Kemal Kılıçdaroğlu’nun çeşitli kesimlerde olumlu ve olumsuz epey yankı uyandıran “helalleşme” çağrısını (13 Kasım 2021) geçmişle yüzleşme açısından siz nasıl karşıladınız?
Nesrin Uçarlar: “Helalleşme” önerisi daha önce Abdullah Öcalan’dan gelmişti. Kılıçdaroğlu’na “2013’te, bu çağrı hem de bu tabirle yapıldı, o zaman ne dediniz? O çağrıya ne cevap vermiştiniz?” diye sormak gerekiyor. Egemen bir kesimin “helalleşelim” demesi kolay, o helalleşir tabii, ama mağdurlar ne diyecek? Hatırlamak gerekirse, o dönem Öcalan’ın çağrısına dahi Kürtler temkinli yaklaşmıştı. Çünkü “helalleşme” yıpranmış bir kavram, “geçmiş geçmişte kaldı” gibi bir manayı çağrıştırıyor. Bu yüzden doğru kelime mi, “helalleşme” mi denmeli, nasıl bir helalleşme gibi soruları tartışmak, bu tür sorularla siyaset alanını zorlamak lâzım.
“Helalleşme”den ne kastettiğini Kılıçdaroğlu daha sonra şöyle izah etti: “Helalleşme yüzleşmek, barışabilmek, devam edebilmek demektir. Bunu yarası olan topluluklarla yapacağız”.
Niyetinden ziyade bir siyasal program olarak neyi, nasıl öngördüğünü sormamız gerekiyor. Ne gibi geçmişle yüzleşme mekanizmalarını, ne tür kurumları öneriyor? Elbette kimden gelirse gelsin, geçmişle yüzleşmeye dair bir öneri sahiplenilmeli. Bu nedenle, Kılıçdaroğlu’nun çağrısına neresinden tutabiliriz diye de bakmak gerekiyor. Bana kalırsa, Kılıçdaroğlu’nun listelediği mağduriyetleri, zulümleri 1915’le başlatması gerekiyor. Ermeni Soykırımı’yla başlaması, buna Şeyh Said’leri, Seyit Rıza’ları dahil etmesi gerekiyor. Ama onun açıklamasında son 20 yıla özel bir vurgu var. Bu büyük bir eksiklik. Bunu genişletmeye sevk etmek gerekiyor. “Helalleşme” bugünden, hakikat komisyonları, mahkemeler, geçmişle yüzleşme mekanizmaları kurulmadan bile nasıl hayata geçirilebilir, bu konuda zorlamamız gerekiyor. HDP Milletvekili Garo Paylan’ın azınlık okullarına devlet desteğiyle ilgili kasım ayında verdiği önerge geliyor aklıma. Bu önergeye CHP ve İYİ Parti oy vermedi. “Bu önergeyi neden desteklemediniz?” diye sormak lâzım. Çok önemli bir olanaktı. Azınlık okullarının devlet tarafından desteklenmesine dair gayrimüslimlerin Lozan’dan da gelen hakları var. Ama bu yıllardır yapılmıyor. Bunu desteklemek “helalleşmenin” bir adımı olabilirdi. Eğer gerçekten helalleşmeye niyetiniz varsa, bunun merkezinde bütün bir sistemi, ırkçılık temelli “hakikat rejimi”ni dönüştürmek olmalı. Bunun da ilk somut adımı hakikat rejimi mağdurlarının muhatap alınmasıdır. Muhatap alma bile kibirli bir tabir aslında, bunun nasıl yapılacağının beraber konuşulması gerekiyor. Fakat bugün altı parti (CHP, İYİ Parti, Saadet, DEVA, Gelecek, DP) bir araya geliyor, kimi adımlar atıyor, ama aralarında HDP yok. Niçin? Benim anladığım “helalleşme” bugünden başlayarak sorunun muhataplarını sürece dahil etmek, süreci onlarla birlikte inşa etmek demek.
“Irkçılık temelli” olduğunu söylediğiniz “hakikat rejimi” nedir, ırkçılıkla nasıl bir bağı var?
Foucault ifadelerin üretimi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için düzenlenmiş prosedürler bütününe hakikat diyor. Bu prosedürler nelerin konuşulup nelerin konuşulmayacağı, konuşulacak şeylerin nasıl konuşulacağı, kimlerin hangi haklara sahip olacağı, kimin normal vatandaş sayılıp kimin sayılmayacağı gibi durumları belirliyor. Hakikate kim egemen olacak? Asıl soru bu. Ulus-devletin ürettiği bir hakikat var ve bu ırkçı bir hakikat. Hakikat rejimi ırkçılık temelli bir rejim. Bütün modern ulus-devletlerin kuruluşuna içkin bir durum bu ırkçılık. Hakikatlerin, hukukun ve hakların tasnifi bir ırk üzerinden, bir ırkın bir başka ırka üstünlüğü ve ona karşı kullandığı ayrıcalıklar üzerinden tarif ediliyor. Hatta ırkçılık bir vatandaşlık görevine dönüşüyor. Yani bu haklara, bu rejime itibar ettiğinizde, rejimin önerdiği şekilde o hakikatler üzerinden bir hayat inşa ettiğinizde “makbul vatandaş” oluyorsunuz. Bununla da kalmıyor, bu hakikat rejimini bizzat işleten mekanizmanın parçası oluyorsunuz. Vatandaşlık görevi dediğim şey bu. Irkçılık bir vatandaşlık görevi. Ne kadar ırkçı olursanız o kadar iyi bir vatandaş oluyorsunuz.
Hakikat rejimi ırkçılık temelli bir rejim. Bütün ulus-devletlere içkin bir durum bu. Hakikatlerin, hukukun ve hakların tasnifi bir ırkın bir başka ırka üstünlüğü ve ona karşı kullandığı ayrıcalıklar üzerinden tarif ediliyor. Hatta ırkçılık bir vatandaşlık görevine dönüşüyor.
Bugün ırkçı olmamak demek ırkçılık karşıtı olmak anlamına gelmediği sürece değeri ve işlevi olmayan bir durum. “Irkçı değilim” demek yetmiyor, ırkçılık karşıtı olmanız gerekiyor. Bu anlamda ayrıcalıklarınızı tartışmanız gerekiyor. “Şu an hangi ayrıcalıklara neden sahibim, ne olduğum için bu ayrıcalıklardan faydalanıyorum, ırkçılığa karşı olduğumda bu ayrıcalıkların hangilerini kaybedeceğim?” diye sormanız gerekiyor. Bu tabii çok zor. Çünkü ırkçılık bireysel bir tavır değil. Irkçı bir sistemin yeniden üretimi söz konusu.
Hakikat rejiminin ırkçı olduğunun ifade edilmesi neden önemli?
Foucault’nun dediği gibi, hakikat rejimi hukukun yanında kendisini besleyen medya, akademi, sağlık kurumları gibi aklımıza gelebilecek her türlü kurum ve yapının desteklediği ve o sayede ayakta kalabilen bir düzenek. Türkiye’de bu düzeneğin temelinde ırkçılık yattığı halde bu düzeneğe hâkim olan ve ırk bahsinden uzak durmaya çalışan kesimlerin söylemini ve fiilini ifşa etmek için bu tabir önemli. Irkçı olarak itham edilmek istemeyen Türk ulusalcıları ya da ırkçılığı günah kabul eden İslâmi milliyetçiler “ırksız”, “ırkçısız”, “ırkçılıksız ırkçılık” tabir edilen bir tavrın, yani ırk demeden ırkçılık yapmanın keyfini sürüyor. Biyolojik farklılıklar ya da deri rengi önemli değil. Burada keyfi bir tercih var. Kimin hangi sebeple ırkçı şiddete maruz kalacağı hakikat rejiminin karar verdiği bir şey. Hakikat rejimine itiraz ederek hakikati söylemek ve bunu toplumsal dile tercüme etmek için buna ırkçılık demek gerek. Ayrıca, ırkçılık karşıtı mücadeleyi güçlendirmek için de bunun adını koymak, ırkçılığa ırkçılık demek gerekiyor. Tıpkı cinsiyetçilik gibi. Mesela “kadına yönelik şiddet” değil de “erkek şiddeti” demek neyi değiştiriyor? Cinsiyetçilik demek cinsiyetçilik karşıtı mücadeleyi nasıl güçlendiriyorsa, benzer bir şeyin ırkçılık için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden raporda da geçen iki tabirle ilgili ciddi sıkıntım var: milliyetçilik ve etnik. Sözlüklere de baktığınızda “etnik” kelimesi için ırk, ırksal ifadesi çıkıyor karşınıza. Niçin biz bunu etnik diyerek gizliyor ve hatta güzelliyoruz?
“Irkçı değilim” demek yetmiyor, ırkçılık karşıtı olmanız gerekiyor. Ayrıcalıklarınızı tartışmanız, “hangi ayrıcalıklara neden sahibim, ne olduğum için bu ayrıcalıklardan faydalanıyorum, ırkçılığa karşı olduğumda bu ayrıcalıkların hangilerini kaybedeceğim?” diye sormanız gerekiyor.
Irkçılığa milliyetçilik demek de bir başka güzelleme. Milliyetçiliği türlere bölmek, mesela “kültürel milliyetçilik”, “muhafazakâr milliyetçilik” veya “ulusalcılık” demek, ırkçı olmayan bir milliyetçilik olduğunu varsaymak demek. Barış sürecinde parlamentoda yapılan görüşmelere CHP ve MHP’den gelen itirazların ne kadar ortak olduğunu göreceksiniz. O milliyetçilerle o ulusalcılar arasında bu tür kriz dönemlerinde ya da kritik konularda hiçbir fark olmadığını görüyoruz. Bunun adı ırkçılık. Mücadelemizin adına da ırkçılık karşıtı mücadele demeliyiz. Bunu demeliyiz ki, bunların cezai işlem gerektiren suçlar olduğunu da ifade edebilelim. Irkçılığın cezai yaptırımlarla karşılaşması gerektiğini dile getirebilelim.
Raporda hakikat rejimine karşı sözünü ettiğiniz “muhalif hakikat rejimi”nin bir işlevi de bu mu?
Arendt’in dediği gibi, hakikatin siyasetle ilişkisi daima ikincisinin tahakkümü altında şekillenir. Olgusal hakikatler, siyasal alanı kuran görüşler ve kanaatler doğrultusunda, iktidarlar tarafından biçimlendirilir, yok edilir, yalanla –ki bir şiddet ikamesidir– çerçevelenir, gizlenir. Siyasal alan hakikate kapatılmıştır, ama aynı zamanda hakikatlerin çarpıştığı bir savaş alanıdır. Devletin tespit ettiği ve dolaşımına izin verdiği hakikatlere karşılık başka hakikatleri ortaya çıkarmaya ve bunların dolaşıma girmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ama bunu yaparken biz de bir başka hakikat rejimi inşa ediyor olabiliriz. Oysa hakikat mücadelesi öyle bir mücadele olmalı ki, bir başka hakikat rejimi inşa etmeyelim, mevcut hakikat rejiminin bir replikasını ortaya çıkarmayalım.
Barış mücadelesi bizim ömrümüzle sınırlı değil. Herkes kendi ömrü içerisinde bu mücadeleye nasıl katkı sunabiliyorsa sunmalı, o kapının ne kadar aralandığına bakıp onu daha fazla aralamanın yolları aranmalı. Kapı kapandığında da her şey boşa gitmiş hissine kapılmaya gerek yok. Dünyadaki barış süreçlerine baktığınızda da bunu görüyorsunuz, barışa en fazla yaklaşıldığı dönemde birden tekrar savaş patlıyor, süreç başa alınmış gibi oluyor, ama tersi de olabiliyor. Barışı inşa etmek, hakikat rejimiyle mücadele etmek bir birikim yaratma işi. Yüz yıllık hakikat rejimini yirmi yılda çözmeniz, alaşağı etmeniz imkânsız. Bu hakikat rejimine itirazın gelecek nesillere aktarılabilecek üretimini bugün nasıl yapabiliriz, bunu düşünmemiz gerekiyor.
Geçmişle yüzleşme, gelecek için barışı bugünden inşa etme derken “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek”ten söz ediyoruz. Ama bu üçü birbirinden tam da ayrışamayabiliyor, sık sık geçmişe “dönüyoruz” örneğin, geçmiş diyemeyeceğimiz bir geçmiş, arada bir “zaman” var gibi…
Jean Amery Suç ve Kefaretin Ötesinde (Metis Yayınları, 2019) adlı kitabının “Hınç” başlıklı bölümünde mağdur için zaman algısının büküldüğünü söyler. Geçmişteki mağduriyeti tazmin edilmediği –burada maddi tazminattan bahsetmiyorum sadece–, kayıpların anlamını kuracak bir yaşam kurulmadığı ve faillerle yaşamanın zeminini kuracak siyasal atmosfer yaratılmadığı sürece mağdur için geçmiş asla geçmişte kalmaz. Onun için geçmiş bugünde devam eder. Kürtlere yüzümüzü döndüğümüzde, yeni zulümlerle o bükülmenin daha büyük bir şekilde yaşandığını görüyoruz. 2015’teki tartışmaları hatırlayalım. “90’lara geri döndük, 90’lardan beter” gibi sözlerle karşılamıştık 2015’i. Burada Arendt’in de dikkat çektiği bir tehlike var; tarihte gerçekleşmiş bir olayı bugün gerçekleşmiş bir olayla aynı kefeye koymak, farkları ortadan kaldırmak ve yeni mücadele kapılarını da kapatmaktır. 1990’larla aynı şeyi yaşamıyorduk, farklıydı. Mesele daha kötü ya da daha iyi tartışması değil. 90’larda olanla bugün olan arasında ne fark var, bu farkları mücadelemiz açısından nasıl kullanabiliriz, bunları tartışmak gerek. Yoksa geleceğe bırakacağımız cümle “2015’ler 90’lara dönüş oldu” mu olacak?
Böyle bir “paralellik” kurulmasının nedeni ne? İki zaman arasındaki temel farklar neler?
Siyasal alan hakikatlerin çarpıştığı bir alandır. Devletin tespit ettiği ve dolaşımına izin verdiği hakikatlere karşılık başka hakikatleri ortaya çıkarmaya ve bunların dolaşıma girmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ama bunu yaparken mevcut hakikat rejiminin bir replikasını ortaya çıkarmayalım.
Geçmişle yüzleşilmediği, 90’ların hesabı sorulmadığı için böyle tarif ediliyor. Yeni mağduriyetler hesaplaşılmamış eski mağduriyetleri bugüne taşıyor. 90’larla bugün arasındaki en önemli fark bugün zulmün kaydediliyor, belgeleniyor ve yayılıyor olması; bilmemenin ve gizlemenin mümkün olmaması ve buna rağmen bu zulme kitlesel bir itiraz yükselmemesi. Zulmün görünürlüğü ölçüsünü artırıyor sanki. Yoksa 90’lardaki zulmün 2015’lerle kıyaslanabilir olması objektif olarak mümkün mü, emin değilim. Ama önemli olan bu değil, muhataplar öyle algılıyor ve yaşıyorsa bize düşen bunun sebebini tartışmak, geçmişle ve bugünle yüzleşmenin yolunu açmak. Geçmiş geçmişte kalmıyor, kalmayacak. Kalmamasının bir sebebi de devam eden zulüm. Ama bu zulüm olmasa bile, geçmişle hesaplaştığımızı düşünsek bile, geçmiş geçmişte kalmayacak. Dünya örnekleri de bize bunu gösteriyor. Kurulan hakikat komisyonları hiçbir zaman bu defteri kapatamıyor. Yeni bir nesil çıkıyor, o defterde kaydı tutulmamış bir başka mağduriyeti dile getiriyor ya da yeni bir siyasal tartışma çıkıyor, birden yeni bir mağduriyet açığa çıkıyor. Tam da bu yüzden bu bitmeyecek bir mücadele. Geçmişle yüzleşme mücadelesine, geçiş dönemi adaleti literatürüne getirilen eleştiriler de bu yönde: hangi geçmiş, kimin geçmişi, geçmiş mi gerçekten? Bir komisyonla, iki-üç failin yargılanmasıyla, birkaç heykel dikilmesiyle ya da birkaç özürle tamamlanacak bir şey değil bu. Çünkü bu bir borç. Devletlerin, ayrıcalıklı kesimlerin çocuklarının dahi ödemesi gereken bir borç. Yüzyıllara yayılmış bir borç. Bunu tahsil etmek o kadar kolay olmayacak. Biz ömrümüzde bunu görmeyeceğiz. Derrida’nın dediği gibi, biz her zaman gelmekte olan bir adaleti hazırlıyor olacağız. Gelmeyeceğini bildiğimiz, ama gelmekte olduğunu varsayarak hareket ettiğimiz bir mücadelenin içindeyiz. Kavraması ve uygulaması zor, ama öyle.
“Devrimci” bir düşünce ve pratik de diyebiliriz, öyle değil mi? Görmeyeceğini bildiğin “güzel günler için”, yarınlar için yılmadan mücadele etmek…
Evet, benziyor. “O gün gelecek ve biz huzura kavuşacağız” diye bir şey yok. O güne biraz daha yaklaşmış olacağız sadece. Gelecekte bambaşka bir güzelliğin tarifi çıkabilir. O yüzden, “biz göremeyeceğiz, çocuklarımız görsün” de değil gerçeklik, çünkü onlar da görmeyecek. Görmek istediğimiz, barış dediğimiz şey bir nehir gibi. Ona su tedarik etmekten başka bir şey yapamayız. Her geçtiği yerde yeni bir anlam kazanacak, yenilenmesi, yeniden düşünülmesi, formüle edilmesi gerekecek. O yüzden küçük de olsa, kimden ne adım gelirse gelsin, o adımı bir yerinden yakalamak ve ona bir adım daha eklemek gerekiyor. Türkiye’de barışın kurulamamasının bir sebebini de burada aramak gerekiyor. Bir siyasal kültür eksikliği var. Türkiye’de siyasal kültür değil, siyasal iklim var. Mevsimler gibi gelip geçiyor sürekli; rüzgâr çıkıyor, güneş açıyor… Bu iklimi kültüre dönüştürme yönündeki her çaba barış çabasıdır bana göre. Eğer birlikte yaşamayı ya da komşu olmayı düşünüyorsak, barış ve siyaset kültürünü inşa etmek öncelikli çaba olmalı.
“Kürt meselesinin kaynağında yatan ırkçılığı açığa çıkarmadan ve ırkçı şiddetle hesaplaşmadan Kürt meselesini çözmenin imkânsız olduğunu söylemek mümkün” diyorsunuz raporda. Bu ırkçılığı açığa çıkaracak siyasal ve toplumsal irade var mı sizce Türkiye’de?
Şu an görünmüyor. Ama bu irade dışarıdan bir yerlerden gelmeyeceğine göre, mevcut siyasi partileri zorlamaktan başka bir şey kalmıyor geriye. Kadın mücadelesi bu anlamda çok öğretici, cinsiyetçiliğin nasıl günlük hayatımıza, pratiklerimize sindiğini ve tekrar tekrar üretildiğini gösteriyor bize. Bunun gibi bir amacı olmalı ırkçılık karşıtı mücadelenin de. Doğuştan ırkçılık diye bir şey yok, bir sistemden faydalandığında, sistemin parçası haline geldiğinde ırkçılık üretiyor olursun. Bunu göstermek gerek.
Raporda da değindiğiniz “hakikat-sonrası çağ” yüzleşememe halini nasıl besliyor?
Hakikat-sonrası çağ, hakikat rejimi, bu rejimin ırkçılıkla ilişkisi ve ırkçılıkla mücadelenin hakikat rejimine itirazla ilişkisi arasında organik bir bağ var. Hakikat-sonrası çağ daha çok Vietnam Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir şey. O dönem savaşa dair gayriresmi hakikatler ortaya dökülüyor, tıpkı 90’larda Türkiye’de olduğu gibi. Ama radikal bir etki yaratmıyor ortaya saçılan gerçekler. Trump’la birlikte adı iyiden iyiye konan bir şey oldu hakikat-sonrası çağ. Apaçık yalanların ortada dolaştığı ve bunların hakikat muamelesi gördüğü bir çağdayız.
Jean Amery Suç ve Kefaretin Ötesinde adlı kitabının “Hınç” başlıklı bölümünde mağdur için zaman algısının büküldüğünü söyler. Geçmişteki mağduriyeti tazmin edilmediği sürece mağdur için geçmiş asla geçmişte kalmaz.
Öte yandan, hakikat-sonrası çağı hakikatsizlik çağı olarak da tanımlayabileceğimizi düşünüyorum; hakikatin tahrip edilmesinin yanı sıra kıymetlenmesine ve hakikat arayışının yükselişine de tanık oluyoruz. Sosyal medya kullanımıyla beraber hakikat üzerindeki egemenlik savaşının yeni kesimler tarafından da sahiplenip üretildiğini görüyoruz. Hakikatin bu kadar çarpıtıldığını herkesin gördüğü bir durumda hakikatin ne olduğuna dair tartışmanın genişlediğini görüyoruz. Bu iyi bir şey. Ama “hakikat sonrası çağda yaşıyoruz” dediğimizde, sanki bir hakikat çağında yaşamışız da sonra hakikat-sonrası çağa geçmişiz anlamı çıkıyor. Oysa özellikle resmi hakikat rejimlerinin mağduru olan kesimler, yani kadınlar, siyahlar, LGBTİ+’lar, işçiler, göçmenler, sömürgeleştirilmiş topluluklar, her türden azınlıklar, Türkiye özelinde Türk ve Müslüman olmayan halklar açısından baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz.
Hakikat rejiminin inşasını, işleyişini, mukavemetini ve krizini incelerken 1990’ların ve 2010’ların televizyon programlarına, özellikle de devlet kanallarına yansıyan “terörle mücadele” tezahürlerine ve bu tezahürlerden doğan farklı hafıza ve hakikat izlerine bakıyorsunuz. Bu medya incelemesinde karşınıza ne çıktı?
90’ların OHAL Bölge Valisi’ne uğramadan sona ermeyen TRT programlarında öldürülen Kürtlerin üst üste yığılı cesetlerine ait görüntüler dolaşıma sokulurken ırkçılığın işleyişine dair bir imge, somut bir veri üretiliyor: Gösterilebilir cesetler üzerinden öldürülebilir canlı bedenlere işaret ediliyor. Öte yandan, devletin terörle mücadele adına Kürt sivilleri zorla yerinden ettiğine, zorla kaybettiğine, faili meçhul görünen cinayetlerle ve köy yakmalarla katlettiğine dair hakikatler gizleniyor. Benzer bir yayıncılık anlayışıyla hakikate egemen olma çabası, savaş rejiminin bugünkü işleyişini ve mukavemetini ortaya koyarken, günümüzün hakikat krizine eşlik eden egemenlik sarsıntılarını da açık ediyor. Örneğin, “Şahit Olun” isimli programın her bölümünün sonunda şu soru soruluyor: “Bildiklerinizle yaşananlar arasındaki farka şahit olabildiniz mi?” Şahit olmamız istenen fark programın psikolojik amacını özetliyor. Öte yandan, 90’larda yayınlanan programlardan farklı olarak, bu yayınlardaki sembolik şiddet ceset görüntüleriyle değil, yıkım görüntüleriyle karşımıza çıkıyor. Hem güvenlik güçleri mensuplarına hem de muhalif vatandaşlara ait sosyal medya hesapları aracılığıyla izlediğimiz ceset görüntüleri ise devletin hangi vatandaşları ne şekilde öldürülebilir kıldığına işaret etmeye devam ediyor. Bununla birlikte, gayriresmi veya kişisel haber kanalları aracılığıyla dolaşıma giren bu görüntüler resmi hakikat rejiminin yeniden inşasını da zorlaştırıyor ve devlet de bunun farkında görünüyor. Bugün yeni medya araçlarıyla birlikte kamusal alanın genişlediğini, yer yer altının oyulduğunu, resmi hakikat rejiminin yeniden üretimini eskisinden daha maliyetli ve zor kıldığını söyleyebiliriz.
Yeni mağduriyetler hesaplaşılmamış eski mağduriyetleri bugüne taşıyor. 90’larla bugün arasındaki en önemli fark bugün zulmün kaydediliyor, belgeleniyor ve yayılıyor olması; bilmemenin ve gizlemenin mümkün olmaması ve buna rağmen bu zulme kitlesel bir itiraz yükselmemesi.
Medyaya bakarken devlet şiddeti faillerinin itiraf performanslarına da eğiliyorsunuz. Bugün de Sedat Peker ve Mehmet Eymür’ün itiraf ve ifşaatlarını, 90’ların faillerinin boy boy fotoğraflarını görüyoruz medyada. Bu ifşa ve itiraflar nasıl bir etki yaratıyor?
İtiraflar bir dönüşüme yol açmıyor. Çünkü bu ifşaatlar “devlet adına işlenmiş suçlar, devletin çıkarı, ulusal çıkarlar” gibi üst söylemlerle yapılıyor. Failin failliğini silen ya da mağdurların mağdurluğunu unutturan, zulmün ve ağır insan hakları ihlâllerinin kaynağını, işleyişini açığa çıkarmayan bir durum bu. Bir çıkar çatışmasının ortaya dökülmesi şeklinde yaşandığı için bugünkü ifşaatlarla öncekiler arasında somut bir fark göremiyorum. Ama bugün daha fazla yayılıyor, daha çok kişi görüyor. Susurluk zamanında ortaya dökülen ifşaatlara her an ulaşamayabiliyoruz, ama Sedat Peker’inkiler öyle olmayacak sanırım. Bu insanların kişilikleri, egoları, performatif varoluşları da içeriğin önüne geçiyor. Bu ifşaatlar “helalleşme” önerisi olan siyasetçiler için çıkış noktası olabilir oysa. İfşaatları bir siyasal programın çıkış noktası haline getirecek talepler üretmemiz gerekiyor. Peker’in söylediklerinin tek başına yüzleşme getirmesini beklemek çok gerçekçi değil, ama bir yüzleşme sürecinin küçük bir parçası olarak kullanılabilecek materyal olabilirler. Bunun üstüne gitmek gerekiyor. Türkiye toplumunda bir düşünme ve terminoloji eksikliği var. İfşaatların hukuki karşılığı olmadığı sürece, magazinel boyutu ağır basan kahramanlık öyküleri haline geliyorlar. İfşaatı yapan kişiyse kahramana dönüşüyor, hâlbuki o bir fail.
“Irksallaştırılmış rejim” tanımı üzerinden ırkçılığa bakan sosyolog Güllistan Yarkın, Ankara-Altındağ saldırısıyla daha da görünür olan Suriyelilere karşı ırkçılığa dair değerlendirmesinde ırkçılığın sınıfsal, ekonomik boyutuna dikkat çekiyor.
Güllistan’ın da altını çizdiği gibi, egemen ulusun ve sınıfın ayrıcalıkları tehdit edildiği noktada ırkçılık devreye giriyor. Hiçbir bedel ödemeden ırkçılığın sona ermesi, barışa ulaşmak diye bir şey yok. “Silahlar sussun da nasıl susarsa sussun” diye bir şey yok. Silahların susmasının bedeli senin bazı ayrıcalıklarından vazgeçmen ya da keyfini sürmekte olduğun bazı ayrıcalıkların tazminatını ödemenden geçiyor. Bir hakikat olarak bunun söylenmesi gerekiyor. “Korkmayın, bir şey olmayacak, ayrıcalıklarınıza dokunmayacağız” dememek lâzım. Aksine, korkmaları lâzım. Fakirleşmekse eğer, evet, belki de fakirleşeceksin, bedeli bu olacak. Bedelsiz bir ayrıcalık istemektir ırkçılık, bedel ödemeden bir ayrıcalığın keyfini sürmek. Bunu bu netlikte söylememiz, talep etmemiz gerekiyor.
Geçmişle yüzleşme bir komisyonla, iki-üç failin yargılanmasıyla, birkaç heykel dikilmesiyle, birkaç özürle tamamlanacak bir şey değil. Çünkü bu bir borç. Devletlerin, ayrıcalıklı kesimlerin çocuklarının dahi ödemesi gereken bir borç. Yüzyıllara yayılmış bir borç.
Barışın inşası için kurulan hakikat ve uzlaşma komisyonlarının en bilinenlerinden biri Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeydi. Güney Afrika deneyimi bize ne söylüyor?
Çok örnek gösterilen bir deneyim Güney Afrika. Oradaki eleştirel literatüre baktığımızda şu tür eleştiriler görüyoruz. Yüzleşme sürecinde apartheid rejimi sömürgeci ve ırkçı bir rejim olarak değil de insanlık suçu işleyen iktidarın sadece muhalif siyahlara yönelik bir politikasıymış gibi tarif edilmesi, yani bireysel yönünün ön plana çıkarılması söz konusu. Bu mekanizmanın sadece muhalif bireylere yönelik ihlâllere odaklanması eleştiri konusu özetle. Türkiye’ye dönersek mesela, sadece PKK üyelerini değil, Kürtlüğü hedef alan bir ırkçı siyaset ve şiddet yürütülüyor. Bunun teslim edilmesi gerekiyor. Zorunlu göçler, zorla kaybetmeler, ırksal sömürü bunun kanıtı. Bunlar sadece Kürt olduğunuz için yaşadığınız şeyler. Kürtlerin bugün barış derken söylediği bu: “Önce bunları teslim edin, bunları Kürt olduğumuz için yaşadık, Türk olmamakta ısrar ettiğimiz için yaşadık” diyorlar.
Egemen ulusun ve sınıfın ayrıcalıkları tehdit edildiği noktada ırkçılık devreye giriyor. Hiçbir bedel ödemeden ırkçılığın sona ermesi, barışa ulaşmak diye bir şey yok. “Silahlar sussun da nasıl susarsa sussun” diye bir şey yok. Silahların susmasının bedeli senin ayrıcalıklarından vazgeçmenden geçiyor.
Güney Afrika deneyimine getirilen bir başka eleştiri de şöyle: Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’na tanınan hakikat karşılığı af yetkisinin, bir yetkiden ziyade bir görev, hatta Komisyon’u mümkün kılan ve sınırlayan pazarlığın en temel konusu olduğu söyleniyor. Hakikat karşılığı bireysel af düzenlemesinin Komisyon’a getirilemeyen pek çok apartheid faili düşünüldüğünde, kolektif bir cezasızlık şeklinde işlediği iddia ediliyor. Komisyon’un bireysel ve fiziksel şiddete odaklanmasıyla birlikte apartheidrejiminin kolektif ekonomik şiddetinin silikleşmesi bugün siyahlara yönelik pozitif ayrımcılığa ve yapısal mali çözümlere karşı çıkmak isteyen beyazlara yarıyor. Beyazlar sistematik ırkçılığın aktif destekçileri olduklarını kabul etmedikleri için, ekonomik adaletin sağlanmasında ve devam eden ırkçılığın yarattığı ekonomik eşitsizliğin giderilmesinde üzerlerine düşen sorumluluğu reddetmekte zorlanmıyorlar.
Dolayısıyla, geçmişle yüzleşme Hakikat Komisyonu’nun işini tamamlamasıyla bitmiyor, geçmişle yüzleşmenin ırkçılıkla mücadeleye dönüşmesi gerekiyor. Geçmişle yüzleşme sürecinin bugünkü ve gelecekteki ırkçılığa karşı mücadeleye evrilme potansiyeli taşıması için çalışmak gerekiyor. Bugün Güney Afrika’da hem siyahlara yönelik ırkçılık devam ediyor hem de iktidarın başka siyahlara, makbul görünmeyen Afrikalılara, Afrika kıtasının diğer bölgelerinden Güney Afrika’ya gelenlere dönük ırkçılığı var. Irkçılık bir bakış açısı, bir siyaset biçimi olduğu için hızlıca şekil değiştirebiliyor, hedef değiştirebiliyor, yönelimi değişebiliyor. Irkçılığa maruz kalanlar da ırkçılık yapabiliyor. Güney Afrika deneyimi bize çok başarılı görülen bir örneğin bile ne kadar eksik kalabileceğini gösteriyor. Bu tür mekanizmaların büyük beklentiler altında kalmasına yol açmamak, ama o mekanizmaları desteklemek ve daha iyi sonuç vermeleri için zorlamak gibi dersler çıkıyoruz. Başta dediğim gibi, bu çalışmalar bırakabileceğimiz bir miras.