Altmış yıl önce, takvimler 9 Temmuz’u gösterdiğinde, 1961 Anayasası yüzde 60,4’le kabul edildi. On yıl sonra, 12 Mart darbesinde tadil edildi, 12 Eylül darbesinde kaldırıldı. Nasıl bir anayasaydı, niçin Türkiye sağının boy hedefi oldu? “Son İttihatçı” lâkaplı üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın hayallerinin gerçekleştiği bugünkü Türkiye’ye nasıl gelindi, 2021’in fotoğrafı ne anlatıyor, ufukta neler görünüyor? Son 60 yılın muhasebesi için anayasa hukukçusu Murat Sevinç’e bağlanıyoruz. Express’in yaz sayısından naklen…
İstisnai bir dönemdeyiz. Herkesin bildiği “sırların” izlenme rekorları kıran videolarda ortaya döküldüğü, devlet-mafya-siyaset ilişkisinin, işlenen türlü çeşitli suçların ifşa edildiği, Meclis üstünlüğünün ortadan kaldırıldığı, yargının anti-hukuk organı haline geldiği, ülkenin kaderinin bir kişinin iki dudağı arasında olduğu, cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmayan bir dikta rejimi içinde ve tarihi bir dönemeçteyiz. Ve böyle bir dönemeçte Cumhur İttifakı “yeni anayasa” hazırladığını ilan etti. Bir anayasa hukukçusu olarak bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Murat Sevinç: Evet, tarihi bir dönemeçteyiz ve yalnızca Türkiye için değil, dünyada olup bitenler bakımından da çok önemli ve ne kadar süreceği belirsiz bir süreç bu. Bir konuyu hatırlatmak gerekiyor öncelikle: Türkiye, iki asırdan fazla süredir, biraz gecikerek, bazen hızlanıp bazen yavaşlayarak, ama hemen her zaman Batı’yı takip etti. 1876’da ilk anayasa yapıldığında Rusya hâlâ mutlak monarşiyle yönetiliyordu. Hiç azımsanmaması ve küçümsenmemesi gereken bir anayasa, hukuk ve toplumsal hareketler tarihimiz var.
Günümüz için “istisnai dönem” diyorsunuz, haklısınız. Her şey bir yana, Türkiye’de ilk kez, sabahtan akşama devlet övgüsü yapan bir yönetim, modern devletin iskeleti olan bürokrasiyi mahvetti. Anayasalar yaptık, hiçbirinden memnun kalmadık, doğru, ancak bakın Fransa’ya, tarihinde tüm hükümet sistemlerini denedi ve sonunda kendi tarihi bakımından hayli özgün bir sistemi, yarı başkanlığı tercih etti. Oysa “ulusal egemenliğin” mucidi olan bir ülke. Fakat onlar da, tıkanınca yeni bir anayasa yapmak yerine, yaşadıkları sorunu tespit edip yerel yönetimleri güçlendirmeye karar verdiler ve 1958 Anayasası’nın “değiştirilemez” ilk maddesini değiştirip “ademimerkeziyet” ilkesini eklediler. Söylemek istediğim, anayasa sorunları en gelişmiş demokrasilerde de yaşanabilir, ancak mesele o sorunların yalnızca anayasa metninden kaynaklanmadığını kabul edip gereğini yapabilmek ve tüm sorunların siyasal ve sosyal gerekçelerini görüp kabullenebilmek. Türkiye’de yüz yıldır yapılmayan bu. Her siyasal açmaz anayasa metinlerine havale edildi ve sonunda hemen hiçbir sorun çözülmedi. Aynı şey yapılırsa, yine çözülmeyecek.
“Türkiye hemen her zaman Batı’yı takip etti” dediniz, bunu biraz açar mısınız?
“Batı’yı takip etti” ifadesiyle hem Batılı kurumlar Türkiye’ye nakledildi hem Osmanlı-Türk modernleşmesi hattı terk edilmedi hem de Batı’da yaşanan krizler bize özgü halleriyle burada da tecrübe edildi demek istiyorum. Şimdi de Batı’nın yaşadığı “temsili demokrasiler” krizinin Türkiye versiyonuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’de bu konularda ana akım söylemi takip ederek yazıp çizenlerin kahir ekseriyeti, temsil krizini tespit ederek anlatıyor. Güzel de, kriz neden başladı? Demokrasiler birdenbire delirmediğine ve seçmen ceberut liderleri durup dururken tercih etmediğine göre! “Kapitalizmin krizi” konuşulmadan hiçbir anayasa-temsil sorunu anlaşılamaz, çözümlenemez.
2007 değişiklikleri hem Türkiye hem AKP anayasacılığı açısından bir dönüm noktası. 2007’de, 367 kriziyle başlayan süreçte, tarihimizde ilk kez devlet başkanının halk tarafından seçilmesi usûlü kabul edildi. 2007’de başlayan “kendi lehine değişiklik yapma” eğilimi artık zirvede, oradan dönüş yok.
Kapitalizmin krizini sonraya bırakıp anayasa meselesini konuşalım biraz. 1961 Anayasası’nın 60. yılındayız ve dahası, ama gerçek ama suni, bir “yeni anayasa” gündemi var. Mümtaz Soysal 1969’da yazdığı Dinamik Anayasa Anlayışı kitabında şöyle diyor: “Anayasa sözünün bıkkınlık verecek kadar sık kullanıldığı başka bir toplum bulmak herhalde çok güç. Türk toplumu her tartışmasında, her yazısında, her söylevinde ‘anayasa’ sözünün edildiği bir toplum oldu.” Başkanlık sisteminin ülkeyi çıkmaza sürüklediği, Sedat Peker’in ifşaatlarıyla Susurluk’tan beter mafya-devlet-siyaset ilişkilerinin ortaya saçıldığı bu istisnai dönemde, AKP ve MHP bir kez daha yeni anayasa hazırlığı yapıyor. Bunun arka planında ne var sizce?
Bu taktik yeni değil. AKP’nin halk oyuna da sunulan 2007 anayasa değişikliğinden itibaren anayasa siyaseti, 1876’daki Kanun-i Esasi’den bu yana izlenen siyasetle karşılaştırıldığında büyük ölçüde zıt seyir izledi. Elbette Abdülhamit de, İttihat ve Terakki Partisi de kendilerine fayda sağlayacak birtakım değişiklikler yapmak istedi, ama cumhuriyet tarihindeki anayasa değişikliklerinde kişi hak ve özgürlükleri her zaman şu ya da bu ölçüde ilerleticidir. Anayasa tarihimizde hak ve özgürlükler ilk kez 1982 Anayasası’yla geriye gitti. 1982’den 2007’ye kadar yapılan tüm değişiklikler de hak ve özgürlükleri ilerletici niteliktedir. 1995, 1999 ve özellikle 2001’deki değişiklikler çok önemli. Çünkü hemen tümü Avrupa Birliği (AB) ile uyumu hedefliyordu. Birtakım sorunlar kalsa da anayasa metninin neredeyse yarısı değişti. İdam cezasının kaldırılması yine bu dönemde mümkün oldu. Fakat 2007 değişiklikleri hem Türkiye hem AKP anayasacılığı açısından bir dönüm noktası. Çünkü 2007’de, 367 kriziyle başlayan süreçte ve bugün artık pek kimsenin hatırlamadığı halk oylamasına sunulan birkaç maddelik değişiklikle, tarihimizde ilk kez devlet başkanının halk tarafından seçilmesi usûlü kabul edildi.
2007’de başlayan “kendi lehine değişiklik yapma” eğilimi artık zirvede, oradan dönüş yok. Henüz AKP ve MHP’nin yeni anayasa öneri metinlerini görmedik, ama şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durum “hangi koşullarda hiçbir biçimde anayasa konuşulamaz, tartışılamaz, yapılamaz ve oylanamaz” bahsine örnek gösterilebilir. Ayrıca, iki partinin oy oranı anayasa değişikliğini kabul etmeye yetmiyor. Bunu halk oylamasına sunmak için 367 milletvekili sayısı gerekiyor ki, AKP-MHP’nin elinde böyle bir sayı olmadığı için diğer partilerden milletvekili bulmak zorundalar. Bulabilirler mi, emin değilim. Bence son enerjilerini 2017’de kullandılar. Belki hep yaptıkları gibi hoşa gidecek bir-iki hüküm koyacaklar o anayasaya. Ancak, şu anda muhalefet partileri de bunu istemiyor. Anayasa önerileri artık gündemi bile değiştirmiyor. Nitekim MHP yüz maddelik öneri getirdi, gündem konusu bile olmadı. Bu olumlu bir durum.
2007’deki değişiklikler hangi ortamda, nasıl şekillendirilmişti?
AYM Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için vahim bir karar verdi. Fakat AKP’nin erken seçimde aldığı yüksek oy ve sonraki gelişmelerin ardından Gül cumhurbaşkanı seçilebildi. Gül, Meclis tarafından seçilen son cumhurbaşkanı oldu. O karmaşanın ardından yapılan değişikliklerle halk tarafından seçilme usûlü kabul edildi ve 2014’te halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan oldu. 2007 değişiklikleri bu nedenle bir kırılma noktasıdır. Sonraki dönemde AKP bütün hukuksal düzenlemelerde ve tabii anayasa değişikliklerinde de iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik adımlar attı. Bunun yanında Türkiye sağının ve o sağın uzantılarından siyasal İslâmcılığın hayali olan başkanlık rejimine dönük bir sürece girildi. Sonraki tüm değişikliklerle adım adım hayallerini gerçekleştirmeye yöneldiler. 2010’da kavgaya neden olan değişiklikler de, asıl olarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ele geçirilmesini hedefledi. Bunu yapabilmek için makyajlanmış bir anayasa paketi hazırlandı. Büyük havuç olarak da darbecilerin yargılanmasının yolunu açacak olan geçici 15. maddenin kaldırılacağı vaat edildi ve halk oylamasından yüzde 58 oranında “evet” çıktı.
O dönem referanduma hayır diyenler darbe yanlısı olmakla suçlandı.
Evet, ben de “hayır” yazıları yazan ve o suçlamalara maruz kalanlardan biriyim.
Halk oylaması günü olarak da darbeyle hesaplaşma algısı oluşturmak için özellikle 12 Eylül seçilmişti…
AKP sembolleri çok iyi kullanıyor. Taksim Camii de Gezi eylemlerinin yıldönümünde açıldı. 2010 hakkında uzun uzun konuşulabilir, ama bana kalırsa o çok süslü paketin asıl önemli kısmı, AYM ve özellikle de HSYK’ydı. Hep AKP iktidarı diyoruz, fakat o değişiklik aynı zamanda Gülen cemaatinin de temel arzusuydu, ki o süreçte çok çalıştılar.
1909’dan itibaren bu ülkede üstün olan Meclis’ti. 1921’de Meclis hükümeti sistemi benimsenmişti, 1961’de klasik parlamenter sisteme geçildi, 1982’de cumhurbaşkanı güçlendirildi, ama Meclis üstünlüğü terk edilmedi. Kör topal da olsa bir müzakere kültürü vardı. 2017’de bir kültür terk edildi.
Gülen “İmkânı olan mezarından kalkıp oy kullanmalı” demişti referandum için…
Evet, ama o öyle bir dönemdi ki, 12 Eylül darbesine karşı olanlar ve olmayanlar gibi bir ayrım dayatıldı topluma. O dönem buna karşı en makul değerlendirmeler bile duvara çarpıyordu. “Bu değişikliklerin şöyle riskli bir maksadı var” diyenler de epey hırpalandı. Sonuçta, 2007’den başlayarak, anayasa değişiklikleri bir siyasi kadronun hayalleri doğrultusunda yapılır hale geldi. 2007’den itibaren iktidar partisinde yer alan, tüm değişiklikleri canla başla savunan, keza 2017 değişikliklerini de destekleyen, ama sonra AKP’den ayrılıp kendileri parti kuran insanlar da şimdi bu sisteme şiddetle karşı. Çünkü savunulabilecek bir sistem değil. Fakat dört yıl önce, AKP tarafından önerilen değişikliklerin tam olarak neleri hedeflediğine dair AKP içinde bile tam mânâsıyla bir okuma yapıldığını, bunların kavrandığını, hatta umursandığını düşünmüyorum. 1909’da kabul edilen parlamenter sistemin temel ilkeleri yüz yıl sonra terk edildi. Bu akıl almaz bir şey. Türkiye aksaklıklar yaşasa da bir asırdır parlamenter sistemle yönetilen bir ülkeydi, bu çöpe atıldı.
Ne oldu çöpe atılınca?
Anayasada “bakanlar kurulu” ifadesi geçen her yerde artık “cumhurbaşkanı” yazıyor. Çünkü cumhurbaşkanı artık tek başına yürütmeyi temsil ediyor. Bu bir başkanlık sistemi de değil. O yüzden adını “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” koydular. Çünkü anayasa, başkanlık sistemindeki fren ve denge mekanizmalarından mahrum. ABD’de başkan seçim yenileyemez, yasama ve yürütme arasında katı bir güçler ayrılığı vardır. Bizde cumhurbaşkanı Meclis’i feshedip seçimleri yenileyebiliyor.
Parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve yarı başkanlık sistemleriyle demokrasi arasında nasıl bir ilişki var?
Parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve yarı başkanlık sistemi üç ana hükümet modeli. Aralarındaki fark da yasama ve yürütme ilişkilerinin kuruluş şekliyle ilgili. Demokrasi dediğimiz ise devletle toplum arasında kurulan ilişkiye dair bir kavram. Yani ait oldukları düzeyler farklı. Bir hükümet sistemi parlamenter olabilir, buna mukabil siyasal sistem demokratik veya faşizan olabilir. Bir hükümet sistemi başkanlık sistemi olabilir, siyasal sistem yine demokratik veya faşizan olabilir. Dolayısıyla, hükümet sistemleri ile siyasal sistemler birbiriyle ilişkili olmakla birlikte, biri diğerinin zorunlu sonucu değildir. Buna çok klasik örnekler verebiliriz. Başkanlık sisteminin mucidi olan ABD elbette pek çok sorunu olmakla birlikte demokratik bir ülke. Oysa aynı başkanlık sistemini uygulamaya çalışan tüm ülkelerde farklı sonuçlara yol açtı. Latin Amerika ülkelerinde hiç öyle demokratik sistem filan kurulamadı, çünkü siyasal sistem demokratik değildi. Siyasal sistemin demokratikleşebilmesi için hükümet sisteminden öte şeyler gerekiyor.
Neler gerekiyor?
Sınıf mücadelesi, sınıflar arasındaki ilişkiler, din, siyasal kültür, toplumsal kültür, gelenekler; bunların hepsi önemli. Bir hükümet sistemi her ülkede aynı sonuçları vermeyebilir. Örneğin, bana mavi lens takarsanız Kıvanç Tatlıtuğ’a benzemem, çünkü aramızdaki tek fark göz rengimiz değil. ABD’nin yasama ve yürütme ilişkisi bize olduğu gibi alınsaydı da, Türkiye ile ABD arasında tarihten, toplumsal yapıdan, siyasal kültürden, yargı sisteminden, federal yapısından kaynaklanan farklar siyasal sistemin işleyişini belirleyecekti. Dolayısıyla, anayasacılıkta çok önemli olan bir unsuru, yine Mümtaz Soysal’ın önemli bir sözüyle hatırlayalım: “Anayasaları yaşatan içindeki sözcükler değil, dışındaki hayattır.” Bu kadar basit. ABD anayasasına bakarsanız kısacıktır. Ekleriyle birlikte bizimkinin üçte biri kadar, ama 1787’den itibaren yapılan 27 değişiklikle o anayasa halen yaşıyor. ABD siyasal kültürü buna izin verdi, yargısı yargı gibi davrandı.
2017’deki anayasa değişikliğinin yarattığı temel sorun nedir?
Yeni sistemle terk edilen en önemli şey Meclis üstünlüğü ilkesi. 1909’dan itibaren bu ülkede üstün olan Meclis’ti. 1921’de Meclis hükümeti sistemi benimsenmişti, 1924’te parlamenter sisteme geçildi, ama Meclis halen çok güçlüydü, 1961’de klasik parlamenter sisteme geçildi, 1982’de cumhurbaşkanı güçlendirildi, ama Meclis üstünlüğü yine de terk edilmedi. Kör topal da olsa bir müzakere kültürü vardı. Kavga ediliyordu, koalisyon hükümetleri kuruluyordu, ama pazarlık ve müzakere hep vardı. Müzakerenin bozulduğu dönemlerde asıl sorun anayasadan değil, siyasal mücadeledeki ve ekonomideki çözümsüzlüklerden kaynaklanıyordu. 2017’de, uzun yıllarda oluşan bir kültür terk edildi. Hükümet sistemi yalnızca kâğıt üzerinde kurgulanan bir şey değil. Yaklaşık yüz yıldır bu ülkenin bürokrasisi, siyaseti, siyasi partileri parlamenter sisteme göre organize olmuştu. O sistem çöpe atıldığında arka arkaya pek çok kamu kurumu da kapatıldı. Örneğin, 2011’de de KHK ile Maliye Teftiş Kurulu kapatıldı. 19. yüzyılda kurulmuş, Türkiye bürokrasisinin kaymak tabakasını temsil eden bir kuruldu. Kapatılması bir faciadır, ama tepki bile verilmedi. Şu anda bir şirket olan Varlık Fonu’nun başında cumhurbaşkanı var. Akıl almaz şeyler bunlar. Türkiye’de bürokrasi bitirildi, felç edildi. Yüz yıldır uygulanan bir hükümet sistemini OHAL koşullarında nasıl hazırlandığı belli olmayan tuhaf bir anayasa değişikliğiyle, son derece adaletsiz bir halk oylaması sonucunda değiştirdik. Bu nedenle 2017 değişiklikleri Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti anayasacılığının başına gelmiş en vahim iştir.
Sosyal haklar anayasa tarihimize 1961 Anayasası’yla girdi, Bülent Tanör’ün “sosyalleştirici etki” derken kastettiği bu. “Siyasallaştırıcı ve hukukileştirici etkisi”nden kastıysa, 1961 Anayasası’nın yaptığı en önemli şey olan yurttaşa hukuksal güvence sağlaması. Örneğin, siyasal partiler ilk kez güvence altına alındı.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra hazırlanan ve 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunularak kabul edilen anayasanın 60. yıldönümündeyiz. ‘61 Anayasası referandumla yürürlüğe giren ilk anayasa özelliği de taşıyor. 2012’de yayınlanan Mülkiye Öğrencileri Anayasal Sistemi Tartışıyor isimli kitaptaki makalenizde 1961 Anayasası için “Kuşkusuz bu anayasanın bazı olumsuz yanları, günümüze miras kalan sorunları vardı. Ancak bir bütün olarak anayasacılık tarihimizin zirve noktasıdır” diyorsunuz. Aynı makalede, Bülent Tanör’ün ‘61 Anayasası’na dair şu cümlesini naklediyorsunuz: “Hukukileştirici, sosyalleştirici ve siyasallaştırıcı etkiler yapan bir anayasaydı.” ‘61 Anayasası’nı öncekilerden ve sonrakilerden ayıran temel özelliği neydi?
Yaşadığımız siyasal sorunların ve iktidarın hukuka, anayasaya, topluma, seçime bakışının kökenini Osmanlı’ya ya da cumhuriyetin kuruluşuna kadar götürebiliriz. Ama sonrasındaki sorunların çoğunun kökeninde 1950-60 arasında yaşanan kavga ve Türkiye sağının 1961 Anayasası’nı benimseyememesi yatıyor aslında. Dolayısıyla, bugün dile getirilen pek çok konunun dile getirilme şeklini ve içeriğini gördüğümde hep Celal Bayar’ın, Süleyman Demirel’in cümlelerini, 60-70’lerin sağcılarının 1961 Anayasası’yla ilgili söylediklerini hatırlıyorum.
Demirel’in “Kırat ne zaman şahlanacak” sorusuna Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ı kastederek “şahlanacak, ama taylar izin vermiyor” yanıtı gibi mi?
Evet, mesele o. Türkiye sağının bürokrasiyle, özerk kurumlarla, denge mekanizmalarıyla mücadelesi 1961’de başlıyor. Çünkü Türk sağı, sorunların kaynağı olarak 1961 Anayasası’nı görüyor. Sosyal haklar anayasa tarihimize 1961 Anayasası’yla girdi, Tanör’ün “sosyalleştirici etki” derken kastettiği bu. “Siyasallaştırıcı ve hukukileştirici etkisi”nden kastıysa, 1961 Anayasası’nın yaptığı en önemli şey olan yurttaşa hukuksal güvence sağlaması. 1961 Anayasası’yla topluma, partilere hukuk güvencesi geldi. Örneğin, siyasal partiler ilk kez güvence altına alındı. Sola açık bir anayasaydı. Bu nedenle dönemin solcuları o anayasanın kıymetini bildi. Siyasal gerçeklikle çok bağdaşmasa da, geleceğe yönelik bazı vaatler içeren ve eğitici diyebileceğimiz hükümler de içeriyordu 1961 Anayasası.
Ne gibi?
1961 Anayasası’ndaki sosyal haklar –emekçilerin varlığını ve izini yok saymamakla birlikte– anayasayı yapanların Batı anayasacılığındaki en olumlu düzenlemeleri ve sosyal hakları alma isteğinden doğdu aslında. Bu nedenle, örneğin Kemal Tahir’in, her ne kadar biraz haksızlık etse de tamamen yanlış olmadığını düşündüğüm yorumu şudur: “Türk toplumunun büyük mücadelesi ve isteklerinden mi gelmiştir, yoksa tepeden mi inmiştir? Bugünkü parlamento sistemini, bugün içinde bulunduğumuz hürriyeti, Türk aydınların hak ettiği iddia edilemez. Biz bu mücadeleyi de yapmış değiliz. Bize bu bahşedilmiş bir şeydir. Hak etmedik, biliyorsunuz.” Kemal Tahir 1961 Anayasası’nın hak edilmediğini, bahşedildiğini söylüyor, ama 1960 öncesinde de bir emekçi hareketi, emek mücadelesi vardı. Keza 1961’in aralık ayında Saraçhane’de on binlerce işçi eylem yapabiliyordu. Dönemin koşulları açısından, 1961 Anayasası’ndaki hayli ilerici unsurlara kaynaklık eden filizlenmeler vardı. Nitekim CHP’nin 1959’daki kongresinde açıkladığı İlk Hedefler Beyannamesi’nde siyasi partilerin, AYM’nin, HSK’nin önerildiğini görüyoruz. Bunlar daha sonra anayasada yer aldı.
Mülkiye Öğrencileri Anayasal Sistemi Tartışıyor’da diyorsunuz ki, “1961 Anayasası tüm ilericiliğine karşın darbe sonrası hazırlanmış olması, kendisini benimsememiş iktidarların eline kalışı, 12 Mart muhtırası, hükümet-sistem krizini aşacak mekanizmalara yer vermeyişi vb. gerekçelerle, yürürlükte kaldığı süre içinde tam olarak benimsenmemiş ve değerlendirilememiştir.” Bu tespitiniz Kemal Tahir’in “biz bunu hak etmedik, bize bahşedildi” iddiasına da güç vermiyor mu? Bir “lütfun” hakkıyla kullanılamaması, ciddi bir toplumsal sahiplenmenin olmamasıyla, güçlü bir demokratik muhalefetin örülememesiyle ilgili olabilir mi?
Toplumun yeteri kadar sahip çıkmamasının da, siyasi partilerin ve bizzat anayasanın birtakım yapısal sorunlarının da etkisi vardı. Örneğin, 1961 Anayasası Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) anayasal bir kurum olarak tanımlayıp orduyu siyasetin anayasal olarak ayrılmaz parçası haline getirdi.
Anayasayı sahiplenip sahiplenmeme meselesi ise 27 Mayıs ve darbeyle ilgili. Günümüzde iktidarın yarattığı ciddi sorunlardan biri de bu konular üzerine tartışma ve konuşmalarda herkesi akıl almaz bir sığlığa hapsetmesi. Darbelerin yıldönümlerinde medyaya bakınca sade suya tirit ve slogan gibi yazılar okuyoruz. Şu anda hiçbir üniversitede darbelerin lâyıkıyla anlatılabileceğine inanmıyorum. Oysa bunlar açıkça ve özgürce tartışılmalı. Bugünkü sağın saygı duyduğu isimlerden Celal Bayar tartışıyor, Türkiye sağının en önemli yazarlarından Ahmet Kabaklı anayasayı bürokrasi eleştirisiyle tartışıyor. Ama bugünkü darbe tartışmalarına bakıyorsunuz, artık böyle sağcılar da yok. Evet, darbe olumlanacak bir şey değil, ama 15 Temmuz’a dek Türkiye’deki darbelerin azımsanmayacak halk desteği aldığı da somut bir gerçek. 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’in cumhurbaşkanı seçildiği oylamadan yüzde 92 evet oyu çıktı. Bu durum sadece darbecilerin baskısıyla açıklanamaz. İnsanların siyasetçilere güveni kalmadı, 1980 öncesindeki şiddet hareketlerinden illallah dediler ve darbe koşulları oluştu. Bütün darbelerin kendi dinamikleri ve içinde oluştuğu özgül koşullar söz konusu. 27 Mayıs’a ve 1961 Anayasası’na tepki gösterenlere bir de 27 Mayıs öncesini anlatmak gerekiyor. 27 Mayıs bir askeri darbedir, bunu devrim filan diye süslemenin âlemi yok. Ama mesela Celal Bayar mezarından kalksa ve 1960’larda söylediklerini bugün yinelese, “subliminal mesaj veriyorsun” diye hapse atılabilir.
27 Mayıs öncesini anlatmak gerekiyor. DP’ye oy vermeyen Kırşehir ilçe yapıldı. İnönü’nün memleketi Malatya ikiye bölündü, Adıyaman oradan çıktı. 6-7 Eylül’le birlikte, DP daha da sertleşti. Ekonomi kötülemeye başlayınca seçim öne alındı. DP yüzde 50’nin altında kaldı. DP o telaşla 1950 sonlarında demokrasinin sonunu getirdi.
Neden?
Çünkü Bayar 27 Mayıs için darbe demiyor! Gazeteci İsmet Bozdağ ile yaptığı “Başvekilim Adnan Menderes” başlıklı uzun söyleşide diyor ki: “Buna bir ihtilal diyebilir miyiz, hayır. Hükümet darbesi midir, hayır. Hükümet darbesi iktidarda kalmak ve devleti sürekli olarak yönetmek için yapılır. Bir çeşit iktidar hastalığıdır. Küçük bahanelerle veya bahanesiz gelir, oturur. Sonra başka bir darbeyle yıkılır gider. 27 Mayıs’a hükümet darbesi de diyemeyiz. Ne kimseye karşıdır ne oturmaya niyetlidir. Bence 27 Mayıs bir fiili durumdur. Osmanlı’dan kalma, geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin kanun yapma ve yürütmeye karşı direnişe müdahalesidir. Bu itibarla 1961 Anayasası’nı 27 Mayıs’a bağlayan düşüncenin bir gerçek yanı olacağını pek sanmıyorum.”
Bayar’a önem veriyorum, çünkü Türkiye sağının anayasal tezleri üzerindeki en etkili isimlerinden biridir ve o 27 Mayıs’ı bir darbe olarak değerlendirmiyor. 27 Mayıs’a tarihsel açıdan bakan ve Bayar gibi değerlendiren çok isim var. Türkiye sağındaki genel eğilim, 27 Mayıs’ı bürokrasinin icadı olarak değerlendirme yönünde. Menderes ve arkadaşlarına yapılanlara yönelik tepkiyle bürokrasi antipatisini birleştiriyorlar. Özellikle 1970’lerde “milli egemenliğe getirilen ortaklar” diye tanımlanan barolara, Cumhuriyet Senatosu’na, HSYK’ya, üniversitelerin ve TRT’nin özerkliğine karşı olmalarının nedeni bu antipati. Öte yandan 27 Mayıs solcular, üniversiteliler tarafından desteklendi, çünkü ordunun demokrasiyi yok eden DP’yi devirdiği düşünülüyordu.
Yeni kuşaklar 27 Mayıs öncesinde DP iktidarının, Menderes’in anti-demokratik uygulamalarını pek bilmiyor. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroların temel motivasyonu neydi?
Darbeciler hem halkı hem siyasetçileri “beceriksiz” olarak görüyor, cumhuriyet kazanımlarının berhava edildiğini düşünüyorlardı. Kenan Evren’in de darbe konuşmasına bakarsak sivilleri, üniversiteleri, siyasetçileri aşağıladığı görülür. Böyle bir kibirle ve cumhuriyet değerlerinin asıl sahibi oldukları varsayımıyla hareket ediyorlar. Dolayısıyla, o kibiri her cümlelerinde ve yaptıkları her şeyde görüyorsunuz. Yüksek Adalet Divanı’nın (YAD) yaptığı yargılamalar da bunu gösteriyor. Önce Yüksek Soruşturma Kurulu oluşturuldu, ardından YAD 15 kişinin idamına karar verdi. Yurtdışından gelen baskı ve İsmet İnönü ile Cemal Gürsel’in çabaları sonucunda, üç kişiye indirildi. Çünkü o sırada darbeciler de kendi içinde bölündü ve Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) pek bir etkisi kalmadı. Ordu içinde Silahlı Kuvvetler Birliği (SBK) ismiyle yeni bir cunta vardı. Bu dönem başbakan, maliye bakanı ve dışişleri bakanının idam edildiği bir utanç hikâyesiyle başlayınca 1961 Anayasası’nın sahiplenilmesi zor oldu tabii. Anayasanın oylanma oranı yüzde 61 küsur. Ama bunları söylüyor olmak da DP’nin 1954-57’den sonra geldiği noktayı görmeyi engellememeli. Olan bitene sınıfsal açıdan bakılmadığında hiçbir şeyin hakkıyla kavranamayacağını düşünüyorum. Anayasa tarihini hakkıyla kavramak da etnik kimlik, din-inanç, cinsiyet tartışmalarının hepsini içine alan sınıfsal bir bakışı gerektiriyor. Bu yapılmadığında Türkiye darbeler ve anayasalar tarihi “iyi askerler” ve “kötü askerler” olarak okunabilir. 27 Mayıs’ta birtakım askerin tepesi attı ve darbe oldu diyebilir miyiz? İnsanlar durup dururken böyle işler yapmaz. Bunların bir ekonomik ve sınıfsal arka planı var.
Üstelik 1960 darbesi ordu hiyerarşisi içinde yapılmadı.
Tabii, emir-komuta zinciri içinde yapılmadı. Bunlar genç subaylar. Kendilerine MBK adını veriyorlar. Sonra kendi içlerinde de bir darbe yaptılar. Aralarında Alpaslan Türkeş’in de olduğu şahin kanadı yurtdışında çeşitli misyonlara gönderdiler. 27 Mayıs gibi emir-komuta zinciri içinde yapılmamış dağınık darbelerde suların durulması uzun sürüyor. DP’nin ardılı olan Adalet Partisi (AP) ilk seçimde yüzde 50’ye yakın oy alınca da çok telaşlanıyorlar. Çünkü bir darbe yapmışsın, üç kişiyi idam etmişsin. “Bunlar iktidar olur da bizim sonumuz gelir” diye korkuyorlar. O dönem İnönü Meclis’in açılması için çok emek harcamıştır. 77 yaşındayken, 1962 ve 1963’te, Talat Aydemir’in darbe girişimlerini engelledi. Öte yandan, MBK içindeki SKB gerekli reformlar yapılana dek olağan rejime geçmeme yanlısıydı. Fakat bu reformların ne olduğu bugün halen bilinmiyor!
27 Mayıs öncesi döneme dönersek…
1946-50 arasında siyasi arenada burjuvazinin temsilcisi iki parti var. Asker-sivil bürokrasiyi temsil eden CHP ile ticaret burjuvazisini ve büyük toprak sahiplerini temsil eden DP. DP kurulduğunda çok partili hayata geçiş için soldan da çok destek aldı, ama 1950’den sonra hayal kırıklığı yaşattı. Sertellerin başına gelenler, Tan Matbaası olayı, sol hareketlenmelerin bastırılması… Sendikal haklar, anayasa değişiklikleri konularında verdiği sözlerin hiçbirini tutmaması… İktidara geldiği ilk günden itibaren sınıfsal karakteri her zaman belirgindi, hep sermayenin yanında oldu. Diğer yandan da Türkiye’de tarım gelişti, milli gelir yüzde 40 küsur arttı. 1954 seçimlerinde DP olağanüstü bir başarı yakaladı. O dönemin seçim sistemi sayesinde de aldığı oy oranıyla karşılaştırılmayacak sayıda milletvekili elde etti. Bu başarıdan itibaren DP, Menderes ve Bayar değişti.
DP milletvekili Zeki Erataman “Birkaç kişiyi sallandıralım. Devletin yumruğu bir kere kalkar” diyor. Muhlis Erdener isimli milletvekili, “Takrir-i Sükûn Kanunu tekrar yürürlüğe sokulmalı, CHP kanun dışı ilan edilmeli” diyor. Nisan 1960’ta, İstiklâl Mahkemeleri’nin bir benzeri olan Tahkikat Komisyonu kuruluyor.
Nasıl bir değişim bu?
Öyle bir değişim ki, DP’ye oy vermeyen Kırşehir ilçe yapıldı. İnönü’nün memleketi Malatya ikiye bölündü, Adıyaman oradan çıktı. 6-7 Eylül olaylarıyla birlikte, 1955-56’dan sonra DP daha da sertleşti. Anti-demokratik yasalar çıktı, bazı hâkim ve savcılar azledildi, üniversite hocalarına yönelik küçük düşürücü uygulamalara gidildi. Ekonomi de kötülemeye başlayınca 1958’de yapılması gereken seçim öne alındı. DP yine kazandı, ancak oy oranı yüzde 50’nin altında (48,6) kaldı, CHP ise yüzde 35’ten 41,4’e çıktı. DP o telaşla CHP’yle son derece gerilimli geçen bir üç yıl yaşadı ve 1950 sonlarında demokrasinin sonunu getirdi. DP’liler demokrat değildi, buna mukabil CHP de demokrasi bilinci gelişmiş bir parti değildi. Ama İnönü’nün demokrasiyi kurtarmak ve anayasanın uygulanması için çaba harcadığı da inkâr edilemez. 1957’den sonra DP’nin uygulamaları toplumda dehşet verici bir kamplaşmaya yol açtı. İnönü’ye saldırılar yapıldı. İnönü de inatla üzerine gitti. Sonuçta İsmet Paşa’dan söz ediyoruz, tarihi ve güçlü bir kişilik. Meclis’te karşılıklı çok sert konuşmalar yapıldı. Örneğin, DP milletvekili Bahadır Dülger “İsmet Paşa ölür, ama leşi kalır ortada” diyor. Yani zihniyeti kalır, onu da bertaraf etmeye mecburuz diyor ve hakkında tahkikat açılmasını istiyor. Zeki Erataman isimli bir DP milletvekili “Yeşilhisar tam Halk Partisi’nin kıskıvrak yakalanacağı yerdir. Bu arada, idari örfi ilan edip birkaç kişiyi sallandıralım. Arkadaşlar, devletin kararı bir kere çıkar, devletin yumruğu bir kere kalkar. Ondan sonra onu kimse durduramaz. Ben İsmet İnönü’yü Himmetdere istasyonunda durduracağım, üç saat sonra ‘buyurun gidebilirsiniz’ diyeceğim, yazıktır arkadaşlar. Yeşilhisar’a sokmamak gerekiyordu” diyor. Bunlar Meclis konuşmaları. Muhlis Erdener isimli milletvekili, “Takrir-i Sükûn Kanunu bir süre müddetle tekrar yürürlüğe sokulmalı, CHP kanun dışı ilan edilmeli” diyor. CHP’yi kapatmaktan söz ediyorlar ve Nisan 1960’ta, İstiklâl Mahkemeleri’nin bir benzeri olan Tahkikat Komisyonu kuruluyor. İdam cezası yok, ama hapis cezası verebilir, gazete vs. kapatabilir. Muhalefeti bastırmaya yönelik, iktidar vekillerinin yer alacağı bir komisyon bu.
Bu çok kritik komisyonun kuruluş sürecini ve mantığını not etmekte fayda var. 7 Nisan’da DP Meclis Grubu “CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığını, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığını” öne süren bir bildiri yayınlıyor ve ardından sadece DP’li vekillerden oluşan, “muhalefetin ve basının tahkik edilmesi” görevini üstlenen, günümüz Türkçesiyle “Soruşturma Komisyonu” kuruluyor.
Evet. Gerçi Menderes bir ay sonra yaptığı bir konuşmada bu komisyonun kapatılacağını söyledi, ama belli ki iş işten geçmiş artık.
Darbe tehlikesini farkettiği için mi?
Hayır, son âna kadar farkında değil. Müthiş bir inatlaşma var. Menderes halk tarafından çok sevilen bir isim. Son gezisinde gittiği İzmir’de, Konak meydanında birkaç yüz bin insan tarafından karşılandı. İskeleyle kürsü arasındaki yüz metrelik mesafeyi birkaç saatte gidebildi. Nereye gitse benzer bir coşkuyla karşılaştı. Ama 1960’ta artık olaylar şirazeden çıktı ve “genç subaylar” gidişe son verdi. Peki, 27 Mayıs’a “kötü siyasetçiler vardı, iyi askerler geldi” diye mi bakacağız? Hayır. Darbenin sınıfsal niteliği önemli. Asker-sivil bürokrasi, kaybettiği iktidarı darbeyle ele geçirdi. Anayasa çalışan genç arkadaşlar Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi isimli kitabını mutlaka okumalı.
Ne diyor Boratav?
27 Mayıs’ın sınıfsal boyutuyla ilgili önemli tespitleri var. Göreli olarak maddi durumu en çok bozulanların, askeri bürokrasi dahil, memurlar olduğunu söylüyor. Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in Kurucu Meclis açılış konuşmasında da aynı serzeniş vardır. Türkiye İşçi Partisi (TİP) başkanı Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın da bu yönde analizleri bilinmeli. O dönem solunun 27 Mayıs ve anayasayı desteklemesinin, burjuvazinin ilerici bir adımı olarak görmelerinin nedenlerinden biri de sosyalizm düşüncesine kapı aralaması ve düşünce hayatını canlandırması.
Aybar’ın düşüncesinde ciddi bir bürokratik devlet eleştirisi vardır, ama 27 Mayıs’a torpil yapıyor. Analizlerinde bürokrasiyi “ceberrut devletin egemen sınıfı” olarak merkeze koysa da, iş 27 Mayıs’a gelince diyor ki: “Bürokrat sınıfın Atatürkçü-ilerici kanadı, 27 Mayıs’ta ağa-komprador iktidarını silah zoruyla devirmiştir.”
Gökhan Atılgan’ın Behice Boran üzerine yazdığı kitaptan alıntılarsak: “Türkiye burjuvazisi 1956-60 arasındaki palazlanışına rağmen halen sanayi burjuvazisine dönüşememiş, ticaret-emlâk spekülasyonu ve müteahhitler burjuvazisi idi ve kendisine düşen tarihsel görevi, yani ülkeyi sanayileştirip modern teknolojiyle donatma, toprak reformunu yaparak tarımı modernleştirme görevini yerine getirememişti. Bunların yarattığı sınıf çelişkisi birikmesi ve yönetsel acz iki olasılıklı bir sonuç doğurabilirdi. Ya alt sınıfların bir ihtilal hareketiyle yönetimi ele alması, yani bir devrim ya da alt sınıfların bu güç ve yetenekte olmadığı durumda ordu müdahalesi.” Ordunun müdahalesini de burjuvazinin gelişmesiyle açıklıyor Boran. Bence de böyle düşünülmeli.
Neden?
1961 Anayasası o dönem burjuvazisinin de hoşuna gidiyor aslında. Çünkü 1966-67’ye kadar göreli bir “bolluk dönemi” yaşanıyor. İşçilere, emekçilere verilen haklar sermayeyi çok rahatsız etmiyor. Ama 1970’lerde krizler başladıktan sonra, sermaye bu kez grevlerden, işçi hareketlerinden ve 1961 Anayasası’ndan büyük rahatsızlık duymaya başlıyor. Nitekim, Bayar da 1965-70 arasında “Ulusal egemenliğin kullanımına ortaklar getirilmiştir” diyor özerk kurumları eleştirirken. 1978’de de “Bu Anayasa otorite namına hiçbir şey bırakmadı, perişanlığımızın nedenidir” ifadesi var Bayar’ın. Bu sözler sermayeyle çok uyumlu. O dönem artık bir sanayi sermayesi de var. 1970’lerde anayasaya asıl büyük tepki Türkiye sağından ve sermayesinden gelmeye başladı. Çünkü ekonominin kötü gitmeye başladığı ve daralmanın olduğu yıllar bunlar. İşte bu nedenle darbeleri hazırlayan sınıfsal koşullara bakılmalı.
“Türkiye burjuvazisi 1956-60 arasındaki palazlanışına rağmen sanayi burjuvazisine dönüşememiş, tarihsel görevi yerine getirememişti. Bunların yarattığı sınıf çelişkisi birikmesi ve yönetsel acz iki olasılık doğurabilirdi. Ya alt sınıfların bir ihtilal hareketiyle yönetimi ele alması ya da ordu müdahalesi.”
Bayar’ın bir de “Grev yasal bir zorbalıktan başka hiçbir şey değildir” sözü var.
Evet, Bayar ayrıca emek piyasasının denetleme dışında kalmış olmasından da şu sözlerle yakınıyor: “Emek maliyetin en önemli unsurlarının başında gelir, yüksek ücret dış mallarla rekabeti zorlaştırıyor.” Sonra da “1961 Anayasası bize her açından bol gelmiştir” yorumları var.
Peki “ilerici anayasayı” yapan kadronun temel motivasyonu neydi? Karşı tarafı daha çok kısıtlayacak rövanşist anayasa yapılabilecekken neden daha özgürlükçü bir anayasa tercih edildi?
Türkiye sağına, hatta liberallerine baktığınızda, 1961 Anayasası’na ilericilik atfetmezler. Çünkü hem askeri hem de bürokratik vesayetin sorumlusu olarak görüyorlar. Askeri vesayetten kasıt MGK ve darbe geleneğini başlatmasıysa, haklılar. Ordunun siyaset içinde olması böyle başladı, doğru. Buna mukabil 1961 Anayasası’ndaki özerk kurumların, hak ve özgürlüklerin, yargı bağımsızlığının bugünkü sorunlara karşı bile ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.
“1960 darbesinin sonraki darbelere kapı araladığı, darbe geleneğini başlattığı” tespiti ne kadar doğru? Çünkü 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesi 1961 Anayasası’nı daraltmak ve ortadan kaldırmak üzere de tertiplenmedi mi?
Sonraki muhtıracı ve darbecilerin sınıfsal karakteri farklı. Darbeler arasındaki farklar, sonrasında çıkan anayasalar ve hukuk düzenleri arasındaki farkı da belirliyor. Türkiye solu 27 Mayıs’ı burjuvazinin çıkarları zedelenen bir kanadının ilerici hamlesi olarak görmüştür. Ama 12 Eylül hiç de öyle değil. 12 Eylül’de her açıdan 27 Mayıs’tan farklı bir darbe ve faşizm kuran bir anayasa var. 1960 darbesinden hemen önce zorunlu izne çıkarılmış, 27 Mayıs’tan sonra darbenin başına getirilen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in darbe sonrası yaptığı ilk şey dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar ve diğer bazı hukukçuları davet ederek “Bize dört başı mamur bir anayasa yapacaksınız” demek oldu. 12 Eylül darbecilerinin ilk yaptığı şey ise 24 Ocak kararlarını kabul etmekti. Anayasayı da hiç acele etmeden, iki yıla yayarak yaptılar. Boratav’ın 12 Eylül’e “sermayenin karşı saldırısı” demesinin önemli nedenlerinden biri bu. 12 Eylül darbesinden itibaren üç yılı aşkın bir süre boyunca tüm güç MGK’deki beş generalin iki dudağı arasındaydı. Dolayısıyla, 27 Mayıs’tan sonraki süreçle 12 Eylül’den sonraki sürecin hiçbir benzerliği yok. 12 Mart Muhtırası ise 12 Eylül’ün provasıydı. Demirel muhtıradan sonra şapkasını alıp gitti, ama neredeyse istediği bütün anayasa değişiklikleri 12 Mart muhtırasıyla gerçekleşti.
Nedir o düzenlemeler?
1924 Anayasası’nda egemenliği kullanan tek kurum TBMM’ydi. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini DP’liler ve Bayar “kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti olarak” yorumladı. Yani bu ilkeyi, “millet hâkimiyeti TBMM’de belirir, Meclis sandalyelerinin çoğunluğunu elde ediyorsam kayıt ve şart altına alınamam” şeklinde yorumladılar. Bu “çoğunlukçu” yaklaşımdır, yani bugünkü “milli iradecilik”. “Millet bana yetkiyi verdi” diyor, ama millet sana yetkiyi hukuk kuralları içinde ve anayasaya uyarak yönetmen için verdi. Yetmiş yıldır Türkiye sağının iddia ettiği şey ‘24 Anayasası dönemindeki kavganın ürünü. Bu nedenle ‘61 Anayasası siyasal demokrasiyi inşa etmek için önce egemenlik tanımını değiştirdi. TBMM’yi egemenliği kullanan organlardan yalnızca biri haline getirdi. Tanör’ün yorumuyla, “saf milli egemenlikten bir tür yarı temsili demokrasiye geçilmiştir”. Bayar’ın mücadele ettiği ve bugün Türkiye sağının diline pelesenk olmuş birtakım kavramlar oradan çıktı. O kavgayı anlamadan bugünü anlamak mümkün değil.[1]
‘61’in sevapları dediğimiz şeyler sosyal hakları getirmesi, siyasal partileri güvence altına alınması, AYM’nin kurulması, basın özgürlüğü, sansür yasağı, bilim özgürlüğü, akademik özgürlük, üniversite özerkliği, HSK’nin kurulması; bunların hepsi ‘61’in yenilikleri. Ayrıca 1950-60 arasına bir tepkidir. Tepkiyi ‘61 Anayasası’nın en olumlu yanlarından biri olan 11. maddede görebiliriz.
Ne diyor 11. madde?
Temel hakların “özü” kavramını getiriyor. ‘82 Anayasası canını çıkardı bu hükmün, ama neyse ki 2001’de dirildi. Bu maddeye göre: “Temel hak ve hürriyetler anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanır. Kanun kamu yararı, genel ahlâk, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi nedenlerle de olsa bir hakkın özüne dokunamaz.” Bir hakkın özü olduğu ve kanunla nelerin yapılamayacağı ilk kez anayasal güvenceye kavuştu. 1950-60 arasındaki kavga başlayınca bir anayasa yargısının olmaması, kanunla nelerin yapılacağının belirlenmemesi ciddi sorunlar olarak ortaya çıktı. Çünkü DP her şeyi kanunla, yani Meclis çoğunluğuyla yapabileceğini düşünen bir iktidardı. 1961 Anayasası’nın bu açıdan sevabı çoktur. Tabii bunlar bize göre, bizim baktığımız yere göre sevap. Ama Bayar zihniyetindeki biri için bugünkü mantık geçerli. Bugün Bayarcılığın zirvesini yaşıyoruz aslında. AYM, özerk tüm kurumlar rahatsız ediyor iktidar koalisyonunu. Anayasa yargısını eleştirebiliriz, ama gerekli olduğunu düşünür ve savunuruz. Ancak bir sağcı anayasa yargısının varlığını millet egemenliğine getirilmiş ortak olarak görür. Bu ideolojik bir tercih. Anayasa kavgaları da buralardan çıkıyor zaten.
‘61 Anayasası siyasal demokrasiyi inşa etmek için önce egemenlik tanımını değiştirdi. TBMM’yi egemenliği kullanan organlardan yalnızca biri haline getirdi. Bayar’ın mücadele ettiği ve bugün Türkiye sağının diline pelesenk olmuş birtakım kavramlar oradan çıktı. O kavgayı anlamadan bugünü anlamak mümkün değil.
1960 öncesinde millet iradesinin Meclis’te tecessüm ettiği, Meclis çoğunluğunu elde edenin aynı zamanda millet iradesine sahip olduğu anlayışı hâkimdi. Günümüzde TBMM bile değil, sadece cumhurbaşkanı milletin iradesinin tecessümü ya da onun bizatihi kendisi olarak görülüyor. Bu açıdan, bugünkü sağ 1950’lerin sağ bakışının gerisinde değil mi?
Kesinlikle. Çünkü AP döneminde ve sonraki yıllarda eninde sonunda Meclis çoğunluğunu ele geçirmeye çalıştı bütün partiler. Demirel bunu 1965’te tek başına iktidara gelerek başardı. AYM onun çok önem verdiği birtakım kanunları reddedince de sinirlendiler. O dönem üniversitelerin kendilerini ilgilendiren konularda anayasa yargısına başvurma yetkisi vardı, bu ve bunun gibi haklar sağı çok rahatsız etti.
70’lerden itibaren Türkiye koalisyon hükümetleriyle de yönetildi. Bugün iktidarın diline pelesenk ettiği “koalisyon hükümetleri istikrarsızdır, yönetemez, bizim başarımız tek parti iktidarından gelir” söylemi koalisyon hükümetlerini doğru yansıtıyor mu?
Siyasi partilerin amacı parlamentodaki çoğunluğu elde ederek hükümet kurmak. Müzakereye, pazarlık yapmaya ihtiyaçları var. Parlamento “konuşulan yer” demektir. AKP iktidarı yirmi yıldır “yaşasın tek parti iktidarı, koalisyonlar berbat şeylerdir” fikrini savunsa da, Türkiye’nin iyi koalisyon dönemleri oldu. Avrupa’da pek çok ülke koalisyonla yönetiliyor. 1982 Anayasası’nda en ilerici değişiklikler 2001’de üçlü koalisyon döneminde yapıldı ve bu koalisyonda MHP de vardı. Bugünkü sistem ise çok daha geriye gitti. Belki 1876’yla karşılaştırabiliriz. Çünkü 1909’dan itibaren, Mustafa Kemal devri dahil, hiçbir zaman tek kişiye bu kadar yetki tanınmadı. İlk kez gerçekten yalnızca bir kişinin çevresinde dönüyor bütün sistem. Bir kararla uluslararası sözleşmeden çekilebiliyoruz örneğin. Bayar’ın ve sonrasındaki Türkiye sağının “milli irade” övgüsü eninde sonunda Meclis çoğunluğuna dayanıyordu. Artık biz onun da gerisindeyiz. Onlar bile böyle tek kişilik bir sistem savunmamışlardı.
O videolar devlet kurumlarının ve kamu gücünün kimlerin elinde olabileceğini ve hangi amaçlar için kullanılabileceğini milyonlarca insana sergilemesi bakımından umulmadık sonuçlar doğurabilir. Belki de şu berbat halde olmak yeni bir şeyler kurulmasına vesile olabilir, şerden hayır doğabilir.
Erdoğan 1 Haziran’daki konuşmasında “Parlamenter demokrasi artık bizim için mazi oldu. Hiçbir istikrarı olmayan koalisyonlarla iç içe, sürekli zararda olan dönemleri yaşadık. Türkiye çok partili sistemde huzur da bulamıyor, netice de alamıyor. Koalisyonlar dönemine dönmeyi milletimiz asla istemiyor” dedi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Çok partili sistem”le kastedilen koalisyon hükümetleri olabilir. Diğer ihtimal bir felaket tabii. Herhalde çok partili düzene son vermeyi planlamıyorlardır. Başka bir evredeyiz artık, parti-devlet uygulamaları çok yaygın. Türkiye’yi parlamenter sistem ve koalisyon hükümetleri dışında kurtaracak bir şey olmadığı kanısındayım. “Koalisyon hükümetleri istikrarsızlığa neden oluyor” söyleminin nesnel bir dayanağı yok. Aynı mantıkla, aynı tarihe bakarak, Türkiye’de tek parti iktidarlarının her zaman büyük krizlere neden olduğu ve bu yüzden tek parti iktidarlarının her durumda kriz yaratacağı da söylenebilir. Demokratik siyasal kültürün bu denli az gelişmiş olduğu bir ülkede, ancak birden çok parti iktidarı paylaştığında istikrara ve göreceli huzura kavuşulabilir. Parlamenter sistemin ise mazi olduğunu hiç sanmıyorum.
Söyleşimizin başında “Kapitalizmin krizi konuşulmadan hiçbir anayasa-temsil sorunu anlaşılamaz, çözümlenemez” demiştiniz. Siz nasıl görüyorsunuz kapitalizmin krizini?
Kapitalizm tarihinde ilk kez nesnel temelini yitirdi ve hikâyesinin sonuna geldi. Bunu yapan bilişim devrimi oldu. Neoliberalizm zaten yaşanmaz hale getirmişti dünyayı ve yolun vardığı yer, akıl almaz gelir uçurumları oldu. Bilişim devrimi ise sistemin temeli olan emek sömürüsünün çehresini değiştirdi, çünkü çok daha az insanın emeğiyle aynı verimlilik elde edilebiliyor artık. Sonuç? Önümüzdeki yıllarda ortada verimlilik, bolca para ve artık emek piyasasında kendilerine gereksinim duyulmayacak milyonlarca yurttaş olacak her ülkede.
Bu yüzden, aklı başında ülkelerde “temel yurttaşlık geliri” konuşuluyor. Çalışmayanların aç kalmayacağı yeni bir düzen hayalinin başlangıcı bu. Geçiş aşamasında, o gelir farklılıklarından memnun olan bir avuç büyük sermayedar, demokratik ülkelerde en münasebetsiz insanları yönetici seçebiliyor, seçebildi. Güvenlik devletleri kime karşı koruyor kendilerini? Ezcümle, her açıdan çok sarsıcı bir dönem bu. Ama sosyalizan eşitlik anlayışının giderek daha cazip göründüğü, kadın hareketinin büyük işler başardığı bir devir aynı zamanda.
Bu sarsıcı dönemde Türkiye’nin geleceğine dair nasıl bir öngörünüz var? Ülkenin içinde bulunduğu bu vahim durumdan çıkış için toplumsal ve siyasal muhalefet ne yapmalı sizce?
Türkiye’de bundan böyle iki temel konu üzerinde durmamız gerekiyor. Biri, altüst olan dünyanın ve kurulmakta olanın neresinde yer alacağız? İkincisi, güncel ve acil sorunlarımızı nasıl çözeceğiz? İkisi birbirinden bağımsız değil, ancak ikisinin de özgül yanları var. Öncelikle, halihazırdaki hükümet sisteminin eninde sonunda değişeceğini ve parlamenter sisteme geçileceğini düşünüyorum. Ancak bu kez, parlamenter sistem, parlamenter “demokrasi” ile birleşmeli. Unutmayalım, 2017’den önce zaten parlamenter sistemle yönetiliyorduk ve o yıllarda da gelişmiş bir demokrasi değildik.
Herhangi bir hükümet sistemini demokratikleştirecek olan siyasal ve toplumsal mücadele, sorunların gerçekçi tespitidir. Örneğin, bir sorunumuz ırkçı eğilimlerse, bunu yalnızca hukuksal düzenlemeyle çözmek mümkün değil. Her sorun için aynı şey geçerli. Dolayısıyla, her ne tartışılacaksa, dünya, örnek aldığımız demokrasiler, kendi tarihsel açmazlarımız, onların gerekçeleri göz önünde bulundurulmalı.
Sözünü ettiğiniz o videolar, devlet kurumlarının ve kamu gücünün kimlerin elinde olabileceğini ve hangi amaçlar için kullanılabileceğini, bizlerin ulaşamayacağı milyonlarca insana sergilemesi bakımından umulmadık sonuçlar doğurabilir. Belki de şu berbat halde olmak, bazı konuların herkesçe bir kez daha düşünülmesine ve yeni bir şeyler kurulmasına vesile olabilir, şerden hayır doğabilir.
Kökten bir dönüşüm için muhalefet partilerine çok fazla bel bağlamaya gerek yok. Onlar 1970’lerin birikimiyle konuşuyor ve siyaset yapıyor. Başta kadın hareketi olmak üzere, toplumsal muhalefetin ilerletici gücü var ve nitekim seçmen çoğu zaman kendi partisini de dönüştürüyor aslında. Her şey büyük ölçüde bizim elimizde, bedava özgürlük ve hak yok. Eğer halkın çoğunluğu üzerine düşeni yapmaz, kendi haklarına, anayasasına, özgürlüğüne, çoluk çocuğunun geleceğine sahip çıkmazsa, elbette hiçbir şey iyiye gitmeyecek ve bugünleri dahi arayacağız. Çok çileli yıllar geçireceğimizi tahmin ediyorum, buna mukabil umut da o çilede.