DİSA’NIN EĞİTİMDE ANADİLİ RAPORU VE KÜRT ÖĞRENCİLERİN DENEYİMLERİ

Söyleşi: Merve Erol
15 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI

Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA) ilk icraatı kapsamlı bir rapor yayınlamak olmuştu: Üç akademisyenin katkısıyla hazırlanan “Dil Yarası: Türkiye’de Eğitimde Anadilin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimleri” teorik ve tarihsel arkaplanın, uluslararası mukayeselerin yanında, Türkçe bilmeyen öğrenciler, Türkçe bilmeyen veliler, Kürtçe bilen ve bilmeyen öğretmenlerle yapılan söyleşilerle durumun hayati vahametine dair sağlam bir kaynak oldu. Öğrencilerin sessizliği ve kimilerinin giderek kendi dillerini küçümsemeye varan yabancılaşması, siyasi tahliller boyunca rapora eşlik ediyordu. “Dil Yarası”na katkıda bulunan iki öğretim görevlisi, Nesrin Uçarlar ve Şerif Derince ile 2010’da konuşmuştuk. 15 Mayıs Kürt Dili Bayramı vesilesiyle 114 no’lu Express’ten naklen…
İki Dil Bir Bavul (2008)

 

Daha önce çok dillendirilmeyen anadilde eğitim, Kürt hareketinin temel taleplerinden biri haline mi geliyor, yoksa devletle pazarlık için geliştirilmiş bir taviz maddesi mi?

Nesrin Uçarlar: ‘70’lerin Kürt örgütlerinde dil, kültür vurgusu vardı aslında, ama ‘80’ler çok daha sert taleplerin gündeme gelmesine yol açan bir dönemdi. Ayrıca, bunlar Marksist-Leninist örgütler; ilk etapta hedef sosyalist devrim yapmak. Dil gibi konular daha tali politik problemler, devrim yapıldığı zaman zaten çözülecek sorunlar: Sosyalist, bağımsız bir Kürt devleti kurulacak ve dili de Kürtçe olacak… Bir de, Kürtçe bugünkü kadar tehdit altında değildi o dönemlerde; hâlâ ciddi bir göç yok, televizyon yok. ‘90’larda Kürtlerin merkezlere gelmeye başlamasıyla Kürtçe yavaş yavaş kaybolmaya başladı. ‘90’lar, kültürel politikaların da hızlandığı bir dönemdi. Bu sadece bir söylem değişikliği de değil, insanların gerçekten canını yakan bir sorun.

Çocukların yaşadığı tek mağduriyet sınıfta Kürtçe konuşamamak, bir şey anlayamamak değil. Bu sorun üniversitede, iş hayatında da devam ediyor, çünkü bu sadece eğitsel değil, psikolojik bir sorun aynı zamanda. Kürtçenin değersizleştirilmesini içselleştirmiş insanlar var.

Bugün farklı kesimlerden Kürtlerin üzerinde hemfikir olduğu konuların başında eğitimde anadilin kullanılması geliyor. Bu sorun uzun zamandır daha çok politik boyutlarıyla tartışılıyordu. 1933’te Hawar dergisinde kültür ve dil hareketinin çok önemli olduğu, kuruluş amaçlarından birinin bu yönde mücadele yürütmek olduğu söyleniyor. ‘90’lara kadar bu söylemin kitleselleşmediğini söyleyebiliriz belki ama, vardı bu tartışmalar. Sorunun 2003’ten bu yana medyada da daha farklı bir şekilde tartışıldığını görüyoruz. Daha önce politik boyutuyla tartışılıyordu ama, bu tarihten sonra, eğitim boyutu, psikolojik boyutu da girdi işin içine.

Rapor için görüştüğünüz Kürtçe bilen öğretmenlerden Cemal, “anadilde eğitimi, siyasi bir bakış açısından ziyade, temel bir insan hakkı ve bilimin gerekliliği olarak savunduk” diyor. Nasıl türban sorununun çözümü kadınlara bırakılmıyor, erkekler kendi aralarında tartışıyorsa, eğitim sorunu da hiç Türkçe bilmeden ilkokulda yıllarını geçiren öğrencilere, öğretmenlere, velilere sorulmuyor. Asıl onlara sormak gerekmez mi?

Derince: Bizim derdimiz de tam buydu. Değerli çalışmalar var tabii ki, ama bunların hiçbiri alan araştırmasına dayanmıyor. Biz ilk önce, “neden sorunun muhataplarıyla görüşmüyoruz?” diye sorduk kendimize.

Çocukların yaşadığı tek mağduriyet sınıfta Kürtçe konuşamamak, bir şey anlayamamak değil. Bu sorun üniversitede, iş hayatında da devam ediyor, çünkü bu sadece eğitsel değil, psikolojik bir sorun aynı zamanda. Kürtçenin değersizleştirilmesini içselleştirmiş insanlar var.

Raporun en önemli özelliği de bu herhalde…

Derince: Evet. Ailelerle, çok farklı sorunlarla karşılaşıp bölgede, kimi Zazaca, kimi Arapça, kimi Kırmanci konuşulan yerlerde görev yapan, Kürtçe bilmeyen öğretmenlerle, Kürt öğretmenlerle, en önemlisi, öğrencilerle görüştük. Öğrencilerin okula başlarken sıkıntısının okuma-yazma öğrenmek olmadığını gördük.

Uçarlar: Bu, bildiğimiz anlamda bir yüksek politika konusu değil, bir ideolojinin uzantısı olarak tartışılamaz bu konu. Çocuklarla ve öğretmenlerle konuşmazsanız, üç cümleden öte bir şey söyleyemezsiniz. “Anadilde eğitim bir insan hakkıdır” diyebilirsiniz en fazla. Sosyal bilimler de son yıllarda çok değişti. Eskiden, mağdurlara sorarak hazırladığınız bu tür bir çalışma çok sübjektif görülürdü.

Derince: Her sene ÖSS, SBS sonuçlarının net olarak gösterdiği bir şey var: Kürt bölgesindeki 14-15 ilde okuyan çocuklar en kötü puanları alıyor. Bu rakamların ardındaki yakıcı boyutu görmek için de yapıldı bu çalışma. Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken Mardin’den, Van’dan gelen arkadaşların önemli bir kısmı hazırlık sınıfının sonunda dil sınavını geçemiyordu mesela. Fizik, matematik, sosyoloji, hangi bölümde okurlarsa okusunlar, hazırlık sınıfını iki-üç yılda atlayabildiler ancak. Bu durumun eğitimdeki anadil meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum.

Nesrin Uçarlar, Şerif Derince (Fotoğraf: Murat Meriç)

Görüşülen pek çok kişi “hayata 1-0 yenik başlamak”tan söz ediyor. Kürt öğrenciler, en iyi ihtimalle, yaşıtları ikinci, üçüncü sınıflardayken Türkçeyi daha yeni söküyorlar. Bu sürecin bıraktığı arazlar da kolay kolay silinmiyor olsa gerek…

Uçarlar: Kürtlerin eğitimde anadillerini kullanma hakkına Türklerin yaklaşımını da etkileyebilecek bir çalışma bence bu. Çocukların ağzından bu mağduriyetleri duymak, “Korsika’da bu eğitim şu kadar yapılıyor”, “bu bir insan hakkıdır” demekten çok daha fazla şey söyleyecek.

Derince: İnsanların söylediklerini hiç yorum yapmadan verdik, raporun önemli bir kısmını görüşmeler kaplıyor. Hangi arkaplandan gelirse gelsin, bunları okuyanların çıkaracağı bir sürü sonuç var.

Uçarlar: İki Dil Bir Bavul’un sinemada yaptığını biz bilimde yapmaya çalıştık. (gülüyor)

Derince: Bu konu Kürtlerin yüzde yüz hemfikir olduğu konulardan biri. Türkiye’deki halkların eğitimde anadilin kullanılması meselesinde o kadar da milliyetçi tavır geliştirmediğini gösteren çalışmalar var. Eğitim-Sen’in 26 şehirde yaptığı çalışma, Türkiye’deki insanların yüzde 69’unun anadilde eğitimin bir hak olduğunu, bu hakkın herkese sağlanması gerektiğini düşündüğünü gösteriyor. Anadili Kürtçe, Zazaca, Lazca olan gruplarda bu oran yüzde 90 ila 99 arasında.

Uçarlar: Devlet/hükümet politikalarının, en başta medyanın söyleminin değişmesiyle anadil sorununun çok rahat çözülebileceğini düşünüyorum. Nasıl çirkin çirkin diziler yapıp “halk bunu istiyor” diyorlar, buna benziyor. “Türk halkı bunu istemez, karşı çıkar” demek büyük bir mazeret gibi sunuluyor. Hükümet olarak tersi yönde bir niyetiniz olursa, buna uygun kampanyayı da yaparsınız. Bu hükümet eğitimde anadilin kullanılması yönünde adım atmak istese, insanlar çok kolay ikna edilebilir. Kürtçe eğitimi “bağımsız Kürdistan”dan ayrı tartışmazsanız, tabii ki eğitimde anadil deyince insanlar derhal bunu hatırlar. Ama Eğitim-Sen başka bir şekilde kurgulayıp sorduğunda, insanlar “evet, tabii ki olmalı” diyor. Belki de bunu bir demokratlık nişanesi olarak düşünüp “tabii ki haktır” diyorlar ama, tam olarak nasıl yapılacağında takılıyorlar. “Bağımsız Kürt devleti” çağrışımı oluyor, ama bu da devlet politikalarından kaynaklanıyor.

Öğretmenler sınıfta ajanlar belirliyor, çocuklar komşuları dinliyor, gelip öğretmene anlatıyor. Öğretmen de Kürtçe konuşanları dövüyor, ispiyonculuk yapanları ödüllendiriyor. Bu şekilde hem çocukların daha hızlı asimile olmasını, hem de ailelerin asimilasyona dahil olmasını sağlamaya çalışıyorlar.

Raporun tarihçe kısmında ayrıntılarıyla bir dönemin politikalarını anlatıyorsunuz: 1924 anayasası, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Latin alfabesi, Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası, İskân Kanunu, Soyadı Kanunu en temel dönüşümler. Mahmut Esat Bozkurt gibi bariz faşist örneklerin yanında, Atatürk ve İsmet İnönü’den yapılan alıntılar, Kürtleri Türkleştirme çabasının köklü bir devlet politikası olduğunu gösteriyor. Rapordaki tarihçeye göre, 1950’den 1980’e yine bu politikaların sürdürüldüğü, ama nispeten sakin bir dönem var. Bir başka temel kırılma ve baskı dönemi, 12 Eylül oluyor…

Uçarlar: Dersim ‘38’den sonra uzun süre sessizlik var. Bir de 1960’ta benzer bir hareketlilik ve devletten bir karşılık oluyor. Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve sonrasında başka örgütler ‘70’lerde çıkıyor. Esas olarak genç, devrimci öğrenciler, memurlar Kürt hareketinin liderliğini yapıyor. Bu hareketlerdeki insanlar ‘80’lerde ya hapse atılıyor ya sürgüne gönderiliyor ya öldürülüyor. Kültürel politikaları savunanlar da ortada kalmıyor ya da çoğu Avrupa’da. Bu dönemde Kürtçenin Sorani lehçesi güneyde gelişmeye başlıyor, Kurmanci lehçesi Türkiye’de gelişecek zemin bulamıyor ve sürgünde gelişiyor, diasporada standartlaştırılıyor. Darbe olmasaydı, Türkiye’de de birtakım hareketler Kürtçenin korunması ve geliştirilmesi üzerine çalışmaya devam edebilirdi.

Derince: Hapislerde çok ciddi yazma süreçleri var. Mesela, “modern Kürt romanının kurucularından Mehmed Uzun”a giden yol Diyarbakır Cezaevi’nden başlıyor. Onun gibi pek çok insan var, siyasi tutuklular günlüklerini Kürtçe tutmaya çalışıyor. ‘80’den sonra zorunlu veya doğrudan zorunlu olmayan, yani mesela su verilmediği için, artık tarım, hayvancılık yapılamadığı için (benim ailem böyle mesela) göçen insanlar şehirlere gelince Türkçeyle çok daha fazla karşılaşmaya başlıyor. Birçok kurum var, hepsinde dil Türkçe. Bu süreç Kürtçenin hızla gerilemesine yol açıyor. “Kardelenler”, “Haydi Kızlar Okula” gibi kampanyalar da bu süreçlerle ilgili. Askeri zihniyet diyor ki, “biz bunların annelerine Türkçe öğretemediğimiz sürece bir şey yapamayız”. Gerçi, erkek çocukları da okuyamıyor ki. Basında “Kürtler dini sebeplerden dolayı kızları okula göndermiyor” deniyor ya, bu çok yanıltıcı.

Uçarlar: ‘40’larda bölge yatılı okulları açılıyor, en ünlüsü Sıdıka Avar’ın müdürü olduğu Elazığ’daki okul. Avar, gerçekten çok cansiperane, eşek sırtında, kamyon kasasında köy köy dolaşıp kızları topluyor. İsyanın tamamen bastırılması için önce kız çocuklarının eğitilmesi gerektiğine karar veriyor devlet. Ama, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da iyi ki “başarısız” olmuş. (gülüyor)

“Başarılı” bir asimilasyon politikası için bile Kürtçenin en azından ilkokulda kullanılması gerekmiyor muydu? İlkokulun ilk gününde beton gibi bir yabancı dille karşılaşan çocuk, ister istemez bilişsel bir engeli aşmak durumunda. Yani, 1-0 geride…

Derince: Giderek hallolacağını sanıyorlar, ama olmuyor. İnsanlar ilk dönemlerde karşılaştıkları problemleri hayatlarının ileriki dönemlerine de taşıyorlar, hayatları boyunca bunun sıkıntısını çekiyorlar. Hele şehirlerde, başka öğrencilerle farklarını, imkânlarının farklılığını görüyorsun, belki köyde kalsan bunları görmeyeceksin. Ben Mersin’de ilk beş ayda okulun bahçesindeki kaldırımda yaptığımız derslerde okuma-yazmayı öğrendim, daha sınıfımız yeni yapılıyordu. Bunları görünce insanlar daha tepkisel oluyor. 2001’de öğrenciler Kürtçe seçmeli ders istemiyle dilekçe haklarını kullandığı için okullarından atıldığında sorun daha görünürleşti, siyasetçilerin Kürtçe konuşamaması bir kırılma noktası haline geldi.

Uçarlar: Tartışılamayan konuların varolması, siyasallığın ölümü demek. Siyaset ölmüşse, istediğiniz rejimi kurun, bir anlamı yok. Bu konuyu sahiplenmeye çalışan insanlar, Kürt akademikler, politikacılar bir kere Kürtçenin itibarını artırmaya çalışıyorlar. Bu çocukların yaşadığı tek mağduriyet sınıfta Kürtçe konuşamamak, bir şey anlayamamak değil. Bu sorun üniversitede, iş hayatında da devam ediyor, çünkü bu sadece eğitsel değil, psikolojik bir sorun aynı zamanda. Kürtçenin değersizleştirilmesini içselleştirmiş insanlar var. Kürtçe kurslarının kapanmasına dair birtakım söylemler vardı, bunların hepsi birden doğru olabilir. Biri, devletin yüzeysel reform girişimini boşa çıkarmak. Bir başka sebep, maddi külfet. Bir başkası, Kürtçenin kurslarla öğretilmesinin yanlışlığına işaret etmekti, “zaten bildiğimiz bir dili parayla öğrenmek istemiyoruz, devletin parasız öğretmesini istiyoruz” diyorlardı. Bir argüman da şuydu: Kürtçe öğrenmenin insanlara ne yararı olacaktı? Bu argüman bile, eğitimde anadilin kullanılması için yeterli bir gerekçe bence. Aklıma gelmişken söyleyeyim, bütün bu tartışmalarda benim en önemsediğim konulardan biri de muhbir yetiştirme. Bu çok ciddi bir sorun.

Derince: Özellikle köy okullarında, bazı öğretmenler öğrencilere evlerde kimlerin Kürtçe konuştuğunu tespit ettiriyor. ‘80 darbesinden önce de var bu, sonra da. Sadece okulda değil, hayatın her alanında, evlerde de çocukların sadece Türkçe konuşacağından emin olmak istiyorlar. Bu şekilde hem çocukların daha hızlı asimile olmasını, Kürtçeyi unutmalarını istiyorlar, hem de ailelerin de bu asimilasyona dahil olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Mülâkat yaptığımız kişiler, bunun öncülüğünü de bölgedeki karakolların yaptığını söylüyor. Muhtarlara baskı uyguluyorlar, onlar da öğretmenlere baskı yapıyor. Bir öğretmen Millî Eğitim’den bir yetkilinin gelip broşür dağıttığını, bunlarda Kürtçe konuşan insanların tespit edilmesinin istendiğini anlatıyor. Öğretmenler sınıfta ajanlar belirliyor, çocuklar pencere kenarlarından komşuları dinliyor, gelip öğretmene anlatıyor. Öğretmen de Kürtçe konuşanları dövüyor, ispiyonculuk yapanları ödüllendiriyor.

Susmak tercih edilmiş bir durum değil, zorunlu bir durum. Öğretmenin ne söylediğini anlamıyor, tuvalete gitmek için izin bile alamıyor, öğretmen soru sorduğunda susuyor. Susma durumu, Türkçe öğrenmekle geçmiyor. Pasifleşiyorlar ve kendileri de farkında bunun.

Öğrencilerin anlattıklarında hep bir sessizlik hali çıkıyor karşımıza. Ders bitsin diye bekliyorlar, teneffüslerde de Kürtçe yasaklanıyor, gün bitsin diye bekliyorlar, öğretmene soru soramıyorlar, sorulara cevap da veremiyorlar. Aslında Türkçeyle bir dil öğrenmiyorlar, konuşmamayı, kendini ifade etmemeyi öğreniyorlar. Hep susan, hep bekleyen binlerce çocuk… Kimilerinin ilk öğrendiği Türkçe kelime “sus”…

Derince: Susmak tercih edilmiş bir durum değil, zorunlu bir durum. Yapacak başka bir şey yok, öğretmenin ne söylediğini anlamıyor, tuvalete gitmek için izin bile alamıyor, öğretmen soru sorduğunda susuyor. Susma durumu, Türkçe öğrenmekle geçmiyor, mesela üniversitede de devam ediyor. Kürtçeden çok daha iyi Türkçe konuşuyor belki, ama hoca bir soru sorduğu zaman, bilse bile, parmağını kaldırıp söyleyemiyor. Pasifleşiyorlar ve kendileri de farkında bunun.

Susmak zorunda kalmak, dilin değersizliğinin, unutulması gerektiğinin sürekli vurgulanması, çocukların kendilerini, ailelerini, kültürlerini hakir görmesine de yol açıyor. Kürtçenin yetersiz, değersiz bir dil olduğu düşünülebilir mi? Konuştuğunuz öğretmenlerden biri, öğrencinin belki ot hakkında sabaha kadar konuşabileceğini, ama Türkçe “ot” kelimesini kavramsallaştırmakta zorlandığını, bu nedenle belki ancak bir cümlecik kurabildiğini söylüyor…

Uçarlar: Dünyada dil açısından en zengin kıta Afrika’ydı, hâlâ da öyle. Ama zamanla Afrika’da başlayan dil kaybıyla birlikte büyük bir bilgi kaybı da olduğunu biliyoruz. İnsanların doğaya dair o dillerde çok değerli bilgiler var. O dil kalmadığında, çeviri imkânı bulunamadığı için ya da hatta bazı kelimeler çevrilemediği için bu bilgiler aktarılamıyor. Böylece epistemolojik olarak bütün dünya kısırlaşmış oluyor. Ağaçla ilgili, suyla ilgili bilimsel dogmalar yaratmış oluyoruz, sürekli fakirleşiyoruz, buna da “ilerleme” diyoruz.

Derince: Bu bilgilerin kaybolmasıyla türlerin, bitki ve hayvan türlerinin de kaybolduğu anlatılıyor.

Uçarlar: Bu sadece Kürtler için değil, Türkler için de büyük sorun. Türkler de fakirleşiyor.

 

Kürtçe bilen öğretmenlerin yanında, Kürtçe bilmeyen öğretmenlerin tamamı eğitimde anadilin kullanılmasının şart olduğunu söylüyor…

Derince: Evet, istisnasız. Farklı şekillerde de olsa, hepsi mutlaka eğitimde anadilinin kullanılması gerektiğini düşünüyor. Kimi ilk birkaç sene diyor, kimi tamamen, kimi iki dilde eğitim diyor, ama kimse kullanılmasın demiyor. Çektikleri vicdan azabını, anadilinin kullanılmamasının yol açtığı sorunları anlatıyorlar, batıdaki öğrencilerle karşılaştırıp doğudakilerin dezavantajlarını sıralıyorlar, ama sonunda hep “Türkçe de öğrenmeleri gerekir” diyorlar. Eğitimde anadilinin kullanılması basit bir şekilde Kürtçe öğretilmesi demek değil, eğitim sürecinde anadilinin ciddi bir parça olması demek. Bizim kastımız belli bir süre Kürtçe eğitimden sonra Türkçeye geçiş yapılması değil, bu uygulama hiç iyi sonuçlar vermeyen bir model. ABD’de Hispanikler için uygulanmış, sosyal sonuçları da çok kötü olmuş. Eğitimde anadilinin kullanılması için anadilinin bütün eğitim sürecini kapsaması gerekiyor. Türkçeyle, giderek mesela İngilizceyle birlikte.

Uçarlar: Sorun tek dilli olmak değil ki, çift dilli olabilmek.

İngilizce, Fransızca, Almanca eğitim yapılabilen bir ülkede zaten bunu tartışmak abesle iştigal değil mi?

Uçarlar:Eğitimde anadilinin kullanılması” terimini raporda özellikle kullanıyoruz, “anadilinde eğitim” yerine bunu tercih ediyoruz. Öbür türlü, paranoyaları güçlendiren bir söylem oluyor. Eğitimde Kürtçenin kullanılması, Türkçenin de kullanılabilmesi, bölgenin ihtiyaçlarına göre eğitimin sürekli gözden geçirilmesi demek. Örnekler, bu sorunun bir kerede çözülmediğini gösteriyor. Bask bölgesinde ‘70’lerden beri çeşitli modeller var ve sürekli gözden geçiriliyorlar. Türkiye’de de sorunu böyle tartışmak lâzım. “Bir model bulacağız ve sorun bitecek” diye bir şey yok.

Tek dilli eğitimin Türkler için de ciddi sorunları var. Herkes “eğitim şart” diyor, ama eğitimin çok kötü yapıldığının da herkes farkında. Belki de sorun merkeziyetçiliktedir. Aydın’da yaşayan birinin eğitim sorunuyla Rize’dekininki farklı olabilir. Kürtçenin eşit bir şekilde eğitime dahil edilmesi, Türklerin özgürleşmesine de katkıda bulunacaktır.

Sorunun bir de coğrafi ayağı var. Hep Türkçe bilmeyen çocuklardan konuşuyoruz, ama Türkiye boydan boya Kürtçe bilmeyen, çocukluğundan itibaren Türkçeyle büyüyen Kürt çocuklarıyla dolu, İstanbul belki Kürt nüfusu en yüksek şehir. Buralarda eğitimde anadil nasıl kullanılacak?

Uçarlar: Raporda söylüyoruz, eğitimde anadil tartışması yetki devriyle birlikte olmak durumunda. Nasıl olacağını bilemiyorum, ama mesela bakanlığın Milli Eğitim il müdürleri var, ne yaptıklarını bilmiyorum açıkçası. Bölgelerinde anadili Kürtçe olan kaç çocuk var, orada nasıl bir model geliştirmeli, öğretmenleri, eğitimbilimcileri de çağırarak bunları araştırabilirler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti varoldukça bu sorun da olacak. Aslında, buna sorun diye bakmamak lâzım, hep böyle konuşuyoruz ama, hayatın bir veçhesi bu ve bunu ele almak durumunda hükümet veya devlet. Bu örgütleri beraber doğru düzgün yaşayabilmek için kuruyoruz, yoksa bizi tahakküm altına alsınlar diye değil. Bu örgütlerin bunlara çözüm bulması gerekiyor. Buradaki sorun Kürtçe diye bir dilin varlığından kaynaklanmıyor, eğitimin tek dilli ve Türkçe olmasından kaynaklanıyor.

Dolayısıyla, eğitimde kullanılacak anadilden sadece Kürtçeyi kastetmiyoruz. Mesela Artvin’e gittiğimizde ne olacak?

Derince: Araştırmaya başlarken sadece Kürtçe vurgusuyla yola çıkmadık. Ayrıca, tek dilli eğitimin Türkler için de ciddi sorunları var. Eğitim, Türkiye’de herkesin çok ciddi şikâyet ettiği bir alan. Herkes “eğitim şart” diyor, ama eğitimin çok kötü yapıldığının da herkes farkında. Belki de sorun merkeziyetçiliktedir. Aydın’da yaşayan birinin eğitim sorunuyla Rize’dekininki farklı olabilir. Bu farklılıkları göz önüne alan müfredatlar yapmak birtakım insanların gözünde “bölünme” oluyor. Kürtçenin eşit bir şekilde eğitime dahil edilmesi, Türklerin özgürleşmesine de katkıda bulunacaktır.

Uçarlar: Bunları konuşurken aslında, milliyetçilik ve ulus-devlet eleştirisi yapıyoruz. Tek-tip eğitim modeli, ulus-devletin ortak bir ulusal pazar, tek-tip vatandaş yaratma projesinin ürünü. Eğitimi bu projeden bağımsız tartışamayız. Bir arada yaşama rızası ancak ortak bir dille sağlanabilir diye düşünmemek gerekiyor. Akıl tutulmasını aşıp rızayı nasıl sağlayabiliriz diye düşünmeliyiz.

Derince: Dil birliği tartışmalarında hemen Belçika, İsviçre örnekleri verilir, “bakın, çatırdıyorlar” diye. Çatırdıyorlarsa (ki aslında böyle bir durum da yok), bunun sebebi eğitim değil, ayrıca eğitim konusunda Türkiye’nin kat kat üzerinde yerler bunlar. Finlandiya örneği vereceğim, “onlar zaten zengin” diyecekler, ama en güzel örneklerden biri: Bir kamu kuruluşunda çalışmak istiyorsan, en az İsveççe ve Fince bilmen gerekiyor, üstelik bu insanlar dördüncü sınıftan itibaren İngilizce öğreniyorlar, araştırmalar da Fin sisteminin hem dil hem eğitim açısından en iyi sistem olduğunu söylüyor. Türkiye’de öğrenciler İngilizce dersinden nefret ediyor, çünkü doğru düzgün öğretmenleri, materyalleri yok, hayatlarında bu dilin bir karşılığı yok. Zengin ailelerin çocukları için İngilizce değerli, çünkü onların uluslararası şirketlerde pozisyonları var, yurtdışına seyahat ediyorlar, Avrupalı arkadaşları var. Bunun yanısıra, psikolojik, pedagojik hipotezlerin yanında, psikodilbilimsel araştırmalar da dillerin birbirini dışlamadığını, birbirlerine destek verdiğini gösteriyor. Türkiye’de ailelerin çocuklarıyla Kürtçe konuşmama refleksi geliştirmeleri sadece korumayla ilişkili değil, “çocuk geri kalmasın” diye de düşünüyorlar. “Kürtçe kafasını karıştırır, Türkçe öğrensin” diyorlar, buna inandırılıyorlar. Devletler de dillerin birbirinin düşmanı olduğunu söylüyor, ama böyle bir şey yok.

Eğitimde anadilin kullanılmasında kaybolan bir dilin korunması kaygısı da rol oynamıyor mu?

Uçarlar: Çocuk konuşanları olmayan bir dilin geleceği tehlikede demektir, o dil ancak müzelik hale gelebilir, “kültürel zenginlik” olarak kalır. Burada beraber yaşıyoruz; buna devam etmeye niyetimiz varsa, Türkçenin de zenginleşmesi gerekiyor, bu da Kürtçesiz olmaz. Türkçe edebiyatın da birtakım sıkıntılar yaşıyor olması bir tesadüf mü? Bence değil, çünkü etrafındaki hiçbir dilden beslenmiyor Türkçe. “Kendimi koruyacağım” diye kapanıp kalmış, kendini hep birtakım başka dillerden “temizlemiş”.

Bask bölgesi eğitimde çift-dillilik de değil, çok-dilliliğin uygulanması konusunda dünyada önde giden yerlerden biri. Orada üretilen bilgi dünyada akademiyi belirliyor, dil araştırmalarında teoriler üretiyorlar. Dilleri tek başına değil, iç içe araştırmayı öneriyorlar, 150 yıllık dilbilim bakış açısını değiştiren şeyler bunlar.

Raporun sonunda dünyadan üç örneği (Baskça – İspanya, Korsikaca – Fransa, Uygurca – Çin) anlatmışsınız. Bunlar bize ne gösteriyor?

Uçarlar: Mesela Korsika da Fransa’yla çok iç içe geçmiş, sadece Korsikaca eğitim talebine Korsikalılar ilgi göstermiyor haklı olarak. Kürtçe eğitim konusuna da, “Türkçe bir katildir” diye, “sadece Kürtçe olmalı” diye bakılmamalı. Kürtçe konuşmayanları Kürt olmamakla suçlamak, bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçe konuşmayanları Türk olmamakla suçlaması gibi bir şey. Yine hem Korsika’dan hem Bask bölgesinden öğrenebileceğimiz bir şey, bu eğitimin verilmesini beklememek gerektiği. Bir kere bunların eğlenceli bir direniş hareketine dönüşmesi gerekiyor, devlet suratıyla bu mücadeleyi yürütmenin anlamı yok. Festivaller, şenlikler, Filmler… Eğitim dili olmadan önce de Kürtçenin yaşatılması için yapmak gereken çok şey var, çünkü aksi takdirde Kürtçe öğrenmeye gerek duymayan çocuklar yetişecek. En sert koşullarda bile yapabilmiş Basklar bunu, Franco döneminde gece okulları açmışlar, Baskça eğitim başlayana kadar ilgiyi bu sayede ayakta tutmuşlar. Yine Bask örneğinden öğrenebileceğimiz bir şey, Bask ülkesinin değişik bölgelerinde değişik eğitim modellerinin uygulanması, bunların sürekli gözden geçirilmesi.

Derince: Bask bölgesi, eğitimde çift-dillilik de değil, çok-dilliliğin uygulanması konusunda dünyada önde giden yerlerden biri. Orada üretilen bilgi, dünyada akademiyi besliyor, belirliyor. Kastilyanca, Baskça, yanında İngilizce öğreniyorlar, dil araştırmalarında teoriler, metodolojiler üretiyorlar. Dilleri tek başına değil, iç içe araştırmayı öneriyorlar, 150 yıllık dilbilim bakış açısını değiştiren şeyler bunlar.

Uçarlar: Bazı örneklerde, o dili dil ailesiyle birlikte düşünmek gerektiği anlatılıyor. Mesela, Kürtçeye Farsça öğrenimini de dahil edebiliriz. Sadece Türkçe ya da İngilizce değil, yakın akraba dillerle beraber düşünülebilir bu dil. Bask ülkesinde Baskça ve Kastilyanca bilmeyenler var, göçmenler, Romanlar var, Baskların onları da düşünmesi gerekiyor. Mesela Kürdistan’da Arapların, Süryanilerin de düşünülmesi gerekiyor.

Bütün bunlar müfredatı da düşünmemize yol açacak. Mesela coğrafya, tarih eskisi gibi öğretilebilir mi bu eğitim modellerinde?

Uçarlar: Yeni, daha demokratik bir müfredat için çalışmalar var. Yoksa Kürtçe “Türküm, doğruyum” okuyacaklarsa, bir anlamı yok. (gülüyor)

* Türküm doğruyum çalışkanım

Express, sayı 114, Kasım 2010

^