Daha önce bir afet bölgesinde çalışmış mıydın, nasıl bir tecrübe ve görevle Antakya’ya geldin?
12 yıldır ebe olarak mesleğimi yapıyorum. Altı-yedi yıldır da arama-kurtarmacıyım. Daha önce ülkenin çeşitli yerlerinde, çatışma bölgelerinde görev aldım. Ülke dışı görevlendirmeyle yine çatışma bölgelerine gittim. Van depreminde de görev aldım. Son görev yerim de büyük Antakya depremi oldu. Gelip gelmemekte başta ikilemde kaldım, çünkü çocuklarımı koordine etmem gerekiyordu. Ama, nasıl söyleyeyim, güneydoğuyla farklı bir bağım var benim. Üniversitede sınıf arkadaşlarım, çok samimi olduğum, çok sevdiğim insanların hepsi buralı. Bu yüzden dedim ki, “al çantanı, çık!” Çünkü herkesin çocuğu var.
Nasıl ebe oldun? Ebe olmak sana hayata dair neler gösterdi?
Ebe olmayı düşünmüyordum açıkçası, tercih hatası yüzünden ebe oldum. Ebe olduğum için pişman mıyım? Hayır, bu bana evrenin verdiği özel, güzel bir mesaj oldu, çünkü aslında kadınları seviyormuşum, çocukları seviyormuşum. Ebe olunca insanların her şeyini, en hassas noktalarını biliyorsun. Anneliğin nasıl bir şey olduğunu anne olmadan önce öğrenmiş oldum. Ve evrenin ebeyi aslında özel olarak seçtiğini fark ettim. O seçilmiş kişilerden biri olduğumu düşünüyorum.
Antakya’ya daha önce gelmiş miydin, bilir miydin Antakya’yı?
2009, 2010 yılları civarında gelmiştim ve hayran kalarak geri gitmiştim. Depreme kadar tekrar gelmedim. Etrafından geçtim hep, Urfa’da görev yapıyorduk. Antakya’nın yakınlarından geçerken eşimle her seferinde “geleceğiz bir gün sana” deyip gidiyordum. Hayalim bu yıl bahar sonunda ailecek gelmekti. Umarım hayallerim gerçekleşecek ama…
Yaralının kırığı varsa sabitliyoruz, yaraları varsa kanamasını durdurmak için pansumanını yapıp kapatıyoruz. Damar yolu açıp sıvı desteğine başlıyoruz. Termal battaniyeye sarıyoruz, enkazdan travma tahtasıyla çıkarıyoruz ve 112 ambulans ekiplerine teslim ediyoruz. Biz alandan ayrılmıyoruz.
Depremden sonraki ilk gelişin nasıl oldu?
Depremin olduğunu duyduktan sonra, işe gittim. Kendimi depremi düşünmekten alamıyordum. Müdür yardımcımıza “ben bugün çalışmayacağım, deprem bölgesine gidiyorum” dedim, sağ olsun olumlu karşıladı. Çalıştığım şehir merkezindeki toplanma alanına gittim, ne yapabileceğimizi, lojistiğimizin hazır olup olmadığını kontrol ettim. O arada evraklarımızın hazırlanmasını bekledik. “Beni yazın!” dedim, “Kesinlikle gideceğim. Gerekirse başka bir STK’yla da olsa ben gideceğim.” Şansıma, ilk başvuranlardan biri olduğum için deprem bölgesine geldim ve geldiğim için… “mutluyum” diyemiyorum ama, farklı bir kelime olmalı, onu bulamıyorum…
İyi ki gelmişiz…
İyi ki gelmişiz diyorum.
Antakya’ya ekip olarak mı geldiniz, ne zaman ulaştınız?
Sağlık Bakanlığı gönderdi bizi. Önce “Adana’ya gideceksiniz” dendi, sonra Osmaniye, sonra Antakya oldu. İlk seferinde, 6 Şubat’taki depremde tim liderimiz ve ekip arkadaşları olarak dört kişi geldik. Tam 24. saatte Hatay Eğitim Araştırma Hastanesi’nin içine girdik. Gelirken bütün ülkede resmen kaos ortamı vardı, her yerde kar var, buz var, tipi var yol boyu. Ankara’dan sonrası inanılmaz kötüydü. Otoban yağmalanmış gibi. Benzin istasyonları keza öyle, yağmalanmış gibi. Bir paket kraker bulamıyorsun mesela, o şekilde geldik. Yeteri kadar su veya yiyecek almamıştık yanımıza.
Ne almıştınız yanınıza?
Dört kişiyiz, dört tane su, birer paket kraker. Uyku tulumlarımız, çadırlarımız vardı. Onları UMKE’nin lojistik kısmından halletmiştik. Ama uyku tulumlarımız buranın hava şartlarına uygun değilmiş. Yağmur kar, bunların hiçbirini hesap edemedik o anda. Yokluk ânında her şey tolere edilebiliyormuş, bunu öğreniyoruz. İnsanoğlu çok güçlü varlık aslında.
Tıbbi müdahaleye yetecek araç gerece sahip miydiniz?
Acil müdahale çantamız var, onun içinde mesela kişinin ayağı kırıksa ona uygun, şişebilen, alçı işlevi gören balonlarımız, pelvisi kırıksa ona uygun ekipmanımız, damar yolu malzememiz, ilaçlarımız, hastanın o anda ihtiyacı olabilecek her şeyimiz mevcut. Araçlarımızda çantalarımız her zaman hazır.
Enkazda dört kat aşağıda Abidin adında 18 yaşlarında bir çocukla temasa geçtik. Sırtına kolonlar devrildiği için çıkamıyor. Çıkarılması uzun süreceği için enkazın içine girdim. Sabaha karşı 4-5. O sırada deprem oldu. Abidin “Abla sen de mahsur kaldın” dedi. “Sıkıntı yok” dedim. “Beraberiz şu anda.”
UMKE (Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi) kimlerden oluşuyor? Nasıl bir eğitimden geçiyorlar, UMKE’ci kimdir?
UMKE’ci olabilmek için sağlıkçı olmanız gerekiyor. Ön koşulu hemşire, ebe, doktor ya da röntgen teknisyeni, ortopedi teknikeri olmak. Bir mülakata tabi tutuluyorsunuz. “Neden UMKE’ci olmak istiyorsun, UMKE’yi nereden tanıdın? UMKE sana ne katabilir?” gibi… Bir komisyon karşısında mesleğin hakkında ince nüans sorular da soruluyor. Yeri geliyor, travmatize edici sorular da sorulabiliyor, çünkü çok zor alanlarda, psikolojimizi yıpratan alanlarda çalışıyoruz. O yüzden, iyice köşeye sıkıştırılıp zorlanarak test ediliyorsunuz. Sonra da beş günlük bir teorik eğitim var. Acil ilk yardımdan KBRN’ye, yani kimyasal biyolojik nükleer tehditler eğitimine kadar. Bunlarda nasıl müdahale edileceğine dair, her türlü doğa koşullarının hesaplandığı eğitimlere tabi tutuluyorsunuz. Teorik eğitimin ardından uygulama kampına gidiyorsunuz. Orada da her türlü tatbikat yapılıyor, büyük bir trafik kazasıyla karşılaşırsanız nasıl müdahale edeceksiniz, uçak kazası veya çatışma alanındaysanız ne yapacaksınız… Bunlara uygun bir tatbikat alanı düzenleniyor. Bunu bitirdiğin zaman UMKE’ci sertifikanı alıyorsun ve bakanlığın sisteminde UMKE’ci olarak kayıtlara geçiyorsun.
Tecrübeli bir UMKE personeli olarak, depremin 24. saatinde Hatay Eğitim-Araştırma Hastanesi’ne geldiğinde, ortam nasıldı, nasıl bir manzarayla karşılaştınız?
Kocaman bir kaos… İçinden çok zor çıkılacak bir kaos ortamı gördüm… Gördüğüm manzaranın şokunu yaşadım hastaneye ilk girdiğimizde. Hava çok soğuktu ve yağmur atıştırıyordu. Ne yapabileceğimizi, ana merkez noktada nasıl yardımcı olabileceğimizi araştırdık. Vatandaş enkazdan kendi çıkardığı yaralılarını getiriyordu. Bir tarafta cesetler… Bize “Birazcık durun, bekleyin, ekipler şu anda çalışıyor, biz sizi sabah olunca enkaza gönderelim” dediler. Birkaç saat sonra, sabah 7’de, enkaza gittik. Enkazda çalışmaya başladık.
Neredeydi ilk gittiğin enkaz?
Ovakent. Özbek Mahallesi.
İlk müdahale ettiğin olayı hatırlıyor musun?
Hatırlıyorum. Fatma[*] Ş. 15 yaşında bir kız çocuğu… Tahminimce üç katlı bir bina. Ailecek, büyük aile olarak, altlı-üstlü oturuyorlar. Kolon devrilince, annesi Fatma’nın üzerine düşmüş. Aslında anne orada bir hava yastığı, tampon etkisi yaratmış. Ama o sırada, parçalanmış annesi, kızının üzerinde vefat etmiş. Fatma’yı oradan çıkarmamız gerekiyor. Fatma’nın hafif yaraları, ayağında kırığı var. Enkazın içerisine girip gerekli müdahaleleri yaptık, sıvısını başlattık, ayağına yapabileceğimiz şeylere baktık. Ama anneyi kaldıramıyoruz. Kolonu üste doğru oynatamıyoruz, üstte dayı var ve dayıyla da temas halindeyiz, ona da müdahale etmeye çalışıyoruz. Fatma’yı aşağı doğru indiremiyoruz, yani kazamıyoruz zemini. Ne yapacağız? Anneyi tahliye etmemiz gerekiyor. Annenin bir kısmını, parçalanan kısımları bir şekilde oradan çıkardık. Herhalde en travma yaratan, ilk enkazım oldu. Bir anneyi o şekilde görmek…
Sizin kaldıramadığınız bina parçalarını kaldıracak başka bir ekip var mıydı?
Bu ekipte çalışan bir madenci abi vardı. Gönüllü gelen madencilerden bir abi. Hatta uçak biletini kendisi almış gelmiş. Ellili yaşlarında bir abiydi. Orada çok büyük çalışmalar yaptı ve bir sürü insana dokundu, bir sürü canın sağlıklı bir şekilde çıkmasına yardımcı oldu. Madenci ekiple çalışınca ne kadar iyi çalıştıklarını, ne kadar profesyonel çalıştıklarını gördüm. Ben kolon bilmem, kiriş bilmem, ama onlar enkazın içinde kalasın nereye, nasıl dayanacağını çok iyi biliyor.
Madenciler nereden gelmişti?
Soma. Daha önce Tekirdağ’da ve başka yerlerde de görev yapmışlar. Çok gençmiş o zamanlar. Ufak tefek hayat hikâyesini anlattı. Dedi ki, “Deprem olduğunu duyunca en çok bize ihtiyacınız olacağını fark ettim, o yüzden buraya gelme gereksinimi duydum. Gönüllü ekiplerle gelemedim. Ama kendi biletimi aldım, Adana’ya kadar geldim. Gerisini de otostop çektim.” Çok büyük bir gönül. Çok yüce bir gönül.
Çıkarabildiniz mi Fatma’yla dayısını?
Fatma gayet sağlıklı bir şekilde çıktı. Sadece ayağında kırıkları ve biraz ezikleri vardı. Ama dayısı İzzet’i çıkaramadık. İzzet orada solunum yetmezliğinden öldü. Fatma’nın bir kız kardeşi vardı, onu da çıkardık. O da iyiydi, sağlıklıydı genel olarak. Babaları muhtemelen o anda evde değilmiş. Baba dışarıdaydı ve gördüğüm en metanetli adamlardan biriydi. O kadar saygılı davrandı ki bizlere karşı. Sadece ne yapabileceğini sordu, başka bir şey için yaklaşmadı.
Keşke daha çok madenci, teknik meslek sahibi daha çok ekip gönderilseydi, herkes koordineli bir şekilde dağıtılsaydı, 5 bin kişi sağ çıktıysa, belki 10 bin kişi sağ çıkacaktı. On yedinci güne kadar enkaz altında canlı bekleyen insan belki yedinci günde, böbrek fonksiyonları zarar görmeden çıkacaktı.
Enkazdan yaralı çıkardığınız zaman ne yapıyorsunuz?
Yaralının kırığı varsa ve sabitlememiz gerekiyorsa, az önce söylediğim şişme atellerimizle, diğer malzememizle sabitliyoruz, yaraları varsa en azından kanamasını durdurmak için en hızlı şekilde pansumanını yapıp kapatıyoruz. Damar yolu açıp sıvı desteğine başlıyoruz. Enkazdan travma tahtasıyla çıkarıyoruz. Isı kaybını önlemek için termal battaniyeye sarıyoruz ve 112 ambulans ekiplerine teslim ediyoruz. Onlar götürüyor, biz alandan ayrılmıyoruz. Zaten sürekli bir yerlerden çağrılıyoruz ve böyle devam ediyor. Herkes “benim yaralım var, benim cenazem var” deyip sizi çekiyor. Onlar çektikçe de alandan çıkamıyorsunuz.
Enkazlarda cenaze çıkarmaya da destek verdiniz mi, sadece yaralılara mı gittiniz?
Sesi duyduğumuz yerlere müdahale edebildik. Ses yoksa müdahale edemedik. Zaten ses olmayan yerlerde çalışma da olmadı.
Herhangi bir arama-kurtarma ekibi, mesela o madenci gibi gönüllüler de UMKE çağırabiliyor mu?
112’yi arayıp “Şu adresteyim, enkazda çalışma yapılıyor, UMKE ihtiyacı var” diyerek çağırabiliyorlar.
Enkaza gittiğinizde, önce mahsur kalmış insanlara sesleniyor, onlarla konuşuyorsunuz, öyle mi?
Evet, koruyucu ekipmanlarla giriyoruz, konuşuyoruz. Honda Kavşağı’nda, artık kaçıncı gündü hatırlamıyorum, çalıştığımız enkazda dört kat aşağıda Abidin adında 18 yaşlarında bir çocukla temasa geçtik. Abidin iyi durumdaydı, secde pozisyonunda, ama sırtına kolonlar devrildiği için çıkamıyor. Çıkarılması uzun süreceği için, yapabileceğim bir şey var mı diye enkazın içine girdim. Sabaha karşı 4-5 falan olmuştu. İlk önce beni bıraktılar aşağıya. Enkazın üzerinde insanlar var tabii. O sırada deprem oldu. Hem güvenlik için hem de enkazda ağırlıkla daha fazla baskı oluşmasın diye insanlar enkazdan inmek zorunda kaldılar. Abidin “Abla sen de mahsur kaldın” dedi. “Sıkıntı yok” dedim. “Beraberiz şu anda.” Hemen yanımızda Abidin’le beraber, Abidin’in annesi ve 3 yaşındaki kardeşinin cenazesi vardı. Buzdolabı ezmişti onları. Muhtemelen Abidin de tahliye anında annesinin ve kardeşinin cenazesini gördü. Annesinin yakınında olduğunu biliyordu, herhalde öldüğünü de biliyordu, ama yüzlerini net bir şekilde görmemişti o vakte kadar.
Hatay Eğitim-Araştırma hastanesi ortadan ikiye yarılmış. İçi tamamen çökmüş. Bahçeye çadır hastaneler kuruldu, kadın doğum hastanesi, çocuk hastanesi, ortopedi… Kendi konaklamamız için de duvar diplerine çadırlar kurduk. İlk üç gün hiç çadır açmadık, hep enkazdaydık.
Bütün bu tanışıklıklar, sahneler sende nasıl izler bırakıyor?
Çok zor bir süreç. Ruhuna ağır geliyor insanın. Yani, bedensel yorgunluk dinlendiğinde geçiyor, ama ruhun? Geçmiyor. Gördüğün şeylerin hepsi aklına kazınıyor.
Van depreminde de çalışmışsın, bugünle kıyaslarsan…
Orası bu kadar kötü değildi. Belki de tek şehirde olmasından kaynaklı, daha fazla imkân gitmiş olabilir. Ama burada etkilenen şehirlerin sayısı çok fazla, yıkılan evlerin sayısı sadece Antakya’da bile çok çok daha fazla. Mesela orada Erciş’te enkazlar vardı, Van merkezde vardı, ama ayakta kalan binalar da vardı. Antakya’ya geldiğimde şunu dedim: Haritadan silinmiş. Yok. Hatay yok…
İlk geldiğimizde araçlarla mahallelere, sokaklara gidiyorduk… Yol yok, bir yerden sonra ya enkaz devrilmiş yol yok, cadde devam etmiyor ya da yollar kırılmış, yarılmış. Arazi aracı bile bir noktadan sonrasına gidemiyor. Bizim ekipmanlarımız çok fazla ve ağır olduğu için bazen yürümekle olmuyor. Acil yetişmen gerekiyor, yaralı çıkmak üzere, alayım çantayı koşayım diyorsun. O anda herhalde çok farklı bir güç ve enerji geliyor, vücudunda herkese yetecek bir adrenalin çıkıyor.
İnsanlar enkaz altındayken, çıkarken ne anlatıyorlar, ne söylüyorlar?
Çok güzel bir amcamız vardı, karadutlu soda istemişti. İstanbul’da inşaat mühendisliği yapan, arama-kurtarmada aktif çalışmaya gelmiş bir ekip vardı, mühendisleriyle, ekipmanlarıyla, hiltileri, jeneratörleri, mazotlarıyla gelmişler. Ses tespiti yaptılar, Mehmet Amca’yı bulduk. Mehmet Amca ilk depremde kaçıp kurtulmuş. “Yalınayak çıktım, terlik giyeyim bari kapının önünden” diyerek tekrar içeri giriyor. O anda bina yıkılıyor ve amca binanın giriş koridorunda kalıyor. 10-12 saat sürdü amcanın çıkarılması. O arada amcayla konuşuyoruz, “ismin ne, ne iş yapıyorsun” filan… Bunları biraz da bilinç muayenesi yapmak için soruyoruz. Anlattı, böyle böyle oldu, terlik yüzünden burada kaldım dedi. “Ya,” diyor “çok içim yanıyor”. Soruyoruz “Ne istiyorsun Mehmet Amca?” “Karadutlu soda istiyorum!” diyor. Çıkarıyorsun kafanı enkazdan, “Mehmet Amca’ya karadutlu soda lütfen!” Sonra diyor ki “Bütün ekibe ısmarlayacağız, öyle sadece bana olmaz!” “Tamam Mehmet Amca, getirsinler şuraya iki-üç kasa karadutlu soda, hepimiz içeriz”. Mehmet Amca bilmiyor ki, market, bakkal, hiçbir şey yok artık. Karadutlu sodanın Antakya sınırlarında hiçbir yerde olmadığını bilmiyor. Ona bunu söylemiyorsun. “Soda nerede kaldı?” diyor. “Geliyor,” diyorum, “Mehmet Amca sen canını sıkma, devam et.” İnsanların söylediklerine böyle gülmeye, onun enerjisini güçlü tutmaya çalışıyorsun.
Ama öte yandan, o kadar çok müdahale edilecek yer vardı ki, yetişemiyorsun. Keşke daha çok madenci, teknik meslek sahibi daha çok ekip gönderilseydi, herkes koordineli bir şekilde dağıtılsaydı, 5 bin kişi sağ çıktıysa, belki 10 bin kişi sağ çıkacaktı. On yedinci güne kadar enkaz altında canlı bekleyen insan belki yedinci günde, böbrek fonksiyonları zarar görmeden çıkacaktı.
Ülkemizde “ben yaparımcı, ben ederimciler”, bir de “sosyal medyada hemen yayınlayalımcılar” çok fazla. Bir enkazdayız. “Yaralıyı görebilir miyim?” dedim. Adamlar yaklaşmamı istemiyor, bariyer ördüler. Ve şöyle bir söz işittim: “Kadın halinle gelmişsin buraya!” Enkaz başında toplumsal cinsiyet tartışması yapacaktık neredeyse.
Enkazda beraber çalıştığınız başka kimler vardı?
Suriyeli ameleler vardı. Gönderildiğimiz bölgede bir çalışma olduğunu, canlı sesi alındığını söylediler. Gittik, bir çalışma yok, ama Arap bir anne gelip şunu söyledi Arapça: “Çocuklarımı kurtar. Kurtarırsan sen kurtarırsın.” Annelik evrensel bir şeymiş, bunu çok net hissettim o anda. O enkazdan vinç aramaya çıktık. Çalışma başlamamış, ama ses aldıklarını söylüyorlar. Köpekler birilerinin var olduğuna, ama canlı olmadığına dair işaretler vermiş. Biz bir çocuktan net ses aldığımız için çalışmaya devam ettik. Oradan sağ olarak iki çocuğu, ayrıca bir anneyle bir çocuğun cesedini çıkardık. Bizi çağıran, muhtemelen anneanneydi. Çıkardığımız kadın bu üç çocuğun annesiydi anladığım kadarıyla. Üç çocuktan ikisine anne siper olmuş, biri ölmüş… O çocuğu kucağıma aldım, çocuklarımla aynı yaşta… Ama, onu duvardan indiremedim. Sonra içimden dedim ki, “Sen aynı anda iki çocuğu kucağına alıyorsun. Bu çocuk öldüğü için mi kucağında taşıyamadın? Bu kadar ağır mı bu beden?” Çok zoruma gitti. Kendimi bu konuda affedemiyorum. Çok güçlü olduğumu düşünüyordum iki çocuğumu aynı anda kucağımda taşırken. Ama bir çocuğu taşıyamadım. Duvardan indiremedim cenazesini. O benim en ağırıma giden şeylerden biri oldu.
Sonra, başkaları mı gelip aldı çocuğu?
Evet, gelip aldılar. Suriyeli inşaat işçileriyle çalıştık orada. Anneyle diğer çocuğun cenazesini defnetmek üzere aile aldı. Diğer çocukları da sahra hastanelerine yönlendirdik. Çocuğun hiçbir yerinde bir şey yoktu, anne o kadar güzel korumuş ki. Arapça ağladı durdu, “Annem nerede?” Bağıra bağıra. Şoka girmiş. Dursuz duraksız, belki bir saat, bir buçuk saat, sadece “annem nerede?” diye ağladı. Annenin koynundan çıkardık ya seni.
Bir şey söylüyor musun böyle bir durumda?
Pek Arapça bilmediğin için bir şey yapamıyorsun. Yakınlarından birinin gelmesini istedik, en çok kimi görmeye ihtiyacı varsa o gelsin. Varsa babası veya anneannesi. Onu sakinleştirir, elini tutar, yanında olur en azından… Anne her yerde anne. Anne her dilde anne! Öbür kadın anneanne, “benim evladım burada” dediğinde biz çocuk diye düşünüyoruz, halbuki onun evladı oradaki anne. Anne her koşulda, her yaşta anne. Ve yine, iyi ki bu mesleği yapıyorum, iyi ki ebeyim diye geçirdim içimden. İyi ki kadınları hissedebiliyorum dedim.
Sahada bu kadar zor bir yerde, bu kadar zor bir iş yapan sağlıkçılar nerede, nasıl koşullarda kalıyor?
Çadırlarımız, tulumlarımız var. Bize belirlenen toplanma veya konaklama alanları varsa orada kalıyoruz. Hatay Eğitim-Araştırma’nın bahçesinin konaklama için uygun olduğunu söylediler bize.
Orası yıkılmamış mıydı?
Ortadan ikiye yarılmış durumda. İçi tamamen çökmüş, ama bina ayakta. İlk gün gittiğimizde hastane çalışmıyordu, bahçeye çadır hastaneler kuruluyordu. Koordinasyon merkezi kuruldu, kadın doğum hastanesi, çocuk hastanesi, ortopedi… Sonra bizim konaklamamızı da bahçeye verdiler, duvar diplerine çadırlar yapıyoruz. O şekilde konaklıyoruz. İlk üç gün zaten hiç çadır açmadık, hep aktif bir şekilde enkazda çalıştık. Artık üçüncü günün sonunda, çok yorulduk ve sabaha karşı saat 4’ten sonra çadır kurmaya karar verdik. Ekip olarak herkes böyle. On günde üç kere falan uyku tulumuma girdim. Onun dışında hep alanlardaydım.
Hani İstanbul depremine hazırdık? Değilmişiz işte! Ülke 80 milyonsa, 16, hatta 20 milyonu İstanbul’da yaşıyor. Bu büyük kaos demek, kıyametin fragmanı demek. Hazırsak neden bu üniteler, paketler, planlar ortaya çıkmadı diye düşünüyor insan.
Ailenle, yakınlarınla konuşabiliyor muydun?
İlk geldiğimizde internet ve enkaz alanlarında telefon çekmiyordu. Sadece toplanma ve barınma alanlarında, Hatay Eğitim-Araştırma’nın bahçesinde çekiyordu, oraya gittiğim zaman arıyordum. Çocuklarımla hiç görüntülü konuşmadım. Özlem duymak istemediğim için fotoğraflarını da istemedim. Ta ki, ertesi gün döneceğiz artık, oğlum telefonu aldı, “annecim!” dedi. Dedim benim dönmem lâzım artık. Çünkü özlediğimi hissettim. Ne kadar güçlü olmaya çalışsam da annelik yönüm ağır bastı. O an oğlumun bana sarılması, kızımın bana sarılması sanki her şeyi iyileştirebilecekmiş gibi hissettim. Bir de ayrıca, beşinci-altıncı günden sonra, hepimiz hastalanmaya başladık burada. İlk geldiğimizde hava eksi 5 derece falandı, çok soğuktu. Enkazda toz içindesin, sonra ısınmak için boyalı dolap kapaklarını, ev kapılarını yakıyorsun, vatandaş yakıyor. E tabii bunların dumanına maruz kalıyoruz. Bir süre sonra akciğerlerimiz tamamen dolmuştu. Eve dönüp muayene olduğumda bronşlarımın durumunun çok kötü olduğunu söyledi doktor.
Enkazlardan sağ çıkarılanların hepsi hayatta kalıyor mu?
Bazılarının öldüğünün haberini alıyoruz. Çünkü bu kez alanda uygun şartlar olmadan ampütasyon, yani uzuv kesilmesi çok sık yapıldı. Ayrıca, Antakya’nın hava koşulları hipotermiyi çok tetikledi. Geceleri inanılmaz soğuktu.
Uzuv kesimi yanlış bir müdahale mi?
Bakanlığımızın uygun gördüğü bir müdahale şekli değil. Deniyor ki, üç hekim olmalı, cerrah olmalı, ancak o şartlarda belki uzuv kesimi olabilir. Ama şartları zorlayabildiğimiz kadar zorlamamız gerekiyor. Ortak payda sağlık da olsa, yabancı ekiplerin ekipmanları ve çalışma stilleri daha farklı. Onlar bulundukları yerlerde uzuv kesimi yapabiliyorlar. Biz beraber çalıştığımız yabancı ekiplere engel olduk, ama yaptıklarını duyduğumuz da oldu. Yönetmeliğe uygun olmayan şeylerin yapılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Ama tabii onlar kendi yönetmeliklerine göre yapıyor.
Kurtarma ekipleri ve arama-kurtarma çalışmalarına katılan gönüllüler yeterli bilgi ve donanıma sahip mi, yanlış müdahaleler de yapılıyor mu sence?
Bizim ülkemizde o “ben yaparımcı, ben ederimciler”, bir de “sosyal medyada hemen yayınlayalımcılar” çok fazla. Akevler Mahallesi’nde bir enkaza gittik. Bir amcaya ulaşıldı. Belediyelerden birinin çalışmasıydı. “Yaralıyı görebilir miyim?” dedim. Adamlar kesinlikle benim yaklaşmamı istemiyor, bariyer ördüler. “Çıkaracağız zaten, çıkarınca bakarsın” diyorlar. Ben de dedim ki, “crush (ezilme) sendromu açısından değerlendirmem lâzım, ona göre mayi ayarlamam gerek. Başka ekipman ihtiyacımız varsa ona göre medikal destek için ekip çağırmam lâzım.” Ve şöyle bir söz işittim orada: “Kadın halinle gelmişsin buraya!” Bu cümleyi duyunca bayağı kötü hissettim kendimi. Ben “kadın halimle” yıllardır bu ülkenin bir sürü yerinde hizmet ediyorum, ebelik olsun, arama kurtarma olsun, yaptığım işten gurur duyuyorum. Ama bu cümle, hele ki enkaz alanında asla! Biraz uzaklaştım, yoksa hepimiz çok gerginiz ve büyük kavga çıkacak. Fark ettim ki, biz ne iş yaparsak yapalım cinsiyetçilik var. Bu cinsiyetçi yaklaşımla da hiçbir yere varamıyoruz. Sonra içim el vermedi, biraz sakinleştikten sonra tekrar döndüm. Yaralıyı iyi bir şekilde çıkardık. Paketlemeye çalışırken bile izdiham yaşıyoruz. Biz diyoruz ki, “Biraz yavaş, üzerini örtelim.” Kişi günlerdir bir enkaz yığınında, betonun içerisinde ya! Belki çok üşüdü veya çok terledi. Bu bile onu şoka sokabilir, hipotermiye girebilir. Bunları engellemek için üstünü termal battaniyeyle örtelim diyoruz, ona bile engel olmaya çalıştılar. Sonra, “Sakin olun, yeter!” diye sesimi yükselttim. “Abla ne çok bağırıyorsun sen de ya!” “Bu adama serum takalım” dediğim zaman, “Seruma ihtiyacı yok” diyorlar, ben de “İçinizde hekim mi var, doktor mu var? Hanginizsiniz doktor?” diye sordum. Sonuçta buna karar verebilecek bir sağlık ekibi olması gerekiyor. “Ne doktoru ya! Adam iyi!”
Antakya’nın bir kısmında yaşamsal faaliyet başlamış en azından. Hayat devam etmek zorunda çünkü. Burada kalanlar gerçekten çok güçlü insanlar ve direniş gösteriyorlar. Yaşama geri dönmek, ayakta durmak zorundayız. Nefes aldığın sürece hayat var. Bununla teselli bulmaya çalışıyorum. Ama hâlâ çok eksik var.
O adam yaşadı mı?
O iyiydi, yaşadı. Ama onun başında olan bitenlere bakarsanız, ülkemiz yaşadı mı?
Durumu bir duvar yazısı çok iyi özetliyor: “Deprem oldu, öldük”…
Hepimiz enkaz altındayız. Ruhsal bir enkaz altındayız ve birlik olmamız gerekiyor. Sen kadın olabilirsin, ben erkek olabilirim, ama senin farklı özelliklerin ve güçlerin var, benim çok farklı özelliklerim ve güçlerim. Cinsiyet, ırk, din, mezhep ayırt etmeden beraber bir şeyleri yapmamız lâzımken, enkaz başında toplumsal cinsiyet tartışması yapacaktık neredeyse.
Enkazda hiç kolluk kuvveti desteği aldınız mı, gerek duydunuz mu?
Fransız bir ekiple çalışıyorduk. Epey kalabalıktı ortam, aynı zamanda Türk arama-kurtarma STK’sı ve inşaat işçileri de vardı. Onlar “Fransızlar gitsin, biz çıkalım” dedi, “işlerini çok yavaş yapıyorlar.” Sonunda hırgür arbede çıkınca talepte bulunduk ve asker geldi. Ona rağmen insanları yatıştıramadık. Çünkü herkes depremzede. Mümkün olduğunca o ruhu incitmeden iş devam etsin istiyorsun. Arama-kurtarmacı değil de inşaat işçisi veya başka meslekten gönüllü olarak gelenleri de incitmek istemiyorsun. Farklı iki-üç operasyonel grubun olduğu durumlarda ikilemde kalıyorsun. Biz mihmandarlık yapıyoruz. Fransızlar bize “bu alanı boşalttırın” diyor. Askerle konuşuyorsun, “burayı boşalt, ortalığı bir aç” diyorsun. O konuda bile sıkıntı yaşıyorsun.
Köylerde enkazdan yaralı olarak çıkanlar ya da çıkarılanlar hastaneye ulaşabiliyor mu?
Hastaneye 20 dakikada, yarım saatte gidebilecekse, 2 saatte ulaşabiliyor. Enkazdan çıkan biri için bu da hayati tehlike demek. Afet durumunda aslında her koşula hazır olmamız lâzım. Sel, toprak kayması, ya da başka bir afet olduğunda bütün kurumların birbiriyle, Kara Yolları’yla koordinasyonu olmalı. Hastaneler için afet konteynırı tarzında bir şey hazırlanıyor deniyor. Her hastanenin afet ünitesi olması gerekiyor. Onun için personel iyi eğitilmeli. Hani İstanbul depremine hazırdık? Değilmişiz işte! Ülke 80 milyonsa, 16, hatta 20 milyonu İstanbul’da yaşıyor. Bu büyük kaos demek, kıyametin fragmanı demek. Hazırsak neden bu üniteler, paketler, planlar ortaya çıkmadı diye düşünüyor insan.
Depremin ilk günü Antakya’ya geldin, arama-kurtarmalarda çalıştın. Sonra geri döndün ve tekrar gelip ebe olarak görev yapıyorsun. Bu ikinci gelişinde Antakya’da neler gördün?
Antakya’nın bir kısmında yaşamsal faaliyet başlamış en azından. Hayat devam etmek zorunda çünkü. Burada kalanlar gerçekten çok güçlü insanlar ve direniş gösteriyorlar. Dükkânı yıkılmayan esnaf faaliyete geçmeye başlamış. Yaşama geri dönmek, ayakta durmak zorundayız. Nefes aldığın sürece hayat var. Kebapçılar falan dışarıda tezgâhlar kurmuş. İnsanlar bir şekilde ayakta durmaya çalışıyor. Bununla teselli bulmaya çalışıyorum. Ama enkazlar olduğu gibi duruyor. Artçılarla beraber ağır hasarlı binalar yıkılmış. Hâlâ çok eksik var.
Annelerin gözlerinde korkuyu görüyorum. Çocuğuna bir şey olduğunda ne yapacağını bilmediği için korkuyor. Yeni bir depremden korkuyor. Yeteri kadar sağlık personeli yok. Çok az doktorla bir düzen döndürülmeye çalışılıyor. Evet, dışarıdan gönüllü gelenler var. Ama yeterli mi? Hayır.
Depremden hemen sonraki günlerde Antakya çok daha kalabalıktı, her tarafta bir koşuşturma, bir telaş vardı…
Evet, şu an tenhalaşmış durumda. Gidebilecek insanlar, ailesini sıkıntıya sokmak istemeyenler şehri terk etmiş. Umudu kalmayan gidiyor. STK’lar da birer birer şehirden ayrılıyor.
Peki, ebe olarak çalıştığın hastaneye gelen kadınlarda neler görüyorsun?
Korku. Annelerin gözlerinde korkuyu görüyorum. Çocuğuna bir şey olduğunda ne yapacağını bilmediği için korkuyor. Yeni bir depremden korkuyor. Burada yeteri kadar sağlık personeli yok. Doktor yok. Çok az doktorla bir düzen döndürülmeye çalışılıyor. Evet, dışarıdan gönüllü gelenler var. Ama yeterli mi? Hayır. İnsanları psikolojik açıdan rahatlatmak için de daha çok insan gücü olmalı. Çocukları kurtaralım. Gelecek çocukların elindeyse bizim ruhumuzu iyileştirecek olan da çocuklar. Eskiden, “ben çocuk sevmem” derdim, ama sanırım çok seviyorum. Annelerle çocukların sağlık ve psikoloji alanındaki ihtiyaçlarının burayı terk etmek zorunda kalmadan karşılanması için uğraşmak gerek.
Çocuklarda sık görülen hastalıklar var mı?
İshal, bulantı, kusma, ateş son dönemde çok görmeye başladık. Hatta bütün aile aynı dertle gelmeye başladı. Yetişkinden çocuğa, bebeğe kadar. Bu bir salgının başlangıcı.
Neden kaynaklanıyor?
İçme suyunun ve yeterli hijyenin olmayışından. Çadırda, olması gerekenden çok daha fazla insanın bir arada yaşamasından. Tuvalet ve duş imkânı olmamasından. Enkazlardaki cesetlerden. O kadar çok neden var ki…
Hastanede doğum yapan kadınlar taburcu olunca nereye gidiyorlar?
Çadırlara. Hijyen yönünden elverişsiz çadırlarına dönüyorlar. Hava soğuk. Hâlâ kışı yaşıyoruz. Yağmurlar yağıyor. İnsanları o halde gönderiyor olmak çok kötü. Önceki gün çok korkan bir anneanne vardı. “Kızım bir şey soracağım,” dedi. “Buyur teyze” dedim. “Bunlar şimdi doğdu ya, nereye gidecekler?” “Nasıl nereye gidecekler?” dedim. “Çadırda yaşıyorlar, bu bebekle nasıl yaşayacaklar çadırda? Konteynır yok mu, dağıtılmaya başlamadı mı?” Dedim “Yok teyze.” Yok derken ayıbımdan utandığımı hissettim. Benim hiçbir yetkim yok oysa. Ama ayıp eden benmişim gibi geldi.
Kadınların sağlığını, özellikle yeni doğum yapmış bir kadının sağlığını nasıl etkiler bu şartlar?
En önemlisi, postpartum depresyonu diye nitelendirdiğimiz, doğum sonrası depresyonu. Benim ebe olarak en çok korktuğum şeylerden biri bu. İnsanlar zaten ciddi manada çaresiz, çıkmazda, mutsuz, depresyonda ve bunun üzerine doğum yapmış… Bebeğine ve kendine zarar verme yolu açık, büyük tehlike demek bu. Bundan çok korkuyorum. İkincisi, fiziki sağlık bakımından da çok korkuyorum, çünkü annenin bağışıklık sistemi doğum yaptıktan sonra düşmeye başlıyor. Hastalıklara daha açık. Sen de annesin, bebeğine bakamayacağını düşünen, yetersiz kalacağını düşünen anne ne demek bilirsin. Mutsuz bir birey demek. Mutsuz bir birey mutsuz çocuklar yetiştirebilir.
Deprem ya da genel olarak afet şartlarında cinsel şiddet, istismar, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet olaylarında bir artış olur mu?
Duydum, olduğunu söylüyorlar. Çok kapalı bir toplum olduğumuz için bunu net bir şekilde görmüyoruz, görülmesine engel olunuyor. Tecavüz olayında mağdurların bir kuruma başvurması engelleniyor. Hastaneye gelse, adli süreç başlayacak ve bildirim yapılması gerekecek. Mağdurun başvurmasını engelleyen bireysel kaygılar da olabilir. Ama şiddet ve tecavüz oluyor mu? Evet. Dünya çapında var bu, bunlar oluyor. Irak savaşlarında ne çok tecavüz olayı yaşandı. Suriye’de birçok tecavüz, kadın kaçırma, istismar, bir sürü şey yaşandı… Ben kadının üremesinin engellenmesine de karşıyım, yani bir kadın olarak tüplerin bağlatılmasını istemiyorum. Ama “bu çocuğu doğuramam” dediğim zaman, “doğurmak zorundasın” denmesini de istemiyorum. İstemediğim bir şeye maruz kalmış olabilirim, istismar edilmiş olabilirim, tecavüze uğramış olabilirim. Evlilik içinde de tecavüz diye bir şey var. Eşim tarafından istismar edildim belki de. Ya da istemiyorum belki, o anda hazır değilim, maddi koşullarım hazır değil, doğacak çocuğun geleceğini temin edemeyeceğim… Belki ruhsal olarak hazır değilim. Bir kadın anne olmaya ruhsal olarak hazır değilse, çocuk yapmasın zaten. Ama kadını istismar ediyorsun ve sonra da “bu çocuğu doğuracaksın” diyorsun.
İshal, bulantı, kusma, ateş son dönemde çok görmeye başladık. Bu bir salgının başlangıcı. İçme suyunun ve yeterli hijyenin olmayışından. Çadırda, çok fazla insanın bir arada yaşamasından. Tuvalet ve duş imkânı olmamasından. Enkazlardaki cesetlerden. O kadar çok neden var ki…
Çadırkentlerde ışıklandırmasından tuvaletine, bir arada yaşayan kişilerin dağılımına, düzenine ve güvenliğine, okulundan sağlık imkânlarına kadar, istismarın engellenmesini veya en azından erken aşamada farkına varılmasını gözeterek yapılması gerekenler yapılıyor mu?
Hayır. Ülkecek bunları bilmiyoruz ve yapmıyoruz. İnsan bilinçlendiriyor muyuz? Hayır, insanların bilinçlenmesine dahi izin vermiyoruz. Bir insanın sana rahatsız edici bir şekilde bakması bence bir çeşit şiddettir, istismardır. Eğer onun bakışından, tarzından, seni süzüşünden rahatsız oluyorsan, bunu gerekli yerlere özgürce söyleyebilmelisin. Sana bunu söyleyebileceğinin bilinci öğretilmiş, aktarılmış olmalı. Ama bunların üzeri örtülüyor. Bunu aşmak için bizler elimizden geleni yapsak da sen, ben denizde birer kum tanesiyiz.
Ebelik ya da UMKE eğitiminde istismara, tecavüze uğramış bir kadına ya da çocuğa nasıl yaklaşılması, nasıl müdahale edilmesi gerektiği konusunda özel bir bilgilendirme sunuluyor mu?
Hayır. Bu tarz eğitimleri kendimiz bireysel olarak tamamlıyoruz. Tamam, ben daha önce pedagojik formasyon aldım, sonra ilgimi çektiği, merak ettiğim için, istismar edilen kadınlar ve çocuklar hakkında kendi çapımda araştırmalar yaptım. Ama, bakanlık bu konuda yeterli eğitim veriyor mu? Hayır. İstismar edilen kadınla veya çocukla görüşme süreci pedagoglara bırakılıyor. Halbuki bize de bu konuda özel eğitim verilmesi gerekiyor, çünkü ilk tespit ülkemizde ebeler tarafından yapılıyor.
Deprem bölgesinde bazı aileler çocuklarını bulamıyor, bazı çocukların da ailesi bulunamıyor. Bu neden, nasıl oluyor?
İlk günün sabahında toplanma alanında bir sağlıkçı kucağında 6 aylık bir bebekle dolaşıyor ortalıkta. Ne yapabileceğini bilmiyor, ona buna soruyor. Biz de daha yeni gelmişiz, annelik veya ebelik yaklaşımıyla kadına “Sana nasıl yardımcı olalım, ne istiyorsun?” diye sordum. Dedi ki “Ben sağlıkçıyım. Bu bebeğin Mustafa Kemal Üniversitesi Hastanesi’ne gitmesi gerekiyor. Burada doktorlar muayene etti. Yoruldum artık, bebeği kimse almıyor.” “Bebeğin yakınları nerede?” “Kimsesi yok.” Giysilerinden anladığıma göre fakir bir ailenin çocuğu. Adını bile bilmiyoruz. Kollarına, bacaklarına baktım, ezikler, hafif sıyrıklar var, hafif yaralı. Ama muhtemelen aç. O kadar aç ki, bisküvi veriyoruz, yiyemiyor, sadece yalıyor, geri düşüyor kafası. Dik duracak mecali yok. Arkadaşımla ne yapalım diye birbirimize baktık. “Biz götürelim” dedik. Çünkü ambulans refakatçi olmadan çocuğu alamıyor. Orada da tam bir kaos ortamı var. Çocuğu aldık, üniversiteye acile götürdük. Giriş cehennem yeriydi. Ölüler, yaralılar, bacağı kopmuş, kolu kopmuş, kafası yarılmış insanlar… Çocuğu acile bıraktık. Önce “ne yapacağız şimdi bu çocuğu, başında birinin olması lâzım” diyerek almak istemediler. “Sosyal Hizmetler’i arayın, Çocuk Esirgeme alsın götürsün” dedik. Bari sıcak bir yerde kalsın. Ne yapacağız çadırda, o soğukta, o kalabalığın, pisliğin içinde, cesetlerin arasında. Çocuğu sosyal hizmetlere teslim etmişler.
Doğum sonrası depresyonu; ebe olarak en çok korktuğum şeylerden biri bu. İnsanlar zaten çaresiz, çıkmazda, mutsuz, depresyonda ve bunun üzerine doğum yapmış… Bebeğine ve kendine zarar verme yolu açık, büyük tehlike demek bu. Bundan çok korkuyorum.
Bu konuda prosedür nasıl?
Sosyal Hizmetler’i arıyoruz. Çocuğun özelliklerini kaydediyorlar, muayeneden geçiriyorlar ve sonra Çocuk Esirgeme yurtlarına götürüyorlar.
Antakya’da depremin ilk haftalarında Çocuk Esirgeme, Sosyal Hizmetler çalışır durumda mıydı?
Ben araçlarını ya da görevlilerini görmedim.
O çocuğu hangi sosyal hizmet ekibi aldı?
Şehir dışından gelen ekipler… Ama en çok duyduğum şikâyetlerden biri “Çocuğum yok”. “Annem, babam yok.” Bu kadar insan nerede? Bu kadar çocuk nerede? Birilerinin başka şeyler yaptığını düşünüyorum. Düşündüğümü düşünüyor musun?
Evet… Ne kadar zor bu şartlarda ayakta kalmak…
Bir sigara içelim. Ruhum çöktü. Bunları böyle toplu olarak düşünmediğim için sanırım çok iş yapabiliyormuşum. Hepsini bir anda düşünmek çok zormuş.
[*] Depremzedelerin isimleri değiştirilmiştir.