Nasıl oluyor da birbirine fersah fersah uzak coğrafyalarda birbirine bu kadar benzer otoriter eğilimler ve rejimler peşpeşe zuhur ediyor? Bu söylem-eylem benzerliğini üreten neyin nesi? 1990’ların başında “tarihin sonu”na gelinmişken ve liberal demokrasi-küresel piyasa evliliği ebedi mutluluk vaat ederken, buraya niye ve nasıl gelindi? Güney ülkelerini ve Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Pınar Bedirhanoğlu’na bağlanıyoruz…
Dünyanın dört bir tarafında otoriterleşmenin benimsendiği bir dönemdeyiz. Türkiye’de de benzer, hatta dünya örneklerinden daha sert bir dönüşüm yaşanıyor. Bunun nedenleri, ortak belirleyenleri nedir sizce?
Pınar Bedirhanoğlu: Bu önemli bir soru, sadece hepimizin hayatını doğrudan etkileyen bir sürece ilişkin olduğu için değil, aynı zamanda kapitalizmin nasıl bir toplumsal ilişki biçimi olduğu üzerine düşünmek için de. Farklı kesimler bu eşzamanlı gelişmeyi birkaç ortak referansla açıklama eğiliminde: Neoliberal dönemde artan eşitsizlikler, 2008 dünya kapitalist krizi, 2010’larda dünyada yükselen isyan dalgaları, bunların yarattığı tehditleri kontrol altına almaya çalışan otoriter liderler, bu liderlerin birbirinden öğrenme kapasiteleri, bunlara karşı etkili bir muhalif projenin yokluğu vs. Bunların hepsi bugünü anlamak için üzerinde düşünülmesi gereken önemli dinamikler, ama meseleye öncelikle daha uzun dönemli sınıfsal dönüşümler üzerinden bakılması gerektiğini düşünüyorum. Böylece konuyu, bugünkü eşitsizlikler ve siyasi karşılaşmaların yanısıra özellikle son yirmi yılda gelişen yeni sınıfsal ve küresel çelişkiler etrafında anlayabiliriz.
Yeni sınıfsal ve küresel çelişkilerden kastınız ne?
Şöyle açıklayayım: Kapitalizmin ve kapitalizm içinde kendilerini yeniden üreten devletlerin farklı dönemlerde nasıl dönüşümlerden geçtiğini anlamak için, öncelikle, çok genel düzeyde emek-sermaye ilişkisine ve gerilimlerine yoğunlaşmamız gerek. Tam Türkçe ifadesiyle “sermayecilik”, sermayenin kendisini sürekli daha da büyütmek için toplumsallığın her boyutunu kendi önceliklerine göre şekillendirme mücadelesinin sistematikleşmiş halidir. Kapitalizmde sermaye en kaba –ya da en ince– ifadesiyle birikmiş emek gücü olduğu için, sermaye bu mücadeleyi her şeyden önce emeğe karşı verir. Herhangi bir tarihsel anda önüne çıkan doğal, sınıfsal, siyasi, ideolojik, teknolojik, iktisadi, kültürel, ulusal, uluslararası ya da yerel her türlü sınırı aşıp emek gücünü sürekli olarak ve kendi içinde de birbiriyle rekabet halinde metalaştırmaya çalışır. Günümüzde kapitalizm hâkim toplumsal ilişki biçimi olduğu için devletlerin “bekası” kendilerini bu çelişkili sınıfsal ilişkinin içinde yeniden üretebilmelerine ve bu çelişkileri idare edebilmelerine bağlıdır. Dünya kapitalizminin girdiği 2008 krizi gibi periyodik küresel krizler, bu çelişkilerin siyasi ve iktisadi olarak idare edilemediği kritik tarihsel kırılma noktalarıdır.
Bu genel tespit, bugün ne tür yeni sınıfsal çelişkiler içinde somutlaşıyor?
Bunu anlamak için neoliberal dönemde emek-sermaye ilişkisinin nasıl yeniden şekillendiğine bakmamız gerekiyor. Bir sermaye projesi olarak neoliberalizmin, emeğin II. Dünya Savaşı sonrası konsolide ettiği gücünü kırmak için geliştirdiği en önemli stratejilerden biri finansal serbestleştirmeydi. 1980’lerden bu yana bütün dünyada finansal sermayenin önündeki engellerin hızla kaldırıldığı uzun ve krizlerle dolu bir süreç yaşadık. Bugünkü sınıfsal ve küresel çelişkiler, temel olarak bu finansal serbestleşme süreci içinde, özellikle de son yirmi yılda gözlemlenen finansallaşma bağlamında kuruldu.
Yeni sınıfsal çelişkileri anlamak için, bir sermaye projesi olan neoliberalizmin 1980’lerden bu yana çok büyük karşı koyuşlarla karşılaşmadan, hatta emekçi sınıfların desteğini de alarak nasıl uygulanabildiği üzerine düşünmek gerekiyor.
Finansal serbestleşme süreci ne tür küresel çelişkilere neden oldu?
Finansal serbestleşme politikalarının dünya çapında uygulanabilmesi, arkasındaki ABD desteği olmadan anlaşılamaz. 1970’ler dünyada ABD hegemonyasının düşüşünün tartışıldığı, ABD’nin sanayi gücüne karşı Almanya ve Japonya’dan yükselen bir rekabetin olduğu bir dönemdi. ABD bu rekabete, sermayenin finansal alana kaçma eğilimlerini sahiplenip bunun içinde kendisine yeni imkânlar yaratarak karşılık verdi ve finansallaşan dünya ekonomisini yönetebilecek yegâne güç olarak kendisini yeniden kurdu. 2008 krizi ABD’de patlamışken, kriz sonrası tüm yatırımcıların gözünün hâlâ ABD Merkez Bankası’nda (FED) olması, yatırımların hâlâ FED’den gelen sinyallere göre yön değiştirmesi boşuna değil. Öte yandan, ABD’nin kendi hegemonyasını finansallaşan kapitalizm içinde yeniden kurma çabası, paranın kontrolünün Batı’nın ve ABD’nin elinden yavaş yavaş çıktığı bir sürecin de önünü açtı. Yani ABD giderek kendisini de disipline etmeye başlayan bir canavar yaratmış oldu. Finansın serbestleşmesinin genel olarak Türkiye gibi devletler üzerinde nasıl bir disiplin sağladığı üzerine çok tartışıldı. Ama aynı disiplinin, aynı güçte ve biçimde olmasa da Batılı devletler ve ABD için de geçerli olduğunu unutmamak gerekiyor. Bugün ABD ve Batılı devletler, finans piyasalarını yönetebilmek için başka devletlere göre daha fazla tarihsel, teknolojik ve kurumsal birikime sahip. Ama bu onların bu piyasalara tamamen hâkim olabildiği anlamına gelmiyor. Bu yeni çelişkinin içinden doğan bir başka yeni durum da şu: Türkiye gibi Güney ülkelerinin devletleri finansın tahakkümünden kaçamazlarken, para üzerinde Batı’nın siyasi kontrolünün görece zayıflaması nedeniyle, ülkelerine para çekmeyi başardıkları sürece Batı’ya ya da ABD’ye kafa tutacak konjonktürler yakalayabiliyorlar.
Finansal serbestleşme sınıfsal ilişkiler üzerinde nasıl bir etki yarattı?
Yeni sınıfsal çelişkileri anlamak için, bir sermaye projesi olan neoliberalizmin 1980’lerden bu yana çok büyük karşı koyuşlarla karşılaşmadan, hatta emekçi sınıfların desteğini de alarak nasıl uygulanabildiği üzerine biraz düşünmek gerekiyor. Bu soruyu tabii ki, sol muhalefetin tüm dünyada darbeler ve şiddetle nasıl bastırıldığını unutarak ya da reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı ideolojik dağılmayı dikkate almadan yanıtlayamayız. Ama bunları şimdilik bir kenara bırakıp yine finansal serbestleşme sürecine dönmek istiyorum. Çünkü bu süreç bize, sermayenin toplum üzerinde tahakkümünü derinleştirirken aynı zamanda nasıl rıza da üretebildiğini ve bu arada nasıl yeni sınıfsal çelişkiler yarattığını çok iyi anlatıyor. Kısaca şöyle özetlenebilir: Finansal serbestleşme sürecinin emekçi sınıflar üzerindeki en somut etkisi, borçlanma imkânlarının olağanüstü artması oldu. İngiliz akademisyen Ben Fine, finansallaşmanın toplumsal yeniden üretim süreçlerine yayılmasının, günümüz para ilişkilerinin yeni ve ayırt edici bir özelliği olduğunu söylüyor. Emekçi sınıflar, 1980’lerden beri neoliberal politikalar nedeniyle, sosyal güvenlik ve çalışma haklarında önemli aşınmalar yaşadılar. Aldıkları ücret ya da maaşlar artan temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi. Ama yine de hayatlarını borçlanarak sürdürebildiler ve öncesine göre daha çok tüketebilmeye dahi başladılar. Gündelik hayatın borçla çevrimi, yeni kredilerle beslenip döndürülebildiği sürece bir saadet zinciri gibi devam etti. Hatta ev almayı hayal bile edemeyeni ev sahibi yaptı. Alt sınıfların borçlandırılmasının, özellikle 2000-2013 arasında olağanüstü ivmelendiğini de söylemek gerek. 2010’lara kadar neoliberal politikalara rıza, büyük ölçüde bu sayede devşirildi. Öte yandan, sürecin tahakküm etkisi çok yönlüydü. Emekçi sınıflar bir yandan sosyal güvenlik ve çalışma alanlarında büyük hak kayıplarına uğrayarak sermaye karşısında zayıfladı. Diğer yandan, bu sınıflar üzerindeki piyasa şiddeti katlandı. Daha önce yaşamak için bir iş bulmak, dolayısıyla emeklerini satmak zorunda olan emekçiler, artık borçlanmadan yaşayamaz hale geldi. Artık sadece emek piyasalarının değil, finans piyasalarının da şiddetiyle disipline ediliyorlar. Bu ikisinin ortak sonucu ise, emekçi sınıfların siyasete müdahale güçlerinin azalması, buna imkân veren sendika, parti gibi temsili kurumların zayıflaması oldu. Ancak, sermayenin emek üzerinde emeğin borçlanması nedeniyle artan tahakkümünün ve bunun yıkıcı etkisinin apaçık görünür olması için ABD’de 2007, Avrupa’da ise 2009’da patlayan krizleri beklemek gerekti. Güney ülkelerinde bu sürece daha yeni giriyoruz. Öte yandan, Güney’i Batı’dan çok daha sert bir kriz dönemi bekliyor. Çünkü Batılı gelişmiş kapitalist devletler krizi kendileri için fırsata çevirecek güç ve kapasiteye sahip. Güney ülkelerine krizin bugün geliyor olması dahi, ABD ve Batı’nın parayı ülkesine tekrar geri çağırmasıyla yakından ilgili. Ayrıca bu sadece iktisadi bir konu da değil. Bir örnek vermek gerekirse, Güney’deki otoriterleşme nedeniyle bu ülkelerde yaşayan eğitimli, görece varlıklı orta sınıfın Batı’ya kaçması, servet transferinin yanısıra Batı’da iş piyasasının daha kalifiye hale gelmesine katkıda bulunuyor. Bugün Batı’ya göç eden bu kesimlerin gittikleri ülkelerde sert muhalif pozisyonlar alabilmeleri de çok mümkün görünmüyor. Dolayısıyla kriz Batı için emekçi sınıfları daha kalifiye ve daha az isyânkar yönde dönüştürme imkanları yaratıyor. Güney’deki ülkeleri ise yönetilmesi daha zor ve daha derinleşmiş sınıfsal gerilimler ve çelişkiler bekliyor.
Kriz nedeniyle ortaya çıkacak öfkenin nasıl idare edilebileceği bugün küresel kapitalizmin en can alıcı sorunlarından biri. Türkiye’de bu kesimlerin siyasi kültürü üzerine Zafer Yılmaz ve Nagehan Tokdoğan tarafından yayınlanmış iki ayrı kitabın alt başlıklarının “hınç”la başlaması bu açıdan düşündürücü.
Neden eşitsizlikler değil de çelişkiler?
Çünkü bahsettiğim yerel, ulusal, etnik, ırksal, cinsiyetçi ya da dinsel pek çok farklı zeminde kendini gösteren eşitsizliklerin altında yatan temel ve yeni bir sınıfsal çelişki. Neoliberalizm, 1980’lerde emeğin uzun bir tarihsel süreç içinde kazanmış olduğu siyasi ve iktisadi gücünü kırmak için yola çıktı; 2010’lara geldiğimizde bu yolda büyük bir mesafe kat etmiş görünüyor. Ama bunu yeni bir sınıfsal çelişkiye neden olarak yaptı. Bu çelişkiyi, emekçilerin en zayıf, en güvencesiz, en eğitimsiz, bugüne kadar kendisine en fazla rezerv emek havuzunda yer bulabilmiş, her ülkenin özgül siyasi dinamikleri içinde 2000’lere kadar muhtemelen en horlanmış kesimlerinin, yeni talepleriyle siyaset sahnesine çıkmış olmaları olarak tanımlıyorum. Dünyanın farklı ülkelerinde neoliberal iktidarlar, bu kesimleri, neoliberalizmin emek karşıtı saldırısından doğrudan etkilenen eğitimli, görece varlıklı ve hak sahibi emekçi kesimlere karşı kendilerini güçlendirmek için bir olanak olarak gördüler. Önlerine çıkan siyasi engelleri, kapitalizmin bu iki emekçi kesim arasında tarihsel olarak yarattığı eşitsizlikleri kaşıyarak aşmaya çalıştılar. Bu yoksul ve yoksun emekçi kesim, bugün borçla kışkırtılmış tüketim talepleriyle, birileri tarafından görünür ve muhatap alınır olmanın kendilerinde yarattığı medeni cesaretle güçlenmiş olarak artık ülke siyasetlerine aktif olarak dahil olmuş durumda. Krizin getireceği küçülmeyle evlerine geri dönmeyecekler, borcun kendileri aleyhine toplumsallaştırılmasını da sessizce izlemeyecekler. Bu kesimlerin kriz nedeniyle ortaya çıkacak öfkesinin nasıl idare edilebileceği sorunu bugün küresel kapitalizmin en can alıcı sorunlarından biri. Türkiye’de bu kesimlerin siyasi kültürü üzerine Zafer Yılmaz ve Nagehan Tokdoğan tarafından yayınlanmış iki ayrı kitabın da altbaşlıklarının “hınç”la başlaması bu açıdan düşündürücü. Dolayısıyla sermaye, neoliberal dönemde, emeğin 19. yüzyıldan beri verdiği mücadelelerle kazandığı hakları teker teker tasfiye ederken, 19. yüzyılın “toplumsal sorunu”nu geri çağırmış gibi görünüyor. Bu nedenle, bugün genel olarak “otoriterleşme” olarak tartıştığımız mesele, sermaye-emek ilişkilerinin güncel dinamikleri ve çelişkileri içinde kapitalist devletin tarihsel olarak yeniden şekillendiği köklü bir dönüşüm.
Peki Güney ülkeleri bu “toplumsal sorun”la nasıl baş edecekler?
Bu sorunun yanıtı, ülkeden ülkeye önemli farklılıklar gösterecektir. Çünkü bu “toplumsal sorun”un bir ülkede nasıl bir içerik kazandığı ya da ne kadar sert olduğu, o ülkenin 2000’lerin başından bu yana dünyaya hâkim olan kredi bolluğu içinde ne yaptığıyla yakından ilgili. Bu dönemde iktidara gelen hükümetlerin ne tür kredi, teknoloji ve yeniden dağıtım politikaları uyguladıkları, ne tür ideolojik söylemler ürettikleri ve hangi siyasi karşıtlıklar içinde iktidarlarını sürdürdükleri de çok önemli.
Bu farklılıklara karşın yine de genel bir tespit yapılamaz mı? Örneğin borçlandırılmış yoksulların bu borcu çeviremez hale gelmesi, Güney ülkeleri açısından ne tür sonuçlar yaratabilir?
Yapılabilir tabii. Öncelikle, yoksul halkın borcunu çeviremez hale gelmesinin Güney ülkelerinde ciddi bir siyasi kriz anlamı taşıdığı çok açık. Devletler bunun olmaması için ellerinden geleni yapıyor. Ancak alt sınıfların borçluluğu geçici politikalarla çevrilmeye devam edilse bile, günümüz kapitalizminin bu kesimlere sunabileceği herhangi bir gelecek yok. 2000’lerde bollaşan parayı eğitim ve teknolojiye yatırmayan ülkelerde, bu kesimleri bekleyen olsa olsa Çin koşullarında vahşi bir emek sömürüsü olabilir. Önümüzdeki yıllarda Güney ülkelerinin yakın zamana kadar “yükselen piyasa” olarak tanımlananları arasında, küresel kapitalist piyasaya farklı eklemlenme eğilimleri üzerinden yeni bir farklılaşmanın yaşanabileceğini öngörebiliriz. İkincisi, bu kesimin sınıfsal bir zeminde politikleşmesinin engellenmesi Güney’deki devletlerin önümüzdeki yıllardaki ortak siyasi stratejisi olacaktır. Emekçi kesimler arasındaki her türlü eşitsizlik ve farklılığın keskinleştirilmesi, sorunların kaynağının bu farklılıklarda ya da dışarıda aranması, sınıfsal refleks ve tepkilerin şiddetle bastırılması ve kriminalleştirilmesi Güney’de zaten uzun süredir gündemde olan ve muhtemelen daha da güçlenecek eğilimler. Ama bu kesimlerin sol muhalif örgütlenmelerle buluşmasının engellenmesine önümüzdeki yıllarda daha da büyük önem verileceğini düşünüyorum. Sonuç olarak, Güney ülkelerini önümüzdeki yıllarda bekleyen kalıcılaşan krizler, çatışmalar, hukuksuzluk ve şiddet ne yazık ki.
Peki bu, istikrar, düzen veya hukuk düzeni üzerinden hareket alanını daha da genişletebilen sermaye açısından nasıl sonuçlar doğurur?
Kapitalizmin artık kriz kapitalizmi haline geldiği zaten uzun süredir tartışılıyor. Dolayısıyla, istikrar, düzen ve hukuk kavramlarını sürekli kriz koşulları içinde ve sermaye perspektifinden yeniden düşünmek durumundayız. Finansal sermaye istikrarsızlık, düzensizlik ve hukuksuzluğu paraya çevirmenin yollarını bulacağı gibi akışının ve kârlılığının önüne genel engeller konmadığı sürece, ülkeler arası farklılıklardan faydalanarak yoluna devam edecektir. Ayrıca, mevcut borçları çevirmek için finansal sermayenin ülkelerine gelişini garanti altına almak isteyen devletlerin, istikrar, düzen ve hukuku sermayeye özel hizmetlere dönüştürmeleri de muhtemel. Türkiye’nin yakın tarihi bu sorunun yanıtının ayrıntılı olarak verilebileceği alan araştırması olanakları sunuyor aslında. Ancak, bu gidişin uzun vadede modern devlet pratikleriyle yönetilebileceğini düşünmüyorum. Toplumsal eşitsizliklerin, açık şiddet ve zor olmadan yönetilmesi giderek imkânsızlaşıyor. Türkiye’de yaşanan Kaşıkçı cinayeti bu gidişattan sadece emekçi kesimlerin etkilenmeyeceğinin ipuçlarını veriyor.
Finansal sermaye istikrarsızlık, düzensizlik ve hukuksuzluğu paraya çevirmenin yollarını bulacağı gibi, akışının ve kârlılığının önüne genel engeller konmadığı sürece, ülkeler arası farklılıklardan faydalanarak yoluna devam edecektir. Ancak, bu gidişin uzun vadede modern devlet pratikleriyle yönetilebileceğini düşünmüyorum. Toplumsal eşitsizliklerin, açık şiddet ve zor olmadan yönetilmesi giderek imkânsızlaşıyor.
Türkiye’de yaşanan süreç anlattığınız bu çerçeve içinde nerede duruyor? Türkiye’yi bu küresel gidişat içinde başka ülkelerden farklılaştıran dinamikler var mı?
Türkiye anlattığım hikâyenin en tipik örneklerinden aslında. Bu küresel çözümleme, 2002’de iktidara gelen AKP iktidarının kısa sürede geniş bir toplumsal desteğe kavuşmasının maddi altyapısının nasıl kurulduğunu gayet iyi anlatıyor. Pek çok liberal siyaset bilimcinin “AKP’nin demokratik ilk dönemi” olarak tanımladığı 2000-2007 dönemi küresel piyasalarda ve dolayısıyla Güney ülkelerinde paranın bollaştığı, kredi imkânlarının arttığı ve alt sınıflar da dahil tüm kesimlerin ağırlıklı olarak tüketici kredileriyle borçlandırıldığı bir dönemdi. Küresel kriz sonrası güçlenerek devam eden bu para bolluğu, sınıfsal çelişkilerin bu kez de 2010’lara kadar konut kredileriyle ertelenmesine yardımcı oldu. Türkiye’de hanehalkı borçlanmasının oransal olarak hâlâ pek çok Güney ülkesinden düşük olduğu, dolayısıyla buradan çıkacak bir krizin büyük sonuçlar doğurmayacağını ileri sürenler var. Ancak bu yorumun, sorunun siyasi çerçevesini gözden kaçırdığını düşünüyorum. Zira, başta işsizliğin artması olmak üzere alt sınıfların borçluluğunun çevrilmesinde yaşanabilecek sorunlar, doğrudan AKP’nin seçmen kitlesini hedef alacak sorunlardır. Erdoğan ve AKP’nin bu kesimin kendileriyle kurduğu duygusal ve maddi ortaklığın yok oluşunu izlemeyeceklerini, bu nedenle ortaya çıkacak siyasi bedelleri ödemeye hiç niyetli olmadığını yaşayarak öğrendik. Oysa liberal demokrasinin kurumsal işleyişinin kötü de olsa devam ettiği ülkelerde, bu tür iktisadi krizlerin siyasi krizlere evrilmesi hükümet değişiklikleriyle bir süre daha ertelenebilir ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi bir süre daha mevcut kurumsallıklar içinde sürdürülebilir. Türkiye’yi çağdaşlarından ayıran en önemli farklılık, bu seçeneğin siyaset içinde pratik olarak ortadan kalkmış olmasıdır. Türkiye bugün, küresel finansal kapitalizmin yönetilmesi zor sınıfsal ve küresel çelişkilerinin, bu tür siyasi erteleme mekanizmaları olmadan yönetilmeye çalışıldığı özgül bir laboratuar olma özelliği taşıyor.
AKP kadrolarının hâlâ yapısal reformlardan bahsetmesinin Erdoğan tarafından ciddiye alındığını sanmıyorum. Bu, liberal demokrasinin sembolik kurumlarının iyi kötü işlediği bir siyasi pratiğe geri dönmek anlamına gelir ki, somut karşılığı AKP’nin iktidardan düşmesi olur.
Peki 24 Haziran itibariyle resmen, öncesinde fiilen başlayan “başkanlık sistemi” bu “laboratuarda” nasıl bir işlev görüyor?
Dünyada gerçekten başka örneği olmayan bir deneyim yaşandığı için, devlette deneme-yanılma pratiği çerçevesinde yaşanan dönüşümün sonuçlarını kolayca öngörebilmek mümkün değil. Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti küresel kapitalizmin para ile çizilen tarihsel sınırlarını zorladıkça, 24 Haziran’dan bu yana yaşanan dolar krizi, Brunson krizi gibi siyasi ve iktisadi krizlerin içine düşüyor. Bunları idare edebilmek için de her yolu, kendi siyasi önceliklerine uygun olarak ve ülke içinde herhangi bir hukuki ya da siyasi sınır tanımadan deniyor. Yeni yapılan düzenlemelerle, devlet mülkiyeti ya da kontrolü altındaki tüm şirketlerin doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlanması, bunların gelir ve giderlerinin başında Berat Albayrak’ın olduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı tek bir hesapta birleştirilmesi, Varlık Fonu ve Kalkınma Bankası’na küresel finansal piyasalarda riskli işlemler yapabilme yetkisinin tanınması bu idare süreci içinde şekillenen temel iktisadi stratejinin, paranın kontrolünü tek elde toplamak olduğunu gösteriyor. Tüm bunlar olurken, başta Berat Albayrak olmak üzere AKP kadrolarının hâlâ yapısal reformlardan bahsetmesinin Erdoğan tarafından ciddiye alındığını sanmıyorum. Bu, daha önce bahsettiğim liberal demokrasinin sembolik kurumlarının iyi kötü işlediği bir siyasi pratiğe geri dönmek anlamına gelir ki, somut karşılığı AKP’nin iktidardan düşmesi olur. Erdoğan’ın bunu yapmak yerine küresel kapitalizmin finansallaşma ile yeniden şekillenen küresel ve sınıfsal çelişkileri içinde kendisine alan açma uğraşına devam edeceğini düşünüyorum. Bunu, bu ülkenin sol eleştirel insani birikimini karşısına alarak ve yok etmeye çalışarak yapmaya devam ettiği sürece, devletin yeniden üretimi giderek sadece AKP kadrolarının, sonra da Erdoğan ve yakın çevresinin yeniden üretimi şeklinde tanımlanarak içerik değiştirecektir. Bu, Türkiye’de, kamusal niteliği ortadan kalkan yeni bir kapitalist devlet biçimi demek.