BARINMA HAKKI: TARİHTEN VE GÜNÜMÜZDEN DENEYİMLER

Ulus Atayurt
18 Ağustos 2023
COVIFU-FUCVAM'da kooperatif çocuklarının günü, Montevideo, 2003
SATIRBAŞLARI

“Her çağda bellek, toplumun baskın düşünceleriyle uyumlu bir geçmiş imgesini yeniden inşa eder.”

Sosyolog Maurice Halbwachs bu tespitiyle sadece geçmişin güncel kolektif hafızadaki yaygın siyasi eğilimlerce durmaksızın tekrar inşa edilişinin altını çizmez. Tarihin inşası aynı zamanda baskın fikirlerin ters yüz edilebileceğine, geçmişin anlamlandırılması üzerine verilen savaşın geleceğin şekillenmesinde kullanılması gerektiğine de işaret eder. “Tüm tarih insan doğasının sürekli dönüşümünden başka bir şey olmadığına”[1] göre, geçmişin çatlaklarından sızan huzmeleri inatla zamanın baskın düşüncelerinin karşısına dikmek örgütlü bir umut adına vazgeçilmez önemde.

Bugün alabildiğince aşınsa da, sağlık ve eğitimin bir kamusal hak olduğu konusunda geniş halk kesimleri arasında bir mutabakattan bahsedilebilir. Ancak, aynı durum neredeyse tüm hakların çatı hakkı konumunda olan barınma için aynı oranda geçerli değil. BM İnsan Hakları Beyannamesi’nde sıralanan hemen her hak için öncelikle barınabilmek şart.

Bugün alabildiğince aşınsa da, sağlık ve eğitimin bir kamusal hak olduğu konusunda geniş halk kesimleri arasında bir mutabakattan bahsedilebilir. Ancak, aynı durum neredeyse tüm hakların çatı hakkı konumunda olan barınma için aynı oranda geçerli değil.

Günümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında barınma hakkı ile ilgili örgütlenmeler hızla yükselse de, İspanya, Almanya gibi barınma hakkına odaklanan toplumsal hareketlerin çığ gibi büyüdüğü ülkelerde, hükümetler piyasayı ürkütmeyecek utangaç adımlar atsa da, toplumun baskın düşünceleriyle uyumlu şekilde konutun alınıp satılan, kiralanan bir meta olması, ikametin karşılığının ücretli emekle verilmesi, uzun yıllara yayılan konut kredileriyle hayatlara zincir vurulması kanıksanmış görünüyor.

Türkiye’de barınma krizinin ivmelendiği 2022 yılının sonunda, TİP genel başkanı Erkan Baş’ın “herkes oturduğu evin sahibi olacak” çıkışı liberal tahayyülde “aşırı solun mal müsaderesine” dair korku dolu imgeler yaratırken, 2023 Mayısı itibarıyla, İstanbul’da ortalama kiranın 13 bini, merkez ilçelerde 30 bin lirayı aştığı feci bir ortamda kimi sol kesimlerde takdir topladı.

Oysa ilk bakışta epey ilerici görünen, belli ki pek fazla kafa yormadan ortaya atılmış bu fikir kısa vadede emekçi sınıflar açısından bir ölçüde çözüm üretse de aslında özünde sol bir öneri değildi. Zira, eşitsiz toplumlarda, eşitsizliğin arttığı ölçüde, konut bir meta olmaya devam ettiği sürece, barınma sorunu yoksullar aleyhine derinleşmeye devam eder. Örneğin, İBB’nin 2019’dan beri Tuzla ve Silivri’deki dört farklı bölgede on yıl boyunca asgari ücretin yarısından az aylık ödemeleri bulunan, 2096 sosyal konutu içeren projeleri yoksul ailelerin maliyetine konut edinmesini, üstelik gerçekten de sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlıyor. Ancak, ileride gelirleri azalacak emekçi bir aile, hele de eli kulağındaki büyük depremin gölgesinde, sağlam konutlarını her an satıp daha ucuz ve güvensiz konutlara geçebilir, kuvvetle muhtemel bir kısmı geçecektir.

İBB KİPTAŞ Tuzla Aydınlık Evler

Daha geniş çerçeveden bakıldığında ise, kişisel ya da yatırım fonu bazlı mülkiyete dayalı devasa emlâk piyasası yerel ve üretken ekonomilerden finansal kaçışı ivmelendirdiği ölçüde, ekonomik düzen istihdam ve tüketim açısından sürekli yoksulların aleyhine işler. Bu devasa sorunun çaresi bir cümleyle özetlenebilir: Konut mülkiyetini kolektifleştirerek barınmayı piyasa mekanizmalarından azade kılmak.

Barınmanın kolektifleştirilmesi, ideal şekliyle, şu hedefleri kerteriz alır:[2] 1) Müşterek, kamusal mülkiyetin tesisi. 2) Konut sakinlerine ve sonraki nesillere sınırsız barınma hakkı. 3) Konutların sakinleri tarafından hayata geçirilen demokratik özyönetime sahip olması. 4) Barınma masraflarının en azından uzun vadede giderlerle sınırlanmış bir katkı payından ibaret hale gelmesi. 5) Gerektiği takdirde konutların kullanım hakkının spekülasyonsuz devri. 6) Kolektif mülkiyete dayalı konutlarda yaşayanların, yaşayacakların ulaşılabilir kolektif mülkiyetli konutların artmasına yönelik müşterek bir iradeyle örgütlenmesi.

“Zigguratlar”dan müşterek konutlara

Elbette kapitalizmin son dalgasının koşar adım finansallaşmaya kaçmaya devam ettiği, bu yüzden konutun son sürat meta haline geldiği günümüzde, tüm bu ilkelere eksiksiz uyan bir örgütlenmeye gitmek birçok coğrafyada mümkün değil. Üstelik ilkelerin gölgesine sığınıp hareket edemez hale gelmeden, “mükemmeli iyinin düşmanı haline getirmeden” hemen şimdi yol alma zorunluluğu aşikâr.

Öyleyse, zamanın baskın düşüncelerine rağmen, geçmişten ve günümüzden, barınma hakkına dair betonu delen filizlere göz atmak geleceği inşa etmek için hayati önemde. Bunun için önce yaklaşık 1500 yıl geriye uzanalım.

Antropolog David Graeber ve arkeolog David Wengrow on yıllık bir araştırmanın ardından kaleme aldıkları, insanlık tarihinde bir ufuk turu niteliğindeki Her Şeyin Başlangıcı[3] adlı kitaplarında, alâmet-i farikası Jared Diamond olan liberal tarihçiliğin şu tezini son 20 bin yıldan derinlikli örneklerle alaşağı eder: Hiyerarşik yönetim yapıları ve eşitsizlik büyük ölçekli örgütlenmenin, karmaşık toplumların zorunlu sonucudur.

New York’ta Crown Heights Kiracı Sendikası kentteki 1600’ün üzerindeki konut kooperatifinin sayısını artırmak için çaba harcıyor, kiracıların kooperatifleşmesi için eğitimler veriyor, dönüşümün mümkün olduğunu gösteriyor.

Kitapta ikinci yüzyılda 120 bin nüfusuyla sadece Meksika Vadisi’nin değil, dünyanın da en büyük kentlerinden biri olan Teotihuacan’a uğrarız. Her yıl yüzlerce kişinin ziggurat tepelerinde kurban edildiği kent, ayrıcalıklı azınlığın en az zigguratlar kadar görkemli villalarıyla doludur.

Aradan geçen beş yüzyılda, Teotihuacan halkı toplumsal örgütlemelerindeki yanlışlığı fark etmiş, yedinci yüzyıla gelindiğinde kent kentliler tarafından seçilen ve sıkı denetlenen bir meclis tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Teotihuacan halkı dönüşüm adına işe “hakların çatısı olan hak”tan başlar:

Kent halkı kolektif olarak yeni bir inşaat projesine başladı. Daha büyük, daha iyi bir piramit değil, sosyal konutlar inşa etti. Projenin sonunda toplumun neredeyse her üyesi, zenginlik veya ayrıcalıkları ne olursa olsun, rahat, güvenli ve göreceli bir eşitlik içinde barınıyordu. Bu modern insan için bir şekilde hayal edilmesi güç, kadim bir başarıydı.”

Canavarın ininde

Şimdi günümüze gelelim, modern insanın hayallerine göz atalım. 150 metrenin üzerindeki 294 gökdeleni ile günümüz zigguratlarının ABD’deki açık ara başkenti, dünyanın üçüncü en yüksek şehri, kapitalizmin merkez üslerinden New York’a uzanalım, ilkokul öğretmenliği yapan ve özel derslerle bütçesini desteklemeye çalışan, otuzlarının başındaki Pascale’nin kadim siyah mahallesi Bed-Stuy’daki dairesine konuk olalım.

Tipik bir Brooklyn yapısı olan üç katlı “kahverengi taş” bina 20. yüzyılın ilk yarısında tek bir (beyaz) aile için tasarlanmış. Şimdilerde ise her katından otuzar metrekarelik, küçücük ikişer daire devşirilmiş. Bodrum katı ayrıca kiralanıyor.

Benim kiram düşük bile kaldı” diyor Pascale. Mahalledeki tek odalı stüdyoların ortalama kirası 2750 dolarken (neredeyse Brooklyn ilçesindeki ortalama aylık gelire denk) o sadece 2200 dolar ödüyor. Bir yandan soylulaştırma dört koldan ABD’nin siyahi başkenti Brooklyn’in üzerinde kara bulutlar gibi yayılıyor, diğer yandan da Bed-Stuy’un hemen güneyindeki Crown Heights mahallesinden kent tarihindeki barınma mücadelelerinden de ilham alan sıkı bir örgütlenme filiz veriyor.   

New York’ta, 1963-64’te, Harlem’de işaret fişeği yakılan kira grevi hızla bütün kente yayılmış, kira tahditli evlerin korunmasına büyük bir katkı sağlamıştı. Bugün kira tahditli konut sayısı azalsa, 1980’lerden itibaren New York büyük sermayenin soylulaştırma hamlesinin yeni öncü, intikamcı kenti[4] haline gelse de, her on kişiden yedisinin kiracı olduğu kentte, 2.4 milyon insan halen mülk sahiplerinin kafalarına göre kira artıramadığı “kira sabitli” (rent stabilized) konutlarda yaşıyor. Üstelik, şehrin konut stokunun neredeyse yüzde 10’u hisseleri ortaklarınca paylaşılan kooperatif dairelerinden oluşuyor.

Crown Heights kiracıları bölgedeki üç aylık doğalgaz kesintisinin ardından kira grevine gideceklerini açıkladı, New York, Mayıs 2023

Geçmiş mücadelelerin hafızasını günümüze taşıyan Crown Heights Kiracı Sendikası hızla örgütlenirken, Kentsel Ev Sahipliği Destek Kurulu (UHAB) ile beraber kentteki 1600’ün üzerindeki konut kooperatifinin sayısını artırmak için çaba harcıyor, kiracıların kooperatifleşmesi için UHAB Üniversitesi’nde eğitimler veriyor, zamane zigguratlarının gölgesinde dahi dönüşümün pekâlâ mümkün olduğunu gösteriyor.[5]

Şimdi günümüz Brooklyn’inden yaklaşık üç çeyrek asır geriye gidelim, şair ve yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin başta Roma’daki olmak üzere, tüm İtalya’da yaşanan dönüşüme karşı duyduğu öfke ve kedere yakından bakalım.

Pasolini ve taşın hafızası

Pasolini ve annesi 1950’de Roma’ya taşındıklarında, önce Pasolini’nin amcasının şehrin merkezinde, meşhur Pantheon’un hemen güneyinde, Mattei Meydanı’na bakan dairesine yerleşirler. Hakkındaki soruşturmalardan dolayı kent merkezinde pek takılmayan Pasolini amcasının evinde geçirdikleri bir yıl boyunca ilk filmlerinin kahramanlarına ilham kaynağı olacak kentin çeperlerindeki borgate’leri arşınlar ve nihayetinde annesiyle beraber üç yıl yaşayacakları Rebibbia’daki tek katlı bir viraneye yerleşir.  

İtalyancada borgate hem “varoş” hem “mezra/köycük” anlamına geliyor, dolayısıyla hem kent hem de kır çağrışımı var. Resmi borgate’ler Mussolini liderliğindeki faşist dönemde (1922-43) Roma’yı toplumsal açıdan hijyenleştirmek, dolayısıyla örgütlü yoksul işçileri ve Romanları kent merkezinden dışlamak için bulunmuş bir “barınma çözümüydü”. Dönemin zorla tahliyeleri için kullanılan sventramento  kelimesi “bağırsak temizliği”, “lavman” anlamına geliyordu. Çoğu tek odalı barakalardan oluşan borgate’lerde hiçbir altyapı ve hizmet söz konusu değildi. Sıvasız barakaları, çatlak duvarları, kimi yerde antik çağ harabeleri, çöp yığınları ve baldırı çıplak çocuklarıyla borgate’lere Pasolini ilk görüşte tutulmuştu.

Pasolini borgate’lerde, 1950’ler

Şair-yönetmen bütün küçük burjuva süsünden, tutuculuğundan, adabı muaşeretinden azade borgate’lerde sefil şartlara rağmen taşı delen neşeyi, şenlikleri ve dahası, sıkı dostlukları canı gönülden sevmişti. İlk filmi Accatone’nin (Serseri/Otlakçı)  kahramanı Vittorio, Pignieto borgate’sinde pezevenklik, işçilik, hırsızlık arasında gidip gelen bir hayat sürer. Film Roma’nın tüm şaşaasına sırtını dönmüş gibidir, onun anıtsal yapılarından hiçbiri ekranda görülmez.

Komünist ve Katolik yönetmen mahallenin gençlerini çilekeş azizler gibi resmeder, Vittorio’nun Tiber nehrinde yüzüşü İsa’nın kutsanışını anımsatır. Arka planda çalan J. Sebastian Bach’ın Matta’nın Tutkusu sadece nitelikli sanatı aslında kimin hak ettiğine işaret etmez, aynı zamanda mahalle halkını aziz ve azizeler mertebesine yükseltir. Sahneler “erken Rönesans’ın büyük Floransalı ustalarının fresk panellerini model alan bir dizi jest” üzerinden yürür.  

Sefaletin fazlasıyla romantize edildiği, en alt sınıfın da en dibinde yaşayanların tutkularının, hayat mücadelelerinin, dahası derin dostluklarının yüceltildiği filmin sonunda, Vittorio iki arkadaşıyla giriştiği hırsızlığın ardından polislerden kaçarken bir araba tarafından ezilerek “şehit olur”.

Ernst Bloch’un “Planlı ve mümkün olanla bağlantılı umut, en güçlü ve en iyi şeydir” şiarını kerteriz alan Syndikat barınma sorununa çözümlerden biri olarak yükseliyor. Syndikat’a bağlı, özyönetime dayalı barınma kolektiflerinin sayısı son dört yılda 71’den 201’e çıktı.

Kendisi de bir borgate’de, kuvvetle muhtemel mafya tarafından, sözünü sakınmayan bir komünist ve eşcinsel olduğu için öldürülecek olan Pasolini İtalyan hükümetinin işçi sınıfının barınma sorununu çözmek için 1949’da başlattığı Ina-Casa isimli kapsamlı inşa planını büyük bir öfkeyle karşılamıştı.

Sıkı bir tüketim toplumu eleştirmeni olan Passolini ortaya çıkmaya başlayan toplumsal rehavetin olası bir devrimin çanına ot tıkayacağını düşünüyordu. Öte yandan, romantize ettiği borgate sakinleri içlerinde mutfak ve tuvalet bulunan, musluklarından su akan, kanalizasyon altyapısına sahip, parklı, bahçeli yeni konut alanlarını görünce Pasolini’ye pek katılmamıştı herhalde.

İtalya’da INA-Casa planıyla evine kavuşan bir aileye dair kısa bir film, yönetmen Vittorio Sala, 1952

Kalkınmacılığın arifesinde

“Taşın hafızası”nın oluşması zaman ister. Borgate’lerde betonu delen yaşam tutkusunun mekâna izini bırakması onlarca sene almıştı. Bugün toplu konut dendiğinde Batılı hafızada akla genellikle geç dönem Sovyetler’in bakımsız yüksek toplu konutları ve gayrı kentsel alanları gelir. Öte yandan, Batı, örneğin ABD de benzer bir süreci büyük ölçüde yaşadı. Sosyolog Richard Sennett’in Rus göçmeni ailesiyle siyahlar arasında bir azınlık olarak büyüdüğü 15 bin kişilik, yoksulluğun ve suç oranının hep yüksek seyrettiği Cabrini–Green toplu konutları[6] gibi 20. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş, sakinlerinin özsaygısını ellerinden alan toplumsal hijyen projelerinden günümüzde geriye çok az iz kaldı.

Başta Roma, birçok İtalyan kentinde hayata geçirilen Ina-Casa planı (başındaki Çalışma Bakanı Amintore Fanfani’den mülhem halk arasındaki ismiyle Fanfani Planı) sonradan hemen tamamı yıkılacak bu türden baskıcı toplu konut alanlarının tersine, II. Dünya Savaşı’nın ardından gelen kalkınmacı hamlenin arifesinde ve hemen başlangıcında, Mussolini’nin borgate planından intikam almak istercesine müstakbel sakinlerini modern kentin nimetlerinden dönemin kentçilik anlayışı ölçüsünde faydalandırmayı amaçlıyordu.

“Komünist tehdidin” büyük oranda barınma sorununu çözdüğü dönemin dünya sisteminde, İtalyan Hıristiyan Demokratları, başta borgateler olmak üzere kentsel boş arazileri neoklasik mimarinin rasyonaliteyle birleştiği bir deney alanına dönüştürdü.

Roma’da INA-CASA kapsamında yapılmış evler

İtalyan neorasyonalizminin kurucularından Adalberto Libera, Arnaldo Foschini ve Filiberto Guala gibi önemli mimarların katkısıyla, hemen tamamı orta ve küçük ölçekli inşaat şirketlerince 14 yılda 400 binin üzerinde konut inşa edilecekti. Büyük oranda kamu kaynakları tarafından karşılanan, işçilerin maaşlarının cüzi bir kısmıyla katkı verdiği projeler Ina-Casa ofisinin yayınladığı esnek bir mimari kılavuza göre tasarlanıyor, planlarda yerel öğelerin, inşaat tekniklerinin, eski ve yeninin harmanlaması öngörülüyordu.

Ina-Casa planı kişisel mülkiyeti ön çıkardığı ölçüde özgün anlamıyla kamusal bir konut stoku yaratmasa da kalkınmacılığın, sanayi kapitalizminin öne çıktığı, eksik istihdamın bir ölçüde çözüldüğü bir dönemde, işçi sınıfının barınma sorununa nitelikli bir çözüm getirdi, zamanının birçok muadilinin aksine, birçok vakada gerçekten de taşın hafızasının hızla ortaya çıktığı, yaşanası mahalleler yaratmayı başardı.

Şimdi, kapitalizmin üçüncü dalgasının büyüme yönlü ilk 25 yılında, komünist komşularının yanıbaşında barınma sorununu bir ölçüde sosyal konutlarla çözmeyi başaran, ancak günümüzde kamusal barınma çözümlerini hızla kaybetmekte olan bir kuzey ülkesine, Almanya’ya uzanalım ve Freiburg’daki ilham verici bir barınma mücadelesine konuk olalım.

Kiralık Evler Sendikasının örgütlenme üslerinden Grethel, Freiburg

Mümkün olanla bağlantılı bir umut

Kent merkezindeyiz. 1983’te işgal edilmiş eski Grether fabrikası arazisine yapılmış konutlarda 100’ün üzerinde insan yaşıyor. Kolektif mekânın kafesi hep capcanlı. Kafenin hemen yakınında Rosa Hilfe Feminist Dayanışma Merkezi ve dört göçmen dayanışma girişimi bulunuyor. İki gündüz bakım merkezinde çocuklara öğle yemeği çıkıyor. Dünyanın en geniş katılımlı hacker örgütlerinden Chaos Computer Club, sıkı bir tartışma ve haber sitesi de bulunan Radio Dreyeckland kolektif mekânın diğer sakinleri arasında yer alıyor.

Freiburg şehir merkezine çok yakın eski itfaiye araçları fabrikası Grether 1983’teki işgalinin ardından Mietshäuser Syndikat[7] (Kiralık Evler Sendikası) örgütlenmesinin merkez üssü haline geldi. Ernst Bloch’un “Planlı ve mümkün olanla bağlantılı umut, hâlâ var olan en güçlü ve en iyi şeydir”[8] şiarını kerteriz alan Syndikat Almanya’da giderek derinleşen özelleştirmeyle yatırım fonlarının pençesine terk edilen barınma sorununa çözümlerden biri olarak yükseliyor.

Geçmişte yapı stokunun üçte birinin sosyal ya da kira tahditli konut olduğu ülkede havsalayı zorlayan bir hızla, her yıl neredeyse 100 bin sosyal konut özelleştiriliyor. 1987’de 3,9 milyon olan sosyal konut stoku 2020’ye gelindiğinde 1,13 milyona geriledi ve hızla azalmaya devam ediyor.

Eski Grether fabrikası, Freiburg

Büyük ölçüde devletin, eyalet yönetimlerinin işbirliğinde gerçekleştirilen özelleştirme saldırısı altında, Syndikat’ın örgütlenmesi özellikle 2019’dan sonra ivme kazandı. Berlin’de hepi topu 12 şirketin mülkiyetinde bulunan 247 bin eski sosyal konutun yeniden kamulaştırılması için örgütlenen, Berlinlilerin üçte ikisinden fazlasının desteklediği “Deutsche Wohnen & Co.’yu Kamulaştır” kampanyasına da katkı veren Syndikat’a bağlı, özyönetime dayalı barınma kolektiflerinin sayısı son dört yılda 71’den 201’e çıktı.

Syndikat’a bağlı farklı kolektifler çeşitli şekillerde oluşuyor. Çoğunlukla satışa çıkan bir binanın sahipleri tahliye tebligatlarına boyun eğmiyor ve binayı kolektif şekilde satın almaya ve sendikanın kiralık ev stokuna katmaya karar veriyor. Sakinler öncelikle herkesin eşit hisseye sahip olduğu bir limited şirket kurarak çatı örgüt Syndikat’ın desteğiyle finansal bir plan hazırlıyor. 2020 itibarıyla, binaların satın alınması için gerekli uzun vadeli ödeme planına sahip kredilerin yüzde 54’ü bankalardan, yüzde 39’u kitlesel fonlama yöntemiyle toplanan düşük faizli doğrudan kredilerden, yüzde 7’si ise öz sermayeden karşılandı.

Müşterek mülkiyet ilkelerini kabul edip “ele geçirilen” yapıları piyasadan dışarı çıkaran Syndikat’a dahil olan kolektifler her ay metrekare başına bir dayanışma katkısı sağlayarak müstakbel projeler için özsermaye biriktirmeye devam ediyor. Dayanışma miktarına gelecek stratejilerinin belirlendiği yıllık meclis toplantılarında karar veriliyor. Syndikat son zamanlarda ilerici belediyelerin yardımıyla boş arazilere yeni binalar inşa etmeye ya da bizzat arazi satın alıp konut üretmeye de başladı.

Berlin’de “Deutsche Wohnen & Co.’yu Kamulaştır” eylemi, Haziran 2021

Grether fabrikasına dönelim. Kent merkezindeki metrekare başı kira ücreti ortalama 17 avro olan dairelere komşu fabrikadaki metrekare kirası 6 avro. Kolektif yaşam ve örgütlenme de cabası.

Syndikat’ın satın almaya dayalı stratejisi belki en ideal çözüm değil. Ancak, İspanyol özlü deyişiyle, “aşk diz dize sürtünmekle başlıyor”. Borsadaki tek bir spekülasyon hamlesiyle tahıl fiyatlarının topyekûn bir coğrafyayı açlığa sürükleyecek raddede artırıldığı, tek bir yatırım fonunun bir saat içinde binlerce konut alarak on binlerce kişiyi yerinden edebildiği, platform şirketlerinin oluşturduğu tekelci yapıların kentli çalışanları yarı köle konumuna sürüklediği kapkara bir çağda, Syndikat’ın ele geçirdiği mekânlar envai çeşit örgütlenmeyi bir araya getirerek karanlığın içinde direnmek için elzem nitelikteki bilgi, strateji ve aşk çeşitliliğinde büyük bir sürtünme yaratıyor.

Elbette ilerici bir yerel yönetimin el vermesiyle Syndikat benzeri yapılar çok daha büyük bir sıçrama yaşayabilir. İşte tam da böyle bir sıçramanın yaşandığı bir coğrafyayı ziyaret etmek için filmi bir asır kadar başa saralım ve I. Dünya Savaşı’nın ertesindeki Viyana’ya yumuşak iniş yapalım.

Karl Marx Hof, Viyana

Kızıl kent

Aynı zamanda salon olarak da kullandığınız açık mutfaklı geniş odadan ferah avluya bakınca parkta oynayan küçük çocuğunuzu görüyorsunuz. Büyük olanı az sonra binada yer alan kütüphaneye gidip biraz çalışacak. Aklınıza savaşın hemen akabinde din derslerinin yasaklanması, okul harçlarının kaldırılması ve özel okulların kapatılması geliyor. Kahvenizi yudumlarken hafif tebessüm ediyorsunuz. Hamile yan komşunuz avluda doğum eğitimi alırken, emekli amcanız yine avludaki yaşlılar için açılmış kültür merkezinde arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Akşam ne yapacağınıza karar vermeye çalışıyorsunuz  Mahalledeki toplumsal sinema atölyesinin (KİBA) gösterimine gidebilir ya da kendi binanızdaki eğlence salonunda caz dinleyip dans edebilirsiniz. Sabah belediyenin saunasında biraz vakit geçirmek hoş olur. Zemin kattaki ortak çamaşırhaneye inmeden önce lavaboda elinizi yıkarken bir an aklınıza daha altı yıl önce yedi kişi beraber yaşadığınız susuz, tuvaletsiz tek göz bodrum katı geliyor. Zaman duygunuz genişliyor, pencereden süzülen ışık sanki zihninizi aydınlatıyor.

Avusturya Sosyal Demokrat Partisi 1919’da Viyana seçimlerini yüzde 54’le kazandığında, kentteki evlerin sadece yüzde 15’inin iki ya da daha çok odası vardı. İşçi sınıfı tek odalı dairelerde yaşıyordu. Parti, Viyana’nın barınma koşullarında bugün bile etkisini hissettiren köklü bir dönüşüm gerçekleştirdi.  

Günümüz ölçeğinde ileri bir sosyalist programa sahip zamanın Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (ÖSDP) 1919’da Viyana belediye seçimlerini yüzde 54’le açık ara kazandığında, kentteki evlerin sadece yüzde 15’inin iki ya da daha çok odası vardı. İşçi sınıfının tamamı yapı stokunun yüzde 73’ünü oluşturan tek odalı dairelerde yaşıyordu. Kimi zaman birden fazla ailenin beraber kalmak zorunda kaldığı bodrum katlarındaki odaların kiraları ortalama işçi maaşının yüzde 30’una tekabül ediyordu.

ÖSPD kolları sıvayıp işe “çatı hak”tan başladı. Önce eski kraliyet sarayları, boş duran büyük burjuva malikaneleri kamulaştırılarak halkın kullanımına verildi. Ardından sıkı bir kira tahdidi getirilerek sermayenin rantiyeliğe kaçışı engellendi. En büyük hamle ise, sadece konuttan ibaret olmayan, mahalle klinikleri, sinemaları, saunaları, spor tesisleri ve halk eğitim merkezleriyle Gemeindebauten planıydı.[9] Bu plan Viyana’daki barınma koşulları ve anlayışında, bugün bile etkisini hissettiren köklü bir dönüşüm gerçekleştirdi. 

Viyana’daki ilk Gemeindebauten’lerden Metzleinstaler-Hof

Müşterek toplu konutların hayata geçirilmesi için gerekli kaynak, işçilerin belini büken dolaylı vergileri kaldıran, gelir düzeyi arttıkça vergiyi yükselten vergi reformuyla sağlandı. 20. yüzyılın ikinci yarısında Batılı kapitalist merkezlerde kent çeperlerine yapılan, alâmet-i farikası St. Louis’deki Pruitt–Igoe olan gayrı kentsel toplu konutların aksine, Viyana’nın merkezinde de, örneğin geniş Gürtel Straße’de (Kemer Sokağı) inşa edilen ve 50 ila 1300 arası daire barındıran kolektif konutların kirası ortalama bir işçi maaşının yirmide birinden azdı.

Sadece kolektif yaşamıyla değil, sonradan hafızası ABD tarafından müsadere edilecek dünyadaki ilk mutfak-salonlarından (Viyana açık mutfakları) emekçi koltuk ve sandalye tasarımlarına uzanan fikri yelpazesiyle, “Kızıl Viyana”da, faşizmin arifesinde, 1930’ların başında, neredeyse her iki kentliden biri Gemeindebauten’de yaşıyordu. Kızıl kentte 1931’de düzenlenen işçi olimpiyatlarına 260 bin kişi katılmıştı.

Bugün Viyana’da sosyal konut stoku kısmen aşınsa da, düzenli işlerde çalışanların ayda asgari 1750 avro ücret aldığı[10] kentte, Gemeindebauten’lardaki iki odalı bir evin kirası 470 avro. Kentin kızıl geçmişi, faşizm dönemi hariç, belediye yönetiminin asla sağın eline geçmemesine de sebep oldu.

“Kızıl Viyana”da, 1930’ların başında, her iki kentliden biri Gemeindebauten’de yaşıyordu. Ve bu konutların kirası ortalama bir işçi maaşının yirmide birinden azdı. Bugün Viyana’da sosyal konut stoku kısmen aşınsa da, düzenli işlerde çalışanların ayda asgari 1750 avro ücret aldığı kentte, Gemeindebauten’lardaki iki odalı bir evin kirası 470 avro.

Gibi geçti rüzgâr

Buenos Aires’in keşmekeşindeki taksicilik hayatından bunalan, yirmilerinin başında genç bir kadın olan Soledad ani bir kararla direksiyonu güneyin bakir topraklarına, Patagonya’ya kırar. Misafir olduğu köy yakın zamanda sinemayla tanışmıştır. İlk kez gösterilen Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisinde, büyülü gerçekçiliğin nüfuz ettiği köyde senaryolar yazılmaya, köyün tek kamerasıyla filmler çekilmeye başlanmıştır.

Filmler köy ahalisinin kolektif bilincini yavaş yavaş dönüştürürken, köyün bilgesi Antonio art arda büyük buluşlar yapar. Önce her şeyin hareket halinde olduğunu ve hareketin gözlemcinin konumundan bağımsız değerlendirilemeyeceğini keşfeder. Işık hızı tek sabit ise, uzaklık ve zaman gözlemciye göre değişiyorsa, madde, zaman ve hareket birbirinden ayrılamaz. Mesafe ve zaman gözlemciye göre değişkenlik gösterdiği için izafidir. Tüm köy ahalisinin katıldığı bir törenle yeni buluşunu anlatan Antonio bir süre sonra kuramının yıllar önce Einstein adlı biri tarafından ortaya konduğunu öğrenecektir.

Yılmadan düşünmeye, keşfetmeye devam eden Antonio köy ahalisine uzun uzun rüyalarını anlattırdıktan sonra şu gerçeği tespit eder: Benliğimizin çok küçük bir kısmı bilinç düzeyinde görünür haldedir. Bastırılmış düşünceler, algılar bilinç düzeyinde olmasa da zihnimizde var olmaya, işlev görmeye devam eder. Bu bilinçaltı öğeler rüyalarımızda görünür hale gelir. Alâyıvâlâ ile Buenos Aires’e gönderilen Antonio, orada Sigmund Freud’un varlığını keşfedecektir.

Kopenhag’da kooperatiflerin önü kapsamlı bir kira tahdidi uygulamasıyla açıldı. Büyük mülk sahipleri kârları düştüğü için daireleri elden çıkarmaya başladı. Zamanla, belediyenin mülkiyetindeki birçok bina ve arazi de kooperatiflere devredildi. Bugün Kopenhag’daki dairelerin yüzde 35’i kolektif mülkiyet rejimindeki kooperatiflerin elinde.

Yönetmen Alejandro Agresti’nin Gibi Geçti Rüzgar (El viento se llevo lo que, 1998) adlı filminin kahramanlarından Antonio kısmen Patagonya gibi uzak bir diyarın ücra bir köyünde yaşadığı için keşfedilmiş olanı yeniden keşfeder. Ama durum her zaman böyle olmak zorunda değildir. Bir coğrafyada başarıyla uygulanmış kolektif bir çözüm özgül şartlara sahip başka bir coğrafyada tıpatıp hayata geçirilemez olsa da, belli bir mücadele alanındaki esinlendirici örgütlenmelerden çıkarılacak dersler, yapılacak bir “aktivist brikolaj” gerçekliği sil baştan yeniden keşfetmeden, geçmişin ve günümüzün örgütlenmelerini harmanlayarak yol almamızı sağlayabilir.

1919’dan 1934’e kadar başarıyla örgütlenen Kızıl Viyana gibi sosyalist bir istinat duvarına sahip olmasa da Danimarka’da barınma sorununu çözmek için hazırlanan Andelsbolig modeli tam da bunu başardı, birçok coğrafyaya ilham verdi, bir sürü kentte kısmen yerelleştirilerek hayata geçirildi. Şimdi 1970’ler Kopenhag’ından günümüze doğru uzanalım.

Skydebanen Sokağı, Kopenhag

Kent merkezine komşu Vesterbro mahallesinin Skydebanegade sokağındaki 250 daireyi barındıran AB Skydebanen kooperatifi 1988’de kuruldu. AB Skydebanen’in, büyük çoğunluğu Kopenhag’da yer alan ülkenin diğer 10 bin konut kooperatifi gibi, ortak çamaşırhanesi, meclis ve eğlence salonu, müşterek bahçesi bulunuyor. AB Skydebanen benzeri kooperatiflerin kurulması için, hükümet 1976’da kiracıların bir araya gelerek oturdukları binaları satın almalarını kolaylaştıran bir yasa çıkardı.

Bir binanın sakinlerinin en az yüzde 60’ının anlaşmasıyla kurulabilen kooperatiflerin önü kapsamlı bir kira tahdidi uygulamasıyla açıldı. Konut stokunun küçük bir zümrenin elinde olduğu kentte, büyük mülk sahipleri kârları düştüğü için daireleri elden çıkarmaya başladı. Zamanla, belediye mülkiyetindeki birçok bina ve boş arazi, ortak mülkiyete dayalı olması şartıyla, kooperatiflere devredildi. Bugün Kopenhag’daki dairelerin yaklaşık yüzde 35’i kolektif mülkiyet rejimindeki kooperatiflerin elinde bulunuyor.

Dünyada Andelsbolig modeli diye tanınan Danimarka konut kooperatifçiliği, ismini Danca “hisse” anlamına gelen andel kelimesinden alıyor. Bu modele göre, kooperatif üyeleri oturdukları dairenin mülkiyetine değil, kooperatifin eşit hisselerine sahip oluyor. Hisselerin değerleri piyasaya göre değil, konut yasasının ortaya koyduğu kurallar doğrultusunda kullanım değerine göre belirleniyor.

Özellikle 1981-2004 arasında yeni kurulan kooperatiflere kamu desteği verilmesi modelin hızla tüm Kopenhag’a yayılmasını sağladı. Son dönemde yaşanan liberalleşme hamlesiyle kira tahditleri kalksa da,  bir kısım kooperatifte özel mülkiyet rejimine geçiş yaşansa da, kısıtlı gelir grupları için model ulaşılabilir olmaktan çıksa da, Andelboligs’in başlangıçtaki uygulamaları ve ilkeleri birçok başka coğrafyaya ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

Mülkiyet belası

Gene de kuzey modelinin mayası her zaman tutmuyor. Apartheid’ın sonlandığı 1994’te, Norveç’teki Andelsbolig benzeri uygulamalardan ilham alan Güney Afrika hükümetinin Norveç hükümeti ile beraber Johannesburg kent merkezinde kurmaya çalıştığı kolektif mülkiyete dayalı bir dizi konut kooperatifi girişimi başarısızlığa uğradı.

Modelin ülkedeki “bireysel mülkiyete yönelik güçlü arzuyu hafife aldığı”[11] ifade edilse de, bu başarısızlığın mukadderat olmadığını eklemek gerek. Üstelik de ormanlar, ağaçlar, sular ve tarım arazileri söz konusu olduğunda özel mülkiyet biçimlerine tarih boyunca direnmiş  bir kıtadaki bir ülkeden bahsediyorsak.

Genelde herhangi bir kooperatif modelinin, özelinde ise Andelsbolig’in, başta emekçi sınıflar, tüm toplum adına rasyonalitesinin, doğuracağı olumlu sonuçların angaje siyasi örgütlerce propaganda edilmesi gerekir. Ancak çok katmanlı ve inatçı bir anlatı mahallelilerin zihin dünyasında bir dönüşüm yaratabilir.

Dünyada Andelsbolig modeli diye tanınan Danimarka konut kooperatifçiliği, ismini “hisse” anlamına gelen andel kelimesinden alıyor. Bu modele göre, kooperatif üyeleri oturdukları dairenin mülkiyetine değil, kooperatifin eşit hisselerine sahip oluyor. Hisselerin değeri piyasaya göre değil, kullanım değerine göre belirleniyor.

Her şeyden önce pragmatik açıdan beraberce yapılmış bir plan barınma ihtiyacını ucuza karşılar, kamu desteği olmasa dahi maliyetleri düşürür. Ardından, kişisel mülkiyetin cazibesi konutların kullanım hakkının nesilden nesile geçeceğinin altı çizilerek bertaraf edilebilir. Üstelik, sağlam yapılmış bir betonarme binanın zaten kısıtlı bir ömrü vardır. Ortak mülkiyet idame masraflarını minimuma indirir. Kolektif mülkiyet vasıtasıyla ucuza sağlanan barınma hakkı hanelerin gelirlerini diğer ihtiyaçlarına yönlendirmelerine el vereceği için, tıpkı yerel para birimlerinde gözlendiği gibi, yerel ekonomideki mübadeleyi kimi zaman beş-altı kat artırır.

Genel ekonomi açısındansa rantiyeliği azalttığı ve inşaat sektörünü barınmayla sınırlandırdığı ölçüde, gerçek ihtiyaçlara ve arzulara yönelik üretimin ön plana çıkmasına katkı sağlar. Nihayetinde, artık sermayenin gereksiz konut imalâtı ve mega projeler vasıtasıyla massedilmeye çalışılması ekolojik yıkımı derinleştirirken, inşaata ket vurulması gelecek nesiller adına bir umut kaynağı olur.

Dahası, kolektif mülkiyetin kendisi gündelik hayata dair algılarımızı değiştirerek tüketim toplumunun dibine dinamit koyar. İşte tam da bu türden angaje bir programa sahip bir çatı örgütüne yakından bakmak için, 1970’lerin Uruguay’dan günümüze uzanalım ve önce Montevideo doğumlu yazar Eduardo Galeano’ya kulak verelim.

Montevideo’da bir duvarda Galeano

Birleşik yuvalar

Karşılıklı yardım ve topluluk bilinci belki de insani icatlar değildir. Mesela, konut kooperatifleri belki de kuşlardan esinlenmiştir. Afrika’nın güneyinde ve başka yerlerde yüzlerce çift kuş yuvalarını elbirliğiyle, işleri paylaşarak inşa etmek için ezelden beri bir araya gelirler. İşe samandan büyük bir çatı yaparak başlarlar, ve bu çatının altında her çift ağaçların en yüksek dallarına doğru çıkan dairelerden oluşan büyük blokta diğer yuvalarla birleşen kendi yuvasını inşa eder.”    

Galeano’nun ülkesi Uruguay, tıpkı kıtadaşları Arjantin, Şile ve Brezilya gibi, 1950’lerde kamu eliyle güçlü bir kalkınma hamlesi gerçekleştirmiş, 1950’den 1963’e kadar ekonomist Raul Prebisch tarafından yönetilen Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomik Komisyonu’nun öncülüğünde yapılan altyapı yatırımları ve açılan kamu fabrikalarıyla bölge “üçüncü dünya” kategorisinden büyük ölçüde çıkmıştı.

1960’ların başına gelindiğinde, Uruguay’da okuma yazma-oranı yüzde 95’e ulaşmıştı ve herkes ücretsiz, nitelikli sağlık ve eğitim hizmetlerinden faydalanıyordu. Kamu fabrikaları işçilerinin kurduğu güçlü sendikalar çalışanların maaşlarını neredeyse Batılı muadillerinin seviyesine çıkarmayı başarmıştı. Ardından, CONDOR planı çerçevesinde, peşpeşe CIA destekli darbeler geldi ve  Latin Amerika’nın kalkınmacı ülkelerinin ekonomilerinin başına Chicago Okulu ve benzerlerince eğitilmiş serbest piyasacı ekonomistler getirildi.

Uruguay’da FUCVAM, “karşılıklı yardımlaşma ve kolektif mülkiyet” şiarıyla, barınma kooperatiflerini bir araya getiriyor. 910 kooperatifin, 41.300 ailenin yer aldığı federasyon Latin Amerika’da ortak mülkiyete dayalı 400 kooperatifin kurulmasına da öncü oldu. Her kooperatif tüm mahallelilere açık en az bir komünal mekâna sahip.

Galeano 1973 Uruguay darbesinden sonra ilkin Arjantin’e yerleşecek, 1976’da oradaki darbenin ardından hakkında gayrı resmi infaz kararı çıkınca, o sırada Franco’nun ölümünün ardından hızla ve geçmişle hesaplaşmadan gerçekleştirildiği için kahve masası demokrasisi diye adlandırılan geçiş sürecindeki İspanya’ya demir atmak zorunda kalacak, ülkesine ve doğduğu kent Montevideo’ya ancak liberal demokrasinin yeniden tesis edildiği 1985’te dönebilecekti.

Galeano’nun ülkesine dönünce tüm diktatörlük boyunca hayatta kalmayı başarmış, akabinde hızla örgütlenmeye devam etmiş konut kooperatiflerini görünce hayrete düşmüş ve bu müthiş dayanışmanın kökenlerini, Sibirya’nın steplerine bakıp hayvanlar arasındaki dayanışmayı gören Kropotkin misali, türler arası öğrenmeye yormuş olması muhtemel.  

Darbe öncesinde, ülkedeki işçi hareketinin tepe noktasında olduğu 1970’te kurulan FUCVAM (Uruguay Karşılıklı Yardımlaşma Kooperatifleri Federasyonu) ikinci dereceden bir sendikal örgüt. Barınma hakkı konusunda mücadele veren FUCVAM, “karşılıklı yardımlaşma ve kolektif mülkiyet” şiarıyla, barınma kooperatiflerini bir araya getiriyor. Çatısı altında 910 kooperatifin, 41.300 ailenin yer aldığı federasyon son yıllarda Latin Amerika’da ortak mülkiyete dayalı 400 kooperatifin kurulmasına da öncü oldu. Her kooperatif tüm mahallelilere açık en az bir komünal mekâna sahip. Mahallenin tüm örgütleri mekânsal açıdan kooperatifler etrafında örgütlenirken, birçok kooperatif yine tüm kentlilere açık spor alanları ve demokratik okullar barındırıyor.

FUCVAM kooperatif evleri önünde gösteri

Karanlığın yüreğinde

1973-85 arasında süren diktatörlük yönetimi FUCVAM’ı önce lağvetmeye, ardından, baktı beceremiyor, beyhude yere kendine bağlı hiyerarşik bir yapıya dönüştürmeye çabaladı. Günümüzde Uruguay’da, 3 buçuk milyon nüfuslu bu küçük ülkede, dile kolay, 2177 konut kooperatifi bulunuyor. 2005-2020 arasında ülke tarihinin ilk sol hükümeti Geniş Cephe (Frente Amplio) sırasında çıkarılan yasa ve düzenlemelerle konut kooperatifçiliği hızla göverdi.

Kamu konut kooperatif kurmak isteyenlere sosyolog, mimar, mühendis, iktisatçı, avukat ve muhasebeci dahil, 11 aşamalı proje sırasında her türlü teknik destek sağlanıyor. Finansal desteği Ulusal Konut Ajansı ve Konut Bakanlığı temin ederken, devlet kooperatiflere arazi tahsis ediyor. Yılda iki kere araziler için çekiliş yapılırken üçüncü kez kuraya giren kooperatifler doğrudan araziye hak kazanıyor.

İnşaat için gerekli finansman aylık ödemesi hane bütçesinin cüzi bir bölümüne denk gelen 25 yıllık düşük faizli kredilerle sağlanıyor. Ama tekrarlamakta fayda var: Bu esinlendirici barınma hareketi diktatörlüğün kapkara günlerinde dahi örgütlenmekten geri durmamış binlerce ailenin büyük emekleri üzerinde yükselmeyi başardı.

Bırakın geleceği, hemen yarının bile olanca endişe yüküyle üstümüze geldiği bugünlerde, izini sürdüğümüz düşünceleri önce baskın hale getirmek, ardından onlara hayat vermek için her çağda ve günümüzde kentlerde barınma hakkı adına verilen mücadelelere dikkat kesilmenin tam zamanı. Öyleyse bu küçük gezintinin son durağında, karanlığın yüreğinde dahi mücadeleden vazgeçmeyenlere kulak vermek için Şili’ye uzanalım:

1973’te Şili’de, askeri darbe sonrasında, korkudan eli ayağı kesilen, acımasız bir kemer sıkma programına maruz kalan işçi mahallelerindeki kadınlar emeklerini ve kaynaklarını bir araya getirdi. Yaşadıkları barriolarda birlikte alışveriş yapıp beraber yemek yemeye başladılar. Zorunluluktan doğan bu çaba sınırlı kaynakların yayılmasından çok daha fazlasını yarattı. Bir araya gelme ve Pinochet rejiminin onlara dayattığı tedrici reddetme eylemi hayatlarını niceliksel açıdan dönüştürdü, kadınlara özgüven kazandırdı ve hükümetin terör stratejisinin yarattığı eylemsizlik halini kırdı… Ev işleri büyük kazanlarla sokağa çıktı ve siyasal bir anlam kazandı…Resmi makamlar mahallelerde halk mutfakları kurmayı sapkın bir komünist faaliyet olarak görmeye başladı. İktidara yönelik bu tehdide cevaben polisler ortak mutfaklara kazan devirme akınları başlattı… 1980’lere gelindiğinde hareket diktatörlüğe karşı başarılı bir direniş gösterecek kadar güçlenmişti.


[1] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, 2011

[2] Experiències internacionals: Construïm habitatge cooperatiu, Sostre Civic, 2019

[3] David Graeber and David Wengrow, The Dawn of Everything: A New History of Humanity, Mcmillan, 2021

[4] Neil Smith, The New Urban Frontier Gentrification and the Revanchist City, Routledge, 1996

[5] Carolina Bank Muñoz, Penny Lewis, Emily Tumpson Molina, A People’s Guide to New York City, University of California Press, 2022

[6] Richard Sennett, Saygı: Eşit Olmayan Bir Dünyada, Ayrıntı, 2017.

[7] Sendikanın örgütlenmesini anlatan broşüre buradan ulaşabilirsiniz.

[8] Ernst Bloch, Umut İlkesi 1, İletişim Yayınları, 2020

[9] Helmut Weihsmann, Das Rote Wien: Sozialdemokratische Architektur und Kommunalpolitik 1919 – 1934, Promedia, 2019

[10] Avusturya’da asgari ücret uygulaması yok. Taban ücretlere sendika ve işverenler bir araya gelerek karar veriyor ve çalışanlar yılda 14 maaş alıyor.

[11] Norveç ve Güney Afrika deneyimleri ile ilgili bir değerlendirme buradan okunabilir.

^