İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN ÇEKİLİŞ VE KADIN HAREKETİ

Söyleşi: Tuba Çameli
1 Temmuz 2021
SATIRBAŞLARI
Kadınların hak ve özgürlüklerinin uluslararası teminat belgesi İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ilk ülke olan Türkiye, 1 Temmuz’da imzasını çeken ilk ülke unvanını kazandı. Üstelik bu unvana mevcut iç hukuku da paspas yaparak nail oldu. Buraya nasıl ve niçin gelindi, kadın hareketi nasıl bir mücadele verdi, mücadeleyi nasıl sürdürecek? Eşitlik için Kadın Platformu (EŞİK) üyesi, feminist hukukçu Hülya Gülbahar’a bağlanıyoruz. Express’in yaz sayısından naklen…

6 Nisan’da, Bismil’de günlerdir hastane kapısında bekleyen Nurcan Karakaş gazetecilere şöyle sesleniyordu: “Çocuğum ölüme karşı mücadele veriyor, fail dışarıda, bense hastane kapılarında İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiğini öğreniyorum. Her gün en az üç kadın katlediliyor. Failler ise ceza almadan yaşamlarına devam ediyor. Hükümete sesleniyorum; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istemenizdeki amacınız daha çok katliam, daha çok adaletsizlik mi? Kadınlar katledilmeye devam mı etsin? Amacınız nedir?” İstanbul Sözleşmesi’ni 11 Mayıs 2011’de “çekincesiz” imzalayanlar bugün imzalarını çekmeye karar veriyor. İlk imzalayan ülkeden imza çeken ilk ülke olmaya nasıl gelindi? Geçen on yılda ne değişti?

Hülya Gülbahar

Hülya Gülbahar: On yıldaki değişimi anlamak için bu olaya yakından bakmak gerek: Evli ve yedi çocuk babası Aslan Karakaş (37), E.K’yi ikinci eşi olarak istiyor. 14 yaşındaki E.K. ve annesi buna şiddetle karşı çıkıyor. Reddedilen Karakaş silahlı halde etraflarında dolaşıp tüm aileyi ölümle tehdit etmeye başlıyor. E.K., yaşadığı baskı ve tacize dayanamayarak okulu bırakmak zorunda kalıyor. E.K.’nin annesi Karakaş’ı şikâyet ediyor, ancak gördüğü baskılar nedeniyle şikâyetini geri çekmek zorunda kalıyor. Ve eziyet altında geçen iki yılın ardından, E.K. vücuduna isabet eden üç kurşunla ağır yaralanıyor. İçinde bulunduğu araçtaysa otuz kurşun izi… Hukuki açıdan, kadına karşı şiddet kamu davası konusu, şikâyet geri çekilince dava düşmez. Kaldı ki olayda silahla, ölümle tehditler var. Ayrıca, iki yıl boyu süren bir eziyet, işkence söz konusu. TCK Madde 96 açısından bile iki-beş yıl arası ceza gerektiren bir suç bu ve tutuklu yargılama yapılabilir. 6284 sayılı şiddet yasası uygulanabilir, uzaklaştırma/koruma kararları verilebilir, saldırganın silahlarına el konabilir… Aile failin gidebileceği çeşitli adresler verdiği halde, fail serbest ve aile üzerindeki tehditleri sürüyor. Bu konuda da bir şey yapılmıyor, fail korunup kollanıyor. Görüldüğü gibi, bu olayda “yerli ve milli” mevzuatımızdaki hiçbir madde uygulanmamış. İstanbul Sözleşmesi’ne “yerli ve milli değil” diyerek karşı çıkan ve “bizim yasalarımız yeterli” diyenlere, yürürlükteki “yerli ve milli” yasaların da uygulanmadığını gösteren böyle yüzlerce örnek vermek mümkün. Bu olaylar münferit değil, bilinçli bir politik tercih. İktidar arzu ettiği toplum ve aile modelini tüm topluma dayatmak için elinden geleni yapıyor. Başta kadınlar olmak üzere toplum da buna direnmeye çalışıyor. E.K. örneğinde olduğu gibi, ölümü göze alarak verilen bir mücadele bu. Silahlı ya da silahsız erkeklerin ailede, toplumda, devlette mutlak iktidarını kabul ettirme çabaları ve buna direnenlerin mücadelesi…

İki ayrı toplum modelinin, iki ayrı yaşam tarzının kıyasıya mücadelesini yaşıyoruz. Kendi içinde örgütlenmiş ve çeşitli kesimlerle de ittifaklar kurmuş bir erkekler topluluğunun kadınlar ve tüm toplum üzerinde tahakküm kurma, varolan tahakküm ilişkilerini tahkim etme çabalarını izliyoruz. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya birbirini besleyerek, destekleyerek, koruyup kollayarak ilerleyen bir süreç bu. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış iktidarın hayal ettiği toplum biçimini dayatmak için attığı dev bir adım.

Bir erkekler topluluğunun kadınlar ve tüm toplum üzerinde tahakküm kurma, var olan tahakküm ilişkilerini tahkim etme çabalarını izliyoruz. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya birbirini besleyerek, destekleyerek, koruyup kollayarak ilerleyen bir süreç bu. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış iktidarın hayal ettiği toplum biçimini dayatmak için attığı dev bir adım.

On yılda değişen ise, siyasi iktidarın adım adım Meclis, yargı, medya, uluslararası toplumun kınamasını umursama gibi bütün fren ve denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmış olması. Artık amacını gizlemeye gerek de duymuyor, kendi toplum hedefine doğru daha hızlı ilerlemek istiyor. Örnek verdiğim olayda, evlilik ve çocuklarla cinsel ilişki yaşının indirilmesi, kadınların eğitim ve istediğiyle evlenme hakkının yok sayılması, erkek çokeşliliğinin meşrulaştırılması, kadına karşı şiddetin kamu davası olmaktan çıkarılması gibi birçok konuyu aynı anda görüyoruz. Bunların tümü iktidarın ajandasındaki konular olduğu için de failler bilerek ve isteyerek cezasız bırakılıyor. 

Kadın hareketi sokak eylemleri ve kampanyalar düzenledi, Danıştay’a davalar açıldı. İstanbul Sözleşmesi’nin 11 Mayıs 2011’de imzaya açılmasının onuncu yıldönümünde Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun (EŞİK) çağrısıyla binlerce kadının talebi Twitter’da gün boyu trend topic (TT) oldu. Bu eylemlilik nasıl ortaya çıktı?

“TT olalım”ın ötesinde bir eylemlilikti. Yedi bölgeden, çeşitli illerden kadınlar çektikleri videolarla “Ben İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyorum, ya sen?” sorusuyla kadınlara isimleriyle seslenerek pas attılar. Bu zincir sayesinde kentten kente, kadından kadına canlı bağlar kuruldu. #İstanbulSözleşmesi10Yaşında ve #Vazgeçmiyoruz etiketleri gün boyu ülke gündemi listesinde ikinci ve üçüncü sıralarda yer aldı. Bunu sosyal medya sanallığını aşan bir eylem olarak önemsiyorum. “Sosyal medyada kendi yankı odalarımızda bizi bize mi anlatıyoruz, dar çemberler içine mi hapsoluyoruz” gibi soruların sorulduğu bir zamanda, toplantılar, telefonlaşmalar, buluşup birbirine video çekmeyi öğretmeler, sosyal medya hesapları açmalar önemli bir deneyimdi. Günler süren hazırlık çalışmalarında görülen azim kazanılmış haklara saldırılara birlikte karşı koyma kararlılığının, aynı zamanda çeşitli kesimlerden kadınlarla buluşarak, yerelde örgütlenerek ilerlemek gerektiğine dair ortak inancın yansımasıydı.

Yeldana Kaharman, İpek Er

Sözleşmeden çıkış kararının yayınlanmasıyla birlikte sadece EŞİK değil, sözleşme karşıtı küçük bir kesim dışındaki tüm kadınlar adeta olağanüstü hal ilan etti. Şiddet ve ayrımcılığın hedefindeki kimsenin can güvenliğinin ve şiddetsiz bir yaşam hakkının kalmadığı, hayatlarımızın tamamen erkeklerin kontrolüne verildiği bir toplum yaratılmak istendiğini anlatmaya çalıştık. Öte yandan, temel insan haklarıyla ilgili sözleşmelerden bir cumhurbaşkanlığı kararıyla çıkılamayacağının, bunun hukuken yok hükmünde bir girişim olduğunun altını çizdik. Bu hukuksuz girişimin sadece kadınlarla ilgili değil, genel olarak ülkenin geleceğiyle ilgili son derece tehlikeli bir sürecin önünü açacağını vurguladık. Ayrıca, temel haklarla ilgili bir sözleşmeden bir cumhurbaşkanlığı kararıyla çıkılması, Türkiye’nin imzaladığı tüm sözleşmelerden çıkabilmesini kabullenmek anlamına gelecekti. Nitekim, hemen Montrö Sözleşmesi’nden de aynı yöntemle çıkılabileceği iddiaları gündeme geldi. İşaret etmeye çalıştığımız üçüncü konu, TBMM’de 24 Kasım 2011’de 6251 sayılı yasayla onaylanan İstanbul Sözleşmesi’nden 6251 sayılı yasa TBMM tarafından yürürlükten kaldırılmadıkça çıkılamayacağıydı. Bu yöntem kabul edildiği takdirde, tüm yasaların bir cumhurbaşkanlığı kararıyla yürürlükten kaldırılmasının önünün açılacağını söyledik. Yanılmıyorduk, hemen ardından Medeni Yasa da tartışmaya açıldı. Burada tek risk, TBMM’yi devreden çıkararak, cumhurbaşkanlığı kararıyla beğenilmeyen sözleşmelerden çıkılması ve yasaların yürürlükten kaldırılması değil. Bir başka risk de TBMM’yi hiç devreye sokmadan, tek bir cumhurbaşkanlığı kararıyla toplumun çoğunluğunun istemediği bir sözleşmeye taraf olma veya herhangi bir yasanın yürürlüğe konması ihtimali. Kadınlar olarak hem İstanbul Sözleşmesi’ne, haklarımıza ve hayatlarımıza hem de Türkiye’nin bir hukuk devleti olması ilkesine ve geleceğine sahip çıkmaya çalıştık ve çalışıyoruz. 

Tüm muhalefet partilerini bir araya gelmeye çağırdık. Ortak ve net bir karşı duruş sergilemelerinin, meclis kararı olmadan sözleşmeden çıkılamayacağını birlikte seslendirmelerinin etkili bir tavır olacağını anlatmaya çalıştık. Başaramadık. Bunun nedeni, “HDP varsa biz olmayız” tavrının bu konuya kadar uzanmasıydı.

Metropoll’ün Mart 2021 kamuoyu yoklamasına göre, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi onaylamayanların oranı yüzde 52,3, onaylayanların oranıysa yüzde 27,2. İktidarın sözleşmeden çekilme hamlesi kadın ve LGBTİ+ düşmanı kesimleri konsolide etme çabası olarak yorumlanabilir mi?

Sözleşmeden çıkışın birtakım “marjinal” kesimlerden gelecek oylar için olduğunu düşünmüyorum. Bu süreçte AKP yönetim kademelerinden en az iki kadının hüngür hüngür ağladığını, iki yerel teşkilattan kadınların AKP’den istifa ettiğini biliyorum. Erdoğan’ın Saadet Partisi’yle yaptığı görüşmelerde pazarlık konusu yaptığı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararı bu partinin tabanında tam ters etki yaptı. Aynı araştırma Saadet Partisi seçmeninin yüzde 81,3’ünün çekilmeyi onaylamadığını gösterdi. Bu nedenle, sözleşmeden çıkış sözleşme karşıtı partilere getireceğinden katbekat oyu kaybettirecektir.

Oy kaybettirecek olmasına rağmen iktidar bu kararla neyi amaçlıyor?

Birincisi, sözleşmeden çıkışla Türkiye’nin evrensel hukuk değerlerinden, insan haklarının evrensel standartlarından, “Batı tipi” demokrasi sisteminden çıkış isteğini hem dünyaya hem Türkiye toplumuna net bir şekilde ilan etmek. İkincisi, tek bir kişinin bir kararıyla uluslararası sözleşmelerden çıkıldığı, yasaların yürürlükten kaldırıldığı ve yerlerine aynı kişinin istediği sözleşme ve yasayı yürürlüğe koyduğu, hukukun tamamen devreden çıkarıldığı bir devlet düzenini dayatmak. Üçüncüsü, egemen azınlığın sınıflar, cinsiyetler, inançlar, etnik kimlikler, türler, doğa üzerinde mutlak tahakkümüne dayalı, hiyerarşik toplum modelinin hayata geçirilmesi için bir adım daha atmak. Dördüncüsü, bu türden adımları destekleyecek kimi kadın düşmanı çevreleri aynı zamanda bir tür paramiliter güç olarak iktidar etrafında kenetlemek. Komşusunun karısına, kızına, sokaktaki şort ya da tayt giyen kadına “ganimet” gözüyle bakıp saldırmak için fırsat kollayanların önüne atılan yem. “Hazır olun, tetikte bekleyin, o günler de gelecek” mesajı… Sözleşmeden çıkış girişimiyle birlikte olan biten kimi şeyler bu karamsar yorumu destekliyor maalesef. Örneğin, bir İnsan Hakları Eylem Planı İzleme ve Değerlendirme Kurulu oluşturuldu. 

Cumhurbaşkanı içeriğini ve üyelerini kendisinin belirlediği kurula kendisini başkan olarak atadı. Toplumun yarısını oluşturan kadınların insan haklarını kullanıp kullanamadığını izlemesi ve değerlendirmesi gerekmediği düşünülüyor olacak ki, kurula tek bir kadın üye bile atanmadı. Bu arada, kabinedeki kadın bakan sayısı bire indirildi. Şeker bayramına denk düşen üç haftalık kapanma döneminde getirilen içki satışı yasaklarının ardından, şimdi kadına karşı şiddet ile içki konusunu birbirine bağlayarak yeni yasal düzenlemeler yapılması söylentileri dolaşıyor. 2016’dan beri çıkarmaya çalıştıkları çocuk cinsel istismarcılarına af girişimi, şu anda TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülen yeni infaz yasası değişiklikleriyle birlikte yeniden gündeme getirilmiş bulunuyor.

Gülistan Doku

Muhalefet partileri sözleşmeden çıkış girişimine direnenlere yeterince destek verdi mi?

EŞİK olarak TBMM’deki ve Meclis dışındaki tüm muhalefet partilerini bir araya gelmeye çağırdık. Meclis’te derhal yapacakları bir basın açıklamasıyla ortak ve net bir karşı duruş sergilemelerinin, Meclis kararı olmadan sözleşmeden çıkılamayacağını birlikte seslendirmelerinin bu hukuk dışı girişimi durdurmak için etkili bir tavır olacağını anlatmaya çalıştık. EŞİK ve çeşitli partilerden kadınlar bunun için çok uğraştı. Maalesef başaramadık. Bu başarısızlığın nedeni, ne yazık ki, “HDP varsa biz olmayız” tavrının bu konuya kadar uzanmasıydı. Oysa, Erdoğan’ın baş hukuk danışmanı Mehmet Uçum 21 Mart’ta Beyaz TV’de katıldığı bir programda sözleşmeden çıkışla ilgili yasanın TBMM’ye sunulacağını söylemişti. Muhalefet birlikte bu konunun üzerine gitmeyince, önce Uçum bu sözünü unuttu, ardından da Erdoğan 26 Mart’ta “İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili Meclis’in alacağı bir karar yok. Girdiğimiz gibi çıkarız. Ne önünü ne arkasını kimse karıştırmasın. Bu iş böylece bitmiştir” dedi. Hemen ardından, kadınlara “kâğıt üzerinde hak aramayın” tavsiyesinde bulunarak sözleşmeyi kâğıt parçasına indirgemeye çalıştı ve açılmış iptal davaları için yargıya talimat oluşturacak şekilde 30 Nisan’da yeni bir cumhurbaşkanlığı kararı yayınladı. “Sert” demeçler vermek, iptal davası açmak gibi klasik yöntemler yetersizdi. Bu kadar hukuk dışı bir girişime birlikte karşı çıkmak, birlikte aktif bir tutum takınmak gerekirdi. Bu ortak duruş sadece İstanbul Sözleşmesi için değil, siyasi sürecin tümü için topluma bir umut verebilirdi. Olmadı. 

Sözleşmeden çekilmek öncelikle şiddet faillerini daha da cesaretlendirecek. İmzanın çekileceği açıklanır açıklanmaz, avukatlarını arayan kimi erkekler, çocuğunun velayetini alıp alamayacağını, ödediği nafakanın kesilip kesilmeyeceğini, aldığı mahkûmiyet kararının düşüp düşmeyeceğini soruşturmaya başladı.

İktidar TBMM’de “kadına yönelik şiddetin tüm yönleriyle araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla” bir araştırması komisyonu kurdu. “Bu kaçıncı komisyon” diye itiraz ettiniz. Neden?

25 Kasım 2014’te aynı adla kurulan komisyonun raporu bile açıklanmadı. Aynı şekilde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasıyla ilgili alt komisyonun raporu da inatla yayınlanmıyor. Çalışma raporlarının uygulanması bir yana, yayınlanmasının bile engellendiği koşullarda yeni komisyonlar kurmak kamuoyunun oyalanmasından başka bir anlam taşımıyor. Şiddetin nedenlerini de, çözüm yollarını da yeniden keşfediyor gibi yapmanın hiçbir gereği yok. Önceki komisyonların raporlarını açıp okumak, halen yürürlükte olan yasaları ve genelgeleri uygulamak yeterli. EŞİK olarak komisyon çalışmalarını yakından ve kaygıyla izliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış girişimini unutturmak, onun yerine yazılacağı söylenen Ankara Mutabakatı’nı meşrulaştırmak, artmaya devam eden kadına karşı şiddet ve “cinskırıma” varan kadın cinayetleri konusunda hiçbir şey yapmadan yapıyor görünmek gibi amaçları olabilir. TBMM Boşanma Komisyonu Raporu’nda yapıldığı gibi kadınların kazanımlarına yeni tehditler içeren bir rapor da ortaya konabilir. Şiddetin nedenini içkiye bağlayıp ara sıra bir bira içen erkekleri bile bağımlılık tedavisine göndermek ya da içkiyi büsbütün yasaklamak gibi sürpriz öneriler çıkabilir komisyondan. Şu âna dek dinlenen kurumların yaptıkları baştan savma, hiçbir bilimsel ağırlığı olmayan, ne sorunları ne de çözüm önerilerini içeren sunumlar komisyonu kimsenin pek ciddiye almadığının bir göstergesi. Neden kurulduğu yakında daha net ortaya çıkacaktır. Komisyonda dinlenen Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık Şubat-Mart 2020’de “şiddetin tolere edilebilir sayılarda arttığını” söylerken, bu artışı “var kalma duygusunun oluşturduğu strese” bağlamıştı. Şiddetin hiçbir biçiminin tolere edilemeyeceğinin, şiddetin artışında tolere edilebilir düzey gibi bir ölçütün olamayacağının, bu tür söylemlerin şiddeti körükleyeceğinin farkında olmayan, ama görevi kadına karşı şiddeti önlemek olan bir bakan olabilir mi?

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek kimleri, nasıl etkileyecek?

Sözleşmeden çekilmek öncelikle şiddet faillerini daha da cesaretlendirecek. Nitekim, sözleşmeden imzanın çekileceği açıklanır açıklanmaz avukatlarını arayan kimi erkekler çocuğunun velayetini alıp alamayacağını, boşandığı eşine ödediği nafakanın kesilip kesilmeyeceğini, şiddet nedeniyle aldığı mahkûmiyet kararının düşüp düşmeyeceğini soruşturmaya başladı. Birtakım erkekler çeteler oluşturup 12 Nisan’ı tecavüz günü ilan etmeye kalkıştı. LGBTİ+lara yönelik saldırılar arttı. 23 Nisan’da iki yaşındaki fotoğrafını paylaşarak “LGBTİ+ çocuklar vardır” yazan biri hakkında “çocuk cinsel istismarı” ve “müstehcenlik” nedeniyle soruşturma açıldı. LGBTİ+’lara ve toplumsal cinsiyet eşitliğinden söz eden herkese uyduruk gerekçelerle soruşturmalar açılmaya başlandı. Eskişehir’de bir AVM’de biri şort, diğeri elbise giyen iki kadına saldıran erkeğe karşı ne AVM’nin güvenlik görevlileri ne de kadınların şikâyet için gittiği karakol işlem yapmak istedi. Bazı karakollar artık 6284 sayılı yasa çerçevesindeki başvuruları kabul etmeyeceklerini söylemeye, bazıları ise şiddet konusunda işlem yapmak için şiddetin belgesini istemeye başladı. İçişleri Bakanlığı şiddete karşı yardım isteme uygulaması olan KADES’i Rusça ve Fransızca dahil altı dilde hizmet vermek üzere geliştirirken Kürtçeyi unuttu! Sözleşmeden çıkış anadil konusundaki ayrımcılığı daha da artırma tehlikesini de beraberinde getirdi. Covid-19 önlemleri konusunda çocuklar ve 65+ yaş için yapılan ayrımcılıklar sözleşmenin dördüncü maddesinde yasaklanan yaş ayrımcılığı konusunun ülkemizde umursanmadığını gösteriyor. Aynı şekilde, mülkiyet, medeni hal, sağlık, engellilik gibi nedenlerle yapılan ayrımcılıkların daha da artacağını öngörmek mümkün. Sözleşmeden çekilmenin bir başka olumsuz etkisi ise, şiddete maruz kalan birçok kadında devletin artık şiddete karşı kadınları korumaktan vazgeçtiği, koruyucu bir mekanizma kalmadığı algısının oluşması, kadınlara kendilerini yalnız hissettirmesi, devletin kendilerinin yanında değil, şiddetçi erkeklerin yanında olduğunu düşündürmesi ve yasal haklarını kullanmaktan vazgeçirmesi.

Her alanda eşit ve özgür bir yaşam için mücadele etmeyi sürdüreceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nin ruhu da bu zaten. Sözleşmenin her maddesinin uygulanması, hayatın içinde kök salması için hem mücadeleye hem örgütlenmeye devam edeceğiz.

Deniz Kandiyoti 17 Nisan’da EŞİK’te katıldığı bir çevrimiçi toplantıda geniş bir koalisyon oluşturulması ve mücadelenin kimliğe odaklanarak, kültürel eksende değil, politik eksende yürütülmesi gerektiğini vurguladı. Katılıyor musunuz bu görüşe?

Katılıyorum elbette. Daha geniş ittifaklar kurmalıyız. Paranın tüm tanrıların üstünde bir üst ve tek tanrı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kıyafetlerimizden oyuncaklarımıza, yaptığımız işlerden sporlara her şeyin cinsiyetlendirildiği, kadın ya da erkekler için denerek eşyalara cinsiyet atamaları yapıldığı bir çağdayız. Kadının bedavaya getirilen ev içi emeğinin, çalışma yaşamında sıkıştırıldığı ve ev işlerinin uzantısı olarak görüldüğü için ücreti düşük tutulan sektörlerin yarattığı kârlılığın yanında, kadınlara yönelik üretimler yapan kocaman bir sektör var. Dünya seks trafiği kârlığının uyuşturucudan elde edilen kârları aştığı söyleniyor. Bu sistemi sadece kadınlar olarak değiştiremeyiz. Erkeklerle birlikte değiştirmemiz gerekiyor. Genç yaşlı demeden tüm kuşaklarla birlikte mücadele etmemiz gerekiyor. Bu politik bir mücadele ve tüm ezilmekte olan kesimlerle en geniş ittifakın kurulmasını gerektiriyor. Günümüz dünyasında, ülkesi savaşlarla yıkıma uğratılan ya da tüm doğal kaynakları sömürülerek yoksullaştırılan ülkelerden zengin ülkelere yönelen göçleri hesaba katmayan bir politik mücadele verilemez. Kadın hareketi olarak savaşlardan ve yoksulluktan kaçanlarla dayanışmalıyız, savaşların ve yoksulluğun olmadığı bir dünya için mücadele etmeliyiz. Aynı şekilde, bütün toplumsal sorunlar gibi, ekolojik bir sorun olan iklim krizi kadınları daha da fazla etkiliyor. İkizdere’de olduğu gibi, ekolojik yıkıma karşı yine kadınlar direniyor. Bu konuda da hem kadın hareketi içinde hem de dışında geniş ittifaklar oluşturmaya ihtiyacımız var. Yükselen sağ popülizm ve dinsel fanatizmler karşısında demokrasinin ve laikliğin içinin boşaltılmasına karşı da tüm demokrasi güçleriyle birlikte mücadele etmek zorundayız.

Nadira Kadirova, Rabia Naz

Son haftalarda, bir kısmı yeni bir kısmı epeydir bildiğimiz ifşa ve itiraflarla, mafya-siyasetçi-medya üçgeni yine gündemin ilk sıralarında. Bu manzarayı nasıl yorumluyorsunuz?

Buna üçgen değil, iş dünyasını da katarak, hatta spor camiasından sanata iç içe geçen çıkar ortaklıkları iktidarının “çokgen”i mi desek? “Devletin delisi” olduğunu söyleyen Sedat Peker’i dinlerken, devlet adına erk kullananların ulusal ve uluslararası suç örgütleriyle ilişkilerinin boyutlarını dehşetle izliyoruz. Bilmece gibi sorular dolanıyor akıllarımızda: Suç örgütü olmadan devlet, devlet olmadan suç örgütü olmaz mı diyelim, yoksa ikisi birden mi diyelim?..

Organize suç şebekeleriyle kadınların istismarının nasıl iç içe geçtiğini de açıkça gösteriyor anlatılanlar. Güç ve iktidarın olduğu ve kötüye kullanıldığı her yerde istismar edilen, sömürülen, şiddete maruz bırakılan kadınlar mutlaka vardır. Hele ki failler nüfuzlu ya da derin devlet bağlantılı erkeklerse, bunların kadınlara karşı tecavüz ve cinayet dahil işledikleri suçların üzeri bizzat devletin ilgili bakanlıklarının da müdahalesiyle örtülmek isteniyor. Mağdurlar genellikle göçmen, yoksul, genç, ölümünü takip edecek kimseleri olmayan kadınlar. Bu kadınların adları anıldığı anda bile ortama bir ölüm sessizliği çöküyor. Peker’in gündeme getirdiği Kırgızistanlı Yeldana Kaharman iletişim öğrencisi bir gazeteciydi. Eski polis şefi ve adı derin devletle anılan eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın oğlu, AKP milletvekili Tolga Ağar’la yaptığı söyleşi sonrasında jandarmaya yaptığı tecavüz başvurusunun hemen ardından kuşkulu bir şekilde ölü bulunmuştu. Dosyası “intihar etti” denerek kapatıldı. AKP milletvekili, bazı “derin” bağlantıları olduğu iddia edilen emekli general Şirin Ünal’ın evinde çalışırken yaşamını yitiren ve yine intihar ettiği iddiasıyla soruşturması kapatılan Özbekistanlı Nadira Kadirova bir başka örnek.

Siyasi ya da askeri erk sahiplerince işlendiği, ama karartıldığı iddia edilen suçlar, sadece en tepelerde kalmıyor. Bir buçuk yıldır bulunamayan Gülistan Doku, sistematik şiddet ve istismara uğradığı için intihar eden İpek Er, öldürmeye teşebbüs girişimlerinin ardından intihar görünümlü bir ölümle hayata veda eden Aleyna Çakır örneklerinde olduğu gibi, yerelin “küçük mafyatik” tiplerine uzanabiliyor. Ortak nokta, kadına karşı şiddet ve kadın cinayeti vakalarının benzer güç ve himaye ilişkileri yoluyla üstünün örtüldüğünün ayyuka çıkıyor olması.

Bir diğer ortak nokta, “Rabia Naz’a ne oldu, Gülistan Doku nerede” diye soranların ya da Yeldana Kaharman’ın kuşkulu ölümünü kurcalayanların başına gelmeyen kalmaması. Resmi makam ve görevleri olan faillerin, siyasi veya mali güce, sınıfsal ayrıcalığa, şöhrete ve benzeri nüfuzlara sahip sivil erkeklerin kadınlara ve çocuklara yönelik suçlarda dokunulmazlık zırhına bürünmeleri adeta bir devlet politikası.

Kuzey Kıbrıs’ta gece kulüplerinde çalışmak için ülkeye gelen kadınların pasaportlarına polis tarafından el konduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım, gece kulüplerine ilişkin yasa bunu öngörüyor. Biliyorsunuz, Kuzey Kıbrıs’ta polis Türkiye Genelkurmayı’na bağlı. O günlerde tanınan siyasetçilerden birinin oğlu, otel odasında kırdığı içki şişesiyle kadının kalçasına imzasını atmıştı. Ne kadın ne de çığlıklarına tanık olan diğer kadınlar şikâyetçi olabilmişti. Peker’in ifşaatlarında bankalar, kumarhaneler vb. yoluyla Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin kara para aklama merkezi olarak kullanıldığı iddiaları da var. Kutlu Adalı suikasti örneği, Türkiye’yle ortak mafya/gladyo örgütlenmesinin de çok güçlü olduğunu gösteriyor. Nasıl bir karanlık içinde yaşamaya mahkûm edilmeye çalışıldığımızı tedirginlikle izliyoruz. Erdoğan’ın Rize’de provokatif bir saldırıya maruz bırakılan Meral Akşener’e yönelik sözleri tüm kadınlara ve tüm muhalefete açık bir tehdit. “Gelin hanıma gayet güzel bir ders verdiler. Gerekeni yaptılar. Daha neler olacak neler. Bunlar iyi günler” sözleri ülkenin daha da karanlık bir sürece çekilmek istendiğinin itirafı. Çünkü yolun sonu göründü. Yolsuzluk, usûlsüzlük, uyuşturucu, mafya, cinayet, tarikat düzeninin kirli çamaşırları artık tüm toplumun önünde. Türkiye toplumu tüm renkleriyle bu iktidardan kurtulmak için çırpınıyor. Muhalefetin artık demeç vermekten ibaret politikalarından vazgeçmesi gerekiyor. Yüce Divan için “400 milletvekili nerede, erken seçim için “360 milletvekili nerede” kampanyaları açması, farklı ve barışçıl eylemlilikler dahil yeni ve etkili muhalefet yöntemleri geliştirmesi gerekiyor. Tabii ki öncelikle iktidarın karşısına bir blok halinde çıkmayı başarabilmeleri gerek. İktidarın teslim alamadığı, eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet isteyen milyonlarca insan var. Dünyayı değiştirme hayalleri, bunu gerçekleştirecek fikirleri olan milyonlar var. Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. Her alanda ve hızla örgütlülüğü genişletmek ve derinleştirmek gerek, geniş koalisyonlar kurabilmeyi başarabilmek gerek. Kadın hareketi olarak İstanbul Sözleşmesi için verilen mücadelede geniş ittifakları kurmayı başarabildik. Her alanda eşit ve özgür bir yaşam için mücadele etmeyi sürdüreceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nin ruhu da bu zaten. Sözleşmenin her bir maddesinin uygulanması, hayatın içinde kök salması için hem mücadeleye hem örgütlenmeye devam edeceğiz.

Fesih kararı açıklamasının ardından yapılan ilk eylem. (20 Mart 2021, Kadıköy) 
^