefat eden Ahmet Rasim’in, diğeri ise kısa bir süre önce kaybettiği hocası Ahmet Refik’in biyografisidir. Bu iki kişinin Koçu’nun yaşamında yerleri büyüktür. Ahmet Rasim’le tanışıp tanışmadığını bilmiyorum, ama okuduğu kitapların etkisini yazdıklarında görüyoruz. Ahmet Rasim, İstanbul Ansiklopedisi’nde karşımıza sıkça çıkan bir isim. Hatta bazen sözü ona bırakıyor ve onun yardımıyla demek istedikleri biraz daha genişliyor.
Semavi Eyice, Koçu hakkında şunları söylüyor: “Büyük şehrin bütün özelliklerini tanımasında Ahmet Rasim’in büyük payı oldu. Onun İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki hayatını anlatan ve bu şehre olan sevgisini aynen almış, bunu Ahmet Refik’ten kendisine geçen edebi tarihçilik ile zenginleştirmiştir.”
Ahmet Refik ise erken gençliğinde kitaplarını merakla okuduğu, daha sonra üniversitede öğrencisi ve asistanı olduğu bir kişi. Hatta 1933 üniversite reformunda hocası Darülfünun’un dışında bırakılınca, o da onunla üniversiteden ayrılıyor. Ve hocasının vefatına kadar bu dostluk sürüyor.
Bu kitaplarda genel olarak biyografilerde gördüğümüz mesafeli duruş, nesnel olma çabası falan yok. Koçu, sevdiklerini yitirmiş bir insan olarak bizlerle duygularını paylaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Ahmed Rasim kitabının sözünü etmiştim. Bu kez Ahmet Refik hakkında yazdıklarının sohbetini yapacağız.
Bir neslin ilk kıymetli kitabı
Ahmet Refik 1880 yılında İstanbul’da doğmuş. Babası Sultan Abdülaziz’in vekilharcı (masraf görme ile görevli kimse) Ürgüplü Ahmed Ağa, bilinen bir aileye mensup. İlkokuldan sonra askeri rüştiyeye girmiş ve 1898 yılında harp okulunu birinci olarak bitirmiş. Piyade subayı olarak göreve başlamış. Fakat yaşının küçüklüğünden dolayı kıta hizmetine verilmeyerek Toptaşı Askeri Rüştiyesi ile Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’ne coğrafya muallimi tayin edilmiş. Dört yıl sonra Harbiye Mektebi’nde Fransızca muallimliğine nakledilmiş, 1907’de yüzbaşı olmuş.
Daha sonrası için Koçu şu bilgileri veriyor: “Harbiye’de muallimlik ettiği bu yıllar içinde idi ki günlük ve haftalık gazete ve risalelerde ilk yazılarını yazmaya başlamıştı… 1908’de Meşrutiyet’in ilanı ile beraber, o zamana kadar yaptığı neşriyatın ilk mahsulünü topladı. Kendisine Harbiye Mektebi talim heyeti arasında en mühim kürsü tevdi edildi. Harbiye’nin tarih muallimi oldu.”
Nurullah Ataç: “Bizim nesle –tarih zevkini değil– okumak zevkini aşılamakta o kitapların büyük hizmeti oldu. Ahmed Refik bizim ilk kıymetli kitabımızın muharriridir.”
Ancak Ahmet Refik gazetelerden de kopmamıştır. Başyazar ve yazar olarak çalışmaya devam eder. Önce İkdam gazetesinde tefrika edilen Lale Devri, Tarihi Simalar, Köprülüler ve Felaket Seneleri adlı eserleri geniş bir okuyucu kitlesi tarafından beğenilir. Bu yazılar bir yandan kendisine şöhret kazandırırken bir yandan da Kütüphâne-i Askerî’nin Geçmiş Asırlarda İstanbul Hayatı adındaki külliyatının temelini atmaktadır.
Nurullah Ataç, vefatının ardından yazdığı yazıda, Ahmet Refik’in bu dönem eserleri için şöyle diyecektir: “Bizim nesle –tarih zevkini değil– okumak zevkini aşılamakta o kitapların büyük hizmeti oldu. Tarih-i Umumi’si forma forma çıkarken bizler daha mektep sıralarında idik. Onları haftada bir alır, biraz okur, resimlerine bakar, saklardık. Her cilt bitip de Hilmi Kütüphanesi’nden onun yeşil cildini aldık mı, koltuklarımız kabarırdı. Ahmed Refik bizim ilk kıymetli kitabımızın muharriridir.”
Koçu, 1909’da Erkân-ı Harbiye-i Umumiye ceride şubesine tayin edilen Ahmet Refik’in Mecmua-ı Askeriye’nin yayınına nezaret ettiğini ve aynı yıl kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni’ne daimi üye tayin edildiğini ifade ediyor. 1912 Balkan Harbi’nde askeri sansür müfettişi olan tarihçi, harp sonunda kendi arzusuyla emekli olur. Emekliliğini istemesinin nedeni, iki gözünde de ileri derecede bozukluk olmasıdır.
İttihatçılar arasında
Bu tarihten itibaren en velut devri başlar. Bir yandan Hazine-i Evrak’ta çalışırken diğer taraftan kütüphaneleri dolaşır. Çalışmalarının sonucu olarak birtakım vesikalar, metinler neşreder, makaleler ve kitaplar yazar. Yayınladığı bu vesikalarla ilgili olarak Fuad Köprülü şöyle diyor: “İşte bu Hazine-i Evrak vesikaları, vekayinamelerin bıraktığı derin bir boşluğu doldurmak itibariyle fevkalade kıymettardır. Onlar sayesinde hayatın muhtelif tecellilerini ve bilhassa iktisadi ve mali hayata dair meseleleri aydınlatmak kabil olabilir. Ancak, teessüf ile itirafa mecburuz ki, Ahmed Refik Bey’in hicri onuncu asra ait neşrettiği mühim vesikalar, memleketimizde hiçbir tetkik mevzuu teşkil etmedi.”
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde yeniden silah altına alınan ve sansür umumi müfettişi olan Ahmet Refik, bir yazısından dolayı Ulukışla’ya arpa ve saman memuru olarak sürülür. Bir yıl sonra affedilip İstanbul’a döner. Başkumandanlığın emriyle, arşivlerde askeri tarihle ilgili belgeleri inceler ve erlere dağıtılması için kitaplar hazırlar.
İttihatçıların ve Türk Ocakları’nın yayın organı olan Yeni Mecmua’nın sürekli yazarı olur. Derginin ortasındaki parlak kâğıttan iki yaprak tercihan onun yazılarına ayrılmıştır. Ustası ve öncüsü olduğu popüler tarih yazarlığının ilginç örneklerini burada yayınlar.
İttihatçıların ve Türk Ocakları’nın yayın organı olan Yeni Mecmua’nın sürekli yazarı olur. Derginin ortasındaki parlak kâğıttan iki yaprak tercihan onun yazılarına ayrılmıştır. Ustası ve öncüsü olduğu popüler tarih yazarlığının ilginç örneklerini burada yayınlar. Dünya savaşının son yıllarında, Doğu Anadolu Çarlık Rusyası’nın işgalinden kurtulduğu zaman, yaşananları göstermek üzere yabancı gazetecilerden oluşan bir heyetle birlikte Kuzeydoğu Anadolu’yu dolaşır. Bu gezinin ardından tanınmış kitabı İki Komite İki Kıtâl’i yazar.
Savaş sonrası yeniden emekliye ayrılır. İstanbul Darülfünunu’nun Osmanlı Tarihi muallimliğine tayin edilir. Daha sonra Türkiye Tarihi profesörü olur. 1925 yılında vakanüvis Abdurrahman Şeref ölünce Türk Tarih Encümeni başkanlığına seçilir. 1933’teki Darülfünun tasfiyesi ve İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu sırasında kadro dışı kalır.
Bu olaydan çok etkilenen yazar, ölümüne değin resmi bir görev almayarak Yedigün, Milli Mecmua, Hayat Mecmuası ile Cumhuriyet ve Akşam gazetelerinde yazılar yazmış ve düşük emekli maaşının üstüne buralardan gelen parayı ekleyerek geçinmeye çalışmış. Kütüphanesini satmak zorunda kalmış. Reşad Ekrem bu yıllarla ilgili olarak neredeyse hiçbir şey söylemiyor. Sadece, “son hastalığında, eli kalemini tutamadığı gün, ilaçlarını aldırabilmek için çalışma odasında bulunan tarihi kıymeti haiz bir tabloyu sattırdı” diyor.
Tarihin galerilerinde geniş halk tabakaları
1934’te çıkan soyadı kanunuyla Ahmet Refik Altınay adını alan yazar, uzun süren ve kendisini çalışamaz duruma getiren bir hastalığın sonucu 10 Ekim 1937 günü vefat etmiş. Nurullah Ataç az sayıda kişinin katıldığı sade bir törenle toprağa verildiğini yazıyor.
Vefatından sonra hakkında bir hayli yazı yazılmış. Koçu, bu yazılardan bazılarını kitabına almış. Hakkında yazanlar onun tarih anlayışını tartışmaya açsalar bile, popüler tarihte bir çığır açtığı, tarihi halka sevdirdiği konusunda hemfikirler. Örneğin Sadri Ertem şöyle diyor: “O devirde Osmanlı vakanüvisliği gömülmüş olmakla beraber ciddi ve modern ilim zihniyetinin istediği usullere göre tarih yazmak asla tahayyül edilmiş bir hakikat değildi. Ahmed Refik, vakanüvisin öldüğü ve tarihin yasak sayıldığı devrin ortasında hayata gözünü açmıştı… Bu devrin ortasında tarihi sevdi, başkalarına sevdirdi. Ve sanatkâr ruhunun bütün kudretiyle insanları tarihin galerilerine sevketti.”
Akşam gazetesinde yayınlanan “Akşamdan Akşama” imzalı bir yazıda ise şu satırları okuyoruz: “Halka, geniş tabakalara okutmak hevesiyle kalemini kullanmıştır. Tarihi kolay okunur, herkesçe anlaşılır bir tarzda yazmak tecrübesine memleketimizde ilk erişen ve bunda muvaffak olan Ahmed Refik’tir. Mesela ‘Lale Devri’ gibi eserleri, en çok okunan romanlar mertebesinde ammenin rağbetini kazanmıştı… Ahmed Refik’i taklid ederek birçok muharrirler tarihi romanlaştırmaya kalkmışlar, bazen de işi çığırından çıkarmışlardır, hakikatleri tahrif etmişlerdir. Fakat o, bildiği, hakikatine inandığı yoldan ayrılmamış, halk için yazdığı eserlerde de daima doğruyu vesikalara istinaden tahkiye etmiştir.”
“Ahmed Refik’i taklid ederek birçok muharrirler tarihi romanlaştırmaya kalkmışlar, bazen de işi çığırından çıkarmışlardır, hakikatleri tahrif etmişlerdir. Fakat o, bildiği, hakikatine inandığı yoldan ayrılmamış, halk için yazdığı eserlerde de daima doğruyu vesikalara istinaden tahkiye etmiştir.”
Türkiye’de tarih yazıcılığının vakanüvislikten ayrılamadığı ve ağdalı dilin geçerli olduğu bir dönemde, Ahmet Refik’in rahat, kolay, anlaşılır bir biçimde yazması, tarihçilerin el atmadığı konuları işlemesi bazı çevreler tarafından eleştirilmiş, hatta onun tarihçi olmadığı, sadece bir “vulgarizatör” olduğu söylenmiş. Genellikle edebiyatçılar arasında geçen bu tartışmada onun tarihçi olduğunu söyleyenler de var, ama cumhuriyetten sonra dışlandığı bir gerçek. II. Meşrutiyet’ten sonraki yılların ünlü tarihçi ve yazarı, milliyetçi hislerle aktüel durum ve tarihi bir araya getirerek yazdığı kitapları çok satan Ahmet Refik, yeni dönemde ilgi görmemiş. Tarih kongresine çağrılmadığı gibi, üniversite reformu sırasında meslekten uzaklaştırılmış. Ancak yıllar sonra, 1999 yılında Ankara’da toplanan XIII. Türk Tarih Kongresi’nde bir bildiri sunan Halil İnalcık, onu Türkiye’de Osmanlı tarihçilerinin öncüleri arasında ele alacak, bu alandaki yerinin önemine işaret edecektir.
Hakkında bir kitap yazan Muzaffer Gökman onun için “tarihi sevdiren adam” diyor. Öncüsü olduğu popüler tarihçiliği geniş bir kitleye tanıtan, bulduğu konularla ardından gelenlere rehber olan bir yazar için güzel bir tanımlama.
Yazanların üzerinde hemfikir olduğu ikinci konu, onun musiki ve şiiri seven, şiir yazan, hoşsohbet, gayet rind, neşeli bir insan olduğu. Bütün bu eserleri içinde bir de şiir kitabı var: Gönül, 1932 yılında yayınlanmış. Ancak şiirlerinin bir diğer özelliği, çoğunun bestelenmiş olması. Bugün de dinlenen “Solsan da sararsan gene gülpembe dehensin”, “Hem seversin hem yanarsın hem de avaresin”, “Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken”, “Kaderden mi neden böyle sararmış rengi ruhsarın” sözleriyle başlayan şarkıların güfteleri ona ait.
Lale Devri’nin âlemlerini, Felaket Seneleri’nin hüznünü, Samur Saltanatı’nın âlâyişini ve Kadınlar Saltanatı’nın entrikalarını okuduktan sonra bu eserleri duymak güzel oluyor.