Pek çok müzik türüyle sıkıfıkısın. Müzikle ne zamandır ilgileniyorsun?
Savaş Çağman: Üniversiteye girdiğimde müzikle ilgili bir şeyler yapmayı düşünüyordum. Hacettepe’de okurken hardcore ve punk gruplarında gitar çalıyordum. Bir grupta vokal de yapmıştım. Bazen beste yapardık, ama daha çok Ramones çalardık. Ankara’da büyük çoğunluk trash dinliyordu, ama Yüksel sokağında sağlam bir punk ortamı vardı. 1990’a kadar böyle gitti, sonra bir şekilde klasik müzikle ilgilendim. Kontrtenor olduğumu ve bunun bir şans olduğunu öğrendim.
Nedir kontrtenor?
Aslında 16. ve 17. yüzyılda yoğun olarak kullanılmış. O dönemin mimarisi ve orkestralarıyla çok ilgili. Kontrtenor, Rönesans, ön Barok, Barok dönemi müziklerini söyler. Kilise müziklerinde, Ortaçağ troubadour müziklerinde kullanılır. Genelde bir koro sesidir. Tenorların birçoğu tiz partileri de söyleyebiliyorlar. Bu daha çok İngilizlere has bir gelenek; hâlâ sürüyor orada. Bir de kastrato geleneği var; soprano, yani kadın sesli solistler bunlar. Katolik ülkelerde kadınların sahneye çıkması yasak olduğu için tiz erkek, yani kadın sesi önemli. Mimari de sesi büyüttüğü için böyle bir teknik var. Fakat bu sesin bir erkekte bulunması iki türlü: Ya benim gibi tenor olup tiz partilere bir şekilde çıkabilenler, ya da bariton olup tiz tonlara da sahip olanlar. 1930’larda bunun eğitimi verilmeye ve canlandırılmaya başlandı. Daha sonra Benjamin Britten, Philip Glass gibi insanlar operaya kontrtenor roller yazmaya başlayınca tekrar gündeme geldi.
Çocuklar masalları bilirler, ama yine de dinlemeyi severler. Niye? Çünkü tekrarlanmasını severler. Bundan büyük haz alırlar. Bu belki benim çocuk kalmış yanım, ama tekrarlı müziği seviyorum.
Nasıl öğrendin kontrtenor bir sesin olduğunu?
Şan hocam sayesinde. Çok ince seslere kadar çıkabiliyordum. O dönemde Rönesans, Barok müziklerine ilgi duymaya başladım ve şarkıcılığa doğru kaydım. Hayalim operaya veya bir koroya girmekti. ODTÜ’de şan derslerine gidiyordum. Bir yerlerden para bulup iki ay ders alıyordum, para bulamayıp bırakıyordum, sonra tekrar başlıyordum. Türkiye’nin en iyi hocalarıyla çalıştım, Harmoni Derneği’nin korosuna girdim. Fakat Türkiye’de kontrtenorla ilgili eğitim verilmiyor, dünyada az olan bir şey olduğu için “sen bunu yapma, sen öyle değilsindir” gibi şeyler söyleniyor. Başka bir tarafa doğru yönlendiriliyor. Bir tenor gibi çalıştırıldım ve bir ara sesimi kaybettim, bir ay filan konuşamadım. Türkiye’de “kolun kısa kalırsa uzatırız, uzun kalırsa kısaltırız” gibi bir eğitim sistemi olduğu için başınıza her şey gelebiliyor. Ben Türkiye’deki tek kontrtenor değilim. Tanıdığım başka insanlar da var. Mesela Bilkent Üniversitesi’nde bir çocuk var, benim yaşadıklarımın aynısını yaşıyor. Hocası, “vücudunda bir delik bulmuş, oradan çıkarıyor sesleri” gibi çok ayıp laflar ediyor çocuğa. Şan için döktüğüm gözyaşını hayatımda hiçbir şey için dökmemişimdir herhalde. O dönemden sonra belki klasik müzikten soğumadım ama, Türkiye’de klasik müzikle ilgili bir şey yapmama kararı aldım.
O dönemde başka müziklere ilgin yok muydu? Punk’la ilgini kesmiş miydin?
Pek çok müziğe ilgim vardı, ama Afro-Amerikan müziğe ilgim çoktu. Cazla ilgilenmeye, Betty Carter dinlemeye başladım. Beni caz söylemeye iten o oldu. Yaklaşık dört-beş sene Ankara’nın pek çok yerinde caz söyledim. Bazen tek piyano – tek vokal söylüyordum. Türkiye’deki caz müzisyenlerinin problemlerini görebildim bu arada.
Nedir o problemler?
Kafaları çok dar. Aralarında bir er-çavuş ilişkisi var. Yaşadığım olayları anlatsam, siz de soğursunuz caz müziğinden. Benim için müzik, hatta hayatımdaki her şey, paylaşmak ve insanların özgürlüğü üstüne kurulu. Ben böyle bir dünya görüşünden geliyorum, müziğimde de bunu yapmaya çalışıyorum. O dönemde uzun mektuplaşmalar sonunda Fransa’da bir caz okulundan burs kazandım, ama ailem destek olamadı, gidemedim. Türkiye’de kalıp standart caz şarkılarını söylemek istemiyordum. Biraz beste yapabilmek, çalabilmek istiyordum. Beraber çalışabileceğim kimse yoktu, herkesin burnu havadaydı. Caz piyasasında Neşet Ruacan ve Sibel Köse dışında bana iyi davranan kimseyi görmedim. Mesela, isim vermeyeyim, ünlü bir caz grubuyla çalarken beni sahneye davet ettiler. Çıktım sahneye, “isterseniz saba makamında bir şeyler çalın, ben de bir şeyler söyleyeyim” dedim. “Sen ne çalıyorsun” dedi adam bana. “Ben şarkı söylüyorum” dedim. “Ben şarkıcılara karşıyım” dedi. “İyi o zaman” dedim, indim sahneden. İnsanların bağnazlıklarını gördüm. Bir de İngilizce söylemek beni itti. Niye Türkçe söylemeyeyim ki? Türkçe düşünüyorum sonuçta.
Ben sahnede Alevi deyişi, Musevi şarkısı, ilahi ve Rumeli türküsünü art arda söylediğimde insanların kafası karışıyor. Alevi deyişi ya da Yunus Emre ilahisi söylediğinde bir siyasi görüştesin, Musevi şarkısı söylediğinde daha başka, Şaman ezgileri çaldığında bambaşka bir kimliktesin. Herkes üstüne bir etiket yapıştırıyor. Bütün derdim, o etiketler içinde olmadan müzik yapabilmek.
Bunları düşündüğüm dönemde “madem burada belirli müzisyenlere ulaşamıyorum, madem istediğim şeyi yapamıyorum, kendimi daha da açayım” dedim. O dönemde Türkiye’de Kusturica filmlerinin de etkisiyle Balkan müzikleri moda olmuştu. Benim de bir tarafım orada olduğu için kan çekiyordu.
Ailen nereli?
Baba tarafım Giresun’a yerleştirilmiş Balkan göçmeni. Anne tarafım Karadenizli. Babam bir zamanlar bağlama çalmış. Annemin de sesi çok güzeldir, ama ailem bir müzik geleneğinden gelmediği için gelenek içine doğan biri değilim maalesef. Babam hep “Giresunluyum” der. Giresun’un bir şehir kültürü vardır. Bizim evde türkü dinlenmezdi, klasik Türk müziği dinlenirdi. İnsanın geçmişiyle kurmak istediği bir bağlantı var, mübadelenin yarattığı bir patoloji var insanlarda. Mübadeleyle bu topraklara gelen insanlar bu topraklarla hemen bütünleşmek, ahali içine karışmak istemişler, dönmek istememişler. Bu patolojiyi ben baba tarafımda gördüm. Ondan dolayı buradan ayrı olan bütün şeylerini silmişler, yok etmişler. O yüzden babamın geldiği Makedonya yöresiyle ilgili hiçbir türkü, hiçbir anı bilmem.
Balkan müziklerine ilgi duymanda bu anlattıklarının büyük rolü olsa gerek…
Elbette. Kendimi birdenbire Balkan halklarının içinde buldum. Bulgar, Arnavut, Makedon, Rumen halk müziklerini çok dinledim, araştırdım. Onların şarkılarını hissederek söylemeye başladım. Ermeni müziğini de çok seviyorum, çok içli bir gelenek. Karadeniz Rum şarkıları buldum, Pontus şarkılarını söyledim. Oset, Azeri, Kırım, Laz müzikleri üstüne çalıştım. Bunların hepsini değil belki ama, bazılarını duyarlılığıma yakın buldum.
Neden duyarlılığına yakındı bu müzikler?
Sonradan çözdüğüm kadarıyla, belirli makamlara, belirli havalara karşı duyarlılığım var. Neden bilmiyorum, ama sevdiğim ezgilerin büyük çoğunluğu Romanya’nın Oltenia bölgesinden çıkıyor. Pentatonik müziklere çok ilgim var. Müzikte makamsallık anlayışını, tekrarları seviyorum. Çocuklar masalları bilirler, ama yine de dinlemeyi severler. Niye? Çünkü tekrarlanmasını severler. Bundan büyük haz alırlar. Bu belki benim çocuk kalmış yanım, ama tekrarlı müziği seviyorum. Şamanlarla ilgili çok şey okudum. Bulduğum dört-beş Şaman duasını kendim besteledim. Sonradan Şaman müziği ya da Kuzey Asya müziği dinlediğimde yaptıklarımın hemen hemen aynı olduğunu gördüm. İnsan bir şeyin üstüne çok düşerse, o duyarlılığa kendini çok açarsa, hiç farkında olmadan esasa yakın şeyler çıkarabiliyor. Mesela Klezmer müziğini çok seviyorum. Almancayla hiç aram olmamasına rağmen, Klezmer söylediğimde telaffuzumun oıjinale yakın olduğunu söylediler. Daha çok kulağının hırsız olmasıyla ilgili bir şey.
Asıl sorun şu: Bu piyasada bazı şeyleri acaba nasıl sürdüreceğim? Yaptığım albüm bütünüyle etnik bir albüm değil, bütünüyle pop bir albüm de değil. İki arada bir derede bir albüm yaptım. Şimdi ben bunu nerede çalacağım? O kadar muğlak bir alan ki…
Sözleri, telaffuzu nasıl hallediyorsun?
Kasetlerden dinleyip çıkarıyorum, o dilleri bilen insanları buluyorum. Onlar tamam demeden peşlerini bırakmıyorum. Birol Topaloğlu’nun “Didou Nana” şarkısını hem kendi yazdığım sözlerle, hem de orijinal dilinde okudum. Albümü Birol Topaloğlu’na gönderdikten sonra konuştuğumuzda “ben kötü bir şey bekliyordum, ama telaffuzun doğru, birkaç küçük şey dışında gayet güzel olmuş” dedi. Çok dinlemekle de alâkası var. Konuşamasam da, birçok dilin, mesela Balkan dillerinin okuma kurallarını bilirim. Kiril alfabesini de öğrendim. Böyle bir repertuar okuyorsan bilmen gerek diye düşünüyorum.
Nasıl söylüyordun bu şarkıları?
Enstrüman yapımcısı bir arkadaşıma bir cümbüş yaptırdım. Biraz gusla sazını, biraz da tamburitzayı taklit etmeye çalıştım, üste bas teller taktım, değişik bir akor sistemi buldum. Klavyesi gitar gibiydi. Bu müzikler Türk müziğine taşıdı beni. Rumeli türküleri söylemeye başladım. Kent türküleri, İstanbul türküleri sesime çok yakışır. Bozlağı çok severim, ama söyleyemem. O ayrı bir şey istiyor. Karadeniz türkülerini, Ege türkülerini çok sever ve söylerim. Üç kişinin etkisi var üzerimde: Ezginin Günlüğü’nden Emin İgüs, Hakan Yılmaz ve Hale Gür. İngilizce müzikten geldiğim için kelime yanlışlarım ve telaffuz bozukluklarım vardı, bu üç kişi sayesinde onları aştım. Lise yıllarında yabancı müzik dinlerken bir arkadaşım Ezginin Günlüğü getirmişti, çok hoşuma gitmişti. Adnan Saygun düzenlemeleri filan vardır ya, kendi içinde güzeldir belki, ama çok kompleksli bir şeydir; hiç öyle “çok- seslendirelim” kompleksi yoktu Ezginin Günlüğü’nde.
Türkiye’de müzik çok politize olmuş bir alan. Ben sahnede Alevi deyişi, Musevi şarkısı, ilahi ve Rumeli türküsünü art arda söylediğimde insanların kafası karışıyor. Alevi deyişi ya da Yunus Emre ilahisi söylediğinde bir siyasi görüştesin, Musevi şarkısı söylediğinde daha başka, Şaman ezgileri çaldığında bambaşka bir kimliktesin. Herkes üstüne bir etiket yapıştırıyor. Bütün derdim, o etiketler içinde olmadan müzik yapabilmek. Elbette politik bir insan olabilirsin, ama müziğinde slogan atmamalısın. Bunun en güzel örneği Ruhi Su: Son derece politik bir insan, ama hiçbir şarkısında slogan yok.
Beste yapmaya nasıl başladın?
Etnik müziklerle ilgilenmemle beraber oldu. Etnik müzik yapan insanları gördüğümde yeni bir umutsuzluk sürecine girdim. Geleneksel bir müzisyen değilim, kırsaldan gelmiyorum. Bir kent insanı olarak bazı şeylere ayrıksı bir bakışımın olması çok doğal. Bahsettiğim bir sürü müzik geleneğini bilmek, dinlemek ve sonra ucundan kıyısından da olsa biraz icra etmiş olmak bir yorum farkı getiriyor. Dolayısıyla, geleneksel müzikleri seslendirmek yerine kendi şarkılarımı yazmak istedim. Türküler bu konuda bana şablon oldu. Mesela albümdeki “Yağmur” parçasını yazdığım dönemde Ege türküleri dinliyordum ve bir Ege parçası yazmak istiyordum. Halk şiirinin ne olduğunu araştırdığım bir dönemdi. İstiyordum ki, halk şiirine yakın, ona öykünen bir şeyler üreteyim. Çünkü benim kökenlerimle bağlantım kopartılmış, orta sınıf kentli bir aileden geliyorum, istesem de o bağlantıyı kuramam. Kendi ürettiğim şeyler olsun ki, başkalarının üzerime kurduğu şeyler azalabilsin istedim, o zaman çok özgürleşebilirdim. Bir şeyi ben besteledikten sonra kimse bana “o yörede böyle bir şey yok” diyemez. Öyle bir şey yapabilmek için bir tek yöre konusunda uzmanlaşmak gerekir. Gördüğünüz gibi bende biraz da hercailik var. Her şeyi birazcık bilmek, yapabilmek istiyorum. Tek şeyde sabit kalsam mutsuz olacağım.
Albümündeki “harf” teması nereden çıktı?
Benim bu albümü yaparken en büyük amacım “Türk popüler müziği” içinde haysiyetli bir yer edinen, bir fikirden yola çıkan, bir konsepti olan bir şeyler yapmaktı. Belden aşağı olmayan, yani “grekoromen” şeyler yazmak, söylemek istedim. Basmakalıp, ortalama şeyler yapmak istemedim. Bilhassa şarkı ve şarkı sözü olarak bunu nasıl kırarım diye çok düşündüm. Sevda Harfleri albümünün bütün esprisi “harf” üstüne kuruldu. Kabala metinleri, tasavvufta Hurufilik harflerle ilgileniyor. Fazlullah Hurufi şöyle yazmış: “Allah ilk önce sesi yarattı. Her şey isimler, sesler üstüne yazılmıştır.” Bu beni çok etkiledi, müzikle ilgilenen herkesi de etkileyeceğini düşünüyorum.
Eskiden takvimler üstüne küçük küçük notlar alırdım. Bir gün eski bir takvim geçti elime. Bir baktım “F. geldi, Y. gitti” gibi insanların isimlerinin baş harflerini yazıp notlar almışım. Bunları görünce çok üzüldüm. O insanları sadece bir harf ve nokta olarak hatırlamak çok kırdı beni. Albümün konsepti bunun üzerine kurulu. Orada herkes için bir parça var. Sevda Harfleri’ndeki parçalar benim türkülere bakışımı anlatıyor. Eğer yapabilirsem, bu albümün devamını bir üçleme olarak düşünüyorum: İkinci albümde kent müziği ve klasik Türk müziğine bakışımı, üçüncü albümde eğlence, meyhane ve belki arabesk müziğine bakışımı anlatacağım.
Albümünün son halini nasıl buluyorsun?
Maurice Blanchot, “sanatçı her zaman ürettiği şeye yabancılaşır” diyor. “Tüh, şurasını şöyle yapsaydım” demek çok doğal, o memnuniyetsizlik hep var. Asıl sorun şu: Bu piyasada bazı şeyleri acaba nasıl sürdüreceğim? Yaptığım albüm bütünüyle etnik bir albüm değil, bütünüyle pop bir albüm de değil. İki arada bir derede bir albüm yaptım. Şimdi ben bunu nerede çalacağım? O kadar muğlak bir alan ki… Çalıştığım şirket kendi eğiliminden dolayı benim şarkılarımı popa çekti düzenlemecileri eliyle. Ben de elimden kendi bildiğimi yaptım. Onlara göre bu bir pop albüm. Bence değil. Ama etnik bir albüm de değil. Bakalım neler olacak…
Peki başka projelerin var mı?
Genel bir şarkı yazma ritmim yok. Üç ay hiçbir şey yazmam, ama bir günde dört şarkının temasını yazabilirim. Tema kolay çıkıyor, ama şarkı sözü daha zor çıkıyor. “Kafkas Mambo” diye bir projem var: Kafkas müziği çok sert, bunu mambo gibi bir müzikle yumuşatayım dedim. Elimde Karayip’ten davul, bas sample’ları vardı, Oset, Çeçen şiirleri toplamıştım. Onları üst üste bindirerek bir ev demosu yaptım. Sonradan bir grupla uygulamaya çalıştık, ama öyle kaldı. Bunun dışında, notasyonlarıyla bir dosyada duran “dini müzik” projem var. Bizans çoksesliliğiyle ilgili bir demo yaptım. Bu projede sadece insan sesini kullanmak istiyorum. Şimdi tek kişilik bir oyun yazıyorum. Kendim oynayacağım. Müziklerini de kendim yazdım. Abu-Lasia adında bir adam var, Kabalacı. Haçlı seferi sırasında bir yolculuğu var, yolda bir melekle karşılaşıyor. Ondan yola çıkarak yazdım oyunu. Aşka, insanlara, insan olmayan varlıklara bir bakış; insanların bir hayal için yapabilecekleri üstüne kurulu bir oyun. 1994’ten bu yana radyoya oyunlar yazıyorum. Yirminin üstünde oyunum yayınlandı bugüne kadar. Bunların dışında yayınlanmamış iki öykü kitabım ve bir romanım var.
Roll, sayı 52, Nisan 2001