Amed Film Festivali sekiz yıllık aradan sonra yeniden izleyiciyle buluşuyor. Bu dönüşte sizin için en baskın motivasyon kaynağı neydi?

Lisa Çalan: Kaldığımız yerden devam ediyor olsak da yeni bir izleyici kitlesi yaratmak istiyoruz. 2015’te birlikte olduğumuz insanlarla bugünkü insanlar arasında ciddi farklar var. On yıl önce 10 yaşında olan biri şimdi 20 yaşında. Bu kuşağı da bu hikâyenin bir parçası haline getirmek istiyoruz. “Kaldığımız yerden devam ediyoruz” diyoruz, ama günümüzde oluşan yeni izleyici kitlesine göre de özgün yanları olan bir festival bu. Her zaman çoğulcuyduk, ama artık daha yatay ve genişleyen bir festival olmak istiyoruz. Son sekiz yıl boyunca Kürdistan’daki yoğun kültürel soykırım, kültürümüzü yaşatmanın önüne konan engellerin dezavantajını özellikle sinema alanında çok yaşattı. Türkiyeli sinemacıların da sıkıştığı bir sistem var, ama burada hikâyesini izleyiciyle buluşturamayan, kendine yer bulamayan geniş bir Kürt sinemacı kitlesi bulunuyor. Bu nedenle festivalin önemi çok daha artıyor. Son yıllarda belli aralıklarla belgesel festivali FilmAmed’i yaptık, ama Uluslararası Amed Film Festivali sekiz yıl sonra yeniden düzenleniyor. Bu süre zarfında çekilen onlarca kısa ve uzun metraj film izleyicisine, halkımıza ulaşamadı. Bu yılki festival çok katmanlı ve motivasyonu yüksek bir festival.

Sîdar Aslan: 2012’de Ortadoğu Sinema Akademisi’nin kurulmasıyla birlikte festival yapma düşüncesi de başlamıştı. Kürt kimliğimizle kendi hikâyemizi anadilimizde üreterek sanat yoluyla anlatmak ve izleyiciye ulaştırmak için yola çıkmıştık. Festival çatısı altında yalnızca Kürtçe filmleri değil, çok dilli filmleri de bir araya getirmek ve farklı halkların hikâyelerini buluşturmak istiyorduk. 2012’den bu yana yalnızca Amed’de değil, Batman’da, Van’da, Mezopotamya Kültür Merkezi’nin sinema kolektifiyle ortak olarak İstanbul’da da çalışmalar yürüttük. Sadece Kürt dilini ve kültürünü değil, çoğulculuğu önemsiyoruz.
2016 sonundan itibaren birçok HDP’li belediyeye kayyum atandı. Şimdi de kayyumla yönetilen belediyeler var, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin eski eş başkanı Selçuk Mızraklı dahil olmak üzere birçok belediye başkanı hâlâ hapiste. Sekiz yıl aradan sonra bu festivali yapmak bu bağlamda sizin için ne ifade ediyor?
Lisa: 2015 ve 2016’dan bu yana yalnızca Kürdistan’da değil, Türkiye’de genel olarak muhalif olan, sesini yükselten ve özellikle sanat alanında üretim yapan herkes için ciddi bir sansür ve otosansür ortamı oluştu. Türkiye’nin köklü festivalleri bile bu baskı altında tartışılır hale geldi. Türkiye bunlarla uğraşırken biz burada bambaşka bir mücadele yürüttük. Kürt sinemacılar yaşananlara “kültürel soykırım” diyor artık; biz otosansürün en ağır halini yaşıyoruz. Bu yüzden 2016’da kayyumların yarattığı tahribat çok büyük oldu. Sinema ve kadın politikaları dahil tüm kültürel alanlarda ciddi kayıplar yaşandı. Direngen ve devrimci sinemadan tiyatroya kadar her alana müdahaleler oldu. Seçilmişlerin yerine atanan kayyumlarla kültür alanı da gasp edildi. Bu süreçte Diyarbakır Kısa Film Festivali gibi bağımsız girişimler de sürekli engellendi.
Biz şimdi bu tahribatı kültürel çalışmalarla gidermeye çalışıyoruz. Son iki yıldır bu enkazı kaldırmakla meşgulüz. Sadece sinemada değil, tüm kültürel alanlarda tahribat var. Asimilasyon politikalarına karşı en güçlü araç yine kültürel çalışmaların kendisi. Biz de bu motivasyonla festivali yeniden yapıyoruz. Sadece Kürt sineması değil, birçok sinemacı risk altında. Kapılarımız kendine yer edinmek, izleyiciyle buluşmak isteyen tüm sinemacılara açık. Elbette ilkelerimiz var: Halklara hakaret eden, kadın özgürlük perspektifini yok sayan üretimlere alan açmıyoruz. Ama bunun dışında bağımsız ya da değil, hikâyesini anlatmak isteyen herkese alan yaratıyoruz.
Tahribatı kültürel çalışmalarla gidermeye çalışıyoruz. Son iki yıldır bu enkazı kaldırmakla meşgulüz. Sadece sinemada değil, tüm kültürel alanlarda tahribat var. Asimilasyon politikalarına karşı en güçlü araç yine kültürel çalışmaların kendisi. Biz de bu motivasyonla festivali yeniden yapıyoruz.
Sîdar: Festival içeriğinde de bu çeşitliliği görüyorsunuz. Uzun zaman sonra Diyarbakırlılar yeniden sinemaya gelip film izleyecekler. Kayyum politikaları yapmak istediğimiz birçok etkinliği engelledi.
Lisa: Alanlar da kapatıldı. Burada iki sinema salonumuz vardı, bu yıllar boyunca o salonlara giremedik. FilmAmed’i bile dayanışmalarla, daha küçük ve alternatif salonlarda yapabildik. Hafızayı diri tutmaya çalıştık. Şimdi üçüncü kez Amed Film Festivali’ni yapıyoruz, ama bu kez daha büyük ve kapsayıcı. Uzun ve kısa metraj birçok filmden oluşan güçlü bir seçki hazırladık. 84 filmden oluşan seçkimizin neredeyse kırkı kadın yönetmenlere ait.
Sizin kuşağınız için Ortadoğu Sinema Akademisi ne ifade ediyordu? Şimdi Amed Film Festivali genç kuşaklar için yeni bir okul olabilir mi?
Lisa: 2012’de Amed’de iki kent konservatuarı kurulmuştu: Aram Tigran Kent Konservatuarı ve Cegerxwîn Kültür Merkezi. İkimiz de bu konservatuarların öğrencileriyiz. Orada iki yıl boyunca kendi anadilimizde sinema öğrendik. O zaman bir tohum atıldı; yıllardır yaptığımız çalışmalarla o tohumu filizlendirmeye devam ediyoruz. 2016’da konservatuarlar kapatıldı, ama Ortadoğu Sinema Akademisi bir grup gönüllünün emeğiyle çalışmalarını sürdürmeyi başardı. Bizler de üretimlerimizi oraya kaydırdık. Bu süreçte herkesin farklı bir hikâyesi oldu; 2015’ten sonraki şehir savaşları herkesi dağıttı, Türkiye’yi dağıttı. Yurtdışına gidenler oldu, kendi kabuğuna çekilenler oldu, cezaevleri doldu taştı. Akademi ise kurs çalışmalarıyla, arada düzenlenen film gösterimleriyle varlığını sürdürdü. Film üretimleri de imkânlar dahilinde devam etti. Biz buna “devrimci, direngen sinema” diyoruz. Eski öğrenciler olarak bu çalışmalara öncülük ettik.
Bu festival de yeni bir döngü yaratmayı amaçlıyor. Aram Tigran Konservatuarı yeniden açılıyor. Kapanan yerlerin tek tek açılması için yoğun çalışmalar yürütülüyor. Bu konservatuarlarda yeni kuşaklar yetişecek. Biz burada kolektif çalışırız. Bu yeni kuşağı yaratmanın yollarından biri de festivallerdir. Son on yılda büyük bir yalnızlık duygusu oluştu. Sokak röportajlarına bile yansıyor, gençler sürekli yalnızlıktan bahsediyor. Bu festivaller yalnız olmadığımızı gösteren alanlardır. Uluslararası bir film festivali yapıyoruz. Kolombiya’da yaşayan birinin hikâyesini de burada göreceğiz. Bir genç bu filmi izleyecek, belki bir yönetmenle tartışacak, o atmosferden kendine bir pay çıkaracak.
Kürt sinemasının Türkiye’de festivallerde yer edinmesi çok zor. Orta halli bir film yaptığında bile filminin halka ulaşması çok sınırlı. Bu yıl festival için “sekiz yıllık panorama” dedik, sekiz yılda çekilen her filme alan açtık.
Festivalin tematik bir başlığı da var: Dinya bi çîrokan tê ba hev (Dünya hikâyelerle bir araya gelir). Bu cümle sizler için ne demek?
Lisa: Kürdistan’da demokratik sosyalist bir toplum tartışması yürütüyoruz. Türkiye’de artık Kürt sorunu yok deniyor, ama Ermeni, Süryani, Çerkes sorunu var. Toplumun tamamının aynı anda sözünü kurabileceği bir toplumsal inşa sürecinden bahsediyoruz. O yüzden sadece kendi hikâyemiz yok. Birçok hikâye yan yana gelsin, sürece vurgu yapılsın istedik ve böyle bir slogan, motto hayal ettik. Birbirimizi dinleyerek, anlayarak var olabiliriz. Komşunun da hikâyesine kulak kabartabileceğimiz bir yeniden inşa sürecine ihtiyaç var. Kayyum sürecinden sonra biz de yeniden inşa sürecindeyiz.
Evet, sözlü tarih geleneğimiz çok güçlü. Biz son kırk-elli yılın değil, son yüz yılın savaşını yürütüyoruz. Büyük bir arşiv sorunumuz var. Yoksullaştırılmış, okuması bile istenmemiş bir halk var. Sözlü tarih, yapacağımız her sanata ilham veren çok güçlü bir kaynak. Sloganımızın derinliği de hikâyelerin çeşitliliğine olan inancımızdan geliyor.
Sekiz yıllık görünmeyen üretimi görünür kılmaktan bahsettin. Bu süre zarfında Kürt sinemasında neler oldu?
Lisa: Biz artık ayrım yapmak yerine birleştirmeye çalışıyoruz. Kürdistan çok parçalandı, dağıldı. Dünyada sinema kendini tüketme noktasına gelirken biz Kürt sinemasını var etmeye çalışıyoruz. Türkiye’de festivaller kendini tüketirken biz yeniden başlıyoruz. Sekiz yıllık panoramayı da birleştirici bir yerden ele aldık. Bu son on yılda çok büyük fikir ayrılıkları yaşadık. Özgürlük için Sanat İnisiyatifi olarak İstanbul’da bir çalıştay yürüttük, insanları bir araya getirmek gerçekten çok zordu. Son sekiz yılda yapılmış filmleri bir araya getiren bir seçki oluşturmak, sandıkları açmak gibiydi. Bir yerde festival yapılmış, film gösterilmiş, ama yönetmeni gidememiş, kendi filmini perdede görememiş. Dijital platformlar da sinemacıları çok dar bir izleyici kitlesine sıkıştırıyor. Biz halkla teması kesmek istemiyoruz. Halkın da bu çerçeveye dahil olmasını istiyoruz. Yönetmen bir film yapmış, eleştirilecek yanları da olabilir, halk bunu izlesin ve yorumunu yapsın istiyoruz. Bu sürecin birincil öznesi halk olsun istiyoruz. Bu yüzden sekiz yıllık panorama hem görünmeyeni kapsamak hem de birleştirici bir güç oluşturmak açısından çok önemliydi.
Bu panoramada festival izleyicisine sürpriz olacağını düşündüğünüz filmler var mı?
Lisa: Biz de çok merak ediyoruz. Bu yıl festival nasıl geçecek, gerçekten bilmiyoruz. 11–12 yaşında olanlar şimdi 20’li yaşlarında olacak, bir sürü yeni bakış açısıyla karşılaşacağız. Filmlere tepkiler nasıl olacak, nasıl tartışmalar yürütülecek, merak içindeyiz. Heyecanımızı korumaya çalışıyoruz.
Türkiye’de artık Kürt sorunu yok deniyor, ama Ermeni, Süryani, Çerkes sorunu var. Toplumun tamamının aynı anda sözünü kurabileceği bir toplumsal inşa sürecinden bahsediyoruz. Komşunun da hikâyesine kulak kabartabileceğimiz bir yeniden inşa sürecine ihtiyaç var.
Kürt sinemasının bugün en büyük sorunu ve giderilmesi gerektiğini düşündüğünüz yapısal ihtiyaçları ne?
Lisa: Örgütlenmek. Kürt sinemasının gerçekten ciddi bir örgütlenmeye ihtiyacı var, çok dağıldı. Temelde bir kültürel soykırım var. Yüzyıllardır kimliğimize yönelik saldırılar nedeniyle sürekli bir var olma çabası yürütüyorsun ve bu çabanın içinde kendi sinemanı oluşturmaya çalışıyorsun. Kürt sineması daha yeni yeni emekliyor. Son otuz yıldır kendi hakikatini anlatmaya çalışan bir yapı var, ama bugün bambaşka bir noktada. Birbirini dinlemeye, yeni gösterim alanları ve yeniden üretim biçimleri geliştirmeye ihtiyaç var.
Politik hikâyeler sadece Kürtlere ait değil. Bir kültür bakanlığı var, hepimizin hakkı oradan fon almak, ama biz hiç başvuru bile yapmayız, verilmeyeceğini biliriz. Daha en başından film yapmak bizim için zorlaşıyor. Sinema çok pahalı, bugün bir kısa film yapmak 1 milyon lira demek. Bu alanları yaratmak gerekiyor. Yönetmenlerin film çekebilecek güce erişmesi gerekiyor. Bunu ortak tartışmak ve bu yapısal sorunu ortadan kaldıracak yolları oluşturmak şart.
FilmAmed’de üç projeye maddi destek sunduk. 3. Amed Film Festivali’nde de uzun metraj için 1 milyon TL, kısa film için 300 bin TL, belgesel için 500 bin TL destek veriyoruz. Kürt yapımcı ve yönetmenlerin film üretmesi gerekiyor; festivallere katılım için bu şart. Şu anda film üretim alanları çok kısıtlı; ulaşabilecekleri destek mekanizmaları da sınırlı.
Festivalimiz kadın özgürlükçü paradigma çerçevesinde yapılıyor. Aldığımız filmlerin yarısının kadınlara ait olmasını istedik. Seçkimizde kırk kadın filmi var. Birçok kadın yönetmen de festivale başvurdu.
Türkiye’de köklü film festivalleri var, yaşadıkları tüm baskılara rağmen varlıklarını sürdürüyorlar. Son yıllarda Kürt sinemacılara yönelik tutumda değişiklikler oldu mu?
Lisa: Türkiye’de sorunlar çok köklü. İstanbul’un gösterdiği filmi Adana göstermiyor; çünkü festivallerin finansman biçimleri, destek aldıkları yerler, kurulan ön izleme jürileri etkili. Özellikle sansür ve otosansürü tartışırken RTÜK’ün, belediyelerin dahil olduğu ön izleme jürileri kurulduğuna dair haberler geliyor. Sürekli bir müdahale var. Böyle bir tabloda yalnızca Kürt sinemasına yönelik baskılardan bahsedemeyiz.
Biz de bu nedenle “doğru olan nedir?” diyerek hareket ediyoruz. Herkes için alternatif bir yol nasıl açılabilir, onu tartışıyoruz. Kayyum sonrası çok sorun yaşadık, hâlâ yaşıyoruz. Festival öncesi bir çalıştay yaptık, Türkiye’den ve çeşitli ülkelerden festival yöneticilerini Diyarbakır’a davet ettik. “Festival nasıl yapılır?” sorusunu birlikte tartıştık. Çalıştayda çok sayıda sinemacı vardı. Hamburg, Berlin, Londra ve Düsseldorf’tan Kürt filmleri üzerine çalışan festivalciler geldi. Yakın bir tarihte tüm festivallerin genel ilkeleri tartışılacak.
Çalıştaydan nasıl bir sonuç, ortak karar çıktı peki?
Lisa: Bir sinema birliğine ihtiyacımız var. Bu birlik için de önceliğimiz filmlerin yapım aşaması: Bu üretimler nasıl ortaya çıkacak, ağları nasıl kuracağız, nasıl daha kapsayıcı olacağız? Genel ihtiyacımız üretim alanlarını yaratmak. Sekiz yıl sonra yapılacak bir festivalin önemine dair ortak bir vurgu vardı, bunun ancak dayanışmayla mümkün olacağı konuşuldu. Bu yüzden Dokufest bize küratörlük yaptı ve seçkimize sekiz belgesel film armağan etti. Clermont-Ferrand Film Festivali ve KINO Alman Film Günleri ekibinden filmler aldık. Fransız Kültür’den seçkimize üç film geldi. Her talepte bulunduğumuzda şunu özellikle vurguladık: Bizim festivalimiz kadın özgürlükçü paradigma çerçevesinde yapılıyor. Aldığımız filmlerin yarısının kadınlara ait olmasını istedik. Bu sayede seçkimizde kadınların çektiği kırk adet film olmuş oldu. Birçok kadın yönetmen de festivale başvurdu.
Festivalin açılışında Yılmaz Güney anısına bir sergi düzenleniyor. Güney son yıllarda bilhassa eril eğilimleri bakımından tartışmalı bir figür haline geldi. Yılmaz Güney sinemacılar, özellikle Amedli sinemacılar açısından değerini en çok hangi yönlerden koruyor?
Lisa: Yılmaz Güney bir yığın hakikati anlatmaya çalıştı, bunu görmezden gelemeyiz. Onyıllar geçti, ama Yeşilçam’ın Kürt karakterleri kriminalize ettiği, Bilo, Haso, Maho diye tanımladığı bir dönemde Kürt hakikatini anlatmaya çalıştı. Yol filmi o hakikatlerden biriydi. Bizim için önemlidir. Elbette kadın bakış açısıyla Yılmaz Güney’i tartışabiliriz, tıpkı bugünün sinemacılarını tartışabileceğimiz gibi. Hem Kürt sinemasının yolculuğu hem de bir hakikati anlatma biçimi açısından değerini ortadan kaldırmaz.
Yol filmini Kürt sinema yolculuğu olarak tanımlıyoruz. Kürtler için yol, sınır, kadın ve göç önemli. Yılmaz Güney’i de bu başlıklar çerçevesinde ele alıyoruz. Kürt sinemasının birkaç temel teması vardır: sınır, yol, cezaevi, yıkım… Barış ihtimali o filmlerde yoktu ama, umut vardı. Yılmaz Güney’in anlatmaya çalıştığı hakikat de Kürt ve Türkiye hakikatidir.
Elbette kadın bakış açısıyla Yılmaz Güney’i tartışabiliriz, tıpkı bugünün sinemacılarını tartışabileceğimiz gibi. Hem Kürt sinemasının yolculuğu hem de bir hakikati anlatma biçimi açısından değerini ortadan kaldırmaz.
Serginin içeriği nasıl, neyi öne çıkardınız?
Lisa: Yılmaz Güney’in Yol filminin yapımcılarından biri Edi Hubschmid’di ve özellikle onu davet etmek istedik. Edi’nin Yol’un çekimleri sırasında çektiği ve hiç gün yüzüne çıkmamış görüntü ve fotoğraflar vardı. Bu arşivi Diyarbakır’a taşımak istedik. Fakat Edi bir ameliyat geçirdi, sonrasında ona ulaşamadık; çok yaşlı. Bu nedenle serginin formatını değiştirdik. Mahmut Wenda Koyuncu ve Remzi Sever’in küratörlüğünde 21 sanatçının bir araya geldiği bir sergi açıyoruz. Yolu, umudu, cezaevini, kadın direnişini anlatan bir sergiye dönüştü. Beslendiği yer yine Yol filmidir.
Festival kapsamında bir de “Fanon 100 yaşında” etkinliği olacak…
Lisa: Fransız Kültür Merkezi’nin desteğiyle Fanon (Jean-Claude Flamand-Barny, 2024) filmini göstereceğiz. Barışı konuşmak için yüzleşmek gerekiyor, bu filmi de bir yüzleşme filmi olarak görüyoruz. “Fanon 100 yaşında” paneli de önemli. Zaten yalnızca bir panel düzenliyoruz, onu da Frantz Fanon’a adadık.
Sîdar: Yılmaz Güney ve Frantz Fanon gibi, Sırrı Süreyya Önder de bizim için önemli bir yerde duruyor. İlk Amed Film Festivali’ni yaptığımızda Sırrı Süreyya Önder de katılmış ve bize güç vermişti. Bu yıl tematik bir ödülümüzü onun adına vereceğiz. Sırrı Süreyya, sinemacı kimliğinin yanı sıra barış için çok emek vermiş biri. Bu nedenle onu da festivalimizin bir parçası yaptık.

Kazım Öz ve Touraj Aslanî’nin “masterclass”ları programın dikkat çeken başlıklarından. Bu ustalık sınıflarının festivalin genel temasıyla ilişkisini nasıl kurdunuz?
Lisa: Birbirimizin deneyimlerini ve mücadele biçimlerini dinlemek gerekiyor. Hafızayı yeniden görünür kılmak gerekiyor. Yol filmine verdiğimiz değeri tüm yönetmenlere vermek istiyoruz. Yirmili yaşlardaki gençlerimiz bu isimleri tanımıyor olabilir, onlara hatırlatmak ve tanıtmak istiyoruz.
Touraj Aslanî kim?
Sîdar: Aslanî İranlı bir görüntü yönetmeni. Türkiyeli izleyicinin yakından bildiği Bahman Ghobadi’nin Gergedan Mevsimi (2012) filminde de çalışmıştı. Haşim Aydemir’in 2017’de çektiği, 14 Temmuz 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde ağır işkencelere karşı başlayan açlık grevini anlatan 14 Tirmeh (14 Temmuz) filminin görüntü yönetmeni de oydu. Kendi filmleri de var, ama biz onu daha çok görüntü yönetmeni olarak tanıyoruz. Masterclass’larda hikâyeden görüntüye sinemanın birçok alanıyla uğraşan profesyonelleri bir araya getirmeye çalıştık.
Yılmaz Güney ve Frantz Fanon gibi, Sırrı Süreyya Önder de bizim için önemli bir yerde duruyor. İlk Amed Film Festivali’ni yaptığımızda Sırrı Süreyya Önder de katılmış ve bize güç vermişti. Bu yıl tematik bir ödülümüzü onun adına vereceğiz.
Siz iki kadın sinemacı olarak şu sıralar başka nelerle ilgileniyorsunuz?
Lisa: Sinemamız da, bizler de direniyoruz. Bir şehri yeniden inşa etmek zordur. Son on yılda kadın yönetmenler daha görünür oldu, ama Kürt sineması bir dönem erkek yönetmenlerle anıldı. Dünyada da böyle, sinema zaten eril bir alan. Bırakın Kürdistan ve Kürt sinemasını, hâlâ “kameraman” denilen bir dünyadayız. Kamera erkeğe veriliyor.
Kendime dair bir belgesel çekiyorum bu aralar. Meksikalı yönetmen Javier Toscano ile çalışıyorum. Bir kadının kendi hikâyesini anlatma biçimi ile bir erkek yönetmenin kadının hikâyesine bakışı üzerinden ilerleyen bir kurgu üzerine çalışıyoruz. İki yıldır bu filmle uğraşıyoruz, her şey yolunda giderse seneye bitirmeyi hedefliyoruz. Yakın zamanda Zimanê Çîya ve Sîseban adında iki kısa film yaptım. Sîdar da bir belgesel çalışması yürütüyor.
Sîdar: Kadınlar olarak gündelik yaşamda da mücadelemiz var. Yaklaşık on yıldır birçok filmde sanat yönetmenliği yaptım. Geldiğim noktada şunu gördüm: Sinemada görünmeyen alanlardan biri sanat yönetmenliği. Sinemacı olmak için bir filminin olması gerekiyor ya da senaryo yazdıysan sinemacısın. Oysa sinema kolektif bir çalışmadır, ama görünür olmayan işler yaptığında sinemacı kimliğin arka planda kalıyor. Sinemanın tüm alanlarının görünür olması için mücadele etmek lâzım.
Öte yandan, benim de yürüttüğüm bir belgesel projesi var. Otuz yıldır zindanda kalan arkadaşlarımız vardı, şimdi birçoğu çıkıyor. Her birinin hikâyesi bambaşka. İçeride de Kürt kimliği mücadelesi verdiler. Şimdi dışarıdalar, biz de orada verdikleri mücadeleyi hikâyeye dönüştürmek istiyoruz. “Nasıl oldu? Zindanda sizi tutan inanç, güç neydi?” Bu sorularla yola çıktık. Belgeselin çekimleri sürüyor. Kendi hikâyelerimizi filmleştirerek geleceğe aktarabiliriz.
Eski Kürt filmlerinde barış fikri yokken umut vardı dedi Lisa. Şimdi barışı konuşuyoruz, sürecin işleyiş biçimi umudu nasıl şekillendiriyor sizce?
Lisa: İnsanların kafası çok karışık. O umudu biz yaratacağız, başka seçeneğimiz yok. Bizler anlatacağız. Bu ülkede bir barış filmi yoksa, o filmleri çekmek gerekiyor. Bugün bu festivalleri yapabiliyorsak, bu, umutlu olduğumuzu gösteriyor. O yüzden o umudu bulaştırmak gerekiyor. Yol’da, Fanon’da bunları tartışacağız.
FESTİVALİN AÇILIŞ FİLMİ KARDEŞ TÜRKÜLER İLE 30 YIL
Geri dönüşün anlamı
Yapımına 2013’te başlanan, yönetmen Çayan Demirel’in geçirdiği ağır hastalığın ardından akamete uğrayan Kardeş Türküler belgeseli kolektif emeğin devreye girmesiyle nihayet tamamlandı. 3. Amed Film Festivali’nin de açılışını yapacak filmi eş yönetmen Ayşe Çetinbaş’tan dinliyoruz…

Ayşe Çetinbaş: Kardeş Türküler ile 30 Yıl filminin yapımı 12 yıl sürdü. Bir belgesel için bu çok uzun bir süre. Filmin bu kadar gecikmesiyle Amed Film Festivali’nin sekiz yıl boyunca yapılamamasının arasında tabii ki bir bağlantı var. Son sekiz yılda Türkiye’nin geçtiği süreç malûm; özellikle Kürdistan’daki belediyelere yönelik kayyum atamalarından sonra festivalin yapılamamasının sebebi aşikâr. Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi süreçlerden biz de payımıza düşeni aldık. Üzerimizdeki baskılar, verilmeyen destekler, yaşadığımız psikolojik yıpranma… Tüm bunlar düşünüldüğünde ortada objektif bir paralellik olduğu çok net. Pek çok belgeselci dostumuz da benzer koşullarda filmlerini tamamlamaya çalıştı; kimisi gösterime çıkaramadı, kimisi filmlerini yarım bıraktı, kimisi de yurtdışına gitmek durumunda kaldı. Ancak bizim filmin bu kadar gecikmesinin asıl sebebi Çayan’ın rahatsızlanmasıydı.
Filmin tamamlandığını yavaş yavaş idrak ediyorum, hâlâ tam olarak inandığımı söyleyemem. Adana Film Festivali’nde izleyiciyle buluştuğu an, ama özellikle İstanbul galasından sonra üzerimden büyük bir yük kalktı. Bunu fiziksel olarak da derinden hissettim. Çok zorlu bir yolculuğu kolektif emek ve dayanışmanın gücüyle bitirmenin huzurunu yaşıyorum.
Kardeş Türküler’in ortaya çıkış nedeni çok kültürlü ve çok dilli bir toplumda bir arada yaşamanın mümkün olduğunu sahnede icra ettikleri sanatla insanlara göstermekti. Çekimler sırasında karşılaştığımız hikâyeler onların toplumsal etkisini de somut olarak gösteriyordu. 2000’lerin başında Harbiye’deki ilk konserlerinde bulunan, anadili Zazaca olan biriyle tanışmıştık mesela. Zazaca gibi kaybolmakta olan bir dili binlerce kişiyle birlikte duymanın, insanların eşlik etmesinin onda yarattığı duygusal etki hâlâ capcanlıydı. Kendi anadilinin Kardeş Türküler tarafından sahiplenildiğini görmek ona umut vermiş, diline daha çok sarılmasını sağlamıştı. Çerkesçe gibi bu coğrafyada konuşulan, ama geniş kitlelerce bilinmeyen bir dilin bu şarkılar sayesinde tanınması ya da milyonlarca kişi tarafından konuşulan Kürtçenin farklı çevrelerde dinlenmeye başlanması da çok önemli katkılar.

Kürt sineması, işlediği konular nedeniyle Türkiye’de var olduğu ilk günden beri yoğun baskı ve sansüre maruz kaldı. Kürt kültürüne ve tarihe değinen her şeyin tabu sayıldığı dönemlerde bu hep böyle olageldi. Kürt sinemasının koşullarıyla Bakur filmi sürecinde yaşadıklarımız birbirinden ayrı düşünülemez. Bakur hem konusu hem de yönetmeninin Kürt olması nedeniyle Kürt sinemasının içinden bir örnek olarak bu baskıyı tüm ağırlığıyla yaşadı haliyle.
Son yerel seçimlerden sonra Amed’in kayyumdan kurtulup yeniden seçilmişler tarafından yönetilmeye başlamasıyla festivalin tekrar yapılabilir hale gelmesi çok kıymetli. Amed gibi bir şehirde bir film festivalinin varlığı zaten çok önemliydi, kayyum döneminde yapılamaması büyük bir boşluk yaratmıştı. Şimdi sekiz yıl aradan sonra coşkuyla geri dönmesi, seksenin üzerinde filmin gösteriliyor olması, Kürt sinemasının dört parçadan gelen örneklerle temsil edilmesi gerçekten heyecan verici. Büyük salonlarda hep birlikte Kürtçe, Türkçe, İngilizce altyazılı filmleri izlemek bu geri dönüşü daha da anlamlı kılıyor.




